29 Ağustos 2011 Pazartesi

barika'nın kuyusu: BAYRAM YAZILARI KISIM 1: AREFE YAHUT SEBZE KURUTUC...

barika'nın kuyusu: BAYRAM YAZILARI KISIM 1: AREFE YAHUT SEBZE KURUTUC...: Arefe nin sözlük yahut dini anlamını geçiyorum, bütün evlerde temizlik-alışveriş-yerleşme-düzenleme vesaire anlamına gelir. Gelir, iddiala...

BAYRAM YAZILARI KISIM 1: AREFE YAHUT SEBZE KURUTUCU



Arefe nin sözlük yahut dini anlamını geçiyorum, bütün evlerde temizlik-alışveriş-yerleşme-düzenleme vesaire anlamına gelir. Gelir, iddialaşmayın. Hele evin kız çocuklarına ve annelerine asla aksini iddia etmeyin, tahta kaşıkla gözünüzü çıkarıp yuvasına çamaşır suyu dökerler.
An itibariyle mutfak temizliği tarafımdan bitirildi. Tırnaklarım her temizlik sonrası olduğu gibi yine o şeffaf rengi aldı, tuhaf görünüyorlar. Sinir bozucu olan kısmı; o telle sağı solu sürtmekten kaynaklı olarak kenarlarının tırtıklanması ki hiç tahammülüm yok! Ben, tırnaklarıma biraz düşkünümdür de... 18 yaşıma kadar diplerine kadar (abartmıyorum, ciddiyim) yediğim ve kan tadı alana kadar durmadığım için elimi yıkarken dahi gözümden yaş geldiğinden, bıraktıktan yıllar sonra bile hala "görmemişin tırnağı olmuş" tutumu içerisindeyim. Çantam pek çok zaman bir bayan çantasına benzemese de içinden törpünün eksildiği görülmemiştir. Neyse işte, akşam oturup kendileriyle ilgileneceğim.
Çikolata şeker alışverişinin arasına sebze kurutucusu da ekledim. Ya bu alet bir tek bana mı bu kadar acayip geliyor? Böyle mucize gibi, çeviriyorsun ve 10 saniye sonra içinde ki o rokalar, maydonozlar felan kupkuru oluveriyor. Bir fen-matematik mezunu olmam da şaşırmamı engellemiyor, evet, gayet engellemiyor. Böyle aptal gibi aleti çevirip sonra kuruyan sebzeleri görünce mutlu oluyorum. Hani ışın tabancası verseler elime ancak bu etkiyi yapar.
Annem aşure yaptı. Herkes bayram öncesi baklava-börek yapar, bizde de aşure yapılır. Ben biraz çok severim ve çok yerim de ondan sanırım. Kendi kendimize gelenek yarattık ailecek resmen. Ama annemin aşuresinden başka aşure sevmem o ayrı mesele.
Şİmdi yarın bayram, süper evet, havasına girmeye çalışın bu akşamdan. Sabah babam bizi saat 9 da tepemize dikilerek havaya sokacak nasıl olsa, o yüzden ben rahatım. Siz derdinize yanın. Hadi bakayım akraba felan görün bu gece rüyanızda. Kolonya şişesiyle peşinizden koşarken, ninja yıldızı gib fırlattıkları madlen çikolatalara karşılık; sizde üstlerine baklava şerbeti dökün. Afiyet olsun.

28 Ağustos 2011 Pazar

29 NUMARA

Günlerden Pazar, aylardan Bayram, evlerden İzmir. Bu sefer bir hafta. Genelde 24 saatlik kalışlarla sınırlanan İzmir turnesini bu kez bayram nedeniyle uzatıyoruz. Üstelik bu sefer eve tatil için dönüş yapan tek çocuk değilim. ezikböcek'te artık evci çıkıyor. Vay! Tam bayram şekeri reklamlarında ki ailelere benzedik.
Şehirler arası otobüs yolculuklarına katlanabilmenin tek yolu vardır: uyumak. Benim gibi molada dahi gözünü açmayarak uyumak. Aksi takdirde -en sonuncusu öyle olmuştu ve bir faciaydı- kafayı cama dayayıp hesaplaşma üstüne değerlendirme yaparak, kilometre başına sıfır uyku ile yolculuk yaparsın. Çoğalmayalım; yaparım. Yaptım. Ögh, çok fena...
Ama bu sefer uyudum. Of çok yorgundum, daha binmeden serviste gözler ağırlaştı, bir mahmurluk geldi, hani dedim biri beni kucaklasa da otobüse koyuverse ben uyuyorken. Bindim baktım ki oturmam gereken koltukta bir adet kız çocuğu boylu boyunca yatmakta. "Ya sen kalk be uyuyacağım" diyeceğim diyemedim. Annesini bekledim. Annesi geldi, a-a bir de baktık ki; o da 29 ben de 29. Hay bin kunduz! Aşağı indim, muavine, "ya ben uyuyacağım da kaç numarada uyuyacağım ben?" yerine "bi bakar mısınız?" dedim. Baktı, dedi ki "bu 29 değil 25" Yok artık! O nasıl 25? Ben dahil senden daha muavin iki kişi daha senden önce ona 29 demişti.
Neyse, sonuç; 25 te uyuduk n'apalım. Rakam dediğin nedir ki bir banknotun üzerine değilse.

26 Ağustos 2011 Cuma

GALATA YA İNEN TRAVMATİK YOL



Ben dün akşam Galata'ya indim, kuleye. Hani o köşeyi dönüp kuleyi gördüğüm anda ki his var ya, sırf onun için gittim. Ya ne kadar çok olmuş gitmeyeli. Bu kadar ara vermezdim halbuki ben bu kuleyi görmeye. Zamansızlık mı desek yoksa son zamanlarda yolun yukarısında, aşağısından daha fazla vakit geçirmekten mi desek bilemedim. Neyse... Dün akşam yürürken dakikada bile değil, 10 saniye de bir değişen bir ruh hali sirkülasyonu vardı.
Ta meydandan aşağı kadar...
Selpak satan topal amca, 1.90 boyunda ki dal gibi incecik, siyahlar giymiş nefis abla, kumpircinin önünde ki "biz Amerikalıyız" diye bağıran 3 sarışın erkek, saz çalıp türkü söyleyen ve aynı zamanda bir sigaradan saniyede dört nefes çekebilen kör dede, kızı, torunu, kilisenin önünde ki turist kafilesi, dondurmacının maymun ettiği turist abla, "on yedi yaşında ki kızla ilişkiye girerse acaba tutuklanır mı ya da kızın babası öğrenirse evlenmek zorunda kalır mı" konusunu arkadaşlaryla konuşan 18 lik bıçkın delikanlı ve tayfası, pavyon şarkıcısı gibi giyinmiş bir hatuna "nerede sahne alıyoruz bu akşam" lafını atan üniversiteli çocuklar, İstiklal'in ortasında durup fotoğraf çektiren karı-koca, Starbucks ta kahve içen Arap kızını dışarıdan seyreden yedi tane nine...
Aşağı yolda "ben sosyal içiciyim Sevim" posteri ama sağ taraftan yırtılmış. Haymatlos'ta Selim Sesler'in, Ritim de "bira 2,5 tl" nin, Babylon'da Nauvelle'nin varlığını haber veren afişler.
Yelpazeler 2 lira, bir de minicik tefler var, al cebine koy.
Ben o yolda ki kartpostallardan alıp, arkasına acayip bir not yazıp, onu da adamın birinin ofisinin kapısının altından atmıştım. Geçmiş zaman olur ki... Üzerinde Galata Kulesi'nin resmi vardı.
Dilim ananas almıştık bir keresinde de ya, kim vardı yanımda? Hatırlamıyorum.
Meydan da top oynayan çocuklar vardı. Ve yerlerde oturanlar. Ve duvar dibinde içenler. Ve kule yine olanca ihtişamı ile oradaydı ve yine benim gözüm ondan başkasını görmüyordu.
Çay içmekten ağzımın içi kalaylanmamış kazan gibi olsa da bir çay daha içebildim kahvede. Üzerine de bir soda. En dip masada, kimselere görünmeden, küçük not defterimin arka ortasına yazılmış uzun notu kopardım; cebime koydum. Bir otobüs yolculuğunda, gece yarısı başım cama dayalı yazmıştım. Kalktım, meydanı geçerken topun üzerinden atladım. Benim gibi kuyruğu olan bir kız yanımda geçerken "kuyruk kardeşliği" dedi.
Bu kez o notu kimsenin kapısının altından atmadım. Tam yokuş bitip sokağa çıkarken ilk çöp kutusunun önünde durdum. Yırttım, sekize böldüm, çöpe attım. Sonra da yürüdüm. Meydanı da geçtim, heykeli de geçtim. Sarı dolmuşa bile bindim. Ama o hain sarı dolmuş tam Boğaz köprüsünden geçerken radyoda Sıla'nın bir ara o benim günde 72 kere dinlediğim şarkısının çalmasına izin verdi. Arabesk misin nesin arkadaşım ya!Hain işte ne olacak!

25 Ağustos 2011 Perşembe

ŞİKE ŞİKE FUTBOL



Ben ta çocukluğumdan (nereden baksan en az 8 yaşımdan) beri futbol izlerim. Hem beni tanıyan hem bir zamandır bu blogu okuyan ahali de bilir bunu. Bütün bu zaman içinde saçma sapan bir sürü maç izledim. İçinde oyunun ve şikenin döndüğüne emin olduğum maçlar. Ya bana biri çıksın 92-93 sezonunda Galatasaray'ın 8-0 yendiği ve şampiyon olduğu Ankaragücü maçını anlatsın mesela! Bizi şampiyonluktan etmesini geçtim; göz göre göre de olmaz ki ama... 2005-06 sezonunda Juve ve Lazio ligden düşüp; Milan da ağzının payını alırken hepimiz "hadi beaah!" nidalarıyla seyrediyorduk. Ki ben o zamanlar azılı bir Juve taraftarıydım ve ellerim böğrümde kalakalmıştım.
E ben bunu neden söyledim, şu yüzden: ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Bunlar ne ilk ne de yeni konular.

Bizim ligimiz de üç mü beş mi kaçsa o büyüklerimiz de hiçbir zaman sütten çıkma ak kaşık olmadı. Eninde sonunda bir gün bütün bu çarpık ilişkiler patlayacaktı zaten. Bana tuhaf gelen; onca haber, belge, itiraf, sanık, kanıt, o, bu varken; takım taraftarlarının kendilerine ve takımlarına sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranılmasını beklemesi. Pardon da nasıl olacak bu? Tertemiziz öyle mi? Yo, değiliz.
Biz kupayı iade ederken en azından "tamam ya, varsa bir şey bulun; o zamana kadar biz de en azından bir şeyler yapalım" dedik; sokaklara dökülüp "napıonuz uleyn" naraları atmadık.
Bundan 1 ay kadar önce Caddebostan'a indiğimiz Pazar günü tesadüfen Fenerbahçelilerin yürüyüşünün olduğu gündü. Gülesim geldi desem... Takımı zor durumda olan taraftara asla gülmem aksine ben de onunla yürürüm takım ayırmadan ama arkadaşım bu kadar da salağa yatılmaz ki! Bütün alem bir oldu deli gibi sizi küme düşürmeye çalışıyor. Ya başbakan sizi tutuyor korkmayın, düşmezsiniz. Keşke bir durulup bir sakinleşip bir deseydiniz "ne oluyor?"
Kimse temiz değilken ve artık herkese, hepimize lekesi bulaşmışken öyle değilmiş gibi yapmak nedir ki?
Hepimiz zarar gördük. Oynanacak maçlardan, atılacak gollerden, kaçan penaltılardan, kurtarılan şutlardan, rövaşatalardan, koşu yoluna toplardan, duvar pasından, ofsayta düşen golcüden konuşacağımız yerde paradan, puldan, marka imajından, kriz yönetiminden konuşuyoruz.
Futbol, futbol olmaktan çıkalı çok oluyordu zaten (o Beckham akıllısı gidip Victoria ile evlendiğinde anlamalıydık zaten futbolun bitişinin yakın olduğunu) ama biz yine de bir umut ite kaka devam ediyorduk taraftarlığımıza. Her maçtan zevk almaya çalışmaya da devam ediyorduk ki son dönemde kaç tane iyi maç izlediniz bu ligde? Artık tutkusu ve isteği kalmasada görev icabı sevişen çiftler gibiyiz anasını satayım! Bir kaç akşam önce El Classico vardı. Benzetme falan yapamayacağım gerçekten, yapılacak konu değil. Ama gözlerim doldu resmen. Çok özledim... Kendi kendime takımımı protesto edeceğim diye 1 yıldır stada gitmiyordum ama bu sene gideceğim çünkü gerçekten çok özledim. Hem belki (bkz: Polyanna ısırığı) bu şerden de bir hayır çıkar? Bir anda herkesi bir futbol ama sadece futbol hevesi sarar. Oyuncusunu da, direktörünü de, taraftarını da, gazetecisini de... Biz de yeniden maç izleriz belki.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

İSMİ LAZIM DEĞİLGİLLER



İstemediğin ot dibinde bitermiş! Evet, biter! Eve çekirge girer mi ya?
Şu hayatta bi tanecik hayvandan korkuyorum. O da bu şey. Ben ki kardeşi yan odadan "ablaaaağğğğğ" diye çığırınca, elinde terlikle uçarak giden ve bilumum hamam böceği yahut kakalak ve hatta örümcek ne varsa kaşısında alaşağı eden, fare görünce yerinden dahi sıçramayan kız; bu mendebur hayvanı görünce vallahi çığlıklar atarak kaçıyorum. Tam seyirlik!
En son Yunanistan da Patras ta, şehrin orta yerinde böyle resmen İstiklal Caddesi gibi bir yerde, abartısız elim kadar (obsesifmakinist şahidimdir) o kahverengi mutantı görünce; var gücümle çığlığı basmam bir yana, bir de olduğum yerde tepinmişliğim var. Ama başka türlüsü olası değildi ki! Hayvan bir zıplasa benim üzerimi örterdi! Hayır, senin şehrin ortasında, o medeniyette ne işin var? Neyse, kabusa mahal vermemek için susuyorum.
Ama biter mi, hayır. Arkasından dönüşte, İpsala da gümrükte, hani o alerji olup ayak bileğimde baloncuk çıkmasına neden olan sineklerin olduğu gümrükte, lap diye şortuma bir şey atladı. Korka korka kafamı çevirmemle küçük boy ismi lazım değilllerden birini görmem bir oldu. Çırpınma ile silkelenme arasında kuzene dönüp "o ne yağğğğğğğğ dşglkdşdşggfgffşş?!?!" diye bağırınca sağolsun bu diri ve naciz vücudumu terk etti kendisi. Ondan sonra da otobüse binene kadar kaşındım durdum.
İşte geçen gece de "obsesifmakinist" le balkonda otururken ben bi mutfağa gideyim dedim su almaya. Gitmez olaydım. Tam dış kapının önünde öyle yeşil yeşil duruyor körolası! Ya ne işin var senin benim evimde? Ben çağırdım mı, gel dedim mi? Bi uzak dur işte değil mi? Ne mi yaptım; tabi ki ta balkona seslenip kuzeni yerinden kaldırdım. Maşallah o da elinde bir karton torba ile kurtardı beni, üstelikte o ismi lazım değil mahlukatı da öldürmeden.
Ya bu korkuların üzerine git, elinle tut o şeyi barış onunla şeklinde (ığhhhhh korkunç) neyşınıl cografik safsataları falan anlatmayın bana sakın! Düpedüz korkuyorum yahu! Tabi ki hiçbir mantıklı açıklaması yok, hangi korkunun var ki? Ama bu benim korktuğum ve hatta tiksindiğim ve de nefret ettiğim gerçeğini değiştirmiyor. Hem çirkin, hem zıplıyor ya! Daha ne olsun. Bak bu kadar yazdım ya valla içim kalktı. Ben gidip bir su içeyim. Böğğghhhh...

not: tabi ki resmini koymayacağım, onun yerine kurbağa koyayı da yesin yutsun inşallah!

23 Ağustos 2011 Salı

TEŞHİS

Doktorun odasından elimde zarfla çıkarken kapının önünde ki hemşire mi sekreter mi ne olduğu belirsiz sarışın ablayla göz göze geldik. Yüzünde ki ifadeden o kadar tiksindim ki; “kaltak!” diye bağıracaktım az daha. Zaten o anda bana göre bu bok çukuru dünyada ki bütün kadınlar orospu, bütün erkekler de orospu çocuğuydu. Derin bir nefes alıp, başımın üzerinde duran güneş gözlüğümü taktım ve sensörlü kapıdan dışarı çıktım.

Hastanenin kapısının önünde duran taksilerden birine el ettim. Binerken zarf hala elimdeydi. Taksici amcaya işyerinin adını söyledim. Öğle tatili bitmeden yetişirsem belki yemek yiyebilirim diye hesaplıyordum. Sanki yemek yiyecek halim kalmış gibi… Ama taksiye bindikten beş dakika sonra işe gidemeyeceğim gerçeğini kabul etmek zorunda kaldım. Deliler gibi ağlamak veya hiçbir şey yapmadan sadece bir bankta oturmak gibi manasız ve gereksiz şeyler yapmak daha çok ilgimi çekiyordu. Taksici amcaya “Biz Beşiktaş a devam edelim buradan” dedim. Adamın da canına minnet “tamam abla” dedi.
Kabul edelim ki bu, beklenen bir şeydi. Genetik olarak buna zaten hazırlıklı olmak gerekiyordu ama genetik olarak hazır olmam; mental olarak da hazır olduğum anlamına gelmiyor. Olayın kendisi sürpriz olmasa da zamanlaması kesinlikle sürpriz. Hayatımı artık bir düzene soktuğumu sandığım, içinde ki fazlalıkları temizlediğim, boşlukları doldurmaya çalıştığım, bir şeyler yapmak için uğraştığım bir sırada; buna en son ihtiyacım olduğu anda… Ya ben ne saçmalıyorum? Buna ne zaman ya da nasıl ihtiyacı olur ki zaten bir insanın!
Taksi, stadın oradan dönüp aşağı doğru inerken bana fenalık gelmişti bile. “Burada inebilir miyim ben?” dedim hızla. Sanki o arabanın içinde on saniye daha durursam infilak edecekmiş gibiydim. Taksiden iner inmez derin bir nefes aldım. Sonra bir daha, bir daha… Nefesim ve kalp atışım düzene girene kadar birkaç dakika daha dikildim Dolmabahçe sarayının kapısının önünde ki kaldırımda. Etrafıma bakındım, ya çarşıya doğru yürüyecektim ya da Ortaköy’e gidecektim. İkisini de istemedi canım. Ben de Taksim’e gitmeye karar verdim. Ne kadar kalabalığın içine girersem o kadar kaybolurum diye umdum. Koca yeşil çantamdan kulaklığımı çıkardığım sırada müzik denen şeye tahammülüm olmadığını hissettim. Çünkü çok savunmasız bir haldeydim ve bu haldeyken her şarkı bana bir şey hatırlatacaktı. En son ihtiyacım olan şey de; hayaletlerdi.
Yokuş yukarı yürürken öğleden sonranın sıcağından olacak, nefesim kesildi. Ellerimi dizlerime koyup birkaç saniye soluklandım, sonra devam ettim.
Meydana geldiğimde saat 4 falandı sanırım. Kızılkayalar’ın önünde durup ne tarafa yürüyeceğime karar vermeye çalıştım. Aslında gitmek istediğim yer mi, gitmem gereken yer mi diye kendimi yerken fark ettim ki gidecek yerim var mı ki?
Yukarı doğru yürüsem; yürüyemezdim. Yürüyecek yerim yoktu. Koşarak çıktığım kapılardan tekrar girecek halim yoktu. Hem beni tanıyan değil, tanımayan insanlara ihtiyacım vardı. Geçmişimi, ırsi şanssızlıklarımı bilmeyen birilerine anlatmam lazımdı. Benim ağlamama dayanabilecek, ağlasam da umursamayacak, beni o kadar tanımayan birilerine ihtiyacım vardı. Benim de görür görmez yanında kendimi koyvermeyeceğim birilerine ihtiyacım vardı.
Adamı tanımıyordum, hem de hiç. O da beni tanımıyordu, hem de hiç. İki kere feysbuktan konuşmuşluğumuz vardı o kadar. Yani ne anlatırsam anlatayım, sokaktan geçen herhangi bir kadının anlatacağından daha fazla etkilemezdi onu. Ben de Galata’ya doğru yürüdüm.
Ah o kule var ya o kule… Şu İstanbul’da hiçbir yer, köprü bile bana kendimi bu taştan silindir kadar iyi hissettirmedi. Bakkaldan radyo sesi geliyordu. Tarkan çalıyordu “inci tanem” mi neydi o şarkı, o işte. İçeri girip iki Efes istedim. Siyah poşete koyup verdi. Kuleyi ortalayan banka oturup telefonumu çıkardım. Adamın telefonu yok ki bende! Girdim feysbuktan mesaj atayım diye, bir baktım telefon numarası da var. Ben de mesaj attım: “bir tane biram var, kulenin dibindeyim.”
Elinde içkiyle, tek başınayken kendisini davet eden bir kadına hayır diyecek erkeklerin sayısı kaçtır? Azdır. Ve neyse ki o da azınlıktan değildi, zaten oracıkta olan evinden aşağı indi ve geldi.
“nasıl tanıdın beni?” dedim. Hiç görmemişti çünkü. Eliyle saçımı işaret etti, “kuyruğundan” dedi. “ve bir de burada tek başına bir bankta oturan başka kız olmamasından…” Güldüm.
Biraları açarken anlatmaya başladım. Arka cebime tıkıştırdığım beyaz A4 kağıtta neler yazdığını ve bunların bana neye mal olacağını anlattım. Dinledi, sadece dinledi ve birasını içti. Sonra, anlatacaklarım bitti. Söyleyeceklerim de… Durdum, önüme baktım. Hala ağlamadığım için şaşkın, konuşmaktan yorgun öylece durdum. “ne yapacaksın şimdi?” diye sordu. Yüzüne bakmadan “kimseye söylemeyeceğim. Bana sürekli soru soracak, aldığım nefesi sayacak kimseye söylemeyeceğim” dedim. Güldü. Saçmaladığımı biliyordu, ben de biliyordum. Ama hayatımda bir kere baya baya inat edecektim. Bir an vardı biliyordum, artık kimseden saklayamayacağım; işte o ana kadar kimseye söylemeyecektim. Biten biranın şişesiyle beraber ayağa kalktı “yukarı gelmek ister misin?” dedi. Güldüm. Haliç manzarası… “hayır” dedim. “peki sen bilirsin” dedi. Tam arkasını dönüp gidecekken durdu, ben elimde ki şişeyi çeviriyordum “Siktir et ya!” dedi. “ciddiyim, siktir et!”
Güldüm. “Di mi ya” dedim.









22 Ağustos 2011 Pazartesi

ANKARA DÖNÜŞÜ



Ben Ankara ya gitmeyeli nereden baksanız en az 7 yıl olmuş yahu. En son şu yüksek lisans yapmak için girilen zıptırık sınav için gitmiştim (kazandım da ne oldu? yüksek lisans yapabildim mi, hayır). O zaman TCDD nin misafirhanesinde kalmıştık Nalanla beraber. Bi hatırladığım Kızılay bir de Anıtkabir. Bir de komik ama hayatımda yediğim en iyi beytiyi Kızılay da yediğim gerçeği.
Elinde Emrah Serbes'in Her Temas İz Bırakır kitabı ile döndüm Ankara'dan. Çok manidar oldu bu kitabı oradan almak. Bir de tesbih alacaktım aslında ama bokunu çıkarmayayım dedi. Ezikböcek te "hayranlıkla sapıklık arasında ince bir çizgide durduğumu" iddia ediyor zaten. Her zaman ki ayarsızlığım, yeni bir şey yok.
Valla istediğiniz kadar "ayy çok banal", "başka laf da bilmiyosunuz zaten" falan deyin ama bir şey eksik arkadaşım bu Ankara da: deniz. Ya bak çok ciddiyim, en güzel yerde bir anda durup bir su birikintisi, bir deniz ne bileyim olmadı bir nehir falan arıyor insan şehrin ortasında. Kenarında durup ta ileri bakabileceğiniz, hayal kurabileceğiniz, kenarında otururken ayağınızda ki ayakkabıyı düşürebilceğiniz bir su işte. Yahu ben balık burcuyum, nasıl durayım. Sabah kalktım burun tıkalı hemen, gözler de karpuz kadar. Kesin kuru havadan. Yoksa bir gece öncesinde önce Beşiktaş sonra Akaretler sonra ev sonra sabah 4 te otobüsle falan alakası yok yani...
Ezikböcek Ankara ya uyum sağlamış bile, vitrinlerde takım elbise bakıyor. Ayrıca kendisi artık göbeğinde tepsi taşıyabilir. Bana da dönüp "senin de benim kadar göbeğin var" dedi ya! Yuh, oha! O kadar da değil. Ayıp diye bi'şey var. İnsan ablasına bunu der mi? Pes. Falan, filan. Hem ben bak kaç gündür içmiyorum, azalır azalır. Regl olacağımdan biraz şişim zaten. Hem ben çok yemiyorum ki! Ne kadarcıktı o yoğurtlu kebap gördün yani...

19 Ağustos 2011 Cuma

AŞIK İNSANLARIN SABAH SESİ

Bu sabah biri beni aradı telefonla. Biri diyelim şimdilik, belki sonra açıklarız kim olduğunu. İşte o biri sabahın saat 7 sinde resmen şakıyan bir sesle "Günaydın!" dedi telefonuma. İnsan öyle bir ses duyunca ister istemez gülümsüyor zaten de; hele bir de şakıyan O ise, ben daha ayrı gülümsüyorum. Çok bekledik çünkü biz o şakıma için...
Yahu bu aşk ne biçim bi' şey? Ses tellerinden gözde ki retinaya kadar her şeyin form değiştirmesine neden oluyor. Renkler ve sesler, algılar ve dürtüler, her şey mi yerinden oynar? Oynuyor işte. Ne güzel be! Oynasın tabi. Toz tutmuştu zaten.

18 Ağustos 2011 Perşembe

CANIN NE İSTİYOR?


Biz hep bir sonraki adımın ne olacağını hesaplamaya çalışıyoruz ya; işte tam orada hata yapıyoruz. Aslında bir sonra ki adıma gelene kadar attığımız adımdan keyif almayı öğrensek başımız hiç ağrımayacak. Her şey ille de çok anlamlı, çok yerinde, çok mantıklı olsun diye uğraşmasak hayat baya kolay olacak. Çünkü yaptığımız zaten olmayacak bir şeyi istemekten başka bir şey değil. Hem ayağımızın altında ki buz tabakasını incelttikçe inceltiyoruz hem de “aman kırılmasın” diye dua ediyoruz. Ya bi’ tepinme o zaman üzerinde! Bi’ rahat dur di mi? Yok, olmaz.

Ne zamandır yarın sabahınızın garantisi var? Ya da ne zamandan beri siz bir ilişkinin, bir adamın, bir kadının, bir işin, bir evliliğin bir sonra ki gününden veyahut gidişinden bu kadar emin konuşabiliyorsunuz? Hepimiz Nostradamus’un torunlarıyız da benim mi haberim yok? O anda olmak istediğimiz yerden, yanında yatmak istediğimiz adamdan, yemek istediğimiz tatlıdan daha önemli bir şey var mı sanıyorsunuz? O iki dakikanın bir tekrarı yok. Bir dakika sonra yeni bir iki dakika başlayacak. Ya bi’ kanırtmasak keşke kendimizi… Bİ’ kanırtmasak hayatımızı… Ben de yaptım ve bazen hala yapıyorum; ama yanlış yapıyorum biliyorum.

Zamanında hep o anda aklıma eseni yaptım, söyledim, gittim, buldum falan diye başıma gelen onca şeyi yazdım ya hani; bak bunları yapmasam bu hayata dair anlatacak tek satırım olmazmış.

Bugün olsa ben yine o on dakika da iki bardak votkayı devirip yanan gözlerime rağmen elini tutardım. Bugün olsa yine o kilisede mum dikip ruhu kurtulsun diye dua ederdim. Bugün olsa ben yine o akşam otele dönmez, orada kalır o terasa çıkardım onunla. Bugün olsa yine toplardım valizi İstanbul’a gelirdim. İşi bırakır okula giderdim. Okulu kırar Mavi Sakal’ a giderdim. Dersi eker kavak altında kekikli tavuk yerdim. Yapardım anasını satayım! O kavak altında tanıdığıma pişman olacağım adamla oturdum sanıyordum ama ondan da pişman değilim. O kilisede ruhuna dua edeceğime yüzüne tükürseydim demişimdir belki zamanında ama yok demedim. Lanet olsun ya deyip devam ettim. Ettik. Ediyoruz. Edeceğiz. İnsanız be biz! Yenilmek bizi ancak hırslandırır. O kadar… Ama bak geride kalanların hepsi can yakmıyor. Bi’ cesaret o zaman hadi, sadece canının istediğini yapmaktan bahsediyorum. Dünyayı kurtarmaktan değil! Sadece kendi canının istediğini yapmaktan…

not: "peki bu resim ne" diyen varsa; şu anda bir dilim tiramisu için yapabileceklerimin sınırı yok!

16 Ağustos 2011 Salı

SARI KUYRUK

Ondan sonra neymiş efendim neden sinirlenmişim. Sinirlenirim tabi! Neyim ben andreoid mi? (bu, böyle mi yazılıyordu yahu) İnsanım ben, insan yiyecek bunu!
Konu şu ki; herkes sadece kendi işine baksa da üstüne vazife olmayan işleri kendine vazife edinmese ne güzel olur değil mi? Otuz yaşına gelene kadar sanıyorum ki bu hayattan bir şeyler öğrenmişimdir, yani taş olsa iki gram bir şey öğrenir. O zaman on beş yaşındaymışız -ki en çekilmez yaş grubu olduğunu düşünüyorum- gibi davranmamıza gerek yok. Ya da daha fenası bana, on beş yaşındaymışım gibi davranılmasına da gerek yok. Eğer bu sarı kuyruğumla ilgiliyse koparır atarım bak!

15 Ağustos 2011 Pazartesi

NE ANLATIYORUM Kİ BEN?

Saçmalayan bir Pazartesi gününü daha geride bıraktık. Normal şartlar altında (öğle vakti birilerine daha iddia ettiğim üzere) sempatik yüz ifademi korumakta pek zorlanmam ama sanırım bugün kaşlarımı normalden fazla kaldırdım. Şerefsizim yer yaptı! Kırışıyorsam; bir çok gülmekten bir de kaş çatmaktan olacak. Kaz ayağını geçti göz kenarları hatta bildiğin küçük baş hayvan çiftliği. Aman, gelmişiz otuz yaşımıza! Basur kremi, göz kırışıklığına iyi geliyormuş. "Götünden atmak" deyiminin cümle içinde kullanılması...
Böyle bir günün akşamına en uygun olanı yapıp tv da "Leyla ile Mecnun" u izliyorum. Hani kırk yıl düşünsem Türk televizyasında bunca absürd bir dizi ve bu diziyi yayınlayacak bir TRT aklıma gelmezdi. Ama insanın aklına gelmeyen başına geliyor. Peki ama "Üsküdar a Giderken" e ne oldu?
Her neyse... Az önce eve siyah ve kanatlı bir yaratık girdi. Ben onu çıkarmaya çalışırken yatak odamda ki şifonyere çarpıp gözden kayboldu. Şimdi odamın neresinde saklanıyor bilmiyorum. Neymiş; bu gece yalnız değilmişim.
Babam duymasın pardon görmesin ama turuncu oje sürdüm. Görse kesin nefret eder ki ona göre kadına yakışan yegane renkler kırmızı ve bordodur. Yıllarca saçını ve tırnaklarını abuk renklere boyayan bir kızı olduğu için hala yol göstermeye çalışıyor tabi. Bu seferde ezikböceğin eviyle ilgilenmeye gitti garibim... Ah babam ya, hala zırt pırt telefon açıp sana "şu şöyle oldu, bu böyle oldu" diye ağlıyoruz ya. Daha doğrusu ağlayabiliyoruz ya; daha ne olsun. Bu hayatta bana şiir yazan tek erkek...
Yediğim olanca gereksiz ve niteliksiz ve yararsız şeyden sonra yuvarlanarak gezeceğim sanırım evin içinde. Ya ben en iyisi siyahları yıkayayım. Hadin dağılın...

12 Ağustos 2011 Cuma

AFERİN MERKEZ, AFERİN!


Şu memleket televizyonlarında izleyecek bir şey bulmak zor ve izlemeye çalıştığım neredeyse her şey zulüm olduğundan; izlediklerim bir elin parmaklarını geçmez. Geçmesin de zaten, bu nedir ya! Gecenin 1 inde, başımı iki elimin arasına almış ileri geri sallanıyorum. Behzat bir yandan ben bir yandan: "neden, neden, neden?" Ne gerek var?
En başta yaptığım saygısızlığın bedelini ödüyorum bence. Sen kalk son iki bölümü izlemek için koltuğa elinde Çin restoranından sipariş verilmiş noodle la otur; bi de bunu utanmadan çubukla ye. Sex and the City izliyoruz sanki! Adamın böyle ağzını burnunu kırarlar işte! Oh olsun bana...
Şu savcı, kanepede Behzat'a sanki bırakırsa düşecekmiş gibi sarıldı ya hani
Hani o türküyü söyledi ya; "Madem öptürmeyecektin neyi ima ettin?"
Ah hiçbiri değil de ben neden Şule yi saçları kazınmış görünce cızz ettim, onu bilemedim.
Hey Yarabbim, kafam dağılsın dedim, şu diziyi bitireyim dedim, iyi halt ettim. Al dağıldı! Uyu bakalım şimdi bu kafayla. Ne zaman la yeni sezon? Film nerde? Bana Behzat'ı getirin, sarılıcam!

11 Ağustos 2011 Perşembe

16 Eylül 2008

Şimdi benim kafa bi' türlü değişmiyor dediğimde hala bana inanmayan varsa diye koyuyorum bu yazıyı buraya. Bir arkadaşımın yazısının üzerine yazmışım bunu. Ben unutmuşum, onun sayesinde hatırladım tekrar. Okuyunca da güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Bundan 3 sene önce yazmışım ama sanki bugünü yazmışım. Allah beni de bildiği gibi yapsın emi!

 "evet, canımı yakmalısın,yakmalısın ki iz bırakabilesin. gelip geçerlerden, dokunmadan sadece değenlerden olmak istiyorsan, derine inmekten korkuyorsan o zaman zaten o,sen olamazsın. önünde durmuş, kısılmış gözleri ile, diliyle dudaklarını yalarken senden kendini tekmelemesini bekleyen bir kedi değilim ben. bu kadar basite indirgeme ihtiyaçlarımı. sınırlarından, sakinliğinden ve tekdüzeliğinden yoruldum. beni silkeleyip yere çalacak bir şeye ihtiyacım var. sen bunun adını mazoşistlik koyabilirsin ama aşk dediğin şey zaten özünde budur.insanın acı çekeceğini bile bile, dahası bunu isteye isteye peşinden gittiği tek şeydir. ama sen daha temelden,özden inkar edeceksen zaten o,sen olamazsın. evet,ben o acıyı istiyorum. bu bana hayatta olduğumu hatırlatan tek şey! ve bunun gerçekten aşk olduğuna beni ikna eden tek şey!  16 eylül 2008"

10 Ağustos 2011 Çarşamba

DİYAFRAM

Mengene...
Nefes...
Derin derin...

Stres eğitiminde öğretmişlerdi şu diyaframdan nefes alma zımbırtısını. Ben pek becerebildiğimi söyleyemeyeceğim ki işin komiği becerebildiğinizde başınızın dönmesi. Maşallah benim başımın dönmesi için diyaframa gerek yok. Bugün, diyafram günlerinden biri. Telefonu kaldır duvara at. Telefonunda diyaframı yırtılsın inşallah! Her neyse... Yeterince diyafram dedik.
Nefes...

Yok o kadar derin değil.
Sadece nefes...

9 Ağustos 2011 Salı

UÇAN BÖCEK

Ezikböcek i de evden gönderdik...
İnsan, insana ne çabuk alışıyor ya! İnsana alışmayı geçtim; erkek kardeş sendromu diye bir şey var aslında, biliyor musunuz? Erkek kardeşi olan kız çocuklarında vardır bu. Ya da abisi olan.
Bizim 5 yaşlık farkımız 20 leri geçince ışık hızıyla kapandı. Şİmdi her şeyi konuşabiliyoruz, aklınıza gelen her şeyi, evet.
Bir sürü şeyi soruyorum ben ona. Onun kafası çoğu zaman benden iyi çalıştığı için...  "date" le çıkmadan önce de sormuştum. Önce bana "git" dedi. Sonra biz film izlerken, olaydan 2 saat sonra birden dönüp "abla ya, gitme, boş ver" dedi. Neden dedim. "ya n'apacaksın gidipde boşver, sana yağız bir Türk delikanlısı buluruz sonra" dedi. Hala gülüyorum. Ben yine de gittim "date" le ama adamı Berlin'e yolladım geçen gün. Kesin bunun yüzünden. Kesin "gitse de kurtulsak" falan dedi arkasından. Erkek kardeş işte ne olacak!
"güneş gözlüğü" ile olanları da üstü kapalı anlatmıştım ve O, olacakları yine benden önce görmüştü. Hay bin kunduz! Onu dinlemeliydim. Bir erkek gözüyle bir erkeği dinlemek lazım işte...
Sonra sınavdan kaldığımda beraber yemek yemeye gittik, o da bana her an dalından düşecek elma gibi sallanıp duran özgüvenimi yerine oturtmaya yarayacak bir konuşma yapmıştı. Ya hakkaten ne kadar çok sallanıyor benim bu kendime güvenim!
Zaten bu sendrom böyle bir şey: yaptıklarınızı onaylasın ya da beğensin diye beklersiniz. Bizimki yıllardır giydiğim kıyafetleri de saçlarımı da beğenmez. Etek, topuklu ayakkabı ve uzun saç gibi tipik kadın öğelerini onayladığı için; benim kısacık saçlarım ve bol pantolonlarımdan nefret eder. Yaşım ilerledikçe toparlanıyorum ya; o yüzden daha az hede hödö ediyor bana.
Yani şimdi yeni maceralar zamanı. Ezikböcek de kendi maceralarını yaşamak üzere evden uğulandı. Uç uç böceğim...

8 Ağustos 2011 Pazartesi

GÜL FİDANIN ARKASINA SAKLANAN FİL



Pencerenin önünde ki koltukta beş günlük sakalla oturan adamın çayını dolduruyorum. Beyaz gömleğinin üstten üç düğmesini açmış, kısacık saçlarını sıvazlıyor eliyle.

Omzumla boynum arasında kalan çukuru teklif etmiştim ona. Reddetti. Nedenini onun tam olarak açıklayamadığı ve benim de tam olarak anlayamadığım nedenlerden olduğunu biliyorum sadece. Yani aslında pek de bir şey bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum artık.
Zamanında ispatlanmışlığı da vardır; ben göründüğümden daha güçlüyümdür. Sessizliğim yanlış anlaşılır ama aslında sabrımdandır. Acıdan, yanıklardan, çiziklerden korkmam bilir, bilir ki iz taşımaktan yüksünmem. İlk elini tuttuğumda: “Bırak tutayım elini. Bir şey yapmana da söylemene de gerek yok. Ben anlarım; elimi sıkıca kavradığında da gevşekçe tuttuğunda da anlarım.” dedim. Ama o elini çekti elimden. “Peki” dedim.
“Yapamazsın” dedi dakikalar sonra. “Benimle baş edemezsin, kırar dökerim, canın yanmamış gibi yaparsın ama ellerimin arasında erir gidersin. Göz göre göre…”
“E sen de kırma o zaman” dedim.
“Ben artık başka türlüsünü bilmem” dedi.
“Bırak kararı ben vereyim, benim yerime karar verme” dedim.
“Kalemi kırdım bile, boş ver” dedi.

Bütün yollarımı kapattı güya beni korumak için. Beni benden koruyamazdı, bunu unuttu. Oysaki ben onu, beni yaralayacağını bile bile istedim; bunu atladı. Benim de üstümden atladı geçti. Dahası benden de bunu bekledi.
Şimdi burada günler, haftalar, aylar hatta yıllar sonra o pencerenin önünde oturan adam, aynı adam. Ben de aynı benim. Miyim? Öyleyim. Hala bakarken içim titrediği için uzun zaman gözlerimi dikemediğim, hala elim değerse alev alırım diye temasından kaçtığım, hala beni yok saydığı için kızgınlığımı, kırgınlığımı atamadığım, benim küçümsediği için öfkemi yenemediğim “ben” im. Korkaklığını yaralarının arkasına saklamaya çalışsa da gül fidanının arkasına saklanan filden farkı olmadığını bildiğim için, beni aptal yerine koyduğu için çok uzun zaman kızgınlığını koruyan “ben” im. Ama hepsinden öte sadece kendisinin korkup kaçtığını, çekindiğini, usandığını, bıktığını, kapandığını, kapattığını, dondurduğunu sanıp benim neleri göze alıp, nasıl ürke ürke ama yine de her şeye rağmen bir cesaret ona geldiğimi yok saydığı için kırgınlığını baki tutan “ben” im. Sorunu hep kendisi, sonucu da yine kendisi olarak gördü. Halbuki konu tamamen başkaydı. Ne O'ydu ne de bendim.

- Demli mi olmuş?
- Yok, iyi.
- Şeker ister misin?
- İstemem. Gel otur karşıma. Başka bir şey istemem.

7 Ağustos 2011 Pazar

ATENŞIN PLİS

Dikkat lütfen!...
Aradığınız istikamette ki bütün hatlar, uçuşlar, aramalar, her bir şeyler geçici bir süre için askıya alınmıştı ancak bu gece itibariyle serbest bırakılmış ve yasak kalkmıştır. Uçacaklar uçabilir, gidecekler gidebilir, yanlış aramalar yapılabilir ve aranan kişiye ulaşılamasa da en azından aranabilir.
Ne istediğini bilmeme konumundan hiçbir şey istememe konumuna geçilmiş; bir nevi fabrika ayarlarına dönülmüştür. Hazır sıfırı çekmişken, bir süre rakım yükseltilmeyecektir. Kabullenme de denilen bu süreci kabullenmenizi ve ısrar etmemenizi rica ederiz.
Saygılar

5 Ağustos 2011 Cuma

OBSESİFMAKİNİST


İstanbul / Bostancı: Barın içinde silah mı çekilir arkadaşım? İlk önce önümden uçan demir sandalyeyi gördüm, sonra bir baktım hepimiz yerdeyiz, masaların altında falan. E akıllım yatsana bir yere sende! Neye bakıyorsun?
İngiltere / Londra: "çok istiyorum, çok yağmur yağsın" tamam da buraya zaten yağıyor. Hani madem dilek tutacaktın, olmayacak bir şey tutup "yağmasın" deseydin ya. Biz tam uçaktan inerken sağanak halinde üzerimize inmezdi en azından gökyüzü!
İspanya / Barcelona: Mc Donald's
İngiltere / Londra: Gece yarısı bir polis karakolu. Artık herkesin bildiği hikaye. Kimsenin bilmediği ama benim çok iyi bildiğim kısmı ise dakikada kaç kere "n'apıcaz" diyebildiğin.
Fransa / Paris: Paris'e kar yağıyor!
İstanbul / Bostancı: Iron Man aşkına parası ödenmemiş sodalar.
İskoçya / Edinburgh: Yine gece yarısı ve yine otelsiz, üstüne bir de senin doğum günün. Ama senin doğum günün olmasa biz o şato manzaralı, dubleks otel odasını o kadar kelepire de kapatamazdık. Arkasından on iki kişilik barda iki kişilik hippi orkestrası eşliğinde doğum günü kutlaması.
İspanya / Malaga: Sahilde üstsüz
İngiltere / Londra: Mc Donald's
İrlanda / Belfast: Uçağı kaçırmamızdan çok hava alanında 6 saat ne yapacağımıza takılmış olmanı anlıyorum ama tesadüfün gözünü çıkarıp bir önce ki gece ki adama orada rastlayışımızı anlayamıyorum.
İspanya / Barcelona: Sadece bir kelimem var sana : Avustralya! Ah korkmadım ya da endişelenmedim desem yalan olur ama sabah beni elinde ikimize birer sandviçle uyandırdığında yüzünde gördüğüm ifade ve ayağında ki yaraya bakarak doğru bir karar verdiğine ikna oldum.
Yunanistan / Atina: Mc Donald's
İstanbul / Kadıköy: Adam arka masamızda oturuyor kalabalık bir arkadaş grubuyla. Sen şimdi bu adama o diziden beri hasta değil misin? Bak adam kalktı masadan gidiyor. Kuzum, kalkıp bir gitsene, bir merhaba desene. Ya bi delirtmesene insanı! Bak köşeyi dönecek şimdi, kaybedeceğiz. Hah aferin, koş. Ya koş derken o kadar ciddi değildim ben ya! Hakikaten koştu kız...
İspanya / Barcelona: Patagonia Bar
Yunanistan / Larissa: Hava 45 derece, yol asfalt, her yerde o aptal hayvanların (adı lazım değil) sesi ve orman içinde yollardan indiğimiz manastırlı tepe. Meteora da ki asma köprü. Yanık izi.
Yunanistan / Atina: Zeus tapınağının önüne park eden siyah Mercedes ten inen genç ve yakışıklı Arap şeyhi. Buz limon - buz çilek
İrlanda / Belfast: Neden döndüm ben o gece otele? Neden?
İstanbul / Taksim: Burhan abi nin önünde çat diye bayılmak bir yana bir de Çemberimde Gül Oya nın Mehmet ine doğru uçarak koşman var.
İspanya / Sevilla: Takside kalan telefon. Akılda kalan Flemenko. Damakta kalan Sangria ve Paella.
Fransa / Paris: Champs Elysees de sıcak şarap, üzerinden hiç çıkmayan büyük kapşonlu gri manto.
İstanbul / Bostancı: Burun ameliyatının ardından narkoz çıkışı "ooo papatya".
İngiltere / Cambridge: Böyle okul mu olur arkadaşım? Çimenlerin üzerinde karşımıza denk gelen gruptan rica edilmiş bir kutu bira. Ve yine büyük kapşonlu gri manto...
Yunanistan / Patras: Deniz kenarında bir masada Yunan yahut Türk kahvesi. İçeride dans eden çiftler ve çalan o canım şarkılar yüzünden de pembe şarap.
İstanbul / Taksim: "Issız Adam" çıkışı. Çıkmasaydık, yok yok, girmeseydik hiç keşke...
Fransa / Paris: Pistte yanında duran adamın üzerinde bir şey yok mu bana mı öyle geliyor?
İspanya / Barcelona: Gece yarısı zıplatan sancı, poşette sıcak su. Zıplamak demişken La Rambla da ayaklarına yapışan performans yaratığı var bir de...
Fransa / Paris: Inception köprüsü
İstanbul / Bostancı ve İspanya / Barcelona: "ben de seni bir mıknatısla tırın üzerine çekerdim" mi neydi o cümle nasıl bir şeydi?
Yunanistan / Atina: Getirin bize birer Uzo, şu kalıntılara karşı içelim. Tarkan mı?

Bitmez... Anlatarak, yazarak, gülerek, ağlayarak bitmez. Bitmesin zaten. Çoğalsın çoğalsın, yazacak yer dar; anlatacak mecal az gelsin. Ülkeler, şehirler değişsin ama bazı şeyler hiç değişmesin.
İyi ki doğdun. İyi ki burdaydın ben geldiğimde. İyi ki geldim ben de. İyi ki lerimiz var bir sürü, beraber daha nice "iyi ki" lere... 





4 Ağustos 2011 Perşembe

DAĞILIN! SILACIM SEN DE CANIM, HADİ.

Heyt be! Bugüne bugün, cesaret hapı içmiş gibi karşısına dikilip kurduğum "seni istiyorum" cümlesine karşılık olarak havasını almış biri olarak konuşuyorum ki bir daha bu cümleyi kurabilir miyim bilmiyorum.
Cümle ne kadar uzun ve sonlarına doğru o kadar manasızsa; ben de o kadar boş gibiyim. Bak bu da kötü bir cümle. Elim neden bilmem devrik, melankolik olmak isterken ağdalı olmaktan kurtulamayan, lise anı defteri cümlelerine kayıyor. Kulaklıklardan beynime beynime çalan şu şarkıda da dediği gibi, boş yere: http://www.youtube.com/watch?v=Xe2KhZEtcSA
Yalnız uyarayım, ben şu anda şarkıyı tekrara bağlamış bir vaziyetteyim ama fobisi olanlar uzak dursun. Ben de "uzak durma" yı öğreniyorum. Bunu yapamamaktan kaynaklı açılmış eski yaralara bakıyorum da yenisine ihtiyaç yok; en iyi yerler dolmuş zaten. Ayrıca "ben seni uyarmıştım" kadar kötü ve saçma bir söz daha da yok. Yangın alarmı, zaten hep yangın çıkınca çalar. Öncesinde çalanını görmedim ben. Sonra aman aman, her yer duman altı, göz gözü görmüyor, yolu bulacağım diye çırpınıyorsun. Güya yol gösteren var, sesime gel diye diye. Eh çok biliyorsan yolu, kolumdan tutup çıkarsana beni dumandan! Yok, el yordamıyla nefes almadan denemeler yaparken bir de bakmışsın, beyine oksijen gitmiyor. Haydi bakalım toparla hücreleri toparlayabilirsen. Zaten nüfus eksik.
Şikayet ettiğim yok canım, niye edeyim? O kadar güzel ki bazen o gözünün önüne gelenler; anlatılmaz. Elini uzatsan tutacaksın saçlarından sanki, sanki hala ağzında tadı var... Dudakların hafızası var mıdır? Bence var. Hem de fil hafızası anasını satayım! Benim gibi bir balık hafızalıda olacak iş mi bu? Haksızlık bu, ben ki telefonumu koyduğum yeri bile hatırlayamam gün içinde ama resmini bile çizerim o kıvrımların. Bir dağılın bakayım, kışt kışt...

3 Ağustos 2011 Çarşamba

barika'nın kuyusu: NECEFLİ MAŞRAPA

barika'nın kuyusu: NECEFLİ MAŞRAPA: "Larissa da bir akşam, uzo masası... Ta tepelere oyulmuş manastırları dolaşıp, gölgede 45 derecede yürümüşüz saatlerce. Yani kafa zaten şeke..."

2 Ağustos 2011 Salı

NECEFLİ MAŞRAPA


Larissa da bir akşam, uzo masası... Ta tepelere oyulmuş manastırları dolaşıp, gölgede 45 derecede yürümüşüz saatlerce. Yani kafa zaten şeker. Ama benim kafa, epeydir şeker. Sonra bir, iki, üç derken bir bakmışız ki benim dilimin zembereği çözülmüş, veriyor veriştiriyor. Çat, bir mesaj, ingilizce. Ah şimdi değil, bu zaman diliminde değil! Ah anacım bu da kafa ama, bu da can bak! Çiziliyor orta yerinden. Ayrıldı ayrılacak.
Taslaklarda beş tane uzunca mail var, sahipli ama gönderilmemiş. Gönderilememiş öğeler... A-a ne yaptın sen bu sefer? Yaptım vallahi. Sarı dolmuş tam Boğaz köprüsüne geldi, radyo sapıttı: İyi ki dönmüşüm yolun başından. Başı burası mı? Bana ineceğimiz durağı geçtik gibi geldi ama hadi neyse. İnelim,olmadı yürürüz.
Ben yazmıştım ya (Kuleden) elimde kokusu kalınca, hah işte o zamandan bu zamana biriktirdiklerimizi, bir çekmeceye koyup kulak memesi kıvamına gelene kadar bekliyoruz.
Ayak bileğimde ki baloncuğun izi kaldı. Dizimde yara izi var. Elimde yanık izi. Bir zaman omzumu balık ısırmıştı da zik zak izi kalmıştı. İzi sürülemeyen izleri ben yok ettim. Kimseciklere göstermem. Göstermek için heveslenince bakan olmuyor zaten. Hadi bakalım bir yayının daha sonuna geldik. Senaryoda ve çekimde emeği geçene teşekkürler. Bundan sonrası bir süreliğine necefli maşrapa...

barika'nın kuyusu: SITKI

barika'nın kuyusu: SITKI: "En yanlış karar ve o karardan doğacak en berbat sonuç bile, kararsızlık ve belirsizliğin kafanızın içini kemirmesinden iyidir. Bu sabah itib..."

SITKI

En yanlış karar ve o karardan doğacak en berbat sonuç bile, kararsızlık ve belirsizliğin kafanızın içini kemirmesinden iyidir. Bu sabah itibariyle ben -ki saat 7 ye tekabül ediyor- bir karar aldım. Kendim için büyük ama insanlığın s.kne bile takmayacağı bir karar...
Annem sayesinde bir şey öğrendim: hayat, sizi hiç takmıyor! Siz onlarca konuda yüzlerce "acaba" ile debelenebilir, bir sonuca varamadan hepsini yarım bırakabilir, o saniye hayattan soğuyabilirsiniz ama hayat, hop deyip ortaya yeni bir konu sürer, her şey renk değiştirir. Ve bazen de işte öyle anlarda bir aydınlanma gelir insana. Aslında bunun Türkçesi şudur: çok fena sıtkınız sıyrılır! Benim de sıyrıldı. Dün öğleden sonra derin bir nefes aldığım sırada yanımda başka bir nefesi aradığımı fark ettiğimden bu sabaha kadar yavaş yavaş sıyrılan sıtkım; bu sabah itibariyle tamamen çıktı gitti. Oh olsun! Eh artık otuz yaşıma geldim hala sıtkımla iş yapıyorum, bana da hakikaten oh olsun!
Ama bu sefer korkaklık etmek yok, gözlerini kaçırmak yok, mırın kırın etmek yok. Yeterlerden yeter beğendim kendime. Aldım gidiyorum. Bana şans dileyin...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

barika'nın kuyusu: KARPUZ KESECEKTİK?

barika'nın kuyusu: KARPUZ KESECEKTİK?: "Aslında böyle anlarda yazılan cümleler olmadan toplanmış meyveler gibi… al bak saçmalamaya başladım bile. Sıcaktan diyeceğim değil, daha ziy..."

KARPUZ KESECEKTİK?

Aslında böyle anlarda yazılan cümleler olmadan toplanmış meyveler gibi… al bak saçmalamaya başladım bile. Sıcaktan diyeceğim değil, daha ziyade anlık dalgalanmalardan. Ama huyumuz kurusun böyleyiz işte. Bir şey olur elim telefona ya da klavyeye gider. Ben balık burcuyum ya, çok fena sarılasım gelir adama. Daha doğrusu biri bana çok fena sarılsın isterim. Belli başlı insanlar bana sarılsın isterim. Katlanamam öyle her kucağa ben. O insanlar da ya yanımda değildir öyle anlarda ya da alakasız bir insandan bekliyorumdur, ancak havayı alırım. Bak saçmalıyorum derken ciddiyim ben. Hayır, işin kötüsü bir de farkındayım saçmaladığımın. Öyle durduğum yerde burnumun direği sızlayıverir, okulun bahçesinde yakar topta vurulup oyunun dışında kalmış çocuk gibi mahsun mahsun bakarım etrafıma.” Valla bırakmayız, bir karpuz keselim” ısrarı tadında bir asılma beklerim belki de kolumdan: derdin ne söyle bakayım? Hani güya beni teselli etsinler, iki şeker laf söylesinler, benim sulu göz hallerime katlanıversinler iki dakikacık derim. Derim, kendim dinlerim. Çünkü bir hızla koştuğum her kol açılacak değil, biliyorum, öğrendim. Ayrıca gerek de yok onu da öğrendim. Ayrıca bırak allasen bunlar hep gelir, hep geçer. Bazen çok birikir, ben de çıkarım psikolog ablaya derim ki (iki sene önce ki gibi) “benim sanırım bir kabullenme sorunum var”. Bir buçuk ay, cümle içinde kullanamadım. Şimdi konuşabiliyorum ama mesela hiç yazmıyorum. Yazamıyorum. Kanıt olmasın diye. Bir de sanki millet müneccim de; bana bakıp “senin gözünün kenarında bir şey mi var?” diyecek. Müneccimlik lazım çünkü ben birçok şeyi sakladığım gibi bunları da saklamaya meyilliyim. Açık edersem yanlış yere gider korkumdan, sınırlı sorumlu kişilere açarım ancak da; ah çok açmasam bu içimi daha iyi olacak. Bir şey değil, mideme kadar gözüküyor…

barika'nın kuyusu: ANLAYANA SİVİRİSİNEK SAZ

barika'nın kuyusu: ANLAYANA SİVİRİSİNEK SAZ: "Hani bu kadar zamandır her seferinde yazıyorum ya: ben, bu hayattan bi' halt öğrenemedim diye; tamam işte, sonunda bir şey öğrendim. Yıllard..."

ANLAYANA SİVİRİSİNEK SAZ

Hani bu kadar zamandır her seferinde yazıyorum ya: ben, bu hayattan bi' halt öğrenemedim diye; tamam işte, sonunda bir şey öğrendim.
Yıllardır ben hep yanılmışım. Eğer biri sizi gerçekten görmek istiyor, sizinle zaman geçirmek istiyor, sizi önemsiyorsa; bunun için bir şeyler yaparmış. Gerçekten bir şeyler. Somut bir şeyler. Yani aramak gibi, sormak gibi, yazmak gibi, görmeye çabalamak ve görünce ilgilendiğini belli etmek gibi, güzel şeyler söylemek gibi, gibi, gibi. Bense yıllardır o hep uzaktan uzağa yahut burnunun dibinde durarak hoşlandığım, aşık olduğum, ne bileyim bir şeyler hissettiğim adamların benim için bir şeyler yapmayışlarına kafamda kılıflar uydurup durmuşum. Halbuki öyle değilmiş! 
"Eh be Barika, yaş olmuş otuz bunu anca mı öğrendin?" şeklinde ki sorularınıza cevaben söyleyeyim ki: evet! Ancak öğrendim. Öğrenebilmem için (yine) yaşamam gerekti. Yani şimdi bu saatte bir erkek kafasıyla düşünebiliyorum. Temiz ve net: eğer aramıyorsa, aramıyordur ve aramak istemediği için aramıyordur. Eğer ilgilenmiyorsa çok meşgul olduğundan değil, ilgilenmediği için ilgilenmiyordur. Eğer hoşlanmıyorsa, zaten yapacak bir şey yoktur, ısrarla şansını denemenin ya da şansını zorlamanın gereği yoktur. Eğer hep sen ara, hep sen git, hep sen görmeye çalışsa dostum; üzgünüm ama o sadece eğleniyordur. Ve emin ol ki o daha çabuk sıkılacaktır.
Ah o kafamın üzerinde yıllar önce asılı kalan cümle, ah... Ama bu kez kötü taraftan öğrenmedim, iyi yönden öğrendim. Yani bu sefer "benimle ilgilenmediği halde ben neden debeleniyorum" u yüzüme çarpan bir adam sayesinde değil de; benimle ilgilenen bir adam sayesinde öğrendim. Al bak, öğrenmenin yaşı yok. Ve bu dersten çıkan bir ders daha var ki: milliyeti de yok...