31 Aralık 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: YİNE YENİ YIL...

Barika'nın kuyusu: YİNE YENİ YIL...: Geleneği bozmayalım, yeni yıla girerken eskisinden bahsedelim. 2013... 2013... Allah bu 2013 ün belasını versin! Oh be, söyledim raha...

YİNE YENİ YIL...




Geleneği bozmayalım, yeni yıla girerken eskisinden bahsedelim. 2013... 2013...
Allah bu 2013 ün belasını versin! Oh be, söyledim rahatladım.

32 yıllık ömrümün (!?) en garip yıllarından biriydi. Hem özel hayatım, hem tüzel hayatım karman çorman oldu. Öyle aydınlanmalar yaşadım ki; ortalık resmen nura boğuldu. Sadece ben mi, sanırım hepimiz. Ama sonuçta bu benim bloğum yani bu yazıda önce benden bahsedeceğiz, üzgünüm.

2013'e elimizde neyden türediği ancak bizce bilinen tuhaf renklerde bi sürü shotla girmemizden olacak yılın kendisi de bir karışık, bir fazla renkli, bir tadı sürekli değişen havadaydı. Hatta o kadar ki bir gün sonrasını tahmin edemediğim günlerim oldu. Ve bir gün sonrasını gerçekten bilmek istemediğim... İlk defa belki bu kadar az konuşmak istedim, bazılarına ise gerekenden fazla konuştum sanırım. Ayrıca sakinleştirici denen şey insanı patates yapıyor bilesiniz.

Aşık olmadım, bu sene değil. Gerçi bilen bilir olduğum senelerden de bir fayda görmedim. Ama bu sene aşk-meşkle ilgili yeni bir şey öğrendim: Asla büyük konuşma! Ben hayatta yapmam, bana çok ters dediğin şey pat diye önüne düşer sen de öyle elin elde kalıverirsin. Koşarak çıkman gereken kapıdan çıkmak yerine içeride kalır hatta içerdekinin kucağına falan atlarsın.
Bundan başka, beni ben olduğum ya da olduğum gibi kabul edecek insan sayısı sanırım sandığımdan az. Veya bana denk gelmiyorlar. Beni ben yapan şeyler karşıdakini rahatsız ediyorsa, ona uymuyorsa zorlamanın anlamı yoktur. Çünkü ne ben ne de karşıdaki, insanlar asla gerçekten değişmez; sadece uyum sağlar. "Her malın bir alıcısı vardır" düsturuna inancımızla önümüzdeki maçlara bakacağız diyoruz.

Aşkı meşki geçelim en iyisi, bu senenin en kısır konusu bu. Asıl aydınlandığımız yere gelelim: Her şeyden ve herkesten artık umudumu kestiğim, üzerimizdeki ölü toprağının nefesimizi kestiğine iyice ikna olduğum bir zamanda, yazın en güzel zamanında, o canım Haziran ayında kim beklerdi bunca güzel bir uyanışı...
Ses çıkarmanın, sesini çıkarmanın, ayağa kalkmanın ne kadar değerli, ne kadar eğlenceli, ne kadar gerekli bir şey olduğunu hatırlayacağımızı kim beklerdi?

Parkta bir akşam üstü oturmuş çocuklarla bisküvi yerken helikopterle tepemize bırakılan gaz bombalarını beklemediğim gibi, ara sokakta sıkışıp bir apartmana sığındığımızda orada bize eski bir İstanbul hanım efendisinin kapısını açacağını beklemediğim gibi beklemiyordum ben de bu uyanışı.

Seneyi bilmem ama biz çok güzeldik. Hepimiz! Söğütlüçeşme metrobüs durağında toplandığımız gece hayatında belki de ilk defa gaz yiyen, yüzünü sütle yıkadığımız teyze çok güzeldi. Motorla Gümüşsuyu'nda gaz altında kaldığımızda elindeki ilaçla bizi ayıltan Beşiktaşlı, o Feda tişörtlü çocuk nasıl güzeldi. Ah benim Beşiktaşım nasıl güzeldi!

Bugünden sonra hiçbir şey aynı olmayacak, bunu artık inanarak söylüyorum. Bütün pisliklerin açık sokak kanallarından aktığını görüyorum. Belki şu anda çok pis kokuyor sokaklar ama pislikler akıp gittikçe su berraklaşacak. Ve biz güzel günler göreceğiz. Göreceğiz inanın. Bizi bu altı aydır "onlar" a karşı ayakta tutan bu umuttur, bu inançtır. Ve bunu borçlu olduğumuz canlar var, bildiniz?

2013 onu unutmayalım diye elinden geleni yaptı. Unutmayalım zaten, hiçbir şeyi...

İyi seneler...

Not: Bu senenin son yazısının resmi, Wall Street tarafından 2013'ün en iyi fotoğrafına aday gösterilen, İstanbul'da bir eylemde çekilmiş bu ışıl ışıl fotoğraf olsun.

 

28 Kasım 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: FESLEĞEN

Barika'nın kuyusu: FESLEĞEN: Belki sen hatırlamazsın ama ben unutmadım. O evin bir arka kapısı vardı hani akşamları kaçmak için kullandığımız, işte o kapının önünd...

FESLEĞEN




Belki sen hatırlamazsın ama ben unutmadım. O evin bir arka kapısı vardı hani akşamları kaçmak için kullandığımız, işte o kapının önünde içmiştik son sigaramızı. Annenden ve annemden saklamaya çalıştığımız o sigaralar...
Arka kapının önündeki merdivenin ilk basamağında, saksıda fesleğenler diziliydi. Yemeklere de oradan alıp koyardık. Sana kalsa pişen çorbaya bile atardın. Fesleğeni benden çok seven tek kişiydin.
O mendebur herif beni terk etmeden bir ay önce çalışma masasına bir not bırakmıştım:
"Bir demet fesleğen gibisin. Sana bir kere dokundum; kokun hala ellerimde"
Beni terk ettiği gündü işte o son sigaramızı içtiğimiz gün. Ertesi gün eşyalarımı toplayıp evden ayrılmıştım. Cehennemin dibi dahil her yer o evden daha ferahtı benim için. Bir elimde valiz, öteki elimde saksılardan biri vardı. Aynı filmi düşündüm ben de, evet.
Hamile olmasaydım da çeker giderdim. Gidecektim, biliyorsun. Bu, sadece işleri hızlandırdı. Bu dememe kızma, yaşasaydı konuşabilirdik üzerinde ama yaşamadı. Yaşatmadım, sen de bana küstün.
Kabul edemediğin şeyin ne olduğunu biliyorum. Ama ben ruhumu sattım. Vicdanıma karşılık... Pişmanlığım daimi olacak biliyorum. Bencilliğim için bu eziyeti göze aldım. Seni kaybetmek olasılıkların içinde yoktu, olsa onu da göze alır mıydım? Bilmem, belki de alırdım. Doğurmamayı o kadar istiyordum ki; ruhumu bile sattıysam seni de satardım; sanırım...
Bunca zaman sonra sana bunları neden mi yazıyorum? Ya da daha doğrusu neden mi şimdi sana yazıyorum? Bu sabah birisi bana bir saksı fesleğen gönderdi. Üzerinde not yoktu, adres yoktu. Sadece masama geldi. Sen olmadığını bile bile, saksıyı gördüğüm ilk andan beri sadece sen varsın aklımda. Yıllar sonra ilk defa, ofisin balkonuna çıkıp sigara içtim. Sanki senle içermiş gibi.
Hesap ettim, sekiz yıl olmuş. Öncesindeki yirmi küsur yılı beraber geçirdiğin insanı unutmak için az bir zaman. Söylemem gerek, bugün olsa yine aldırırdım o bebeği. Yirmi iki yaşında ve dımdızlak bir genç kızdım. Annemden başka kimsem, anneminde o evden başka bir şeyi yoktu. Hayatım, benden on yaş büyük bir adamın ofisindeki kanepeden bana miras kalmış bir bebeğe adanamayacak kadar sefildi zaten. Sefaleti büyütüp üstüne bir de ona ortak çıkarmak yersizdi. Ben de hepsini aynı anda ve bir seferde sildim.
Şimdi bugün benim doğum günüm. Bunu bu hayatta bilen üç kişiden birisin. Fesleğenleri de bilebileceğin gibi. Ama o, sen değilsin, değil mi? Peki sen neredesin?

14 Kasım 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: VARDIR BİR NEDENİ

Barika'nın kuyusu: VARDIR BİR NEDENİ: Bu hayatta en büyük kavgalarımızı bence şuna karşı veriyoruz: büyük konuşmak! Bana olsa kapıyı çeker çıkarım, bana yapsa yüzüne dahi bakm...

VARDIR BİR NEDENİ

Bu hayatta en büyük kavgalarımızı bence şuna karşı veriyoruz: büyük konuşmak!

Bana olsa kapıyı çeker çıkarım, bana yapsa yüzüne dahi bakmam, bırak yeniden konuşmayı yan yana bile gelmem, daha da aramam...

Evli bir adamla/kadınla mı asla! Sevgilisi varsa olmaz canım, daha neler. Çocuğu mu varmış, olmaz o zaman, yapamam ki ben.

Benim çocuğum böyle yapsa ağzının ortasına bir tane çakarım! Ben olsam çocuğumu asla öyle yetiştirmezdim.

Hayatta kaynanamla aynı evde yaşamam!

Ben öyle bir şirkette çalışmazdım. Neden o şehirde kalmış ki, ben kesin dönerdim.

Hayatta, asla, yok canım, kesin... Dilimizde her şey net. Annemin harika bir lafı vardır: Bekara karı boşamak kolaydır.

Şu yaşıma gelene kadar öğrendim ki; prensip sahibi olmak iyi bir şey ama hayatla da inatlaşmamak lazım. Demiyorum ki hiç bir değeriniz, kriteriniz, fikriniz ve buna uygun zikriniz olmasın. Ama hayat sizin o kağıt üzerine çizdiğiniz çerçevenin içinde kalabilecek bir şey değil, akıyor gidiyor, kendi yolunu buluyor. Sizi de sürüklüyor içine, peşine...
Kurduğunuz/muz tüm o cümleler dizim dizim diziliyor karşımızda sonra. Baya böyle alay eder gibi. Hani n'oldu der gibi.
O yüzden en olmayacak cümleleri kurmadan önce o olmayacak hallerin başınıza geldiğini bir düşünün. Başınıza gelmeden ne yapacağınızı bilemeyeceğiniz haller vardır. Hani bir milyon dolar verseler yapmam dediğiniz şeyleri, gerçekten önünüze nakit, balyalar halinde bir milyon dolar konmadan yapıp yapmayacağınızı bilmemeniz gibi.

O zaman neymiş; az konuşacak az yargılayacakmışız. Sadece yaşayacak ve yaşarken de elimizden geldiğince kendimiz olarak yaşayacakmışız. Bütün o değerlerimize, kafamızın içindekilere tutunsak da bazı durumların kader ya da karma ya da her neyse onun itelemesi olduğunu da kabul edecekmişiz. Etmeliyiz. Yani, sonuçta bunlar oluyorsa bir anlamı vardır di mi? Bir nedeni... Kesin vardır bir nedeni...
 

7 Kasım 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: PELESENK

Barika'nın kuyusu: PELESENK: Otuz yaşımı geçtim (çok kullanıyorum da kendimi alıştırmak için aslında) daha annemle babam beni bir kere bile özel hayatımla ilgili sorgul...

PELESENK

Otuz yaşımı geçtim (çok kullanıyorum da kendimi alıştırmak için aslında) daha annemle babam beni bir kere bile özel hayatımla ilgili sorgulamadı. Benimle ilgilenmedikleri için mi? Ya da umursamadıkları? Yoksa sadece belli bir yaşa kadar yeterli eğitimi verdikleri ve aklı çalışan, belli ahlaki değerleri olan bir birey olarak yetiştirildiğim için mi?

 Ne zaman içki içeceğime ya da içip içmeyeceğime, kiminle görüşüp kiminle görüşmeyeceğime, birisiyle yatıp yatmayacağıma, evlenmek ya da çocuk doğurmak isteyip istemediğime, hangi işte çalışacağıma, çalışıp çalışmayacağıma, sokağa nasıl çıkacağıma, ne giyeceğime bırakın başbakan ya da hükümet, ailemden birinin bile müdahale etme hakkı yoktur. Onların da ayrıcalığı bana, benim iyiliğim için doğru olduğunu düşündüklerini söyleyebilmeleridir. Beni kendi istediği şekle sokmak için bana bir şeyler dikte etmeleri hatta beni buna zorlamaları değil.

Bu yaşıma kadar beni kimsenin korumasına ihtiyaç duymadım. Allaha şükür çalışan bir beynim, yeterli sayıda beyin hücrem var ve kullanıyorum. Nerede ne yapmam gerektiğini bilecek bir kul olarak yetiştim. Aklıma da hiç, bir gün, koskoca başbakanla kabinenin işi gücü bırakıp benim kiminle nerede kaldığıma karışacağı gelmezdi.

Kişi kendinden bilir diye boşa dememişler. Aklınız hep sapkınlığa, fitneye, fesat düşüncelere kayıyorsa herkes de öyledir sanırsınız. O yüzden bu yaratılmış paranoya, sizde etrafı kontrol etme dürtüsü oluşturur. Amma velakin yapmanız gereken önce kendinizi terbiye etmektir.
Yoksa biz her şeyi kızlı erkekli yaptık. Yemek yaptık, yemek yedik, içtik, gezdik, ders çalıştık, film izledik, güldük, ağladık, birbirimizi teselli ettik, kavga ettik, tartıştık...
Ama hiç hırsızlık yapmadık, yalan dolanla milleti idare etmedik, çalıp çırpmadık, kul hakkı yemedik, fitne fesatla insanları birbirine düşürmedik. Bu durumda hangimiz daha ahlaksız oluyoruz?

Bireysel davranışlar, kişinin ahlak fikri devletin korumasına muhtaç değildir. Bunlar bireysel hayatların parçasıdır. Bireysel kararların. Devlet kişilerin özel hayatlarını kontrol etmek değil suç işlemelerini engellemekle yükümlüdür. Caydırıcı olması gereken şeyler gerçek suçların cezalarıdır: tecavüz, hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet, çocuk istismarı. Gel gör ki biz bunları caydıran değil adeta özendiren bir sistemin içinde öğütülüyoruz. Şu anda başımıza gelen ise halkını korumaya değil kendi isteğine göre şekillendirmeye çalışan bir hükümet. Çünkü bu ülkede kadınların öldürülmesi, tecavüze uğraması normal karşılanır hatta bu durumlarda önce kadın suçlanır. Hırsızlık ve dolandırıcılık ise cezalandırılan değil desteklenen, yolunu bulmak olarak adlandırılan bir eylemdir. Her türlü adi suçta hafifletici sebep icat edilir. Ama bunların dışında mesela es kaza muhalif düşüncelere sahipseniz, bir de üstüne bunları dillendiriyorsanız cezalandırılmanız kaçınılmazdır. Yani siz iktidarın isteklerine uymayan bir bireyseniz, yaşam sınırlarınız daralacaktır.

"Biz kimsenin özel hayatına müdahale etmeyiz" diyorsunuz ya; yakın zamanda evlenen bütün arkadaşlarım aile doktorları tarafından düzenli olarak telefonla taciz edildi: gebe misin, ne zaman gebe kalacaksın, gebe kalacak mısın? Bu nasıl bir edepsizliktir? Evli çiftlere arkadaşları bile bunu çekinerek sorarken siz kimsiniz de en mahrem sırlarını öğrenmek için insanları sıkıştırıyorsunuz? Kılıfını kadınların doğum sürecini rahatlatmak, aile yapısını korumak gibi zırvalarla yapmışsınız ama bu ülkede sizden önce de kadınlar hamile kalıp doğuruyordu. Yani bir takip sistemine ihtiyacımız yoktu. Bu burnunuzu yatak odasının kapısına dayamaktan başka bir şey değil.

Doğurun diye bağırıp kürtajı yasaklamak için çırpınıyorsunuz. Hatta koskoca bakanınız kürtajın devlet eli ile doğum engellemek olduğunu söyleyecek kadar acayip konuşuyor. Ama anne olmaya hazır olmadığı halde sırf zorunda kalarak doğuran kadınların ölümlerine neden oldukları bebeklerin vebalini, o kadınların mahvolan hayatlarının vebalini de aynı bakan mı ödeyecek?

Bütün bu tartışmaların arkasında ise bambaşka bir dünya var. Ne zaman ki biri ortaya kırk değil kırk milyon kişinin çıkaramayacağı bir taş atsa, arka planda dünyanın işi dönüyor. Şimdi de öyle... Bütün bu öğrenci evleri tartışmalarının arasında 12 milyon işçinin kıdem tazminatları güme gitti. Yasal düzenlemede yer verilmediği için kıdem tazminatı artık işverenin inisiyatifinde. Alabilene aşk olsun! Dolar 2 tl yi aştı. Ekonomik kriz 2014 itibariyle içimizde. Uluslararası finans kaynakları küçülüyor.

Demem o ki, biz kızlı erkekli bir felakete sürükleniyoruz. Hem de artık açık seçik beyan edilen, sarf etmekten çekinilmeyen cümleler eşliğinde. Bu geçen zaman şunu öğretti ki, kim ki bir şeyi ağzına pelesenk eder; ondan en çok mahrum olan yine odur. Bakınız: adalet, hoşgörü, hak, hukuk, vicdan...

 

28 Ekim 2013 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: BAL RENGİ

Barika'nın kuyusu: BAL RENGİ: Tivitır'da o başlığı görünce bir Kum Gibi düştü ki aklıma; sorma gitsin... En sonuncusu sağ kolumda, dirseğimin hemen içinde yanığa ...

BAL RENGİ

Tivitır'da o başlığı görünce bir Kum Gibi düştü ki aklıma; sorma gitsin...

En sonuncusu sağ kolumda, dirseğimin hemen içinde yanığa benzer bir yara bırakmıştı. Önce morardı, sonra kabuk bağladı, en sona küçük, silik, kahverengimsi bir iz kaldı.

Beyoğlu'nun yüksek tavanlı, taş duvarlı bir odasında duydum en son bu şarkıyı. İçinden rengarenk ışıklar geçen taş duvar mı olur? Olurmuş... Zaten bir ara sokaktan kafam mayhoş geçip vardığım apartmanın içinden gökkuşağı geçmeyecekti de nereden geçecekti?
Hiç beklemediğiniz yerden neler çıkabileceğini kanıtlamak istercesine, loş ışığın altında parıl parıl yansıyorlardı. Ben de onlara bakıp her zaman ki gibi, yine, gereksiz bir şekilde umutlanıyordum. Alabildiğine saçma bir umuda tutunmuştum zaten meydandan aşağı yürürken. Saçma bir umudum vardı ama kararlıydım. Bu sefer elimi ayağımı, dilimi damağımı zapt edecek, bir kez daha suyu berrak görünen ilk göle atlamayacaktım. Nah! Daha suyun kenarına gelir gelmez sırtıma vuran güneşten midir, suyun serinliğinden midir, yansımasındaki güzellikten midir yoksa küçük dalgaların sakladığına olan merakımdan mıdır nedir bilinmez; hop diye daldım göllere.
Eh be yeşil başlı gövel ördek, başına ne geldiyse bu merakından geldi.
Sonuç; su sadece sandığımızdan derin değil, aynı zamanda sandığımızdan bulanık, kirli ve çamurluymuş. Berraklığı aldatıcı, derinlerde bekleyen girdabı saklamak için bir illüzyonmuş.
Ama bir an var hani, çamura bile bile bastığınız, buza bile bile yapıştığınız, ateşe bile bile dokunduğunuz. Hah işte o an, salisenin onda biri, saniyenin binde biri, bir mikron kadar küçük bir zaman dilimi, işte o an ayağımın suya değdiği an...
Nasıl da güzel sürüklendim dibine. Gözleri bal rengi bir gökyüzü gibi kapladı her yeri. Başımı suyun dışında tutabilirdim belki biraz daha, ışıkları kapatıp masa lambasını açmasaydı. Biraz daha nefes alabilirdim belki onca şarkının arasında "Kum Gibi" yi çalmasaydı. Ve hala çırpınabilirdim belki başka bir mikron kadar kısa anda dönüp beni öpüvermeseydi...
Boğulmanın en güzel tarafı suyun içinde olmak. Serbestçe, çırpınmadan, kendini bıraktığında o kadar serin ve güzel ki... Sonsuza kadar orada kalmayı istemenizi sağlayacak kadar. Onca girdabın içinde bile bir huzur vardı sanki. Bir de o bal rengi gökyüzü o kadar yakındı ki, ağzımın içindeydi sanki, dilimin üzerinde, damaklarıma sürünüyordu sanki. Ellerimin içinde, avcumda, dirseklerimin oyuklarındaydı sanki. Bir an sonra kucağımda, iki göğsümün arasında, tam uyluklarımın üzerindeydi sanki. Sonra...
Sonra bir siyah beyaz resim gördüm, çerçeve içinde. Siyah saçları hafif savrulmuş, cama sığmayan bir resim. Benim bal rengi gökyüzümü sahiplenir gibi bakıyordu arkadan. Zamanın içinde sahiplenemediklerimin, beni sahiplenememişlerin acısını biliyordum ya, o yüzden izin vermem lazımdı ona. O haklıydı, ben değil. Ben değil!
Onca girdabın, onca suyun içinde, kaldırma kuvveti denen şey ne menem bir şeymiş öğrenmek işte o zamana nasipmiş.
Benim ellerimde bu kadar kuvvet var mıymış yahu! Benim ağzım başka bir ağzı, bedenim başka bir bedeni itecek kadar güçlü müymüş? Benim suya karşı gelecek, akıntıya karşı yüzecek kadar takatim kalmış mı gerçekten? Kalmış... Canhıraş bir yüzme ama çırpınmayla debelenme arasında, boğulmaktan hallice bir yüzme ile çıktım suyun üzerine. Bırakmadı ki derin bir nefes alayım. Anca kesik kesik solumalar.
Bırakmadı ki düzene girsin bu ciğerler. Anlatamadım ki öyle belimden kavradığın sürece gitmiyor ciğerlerime hava. El kadar ciğerim var benim, bir ağız açımı kadar nefes alabildiğim yerde senin dilin varken nasıl... Sonra...
Sonrası tufan. Bu yaşıma kadar öğrenemediğim onca şeyin en eskisi içimdeki suyu hapsedebilmek. Hala okuduğu kitaba, izlediği filme, yetmedi sokaktaki kediye, kenardaki çiçeğe, köşedeki böceğe, ota boka püsüre içindeki bütün suyu dökmek. Daha fenası bunu umuru olmayan adamların yanında, o adamlardan saklayamamak... İstediği kadar bal rengi gözleri olsun; gaddar her renkte gaddardır.
İşte öylece anlarsın duvarlardaki yaldızların aslında bir kandırmaca olduğunu, loş ışığınsa bir tuzak. Sırf "Kum Gibi" çaldı diye insanın iyi insan olmadığını, adam olmadığını, olamadığını öylece anlarsın. Sen yalpalayarak çıkarken elinden tutmadığında anlarsın. Beyoğlu'nda hava kararmış, sokak kalabalıklaşmış, müzik sesleri yükselmişken seni bir kıyıya bırakmaya bile tenezzül etmeden suyun ortasında bırakmasından anlarsın. Anlarsın ki sen kocaman bir baloncuğun içinden renkli ve sisli bir şeyler görürken, karşındaki taş duvarların arasında senden bir öncekiyle ile senden bir sonraki arasında bir yerde seni çoktan bırakmış gitmiştir. Modern bir Mavi Sakal'a çevirdiğin adamın sakalları gözleri gibi bal rengidir...

 

24 Ekim 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: ADA'YA MEKTUP

Barika'nın kuyusu: ADA'YA MEKTUP:   Çeneni tutmayı öğrenmelisin Ada, öğrenmelisin. Yoksa daha çok konuşur, daha çok yorulsun. Onca laf, söz, kelime, cümle, edat, zami...

ADA'YA MEKTUP


 
Çeneni tutmayı öğrenmelisin Ada, öğrenmelisin. Yoksa daha çok konuşur, daha çok yorulsun. Onca laf, söz, kelime, cümle, edat, zamir; sen kullandıkça sana anlamlı gelen o cümleler karşı taraf için giderek anlamsızlaşıyor. Seni dinlemek istemeyenler için sözcüklerini harcamamalısın. Kendini tatmin etmek, vicdanını ya da içinde konuşan o her ne ise onu susturmak için bu kadar çok konuşmamalısın.
Dün akşam sana baktım, o masada, o sandalyede otururken. Canhıraş bir şekilde elle tutulur bir dünyanın resmini çizmeye çalışırken. Çizme Ada! Herkesin dünyası kendine. Bırak herkes kendi dünyasını kendi çizsin. Sen renklerini böyle ulu orta harcama artık. Zifir siyah olmak isteyen, bırak siyah kalsın. Üzerine attığın sarı, renk katmıyor aksine iğreti duruyor onlarda.

Herkes, hepimiz cürmümüz kadar yer kaplıyoruz. O yüzden dar alanda paslaşandan çok, yerini geniş tutandan kork. Çünkü yerini genişletmek için çok şeyin üzerinden geçmiştir.
Teraziler, kefelerdeki ağırlıklar değiştikçe oynar yerinden. Ama mantık hep aynı; çok verirsen çok inersin. Demem o ki, o ağırlıklar cebinde kalsın bir dahaki sefere ve kefe yukarıda. Seni yerinden oynatmak çok zor olsun bir dahaki sefere. Kımıldama, kıpırdama Ada…

9 Ekim 2013 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: BOND, JAMES BOND

Barika'nın kuyusu: BOND, JAMES BOND: "Aşkından ölsem söylemem!" dediğimiz adamlara aşık olup, sonra bundan ve ondan köşe bucak kaçtığımız biz dönem vardı; hatırla...

BOND, JAMES BOND



"Aşkından ölsem söylemem!" dediğimiz adamlara aşık olup, sonra bundan ve ondan köşe bucak kaçtığımız biz dönem vardı; hatırlar mısınız? İşte o dönem, yıllar sonra geri geliyor bence.

Her şeyi daha doğrusu kendimize ait her şeyi yola soktuğumuz ya da sokmaya başladığımız (başladığımızı düşündüğümüz) bir zaman diliminde bu sefer elimize yola sokmamız gereken bir şey geçer. Kendimizden başka bir şey, yeni bir şey. Biz de "annelik içgüdüsü" denen temelden beslenen bir duyguyla koşarak tutarız ellerinden. Gel Allanıseversen kurtarayım seni! Hani senin elin ayağın yoksa, aklın fikrin yoksa, ben varım. Senin yerine seni düşünür, senin yerine senin için uğraşırım. Böylece sen, hayat devam ederken alman gereken sorumlulukları bana yükler; kendin de bambaşka bir dünya kurup içinde yaşayabilirsin. Ben mi? Ben de derdime dert eklerim.

Ama bu, onun suçu değil ki; bizim suçumuz. Takıntılı titizlik hastası tipler gibi, bulduğu her tozu silmeye çalışan da; simetri hastaları gibi gördüğü her yamukluğu düzeltmeye çalışan da biziz. Koskoca adamları dünyaya yeni gelmiş saf bebekler gibi korumaya çalışmayın/çalışmayalım. Vallahi de billahi de herkesin kendini koruyacak gücü var. E yoksa o adam nasıl gelecekti bu yaşa? Te size aşık olduğu, sizinle birlikte olduğu o yaşa? Bir iş güç sahibi olduğu yaşa?

Ha işte o başta bahsettiğim şey var ya; hani aslında biri sorsa "hayatta olmaz" yahut "daha neler, onunla mı?" dediğimiz adamlara sonradan paldır küldür aşık olduğumuz o dönem var ya; bu dönem işte. Tarih, tekerrürden ibarettir sözünün evrimdeki yeri budur.

O zaten adam olmayacak, baştan ne "mal" olduğu belli, iki günden fazla dayanamayacağınız, değil kendinizi kedinizi dahi emanet etmeyeceğiniz adama körkütük aşık oluverirsiniz. Üstelik lisede de değilsiniz! Nereye kaçacaksınız? N'olacak onca hormon, biyolojik saat falan? E bal gibi kalırsınız. Üstüne bir de aşık olduğunuz şey bir suretmiş gibi aslını bulmaya adarsınız kendinizi. Kendimizi. Yok canım, kandırmayalım birbirimizi.

Yüzüklerin Efendisi serisi boyunca pislik içinde tarumar halde izleyip aşık olduğum Aragorn; ne zamanki finalde elini yüzünü yıkayıp püri pak çıktı karşıma, vallahi de billahi de soğudum kendisinden.

Ya da misal, koskoca James Bond birden sürprizsiz, yalın sade bir evinin adamı oluverse ne çekiciliği kalır?

Yani demem o ki "pazardan aldım bir tane, eve geldim bin tane" bilmecesi ancak biz kadınlara yaraşır. Adamları pazardan nasıl aldıysanız eve de öyle geliyorlar. Yani kendinizi/kendimizi yormayalım. Değiştireceğiz diye çırpınmayalım. "Aşkından ölseniz söylemeyeceğiniz" o adamlarla aşkından değil de varken aşktan ölmeye bakın. Gerisi laf...

26 Eylül 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: ERKEN TÜKETMİŞLİK SENDROMU

Barika'nın kuyusu: ERKEN TÜKETMİŞLİK SENDROMU: Hayatımda nasıl çıktığımı hatırlamadığım iki kapı ve o iki kapı arasında iki yıl artı dört sokak var… Hata yapmakta değil sorun, hatal...

ERKEN TÜKETMİŞLİK SENDROMU

Hayatımda nasıl çıktığımı hatırlamadığım iki kapı ve o iki kapı arasında iki yıl artı dört sokak var…

Hata yapmakta değil sorun, hatalardan ders almamakta. Bunca yıldır yazıyorum; okuyanlar ezberledi, ben kötü bir öğrenciyim. Yeni sezon başlamadan önce eski bölümlerin bir özeti yayınlanır ya hani, ben de kafamda çevirdim eski bölümleri; aboov! Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça! Yaş olmuş otuz bilmem kaç, hala on beşinde ergenler gibi heyecanlı heyecanlı, n’oluyoruz? Bir durulsak, bir sakin-serin olabilsek. Olabilsem.

Çabuk tüketme hastalığı var sanırım bende. Erken tüketmişlik sendromu… Şöyle oluyor:  Gördüm, fark ettim, tanışalım. Tanıştık, görüşelim. Görüştük, konuşalım. Konuştuk, daha çok konuşalım. Daha çok konuştuk, öpüşelim. Öpüştük, tamam işte ya!

Sıralama bu. Sıralamanın hızı bana bağlı olsa yokuş aşağı son sürat. Karşı taraf biraz aklı selim bir adamsa insani sürelerde. Karşı tarafın derdi hoppala son aşamaya geçmekse ikimizin ortasında bir yer. Hah işte bu yüzden de ne gerek: sabır. Sabır derken; canının her istediğini canının her istediğinde yapmamak.
Çok göresin mi var, görme. Ölmezsin. Bırak özlesin. Çok arayasın, sesini duyasın mı var, arama. Sesler de kıymete binsin. Çok öpesin mi var, öpme. Öpme de dudağın yaralanmasın.

Yahu bunca zaman bunları hep her aklına estiğinde yapmaya çalıştın da ne oldu? Çalıştım da ne oldu daha doğrusu. Söyleyeyim; kıymetsizleşti. Çünkü acıklı ama gerçek, el altında ve kolay ulaşılabilir olduğunuz her an kıymetiniz azalıyor. Milattan önceden beri süregelen “kaçan kovalanır”  düsturundan mütevellit bütün erkek ve kadınlar kıymetlerini arttırmak için ortalıklarda dolanmaktan kaçınmaktadırlar. Telefonlara çıkmamakta, aramamakta, sormamakta, her gel dendiğinde gitmemekte, gitse de erkenden dönmektedir.

Yaş olmuş otuz bilmem kaç, biz hala on beşinde ergenler gibi, kelebek kelebek, kalp kalp, koş koş. Şimdi onlar bile bu kadar ağırdan satarken kendini; karşımızdaki kefe artık biraz yükselse fena olmaz.


Yoksa daha çok kapı olur nasıl çıktığımı hatırlamadığım ya da hatırlamak dahi istemediğim…

19 Eylül 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: GAZLI BEZ

Barika'nın kuyusu: GAZLI BEZ: "Sen de benim kadar gerçekleri biliyorsun" diyor Sezen şu anda arkada. Kendisi de bazı gerçeklerin farkındadır sanırım. En azında...

GAZLI BEZ

"Sen de benim kadar gerçekleri biliyorsun" diyor Sezen şu anda arkada. Kendisi de bazı gerçeklerin farkındadır sanırım. En azından bunu yazarken farkındaymış...

Bir konuda anlaşalım: dış mihraklar diye bir şey yok. Dur dur, politik veya siyasi bir şey değil bahsettiğim. Bahsettiğim tamamen başka bir durum.
İkide bir olan biten şeylerle ilgili ya çevremizi ya da çevreleri suçlamaya kalkışmamızla ilgili...

Dediğim gibi; dış mihrak diye bir şey yoktur. Hayatta verdiğimiz hiçbir kararı komşularımızın, arkadaşlarımızın, dostlarımızın etkisi altında kalarak vermeyiz. Yaptığımız aslında kendi kafamızın içinde dönen ama bir türlü cesaret edemediğimiz şeye yandaş bulmanın heyecanıyla "ya evet aslında" ayağına yatıp zaten aklımızda olanı yapmaktır. Yani bildiğin iki yüzlülük bizimkisi.
Sadece genel geçer kurallara göre veya kişisel prensiplerimize göre doğru olmadığını bildiğimiz daha doğrusu düşündüğümüz şeyi, aklımıza geldiği an iteleriz. "Auvv ne ayıp!" deriz beynimize. Nasıl düşünürsün böyle şeyleri?! E ama beyin o, işi bu; düşünmek!
Zamanın birinde büyük bir cümle kurmuşuzdur "asla" veya "ben hayatta" ile başlayan. Sonra bir an gelir o cümle böyle olanca heybetiyle karşımızda dikilirken biz gözünün içine baka baka yürüyüp gitmek isteriz. Hah işte o aşamada: "ama o beni yoldan çıkardı, falanca da şöyle demişti, filanca da yaptı ama, hem zaten ne olacak değil mi?" ve benzeri cümleler tamamen bahane aramaktır. Aramayın!
Hah işte oraya bağlayacağım yazıyı: aramayın!

Yapacaksanız bir şeyi, yapasınız varsa ama daha da önemlisi sonuçlarını biliyorsanız, o sonuçlara katlanacak olanın da siz olduğunun farkındaysanız ve reşitseniz artı akli ehliyetiniz de varsa yapın o zaman! Kimsenin sizin "suç" unuza ortak olmasına, onaylamasına ihtiyacınız yok. Yapacaksanız yapın. Ama korkuyorsanız, o sonuçların hayali bile siz de buhran yaratıyorsa da yapmayın. Demek ki aklınız fikriniz ve hatta kalbiniz belki bünyeniz o kadar da net değil bu konuda. Zaten hepimiz de biliriz ki eğer niyetiniz netse, bir şekilde olur o işler. Hep olmuştur. Atalarımız bin tane güzel laf söylemiş bunun için. Mesela: Akacak kan damarda durmaz.

Durmaz şekerim, zorlama. Onun yerine bir an önce bir yerlerden gazlı bez toplamaya başla derim.

5 Eylül 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: KALK EYLÜL, HADİ BİZE BİR ÇAY KOY...

Barika'nın kuyusu: KALK EYLÜL, HADİ BİZE BİR ÇAY KOY...: Çok acayip bir işe kalkıştım... Bu çok acayip işin daha en başında çok acayip işler geldi başıma. Daha da gelecek gibi. Gelecek sanki....

KALK EYLÜL, HADİ BİZE BİR ÇAY KOY...




Çok acayip bir işe kalkıştım... Bu çok acayip işin daha en başında çok acayip işler geldi başıma. Daha da gelecek gibi. Gelecek sanki. Bu çok acayip iş, bir kaç yerden bir kaç hikayenin derlemesi gibi bir şey. Zamanı gelince süreceğimiz bir tarlayı ekmek gibi...

Bu son iki gündür zamanımın bir kısmını "iş" icabı Ermeni ezgileri ile geçiriyorum. Rumca kelimeler öğreniyorum. Bir Ortodoks cenazesinin peşinde, seksen sekizinde bir nenenin ardından giderken arkamda hep bunlar çalıyor. Meltem Cumbul der ya hani Gönül Yarası'nda, o hesap, ağlamak için anlamak gerekmiyor bazı şeyleri. Bıçağın nereden girdiğini görebiliyorsunuz. Neyin nereden kanamaya başladığını, nereden sızladığını yaraların. Şu anda arkamda Aravodun Temin çalıyor: http://www.youtube.com/watch?v=WYk89pL2x1o&feature=endscreen

Ben yıllarca, yaradılış icabı olsa gerek, ölenin kimliğinden çok kim olduğuna üzüldüm. Yaşadıklarının yitişine, aşklarının, sevdalarının, acılarının, çoluk çocuklarının, evlerinin barklarının gidişine üzüldüm. Çünkü fark ettim ki öldürenler de öldürtenler de değil ah, ölenler, ölenler ölüyor işte!

Ben yıllarca, yaradılış icabı olsa gerek, aynı sokakta, aynı mahallede, aynı memleketteysek ayrı değilize inandım. Ayrı düşmeyize. Aynı kaptan yiyorsak, tükürmeyize inandım.

Hala da azimle inanıyorum. Bir koca Haziran ayı da bana "inan!" diye bağırdı zaten, duymazdan mı gelseydim?

Ben bu "çok acayip iş" in içine girmesem bu kadar okur muydum, yine okudukça "peki ama" diye merak edip dahasını sorar mıydım, ben bir Beyoğlu akşamı bal rengini görmesem bazı şeyleri bu kadar merak eder miydim, her merak ettiğimde her merak ettiğime yaptığım gibi kuyunun dibine bakar mıydım bilmem; ama gördüm. Okudum. Okuyorum.

Okudukça öğreniyorum. Öğrendikçe şaşırıyorum. Dinledikçe şaşırıyorum. Şaşırıyorum çünkü bir arpa boyu dahi gelememiş miyiz diye şaşırıyorum. Biz nasıl olup da bunca yıl kendimizi herkese "hoşgörülü, misafirperver, komşusuna kıymet verenler" olarak tanıtmaya çalışmışız diye şaşırıyorum. Şekeri bitince kapısını çaldığımız evin kapısını kırma hakkını nereden buluyoruz, ona şaşıyorum. Biz nasıl bu kadar hızlı galeyana gelip, birbirimizden bu kadar çok nefret edip, birbirimizin etini yiyip, kanını içecek hale geliyoruz; ona şaşırıyorum. Bu nasıl bir açlıktır ey ahali, neden hala doymuyoruz, ona şaşıyorum...

Bugün 5 Eylül, yarın 6 Eylül, sonraki gün 7 Eylül...

Bir kere olsun, sebeplerine "ama" lar koymadan, sonuçlarına bakmayı denerseniz; nihayet açlığımızı doyurur, huzur içinde birer çay içebiliriz belki.

Not: meraklıları için özet bilgihttp://tr.wikipedia.org/wiki/6-7_Eyl%C3%BCl_Olaylar%C4%B1

2 Eylül 2013 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: BÜYÜK LOKMA

Barika'nın kuyusu: BÜYÜK LOKMA: Yazsam bir dert yazmasam bir dert. Derdi şundan; yazsam, öncekiler gibi yazılı tarihe geçmiş olacak. Yazmasam, içimde kalacak. Amma velakin...

BÜYÜK LOKMA

Yazsam bir dert yazmasam bir dert. Derdi şundan; yazsam, öncekiler gibi yazılı tarihe geçmiş olacak. Yazmasam, içimde kalacak. Amma velakin dostlar, hangi atalarsa o atalar hep doğru laflar etmişler. Şunun gibi: büyük lokma ye ama büyük söz konuşma. O vakit...

Duruş dediğin şey omurgadan kaynaklıdır. Omurların dizilişinden. Omurga dediğin vücudun direğidir. Dik durmanı sağlar. İşte ondandır ki bu hayatta bir şekilde dik duruşunu kaybedene "omurgasız" derler.

Yediklerin, içtiklerin, yazdıkların, okudukların, ideolojilerin, fikirlerin, hayallerin, küçük büyük lafların, ellerin, kolların hepsi bir bütünken; zihninin, vicdanın ve ruhun darmadağınık olduğunda iffetli kız numarası yaparken her haltı yiyen aşüfteden farkın kalmaz. Kalır mı? Bence kalmaz. Çünkü vicdanının izin verdiği kadar dik durabilirsin bu hayatta. Omurganın tam ortasındaki omur gibi, en dik durduğun yerdir bence vicdanın. Aynaya bakabilmeni, gece uyuyabilmeni, sabah uyandığında o yataktan kalkabilmeni, vapurda dalgalara bakarken sadece deniz kokusunu düşünebilmeni, çayın deminin tadını alabilmeni sağlayan vicdanındır.

Ve bir şekilde bir yerlerde senin gözlerinin içine bakan birileri varsa; kendiliğinden dikleşmelidir vücudun. Aldığın sorumluluk Atlas'ın sırtında taşıdığı dünya değildir. Seçilmiş, istenmiş, belli ki vakti zamanında değer verilmiş o seçimler senin omurlarının baskısı değil desteğidir. Öyle olması gerekir... Öyle değilse de Atlas dünyayı bırakamaz ama sen gözünü içine bakanlardan kaçırabilirsin. Kaçırmalısın. Ki onların da artık gözleri açılsın.

Tekrarlanan hatalar, hata değil; alışkanlıktır. Vurdumduymazlıkla, umursamazlıkla yapılmış eylemlerdir. Göze alabileceğini düşündüğün sonuçlardır. Ve eğer bir kere yapılan hataysa, ikinci kere yapılan artık senin seçimindir. Suçlu aramaya, ihale satmaya, süte su katmaya gerek yok. Aradığın cevap aynada, kudret de damarlarında akan kanda mevcuttur.



27 Ağustos 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: MÜMKÜN DEĞİL!

Barika'nın kuyusu: MÜMKÜN DEĞİL!: 2003 yılında Sudan/Darfur'da, hayvancılık ve tarım alanlarının paylaşımları hakkında başlayan tartışmalar kuraklığın da etkisiyle y...

MÜMKÜN DEĞİL!



2003 yılında Sudan/Darfur'da, hayvancılık ve tarım alanlarının paylaşımları hakkında başlayan tartışmalar kuraklığın da etkisiyle yerel bir isyana dönüştü. Sudan hükümetinin bir ordu kurarak başlattığı çatışmalar neticesinde yüz binlerce insan öldürüldü -rakamın 400.000 civarında olduğu tahmin ediliyor-, 2 milyon insan evlerinden sürüldü. Halen 1,5 milyon insan mülteci kamplarında yaşıyor.

Katliamla ilgili "bir şeyler" okumak ya da görmek isterseniz diye o dönemde başlatılmış kampanyaları da içeren bazı siteleri paylaşıyorum:
http://www.savedarfur.org/pages/primer

http://24hoursfordarfur.org/wp-content/uploads/2013/03/Darfurian-Voices-Report-English.pdf

2009 yılında Türkiye'yi ziyaret edecek olan Sudan lideri El Beşir gelmeden önce Başbakan Erdoğan'ın yaptığı açıklama şu şekildeydi: "Darfur'da soykırım yapılmadı"

Yine 2009 yılında, yani Erdoğan'ın soykırım olmadığını iddia ettiği yıl, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Sudan devlet başkanı El Beşir hakkında Darfur bölgesinde soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemekten dolayı tutuklama emri çıkardı.

Bu karar akabinde Erdoğan'ın sözleri şu şekildeydi:
 “Gazze ile Darfur’u birbirine karıştırmamak lazım. Gazze’de bin 500 insan öldürülmüş. Darfur’da böyle bir şey olsa, onun da sonuna kadar takipçisi oluruz. Ben bunu Netanyahu’yla rahat konuşamam ama Ömer Beşir’le rahatlıkla konuşurum. ‘Bu yaptığınız yanlış’ derim, bunu de yüzüne derim."

Davutoğlu'na bu konuyla ilgili sorulan soruya gelen cevap ise daha ilginç:(kaynak: http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AliBayramoglu/davutoglu-ersanli-el-besir-ve-esad/33158)
"Bazen iki ilkenin çatıştığı durumlar olur. İçimizde çatışma yaşadığımız anlar olur. Bu, 'arabuluculuk yapma gerekliliği' ile 'orada yaşananlara tepki verme' arasındaki çelişkidir. Sudan'la ilgili iki sorun var. Darfur ve Güney Sudan. İki tarafla da ilişkilerimiz var. İki nedenle var. Acaba bir çözüm olur mu? Acaba sorun yaşayanlara yardımımız olur mu? Örneğin Darfur'un tek ilişkisi bizim üzerimizden oldu. Suriye farklı...Suriye zulmü bizim üzerimizden meşrulaştırmaya kalktı, buna itiraz ettik. Başbakan ziyaretinde Beşir'in yüzüne söyledi, "Müslüman zulüm yapmaz" diye... Darfur'a ulaşmamız, 
yardım sağlayabilmemiz Beşir'le ilişkimiz üzerinden oldu."

Bütün bunları neden mi yazıyorum? Çünkü bugün ortalıkta atılan savaş naralarının, savaş çığlıklarının birinin bile, bir an için bile barış, adalet, insan hakları için atıldığına inanmam mümkün değil! Bugün oturduğu yerden ahkam kesen, parmağını sağa sola sallayan kimsenin niyetinin iyi olduğuna inanmam mümkün değil!

Sudan'ı sadece bir örnek olsun diye anlattım. Bunun gibi -ne yazık ki- onlarca örnek bulabilirim. Bugüne kadar katliamlar, kıyımlar, zulümler hep vardı. Ta 1994'de 100 günde 800.000 kişinin öldüğü Ruanda'dan, 7 yıl gözümüzün içinde süren Bosna-Hersek savaşına kadar; onlarcası yaşandı. Ve biz dahil, hiç kimse çıkarı olmayan yerlerde kılını kıpırdatmadı. Şimdi de kişisel hırsların, egoların şişirdiği körüklerle savaşı gazlıyoruz. Gazladığımız yetmiyor, "biz de, biz de" diye yerimizde duramıyoruz! O parmağımızı koparcasına salladığımız ülkelerle el ele tutuşup ölüme gitmek için can atıyoruz. Can atıyorlar. Da bizim canımızı sokağa atıyorlar!

Mayıs ayında Reyhanlı'da -ki bizim sınırlarımız içinde bir ilçedir!- bombalama olaylarında 52 kişinin ölümünü -ki Türkiye tarihinin en kanlı terör eylemi olarak sayılmaktadır- yok sayarcasına yurt dışı seyahatine çıkanların;
Dövülerek öldürülen bir gencin arkasından bırakın ağlamayı, üzülmeyi, bir baş sağlığı dilemeyi bile çok görenlerin;
Dünyada bugüne kadar olmuş, bugün hala olan onlarca katliama sessiz kalanların, hatta bazılarının failleri ile dostluk kuranların;
Bu ülke tarihinde bugüne kadar olmuş ve bugün hala inkar edilen hatta neredeyse savunulan onlarca kıyımı yok sayanların;
Şimdi birden barış ve adaletin timsali kesilip, bunun için savaşan insanlar olduklarına inanmam pek mümkün değil. Yok, hiç mümkün değil!


20 Ağustos 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: NİYET

Barika'nın kuyusu: NİYET: Gün geçmiyor ki güzel ülkemizde kadın olmaktan ötürü endişelere gark olmayalım... Bu sabah okuduğum haber:  http://www.radikal.com.tr/tur...

NİYET

Gün geçmiyor ki güzel ülkemizde kadın olmaktan ötürü endişelere gark olmayalım...

Bu sabah okuduğum haber: http://www.radikal.com.tr/turkiye/milli_egitimden_velilere_oglani_birakin_kizi_kontrol_edin-1146930

Diyor ki işte, erkek çocuklarınızı boşverin, canları ne isterse yapsınlar, erkek sonuçta onlar, dokunmayız. Ama... Kızlarınızı zapt edin, sağa sola salmayın, evden dahi çıkarmayın, valla biz de korumayız artık başına ne gelirse katlanır.

Zaten e-okul'da bu kadar ısrarcı olmaları insanın aklına ister istemez "evde oturun, dizinizi kırın öyle okuyun" cümlesini getiriyor. Çocukların da ergenlerin de bir arada kalarak kızlı erkekli okumalarının, yan yana durmalarının, aynı havayı solumalarının onların yani bizim kalan hayatımızı şekillendirdiğini anlamalarını beklemekle hata mı ediyorum?

Bugün bu yasaları ya da uygulamaları ortaya çıkaranların tamamı erkek lisesi ya da imam hatip mezunu değilse aynı şekilde okudular. Üniversitelerimiz de en son bıraktığım hali ile karma okullardı. Ve gördüğüm kadarıyla bilgi edinmekte çok sıkıntı çekmemişler. Demek ki karşı cinsin varlığı ilim irfan sahibi olmanıza engel değil. Değil ama kafanızın içi kirliyse sizi dağ başındaki bir manastırda tek başınıza okumaya göndersek oradaki kurda kuşa kafayı takar yine cinsiyetçi naralar atarsınız. Rabbim herkesi önce kötü niyetli insandan korusun! Önemli olan niyet...

Kadının üzerindeki kıyafetten tutun saçının boyuna kadar her şeyini incelemek, altında üstünde bir şeyler aramak kötü niyettir. Niyetiniz onu hırpalayacak, ezecek bir şey bulmak olduğu için kötü niyettir. İddia ettiğiniz gibi koruma niyetinde olsanız önce siz vurmazsınız. Ölümüne, yaralanmasına seyirci kalmazsınız. Teczvüze uğramasına susmazsınız. Okuyup kendince bir hayat kurmasını engellemezsiniz. Niyetiniz gerçekten iyi olsa, hayatta kalmasını bu kadar zorlaştırmazsınız.

Diyorum ya önemli olan niyet... Sizin niyetiniz belli. Bizim korkumuz ve isyanımız da bundan zaten. 

15 Ağustos 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: HULK, HALKIN YANINDA

Barika'nın kuyusu: HULK, HALKIN YANINDA: Süper kahramanlar gerçek olsun isterdim ama Süpermen gibi değil; mesela Iron Man gibi ya da X-Men gibi kahramanlar. Biraz aklı çalışan,...

HULK, HALKIN YANINDA



Süper kahramanlar gerçek olsun isterdim ama Süpermen gibi değil; mesela Iron Man gibi ya da X-Men gibi kahramanlar. Biraz aklı çalışan, biraz komik, bir yanları biraz daha insan olanlar yani.
Ayrıca Süpermen bizi aptal yerine koyuyor. Sadece bir gözlük takıp çıkararak, alnına perçem düşürerek kılık değiştirilmez. Kıpkırmızı pelerinin yeterince gözümüzü yoruyor zaten... Hem o sürekli iyilik timsali gibi gezişinde de bir problem var. İnsan biraz tilki olur, biraz sinsi olur, plan yapar, uygular, la insan biraz zeki olur! Bu Kripton gezegeninde böyle mi yürüyor işler diyeceğim ki pek yürümediği aşikar. Yoksa cort diye patlamazdı.
Iron Man - Demir Adam'da durum farklı. Gittiği yolun yol olmadığını fark edip, sonsuz kibrini doğru yönlendirip kahramanlıkla yüksek ego tatmini sağlamayı başaran ve hem kendini hem ahaliyi memnun eden aşırı derecede zeki bir adam var. Avengers'ta bir sahnede sorarlar ya Tony Stark'a: "sen ne zaman termonükleer astro fizik uzmanı oldun?" Cevap şahanedir:"dün gece"
Ve Tony Stark ispatlar ki; zeka en büyük silahtır.
İşte o süper kahramanlar gerçek olsun isterdim. Hem de İstanbul'da...
Trafik devrilen bir tır nedeniyle sıkıştığında, gökyüzünden hızla inen bir Ironman, o tırı kaldırıp götürsün.
Boğaz Köprüsü tıkandığında Hulk, köprüyü bir ucundan tutup halı silkeler gibi silkeleyip arabaları kaldırıversin.
Derbi maç olduğu akşamlar X-Men bütün şehre dağılıp asayişi sağlasın, çığrından çıkanı Cyclops kül etsin.
Gökdelenlerin tepelerine Örümcek Adam ağ örsün.
Dolunay olmayan, karanlık gecelerde yukarıda Batman'in çağrı ışığı yansın.
Falan...
Olmaz mı?
Gezi' de daha eğlenceli olmaz mıydı la?
Hatta hiç olmazdı bile belki. Daha ilk gün o kepçelerle parka girmeye çalıştıklarında Hulk ortalığı dağıtır atardı mesela. Çadırları yaktıklarında Storm onları elli kere söndürürdü. Tomalar su sıkmak için geldiğinde Örümcek Adam ağlarıyla kaplardı hepsini. Wolverine, ah canım... Hayal etmesi bile güzel. Tanrı kompleksi ile etrafta bağırıp duran, "saksı değilim ben, bana soracaksınız" delisi "yetkililer" e de ne olurdu biliyor musunuz?
Aha da bu olurdu :)))
http://www.youtube.com/watch?v=l8sLAJ1R9RU





13 Ağustos 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: ŞORT MU O?

Barika'nın kuyusu: ŞORT MU O?: İzmir'den İstanbul'a ilk taşındığım zaman en çok gücüme giden şeylerden biri üzerime ne giydiğime dikkat etmek zorunda kalış...

ŞORT MU O?


İzmir'den İstanbul'a ilk taşındığım zaman en çok gücüme giden şeylerden biri üzerime ne giydiğime dikkat etmek zorunda kalışım olmuştu.Yıllarca evden kapıyı çekip çıkarken ne üzerimdeki şortun boyunu ne de tişörtümün askısını dert etmiştim. Çünkü bana sokakta kimse gözünü dikip bakmazdı. Bunu daha önce de yazmıştım sanırım. Bundan tek dert yanan ben değilimdir sanıyordum, yani üzerimdekiler yüzünden yargılayıcı bakışlara mazur kalmaktan şikayeti olan tek ben değilimdir sanıyordum. Tek değilim evet ama yine de Meral Tamer'in Milliyet'teki yazısını okuyunca basbaya şaşırdım: http://ekonomi.milliyet.com.tr/bayram-namazina-hastaneye-cenaze/ekonomi/ydetay/1747667/default.htm

Alman Lisesi, ardından İstanbul Üniveristesi Mimarlık mezunu, belki benim yaşımdan uzun süredir gazeteci olan Meral Tamer gibi bir kadın bile bunu yazabiliyorsa, hem de ülkenin en çok okunan gazetelerinden birinde; sadece "yok artık!" diyebilirim. Ki dedim.

Öncelikle şunu belirteyim, kafalar nasıl çalışıyor bilmiyorum ama biz yıllardır şortu sadece güneşe tepki olarak giyiyoruz! Ülkemiz sınırlarında belli yörelerde ve mekanlarda şort giyme yasağı varsa da benim haberim yok. Üstelik bence bunun adap ve muaşeretle de ilgisi yok. Dizinize kadar etek giymekte, kıçınıza kadar şort giymekte benim gözümde aynı şey. Çünkü ben sizin aksinize insanların ahlaki değerlerini üzerindekilere göre yargılamıyorum.

Dünya üzerindeki en şekilci toplumlarından biri olduğumuz zaten su götürmez. Bugüne kadar erkeklerin yüzündeki sakal ve bıyığın şeklinden, kadınların üzerindeki eteğin boyuna kadar her türlü şekilde etiketlememiz mevcuttur. Biz "hoşgörü, anlayış ve mümkünse artık somut dertlerimizin çözümü" diye bağırdıkça "yok illa biz eskisi gibi olacaz, buralarda takılmaya devam edicez, el isterse uzaya gitsin bize ne" diye diretmek sizin kendi seçiminiz. Ama şahsen ben böyle konuları hiç umursamıyorum. 

Aklı başında herkesin nerede ne giyip giyemeyeceğini bilecek kadar yeteneği olduğuna da eminim. Koskoca insanlara ne giyeceklerini söylemek baya saçma...Mesela yazıda "korkulanın" aksine ben hiçbir cenazede şortlu bir kadın görmedim, korkmasınlar. Camide içki içeni de görmediğim gibi...

Bana göre bir şeylere tepki olsun diye çarşafa dolananın da şeffaf elbiselerle ortalıkta dolananın da bir farkı yok zaten ama "istediğin şeyi giyme özgürlüğü" nün üzerine gitmek? O apayrı bir şey. O zaman ikisi de haklı olur. Ayrıca illa bir şeylere tepki göstereceksek şöyle bir şey düşünebilirim: 

Son yıllarda ve hatta son aylarda, kadınların ne yiyip ne içeceğinden tutun da kaç çocuk doğuracağına, ne zaman doğuracağına, nerede ve nasıl doğuracağına, kiminle yatıp kalkacağına ya da kimseyle yatıp kalkamayacağına, hamile kalınca sokağa çıkıp çıkamayacağına, nerede denize gireceğine, kaç yaşında okula gideceğine, hangi okula gideceğine, hangi yurtta kalacağına, kiminle kalacağına kadar karışılan bir ortamda en azından üzerine ne giyeceğinden uzak dursak? Hayır, zaten o da listede ama en azından var olan süreçte buna çanak tutmasak. Hele de bir kadın olarak artık kösteklerden köstek beğenmekten vazgeçsek?


5 Ağustos 2013 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: ÂMÂ

Barika'nın kuyusu: ÂMÂ: Adam öldürmek bir suçtur! Ama orantısız direniş vardı, ama o da polisi tahrik etti, ama çocuk başına sokakta eylem için ne işi vardı, a...

ÂMÂ



Adam öldürmek bir suçtur!

Ama orantısız direniş vardı, ama o da polisi tahrik etti, ama çocuk başına sokakta eylem için ne işi vardı, ama uslu uslu evinde otursaydı böyle olmazdı...

Tecavüz bir suçtur!

Ama onun da o saatte sokakta ne işi vardı, ama o ,üzerindeki kıyafetle normaldi, ama o da çok direnmemiş zaten, ama onun yaşı büyükmüş ki...

Katliam bir suçtur!

Ama onlar Kürttü, ama onlar Suriyeliydi, ama onlar Mısırlıydı, ama onlar Ermeniydi, ama onlar Türktü...

Herkes adalet önünde eşittir!

Ama onlar daha önceden bunları yapmıştı, ama onlar daha önceden çok başkaydı, ama onlar bunlardan yanaydı, ama onlar...

"Adalet, hak, hukuk, eşitlik ama" ile başlayan cümlelerdeki "ama" lar bizi bu hale getirdi. Gezi'ye kadar biz hep "haklı olabilirler ama..." cıydık; şimdi "haklılar çünkü" ve "hepimiz eşitiz". Aramızda "ama" değil olsa olsa "ve, ile, beraber, birlikte, hatta" lar olabilir. "Ama" lar yüzünden âmâ olduğumuz günlerin bittiğine inanıyorum. Kocaman açın gözlerinizi, kocaman! Ve artık kimse için kaçırmayın, kapatmayın...

16 Temmuz 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: GİTTİ KOSKOCA THEMIS

Barika'nın kuyusu: GİTTİ KOSKOCA THEMIS: "Vikipedi'de Themis (adalet tanrıçası) tanımı:  Themis, Olympos’ta yaşar, Tanrıların toplantılarına başkanlık eder, Olympos&#...

GİTTİ KOSKOCA THEMIS




"Vikipedi'de Themis (adalet tanrıçası) tanımı: Themis, Olympos’ta yaşar, Tanrıların toplantılarına başkanlık eder, Olympos'taki düzeni o korur, Homeros’u da tanır, bilir onu, Hera ile Zeus’la konuştuğunu gösterir İlyada’da, ama çok söz edilmez Themis ten, efsanesi, öyküsü yoktur, Her yerde her zaman vardır. Ürettiği, tanrısal varlıklarla sürdürür etkisini, bu varlıklarlarda Tanrılardan daha güçlü oldukları için ehramın tepesinde oturur gibidir Themis. Adı da koymak, yerleştirmek, oturtmak anlamına gelen bir kökten türemiştir .

Kısaca belirtmek gerekirse; “Kılıç” adaletin verdiği cezaların caydırıcılığını ve gücünü, “Terazi” adaleti ve bunun dengeli bir şekilde dağıtılmasını simgeler. “Kadın” ve “Bakire” olması bağımsızlığı ifade eder. Ayrıca kadının gözü bağlıdır. bu da tarafsızlığını simgeler.Hukukun evrensel ilkelerini simgesel olarak taşıdığı için Themis heykeli adaleti en iyi şekilde ifade etmektedir."

Şimdiyi tanımlamak için kendimi çok yormayacağım. Son bir kaç yıldır olanları (son on yıldır diyelim) tek tek anlatmaya kalksam blog yerine bir wikileaks inşaa etmem gerekir. İktidara kendilerine uygulanan adaletsizliği bertaraf edebilmek için geldiğini söyleyen, isminde Adalet kelimesini barındıran, genel başkanı uğradığı haksızlık nedeniyle hapis yatmış ve bunun intikamını kendine (neredeyse Steven Seagal ölçüsünde) görev edinmiş, 28 Şubat'ı dilinden düşürmeyen hükümet bu sabah, üniversite öğrencisi çocukları ciddi anlamda bir kanıta, bulguya, olaya, şahide, tanığa dayanmadan keyfi olarak tutuklattırdı. 
Demokrasinin anlamını kaybettiği ve kelime olarak bir paspastan daha değersiz bir hale geldiği bu ülkede, adalet de elbet aynı zemine serildi. Bugün işlediğiniz suçtan yırtabilmeniz tamamen hükümetle ne kadar itiştiğinize bağlı. Şöyle ki; eğer tecavüzden, hırsızlıktan, cinayetten, cinayete teşebbüsten yargılanıyorsanız yırtma şansınız (herhangi bir milletvekilinin etrafına saldırmadıysanız) çok yüksek. Dert etmeyin. Kaos bir harika dostum!
Gel gör ki düşünsel bir eylemde bulunmuş ya da buna yeltenmiş hatta eliniz çenenizde bir dakikadan fazla uzaklara falan dalmışsanız bittiniz! Saklanacak delik bulun ama bulurken arkanızda adam bırakmamaya çalışın. Zira sizi bulamazlarsa kardeşinizi tutukluyorlar (bkz: bu sabahki tutuklamalar); sonuçta onlar da kotayı doldurmak zorunda. 
"Anarşik, isyankar, ne idüğü belirsiz, edepsiz çocuklar işte" demeden önce bir dinlemeyi, ne diyor bu çocuklar bir anlamayı deneseniz. Hükümet bu çocukları yola getiriyor, polis de mürebbiyelik ediyor diye kendinizi avutmadan önce birer anne-baba olarak, birer abi-abla olarak, birer kardeş-arkadaş olarak olanları değerlendirmeyi deneseniz. Anlamanızı ya da onları desteklemenizi istiyor değilim, sadece anlamaya çalışıp kendi hallerine bıraksanız o da yeter.
Bu ülkede şiddete, teröre, karışıklığa gerçekte neden olanın sabahın beşinde evinden yaka paça aldığınız, ardından da delil diye sadece kitaplarını toplayabildiğiniz uyku mahmuru çocuklar olduğuna inanacak kadar bağnaz değilsiniz biliyorum. Seksenli yıllardan sonra bu tür hamlelerin aslında gerçekte neyi örtbas etme çabası olduğunu hepiniz biliyorsunuz biliyorum. Bugün göz altına alıp yarın da üniversitelere polis sokarak her gün o çocukları sindirmek için dövmek istemenin ne kadar mantık dışı olduğunun siz de farkındasınız biliyorum. Biliyorum da anlamıyorum neden o zaman bırakıyorsunuz da yapsınlar? 
Kılıç: Adaletin verdiği cezaların caydırıcılığını temsil ediyordu ama pala bunu geçersiz kıldı.
Terazi: Adaletin dengeli dağıtımını temsil ediyordu ama bayrak satan abiyi tutuklamanız bunu geçersiz kıldı.
Kadın ve bakire olması: Adaletin bağımsızlığını temsil ediyordu ama tecavüz sanıklarını serbest bırakmanız bunu geçersiz kıldı.
Gözlerinin bağlı olması: Tarafsızlığını temsil ediyordu ama bizden olmayan ölsün tavrınız bunu geçersiz kıldı.
Themis, aramızdan darp edilmiş, yağmalanmış, ırzına geçilmiş, elleri boş ve gözleri açık olarak ayrıldı.
Ruhuna el fatiha...

12 Temmuz 2013 Cuma

Barika'nın kuyusu: ON DOKUZ

Barika'nın kuyusu: ON DOKUZ: Benim bir erkek kardeşim var. Kardeşim yaşında arkadaşlarım var. Kuzenlerim var. Kardeşimin arkadaşları var. İnsanları yaşlarıyla yargı...

ON DOKUZ



Benim bir erkek kardeşim var. Kardeşim yaşında arkadaşlarım var. Kuzenlerim var. Kardeşimin arkadaşları var. İnsanları yaşlarıyla yargılamayı ben kendim bizzat 30 yaşıma girince bırakmıştım ama şimdi yeniden başlıyorum çünkü 19 yaşında ölünmez!

19 yaşımda üniversitedeydim. Ege'de. Hava hep güzel, yerler çimenlik. O çimenlere uzanarak geçirirdik vaktimizi. Su savaşları meşhurdur Ege'nin. Kipa yeni açılmıştı, nevaleleri alıp bahçesinde yer içerdik. Bornova'ya giderdik, Küçük Park'a, havuzun oraya. Fıskiyelerin anlamı sadece buydu.

Kardeşim 19 yaşındayken üniversitedeydi. 9 Eylül'de, Buca'da her yeri rüzgar alan bir kampüste okuyordu. Diğer çocuklarla toplanıp PS oynuyorlardı. Araba kullanmaya çok fena hevesi vardı.

Can dostum 19 yaşındayken üniversitedeydi. Balıkesir'de, önce yurtta kalıyordu sonra arkadaşlarıyla eve çıktı. Kendi başına ev sorumluluğu almayı öğreniyordu.

Ali İsmail Korkmaz 19 yaşındayken üniversitedeydi. Eskişehir'de okuyordu. Gezi eylemlerine katılmıştı çünkü özgürlük denen şeyin kıymetini öğreniyordu. Eli sopalı birileri tarafından dövülüp bir sokakta bırakıldı. Güç bela gittiği hastane onu tedavi etmedi. İkinci hastaneye götürüldüğünde çoktan hasar almış olan vücudu daha fazla dayanamadı ve öldü.

PS oynar mıydı, ev arkadaşı var mıydı, araba kullanır mıydı, çimlere uzanır mıydı, mezuniyetinde ne giyecekti, kız arkadaşı var mıydı; bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var o da Ali İsmail Korkmaz'ı kimin öldürdüğü.





9 Temmuz 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: BİZ NEYMİŞİZ?

Barika'nın kuyusu: BİZ NEYMİŞİZ?: Yetkili merci tanımlaması genelde yetkileri olan merciler için kullanılır. Yetki denen şey ise genelde bir konuda yetkin olan kişilere ...

BİZ NEYMİŞİZ?



Yetkili merci tanımlaması genelde yetkileri olan merciler için kullanılır. Yetki denen şey ise genelde bir konuda yetkin olan kişilere verilir. Yetkin olmaktan kasıt genelde o konuda yeterli tecrübe ve birikime, davranışsal özelliklere sahip olmakla ilgilidir.

Ama bunlar genelde olan şeylerdir.

Burası, istisnaların kaideyi bozmak yerine; istisnaların kaide olduğu bir ülke.

Biz başka memleketlerde anormal sayılabilecek, filmlere, dizilere konu olabilecek durumları normal görürüz. Başka ülkelerde toplu istifaya hatta neredeyse toplu intihara neden olabilecek olayları "eh ne yapalım" diye geçiştiririz. Sürekli "bizden adam olmaz zaten" dediğimiz için bizden adam olmamıştır. "Bunlardan adam olmaz zaten" diyerek de adam olabilecekleri seçmek yerine olanı kabul ederiz. Kaderci değil; bildiğiniz tembel, üşengeç, adam sendeci ve vurdumduymazızdır.

Yedi düvele misafirperver ve hoşgörülüyüz diye kasım kasım kasılırken yurt dışından gelen turist kadınlara tecavüz edip öldürür; boş zamanlarımızda da mezhep, din, ırk ve diline göre birbirimizi boğazlarız.
Çalışmaktansa yan gelip yatarak para kazanmanın derdinde olduğumuz için zamanında "hayali ihracat" diye bir şey icat etmişliğimiz bile vardır.

Günü kurtarmak bizde düstur olduğundan bir aylık göz boyamaya dört yılımızı satarız. Sattığımızın sadece 4 yıl ya da 1460 gün değil; o 1460 gün boyunca ne yeyip ne içeceğimiz, nasıl yaşayacağımız, hangi okulda nasıl okuyacağımız, sokakta nasıl yürüyeceğimiz, başımıza bir iş gelse kendimizi nasıl savunacağımız, bizi nasıl savunacakları olduğunu düşünmeyiz. Düşünmeyi pek sevmeyiz. O gün eve sağ salim ulaşmış, televizyonda da dizimizi izleyebilmişsek daha da bir şey düşünemeyiz, yeter. Di...

Bu 40 günün sonunda ise her şey biraz daha farklı görünüyor gözüme sanki. Sanki aslında bizim hakkında hiç konuşmadığımız, birbirimize hiç göstermediğimiz bir yanımız, yarımız varmış. Sanki biz bütün o nobranlığının altında pamuk gibi bir kalp taşıyan Hulusi Kentmen'mişiz. Çocuğuna "gir artık içeri" diye bağırıp terlik atarken bütün derdi tasası yine o çocuk olan anneymişiz. Oğlunun ensesine şaplağı indirip "eşek sıpası" diye seven babaymışız. Ya biz neden böyleymişiz?

Bugün el ele tutuşmaktan imtina etmek bir yana güven duyduğumuz herkes dün de aynıydı. Biz de aynıydık. El ele tutuştuğumuz an farkına vardık belki ama biz hep aynıydık. Siz de aynısınız. Siz derken bile tuhaf geliyor ama aslında siz de aynısınız. Toprak aynı, hava aynı, su aynı; nasıl farklı olacaksınız ki, nasıl farklı olacağız ki. Bir elimizden tutsanız anlayacaksınız...

5 Temmuz 2013 Cuma

Barika'nın kuyusu: BİZ VAR YA BİZ

Barika'nın kuyusu: BİZ VAR YA BİZ: Hayat hep sürpriz hep sürpriz... Hayatımın en güzel haberlerinden ikisini, hayatımın en az güzel haber aldığım döneminde aldım. Bu kı...

BİZ VAR YA BİZ



Hayat hep sürpriz hep sürpriz...

Hayatımın en güzel haberlerinden ikisini, hayatımın en az güzel haber aldığım döneminde aldım. Bu kısırlığa ironik bir şekilde son veren haberlerin ayrıntılarını sahiplerinden gerekli izinler çıktığında paylaşacağım; hem de ne paylaşmak! Ortalarda lastik top gibi zıp zıp zıpladım sayelerinde.

Ama işte... Öyle bir zaman dilimindeyiz ki; elim bir şeyleri paylaşmaya gitmiyor. Hayatımızın sosyal ağları askıya alınmış gibi. Sessiz sedasız tatile gitmeler, tek kare bile fotoğraf çekmemeler, kendini hiç bir mekanda etiketlememeler falanlar filanlar. Biz ki bu sosyal medyayı böyle böyle var etmiş bir nesildik; şimdi de onu yine biz yeniden şekillendirdik. Bu harika bir otokontrol! Ki kimse bir diğerine "yapma la ayıp" bile dememişti.

Biz demişken...

Mahkeme, Gezi Parkı'nı bize verdi. Biz derken halka, insanlara, bu şehrin bu ülkenin insanlarına. İçinde en son polislerin beyaz plastik sandalyelerine kurulup çekirdek çitledikleri park, artık bize açık. Değil mi? En azından mahkeme "hayır yıkamazsınız" dedi. Gerçi onlar yıkmaz yakar; fark etmez.
Bir rivayete göre belediye Ramazan'da Gezi'de iftar çadırı açacakmış. İnsanın aklına itişme senaryoları geliyor: çadır öyle olmaz; böyle olur, hıh! Ah bizi orada bıraksaydınız biz iftarın kralını yapardık orada yedi alem hep beraber, her akşam, siz bile inanamazdınız ama işte... Yemedi. Bizi yemeye çalıştınız, yedirmeyiz. Etimiz kart zaten bizim. Zayıflık takıntımız var, hep diyetteyiz falan, gerek yok. Ama kemiklerimiz sağlam, kırdığın yerden yeniden kaynar.
Dedikleri üzere zaten "gürleşiriz biz kestiği yerden"
Al bak, yine yazı nereye geldi. Hep burdayız zaten, hep...

25 Haziran 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: BU SABAH

Barika'nın kuyusu: BU SABAH: Ve biz hala gazla, tozla, suyla sürüldüğümüz yerlerde yeniden toplanıyorduk. Ve biz hala sıkılı yumruklarımızı sadece gökyüzüne kaldır...

BU SABAH



Ve biz hala gazla, tozla, suyla sürüldüğümüz yerlerde yeniden toplanıyorduk.
Ve biz hala sıkılı yumruklarımızı sadece gökyüzüne kaldırıyorduk.
Ve biz hala sadece oturarak, konuşarak hatta durarak derdimizi anlatıyorduk.

Ki...

Vurdular. Türkçe'de karşılığı tek ve nettir: öldürdüler. Öldürdükleri yetmedi, "evet, biz yaptık, ne olacak" dediler.

Utanmadan haktan ve Hakk'tan bahsederek, ağızlarında dahi iğreti duran adaleti dillerine pelesenk ederek, vicdanı yok sayıp görmezden gelerek, kardeşlik naraları atarken birden "siz tek çocuksunuz, ne kardeşi, kıyın gitsin" diyerek;

Vurdular. Türkçe'de karşılığı tek ve nettir: katlettiler. Yetmedi, "ne yaparsak haklıyız biz, çünkü güçlüyüz biz, gücümüz var bizim" dediler.

Ve bu ülkenin kağıt israfı, ağaç katili gazeteleri; elektrik israfı, kablo ziyanı, piksel faciası televizyonları, maaşları yetmedikçe ikramiye için üçlü burgu atıp amuda kalkan köşe yazarları, tarafsız kalarak tirajını arttıracağını sanan ve bu şekilde edebiyatın, kalemin gücünü yok sayan yazarları, sanatın halk için değil galiba sadece sanat için olduğunu düşünen, bu yüzden de halk ayak altından çekilene kadar ortalıktan yok olmaya karar veren sanatçıları, çizerleri, marşların ve türkülerin yüzyıllardır süregelen gücünden habersiz, korkak şarkıcıları, türkücüleri...

El ele etrafında dönüyorlar açtıkları çukurun.

Bense dua ediyorum. Son günlerde daha önce etmediğim kadar çok dua ediyorum. Siz yalan söyledikçe, yalanları bağırdıkça, siz durduğunuz yerde cana kast edip, canı yok saydıkça benim inancım güçleniyor. Neyin doğru olduğuna dair gözüm daha çok açılıyor. Görüşüm netleşiyor.

Sis kalkınca tertemiz bir sabah gelir, bilirsiniz değil mi?



18 Haziran 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: YAPMAYACAĞIM!

Barika'nın kuyusu: YAPMAYACAĞIM!: Yapmayacağım! Ne inançlarımı, ne de inandığım şeyleri sorgulamayacağım. Onlar böyleyse ve ben de böyleysem o zaman nasıl aynı inanca mens...

YAPMAYACAĞIM!

Yapmayacağım!
Ne inançlarımı, ne de inandığım şeyleri sorgulamayacağım.
Onlar böyleyse ve ben de böyleysem o zaman nasıl aynı inanca mensubuz demeyeceğim.
Ben mi yanlış okudum ya da ben mi yanlış anladım demeyeceğim.
Büyüklerimden, bilenlerden, erenlerden, ermişlerden daha mı iyi biliyorlar sanki? Ben kime neye inanacağımı, nasıl inanacağımı onlardan öğrenmeyeceğim.
Herkesin bir şeyleri tekeline almaya çalıştığı bir zamanda, bir şeyleri sahiplenmekten de öte, bas baya gasp edenleri dinlemeyeceğim.
Kimsenin elinin yetmeyeceği, dilinin dönmeyeceği kadar geniş bir deryaya inandıysam ben -ki inandım-; bu bir kaşık suda adam boğmaları ciddiye dahi almayacağım.
Ne de güzel demiş ya Mevlana: "Sen bizim suretimize (yüzümüze) değil, siretimize (ahlakımıza) bak"
Ben "durduğum" yerden hep aslına bakacağım...

17 Haziran 2013 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: ZEHİR GİBİYİZ MAŞALLAH

Barika'nın kuyusu: ZEHİR GİBİYİZ MAŞALLAH: Sessizliğim asaletimden falan değil, ne yazacağımı bilemememden... Günlerdir o kadar çok şey okudum, izledim, dinledim, gördüm, duydum...

ZEHİR GİBİYİZ MAŞALLAH




Sessizliğim asaletimden falan değil, ne yazacağımı bilemememden... Günlerdir o kadar çok şey okudum, izledim, dinledim, gördüm, duydum ki; zaten azcık olan hafızam da doldu taştı. Şu andan itibaren adımı hatırlamakta bile zorlanabilirim. Olsun. Yeter ki gördüklerimi unutmayayım, yaşadıklarımı, yaşadıklarımızı unutmayalım. Adımızı hatırlamasak ta olur. Hem zaten artık "biz" olmadık mı?

Hem zaten ne güzel insanlar ne güzel şeyler yazıyor. (Kuzen #obsesifmakinist de bu listede.) Bahsettiğim tabi ki köşe yazarları veya gzeteciler değil. Onların çoğu ya ellerinde yabalar, sopalarla cadı avına çıkan Ortaçağ Avrupası'nın fertleri gibi, önüne gelene saldırmakta ya da  pencereden baktıklarında bu ülkenin sokaklarından ziyade mavi bir ekran gördükleri için tuhaf şeyler icat etmekteler. Asıl sosyal medyada ve sokaklarda onlarca zeka, pırıltılarını çakmak çakmak parlatıyor.
İşte zaten okuyanlarla, okuduklarımızla başladı her şey... Zekanın orantısızı olur mu bilmem ama bize senden zeki olana saygı gösterip lafına hürmet etmek en azından bir dinlemek gerektiği öğretildi.

Bugünler benim için fiziksel açılmaların, kollarda bacaklarda kas geliştirecek hareketler yapmanın, boğaz-göz-burun ne kadar kanal varsa temizleyecek kimyasallarla tanışmanın dışında bambaşka bir kapı açıyor: öğrenmenin kapısını.

Kelimeler, sözcükler, terimler, ideolojiler, fraksiyonlar, bayraklar, flamalar, kısaltmalar, uzatmalar, anayasa maddeleri, haklar-özgürlükler, gözaltı süreleri, barolar, yazarlar, çizerler, partiler, liderler, bakanlar, bürokratlar... (Bu arada dün bir türlü hatırlayamadığımız isim Recai Kutan'dı)

Kısa zaman önce yakın tarihimiz özellikle de siyasi tarihimiz hakkında raflarda okuyacak kitap arayarak telef olurken, bir gün yazılmakta olan bir tarihin içinde kalacağımı kim bilebilirdi ki? Benim oldum olası öngörüsüz bir kul olduğum zaten bilinir. Benim ayağa kalkabileceğimizi, sesimizin çıkabileceğini, "bir dakika n'oluyo ya" diyebileceğimizi hiç düşünmediğim bir zamanda oldu olanlar. Ve bu olanlar bende her şeyin üstüne bir de şunları yarattı: Ben, birey olarak durduğum yerin zeminini yeterince güçlü ördüm mü? Neyi ne kadar biliyorum? Hatta ne biliyorum?

Birebir yaşayarak görüyoruz ki, elimizdeki bilgi tam ve doğru değilse asparagas bir bikinili ünlü haberi kadar değeri var. Elimizdekiler, onları dayandıracağımız güvenilir bir kaynak yoksa kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Eskiden sadece ansiklopedilerimiz varken şimdi dört tarafımız bilgi kaynağı. Eline klavye geçiren yazıyor. Bu durumda da bugün çok yararlı olan su kabağı, yarın çok zararlı olabiliyor bünyemize. O yüzden bir haber ya da bilgiyi en az sekiz kaynaktan okumadan ve en az sekiz sağlam yerden teyit etmeden ciddiye almıyorum. Alamıyorum. Aramızda hala elinde elma şekeri ile bizi inşaata çekmeye çalışan sapık kafalar dolaşıyor. Ve ben bu öcü hikaye ile büyümüş bir neslin çocuğu olarak; bu belirsiz şahsiyetlerin zikrettiklerindense; Nuri Alço'ya daha çok güveniyorum.

Demem o ki; şimdi işleri sağlama alma zamanıdır. Kendimizi. Bilgimizi. Gördük ki biz bildiklerimizle, öğrendiklerimizle ve birbirimize ilettiklerimizle güçlüyüz. İşin bu kısmını da es geçmeyin diye dedim. Yoksa maşallah herkes zehir, zehir...


6 Haziran 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: BU ARALAR HAYAT...

Barika'nın kuyusu: BU ARALAR HAYAT...: Bu aralar hayat, şöyle bir şeyler: Akşamları eve gitmeyi ilk seçenek olmaktan kaldıran bir düzenimiz oldu. Galiba en son geçen hafta...

BU ARALAR HAYAT...




Bu aralar hayat, şöyle bir şeyler:

Akşamları eve gitmeyi ilk seçenek olmaktan kaldıran bir düzenimiz oldu. Galiba en son geçen hafta çarşamba günü televizyon izlemiştim. Dizi, film, yarışma, ne var ne yok hiçbir fikrim yok. Kuzey-Güney final falan yaptıysa bana bir ara anlatırsınız.

Eski bir twitter kullanıcısı değilim, toplasanız bir kaç aylığım, ama bu kadar işe yarayacağını bilemezdim. Elimize geçeni yazdığımız, önümüze geleni paylaştığımız bir uzay boşluğu iken; bir toplanma alanı, bir toplama alanı, bir yardım ağı olabileceğini bilemezdim. Bilemedim, yaşayıp öğrendim, öğrendik. Şu feysbuk'un sahibi hakkında film yapmışlardı ya; acaba biz de twitter'ın sahibi için yapıp gönül borcumuzu mu ödesek?

Son bir kaç gündür duyduğum kadar çok  "pardon" lafını daha önce duymamışımdır. Hani "içindeki canavar çıktı" derler ya; sanki bizim içimizdeki insan çıktı. Normal şartlar altında birbirlerine neler yapacaklarını hayal dahi edemediklerim; bu olağanüstü şartlar altında en kötü ihtimalle içlerinden bir "la havle" çekerek ama her şeyi olağan ve pek tabii görerek yan yana yaşayıp gidiyorlar. Herkes bir diğerinin gölgede kalan yüzünü görmüş gibi. Şimdi herkes birbirine dönüp "yoksa aslında bunca zamandır sizi de..." diyor ve cevabından korkuyor gibi.

Dün gece hayatımda görmediğim kadar çok kandil simidini bir arada gördüm sanırım. Bu ülkenin kandil simidi rekoltesinin dörtte üçü #geziparki na yağmıştı. Sonuç olarak da günlerdir mübarek kandil gecesi ortalığı tarumar edeceğimize dair "harika" haberler yapanlar yine şafağı göremediler. Yanlış tarafa bakıyorsunuz abilerim ablalarım, güneş o  taraftan doğmayacak. Bize dönün, dönün bu tarafa!

Bu resmi bir beyan, yazılı bir kanıttır: Valla ben Çarşı'dan biriyle evleneceğim! Aha bunu tutun aklınızda. Kendime dimdik duran, sapasağlam, delişmen bir adam bulacağım.

Son olarak, #geziparki nda kurulan kütüphaneden sonra herkes ellerinde kitaplarla yürüyordu. Elinizde, evinizde vermek isteyeceğiniz kitaplarınız varsa taşıyın derim. Bu kütüphane sayesinde, yıllar sonra elime geçen ve şimdi çok ama çok daha büyük anlamlar ifade eden kitabım size de, bana da, bize de hediye olsun:
Polyanna.



4 Haziran 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: İZMİR'DEN SELAM VAR...

Barika'nın kuyusu: İZMİR'DEN SELAM VAR...: Bütün acemiliğime, tecrübesizliğime rağmen şimdi bana en doğal şeymiş gibi gelen; içinde yaşadığımız bu harika günler için İzmir'd...

İZMİR'DEN SELAM VAR...




Bütün acemiliğime, tecrübesizliğime rağmen şimdi bana en doğal şeymiş gibi gelen; içinde yaşadığımız bu harika günler için İzmir'den size selam var...

31 Mayıs-1 Haziran 2013 , İzmir

Gündoğdu Meydanı'na giden 169 no'lu belediye otobüsüne binmeden hemen önce on beş yıllık arkadaşım, dostum Fırat'a mesaj attım; "Geliyor musun?" Cevap aynı hızla geldi "Tabi ki geliyorum, neredesin?"

31 Mayıs, Cuma saat, akşam altı buçukta meydana indiğimde....... bir dakika inmeden öncesine gelelim:
İstanbul'dan gelen haberlerin şiddeti arttıkça, o haberlerdeki şiddet artıkça, meydan, Gezi elden gitmesin diye direnenler direndikçe biz evlerin içinde volta atıyorduk. Volta dediğin evde atılmaz dedik, meydanı boş bırakmayalım dedik, çıktık. Ne de iyi ettik...

Kordonboyu'ndan yürümeye başlayanlarla, Cami durağının oradan Alsancak'a girenler Kıbrıs Şehitleri'nde birleşti saat yedi gibi. Oradan ağır ağır sahile, oradan da meydana yürüyen gruba herkes balkonlarından, camlarından eşlik etti. Attıkları her slogana, daha doğrusu attığımız her slogana. Güneş batana kadar, güneş battıktan sonra. Dağılmadı o grup. İstanbul'dan haber geldikçe "Her yer Taksim, her yer direniş" diye bağırdık biz de.

Gecenin ikisinde Kardeş Türküler sürpriz yaptı bize. Onlar çaldı, biz halay çektik. Yanımda elli altmış yaşlarında, Kardeş Türküler'e herkesten çok eşlik eden bir teyze, genç çocukları ile gelmiş, sürekli İstanbul'u soruyordu. Her şeyi kararında, yolunda, eğlencesinde, türküsünde, halayında, sloganında bıraktım ben meydanı gece saat 3 te... Ben eve dönmeden az önce bir otobüs şoförü bana "neden burada toplanmış ki bu insanlar?" dedi. Sinirlensem sinirlenirdim, ama o zaman da konuşamazdım. Ben de anlattım sakin sakin neden kaç gündür ülkenin dört bir yanının "Gezi" diye çırpındığını. Bir kişi, bir kişidir...

1 Haziran Cumartesi; adından müsemma, daha önce de eylemlere adını vermesinden belki, geldiği gibi esti İzmir'de de. Cuma gecesi karışan ortalığa destek için eylem saati akşam yediden öğlen ikiye çekildi. Tek yer Gündoğdu dahası yok. Ne kadar erken ve çok, o kadar iyi dedik, atladık gittik.

İzmir'in teyzelerini bilenler bilir: saçları her daim yapılı, sürekli yüksek sesle konuşan, çantasında her an çıkarmaya hazır Türk bayrağı taşıyan hani, bildiniz di mi? Bana onların resmen ele geçirdiği bir otobüsle meydana inmek düştü. E indik. Hafta sonu ya, çocuğunu kapan, annesini kapan, eşini kapan gelmiş Kordon'a. Büyük bir sayfiye yeri eylemi! Hava nasıl da güzel, meydan nasıl da kalabalık!

Son yedi sekiz yılda taş taş üstüne taş konmaması, ülkenin bitmek bilmeyen en uzun metro inşaatı, bu inşaat sayesinde iflas eden ve iflasın eşiğine gelen cadde esnafı, bilumum belediyede gırla giden ihale ya da  dosya yolsuzlukları hasır altı edilirken büyükşehir belediyesinde yolsuzluktan tutuklanan 18 kişi ve tutuksuz yargılanan belediye başkanına bir önceki yerel seçimlerde ki sonucu görünce hortlayan "şehir elden gidiyor mu" korkusu da ekleyince önümüzdeki yerel hatta genel seçimler için ben bile işkilleniyordum. Cumartesiye kadar...

İzmirliler pek bilmez eylem yapmayı. Gevşeklikleri malum. Ama bir sıkılaştık sanki o gün, bir dirileştik. On binlerce insan bağıra çağıra Kordon'u doldurduğunda saat daha beşti. Bir yıldır bir türlü (iki haftada bir İzmir'e gitmeme rağmen) görüşemediğim can arkadaşım Başak'la bile orada buluştuk. BandoSol marşlar çalarken beraber yanlarında eşlik ettik, pankart taşıdık hatta görüşemediğimiz zamanın dedikodusunu yapacak kadar bile fırsatımız oldu.

Sağa sola zarar vermeye niyetlenen, 17-18 yaşındaki fazla hızlı delikanlıları kendi ellerimizle indirdik direklerden. "Gezi'ye çıktılar, meydana ulaştılar!" haberi gelince koşarak gittim elinde megafonla bağıran çocuğun yanına "bağır herkese meydana çıkmışlar" demek için. Ki zaten duyuruyorlardı. "Her yer Taksim, her yer direniş"ti. Saat 9'a doğru gazın kokusu geldi...

Amma da hapşuruyormuş insan! Amma de genzi yanıyormuş. Daha sadece dumanın rüzgarından bunu duyumsadığımda İstanbul'da son iki gündür o dumanın içine koşan, o dumanı içine çeken, bir adım dahi geri atmayan, bu eziyete gül gibi katlanan binlerce arkadaşıma, kardeşime sadece saygı duymadım; onlarla gurur duydum. O gün Gezi'de benim canım ciğerim insanlar vardı meydana doğru koşan, onlarla gurur duydum. Kıymetini anladım yaptıklarının, boşlukları doldurdum.

Ta ki gecesine kadar... İzmir'in eylem acemisi çocuklarını Basmane'ye çektiler. Gündoğdu'da ki kalabalıktan ayırıp sokaklara çektiler. Sonra da o sokaklarda sopalarla dövdüler. O günün sabahında eylemcilerin önünden çekilip "buyrun Kordon sizindir" diyen ve herkesin alkışlarla uğurladığı polislerle; kırk beş kiloluk kızı, kaldırımın kenarına yatırıp döven on polisi de, Alsancak'ta iki genci elleri arkalarından bağlı yere çöktürüp döven polisleri de;  de aynı anda yaşayan İzmirim. Neye uğradıklarından emin olmayan çocukları, gecenin ikisinde sokaklarda o sopalarla kovalarken yalnız değildi "polis". Yanında insan müsvettesi, o elindeki oduna kurban olasıca tipler vardı. Kraldan çok kralcı, vurmaya kırmaya herkesten çok meraklı, Alsancak'ın ara sokaklarında kaçışan çocukları kıstırıp döven onlardı. Herkes o gece bir dağıldı. Ama yılmadı. Çünkü bi gece önceden belliydi. LGBT li uzun saçlı çocuk demişti ya bana "gece ikide başladık, sabah dörde kadar dayandık" diye.

Pazar günü güneşli ve harika bir hava, dağınık bir kafa, Kıbrıs Şehitleri girişinde temizlik için eldivenlerini giyen genç kızlar ile bulduğum Alsancak (ben gece orada olanları yazdığım kağıtları duvarlara yapıştırırken bana kamu hizmeti olarak yara bandı sağlayan büfeci amcaya ayrıca teşekkür ederim) ; bundan bir kaç saat sonra tomalar ve panzerlerle sıkıştırılmış insanlar, kurulmaya çalışan barikatlar ile karıştı. Gel gör ki ne oldu? Önce yağmur sonra imbat geldi. İmbat ne demek bilirsiniz di mi? İzmir'e özgü, denizden karaya doğru esen bir rüzgardır. O gazı alır götürür... Bir gece önce alınıp götürülenlerin canı için...

Sadece İzmir'de değil, her yerde esiyor İmbat farkında mısınız? Küfür küfür...






29 Mayıs 2013 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: TİTRERİM MÜCRİM GİBİ

Barika'nın kuyusu: TİTRERİM MÜCRİM GİBİ: 29 Mayıs 2013 Bu yazıya bilerek tarih attım. Bir gün hepimizin geri dönüp bugünlerde yazdıklarımızı, okuduklarımızı, yaşadıklarımızı ...

TİTRERİM MÜCRİM GİBİ



29 Mayıs 2013

Bu yazıya bilerek tarih attım. Bir gün hepimizin geri dönüp bugünlerde yazdıklarımızı, okuduklarımızı, yaşadıklarımızı kendimize hatırlatmamız gerekeceği için. Hatırladıkça burnumuzun direği sızlayacak; ama acıdan, ama pişmanlıktan, ama yaralardan, ama biber gazından...

İzmir'de sıcak bir öğleden sonrası... Pijamamın paçalarını dizlerime kadar sıvamış, cıp cıp suyun içinde balkonu yıkıyorum. En sevdiğim iş, içinde su var ya. Parmaklıkların hemen önünde duran, koca mavi bidonda yetişen ve bize her sene onar, on beşer adet mahsül veren zeytin ağacını suluyorum. Ve sularken fark ediyorum ki; bu ağaç, bu ağaçlar...

Taksim Gezi Parkı, bu ülkedeki en harika ya da en büyük ya da en bilmem ne park değil. İçinde ağaçlar olan,  şehrin göbeğinin de göbeğinde bir vaha gibi duran, herkesin mutlaka içinden bir nefeste yürüyüp geçtiği sıradan, kendi halinde bir park. Tı. Şimdi bir direniş mekanı. Gönül diliyor ki bir diriliş mekanı da olsun. Gönül diliyor ki bir şeyler Taksim'den başlasın olması gerektiği gibi.

Rüzgar elbet yön değiştirecek. Korkum bu olduğunda artık elimizde avucumuzda bir şey kalmayacağı üzerine.

Bizler günlük hayatlarımızın gaileleriyle boğuşmaktan bu hale geldik, şimdi bu haller bizim günlük gailelerimiz oldu. Oluyor. Olacak. Bir "t" zamanında tüm gailemiz bu haller olacak. Olmalı.
Ben bu satırları yazarken "siz istediğiniz kadar konuşun benim dediğim olacak!" naraları atılıyor Garipçe taraflarında.

Bundan bir sene önce annemi götürmüştük Garipçe'ye, balık yemeye. Sanki İstanbul'da değilmiş gibi hissettirecek kadar yeşil, ağaçlık ve serin yollardan geçerek. Hakikaten de İstanbul'a ait değilmişcesine söküp alacaklar onları oradan.

Hepsi bir tarafa. Elin Çinlisi ile ortak yapılan bir otele satılan Beşiktaş Kadıköy İskelesi de bir tarafa. Cümle öylesine gerçek, net, sert ve keskin ki; cevap dahi veremezsiniz. Çünkü ucu açık değil, dört yanından kapalı. Tıpkı istikbalimiz gibi... "Ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik. Yapacağız."


28 Mayıs 2013 Salı

Barika'nın kuyusu: LEYLEĞİN GÖR DEDİĞİ

Barika'nın kuyusu: LEYLEĞİN GÖR DEDİĞİ: Yazacak ne çok şey ve yazmak için ne kadar az zaman vardı. Leyleği havada mı görmüşüm karada mı bilmiyorum ama yine ben yer görmedim...

LEYLEĞİN GÖR DEDİĞİ



Yazacak ne çok şey ve yazmak için ne kadar az zaman vardı. Leyleği havada mı görmüşüm karada mı bilmiyorum ama yine ben yer görmedim. Geçtiğimiz hafta sonu, iki günün bilançosu şu şekilde: Kayseri, Maraş, Adıyaman, Gaziantep. Listenin başında ve sonunda İstanbul sabit. Üstüne bir de uçaktan iner inmez koşarak Sütlüce’ye kürekçilerin yanına gidişim var ki; evlere şenlik. Üstelik de sırt çantamda halen Adıyaman peyniri taşırken…

Kürekçilerle ilgili hikayeler yazıldı, başka platformlarda paylaşılacak, bekleyin. Gelelim bizim zaruri Doğu turumuza. Malatyalıyım söylemesi ayıp ama memlekete gitmeyeli nereden baksanız sekiz sene oldu. Bunca zaman sonra yeniden o sınırlara yakın bir yerlere gitmek bana çok garip geldi. Özlemişim…

Kayseri büyük, düzenli ama manasız bir kazıklanma riski var, dikkat edin. Özellikle taksicilere. Mantılar küçük. Pastırmalar incecik. Koşturmaktan sağını solunu göremedik ama şehrin tam ortasında kocaman bir kale var.

Dağlık, yeşil, yağmurlu yollardan geçtik Kayseri’den Maraş’a otobüsle giderken. Maraş’ı sadece gece, tabelasından geçerken fark edebildiğim için hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bizim için tek karı; gecenin o saatinde yenen dondurmalı baklava oldu. Hani şu bıçakla kesilen dondurma var ya, hah işte o.

Sonra, araba ile Adıyaman. Bütün bu hengamenin parçası olan bir düğün için. Sabah kahvaltısına, kahvaltıdaki közde bibere, fırından çıkıp gelen ekmeğe şükranlarımı sunarım. Bir kere daha anladım ki ben doymak için yemek yiyenlerden değilim. Yemek;  bir mesele, bir eğlence, bir zevk.

Düğün Gölbaşı’ndaydı. Adıyaman’ın bir ilçesi. Bir Anadolu düğününde İstanbullu misafir olma diye bir şey var, bilir misiniz? Ancak yaşarsanız anlarsınız onun verdiği hissi. Ezim ezim eziliyorsunuz onca ihtimam yüzünden. Ailenin tüm büyüklerinin halinizi hatırınızı sorması, o karmaşada gelin evinde sizi yemek yemeden göndermeyecek kadar sizi düşünmeleri, kendi elleriyle bir yerden alıp bir yere götürmeleri.

Adamlar bir seferde sekiz çeşit halay çektikleri ve ben toplasanız sadece bir ya da ikisini bildiğim için bir yerden sonra yaptığım o yüz kişinin arasında aşağı yukarı sallanmaktan ibaret oldu. Zaten Hitit güneşi gibi parlayan saçımla yeterince berraktım o halayın içinde, işte bu da tuz biber oldu. Benimle beraber parıldayan yol arkadaşlarımı es geçmeyeyim burada.

Dönüş; Adıyaman’dan İstanbul’a dönmeyi beceremediğimiz için önce dolmuşla Antep. Ama sabahında kahvaltı soframızda aynı anda hem lahmacun hem de çilek olmasına on puan istiyorum. Zaten bu hafta sonu mide spazmı geçirmediysem daha da geçirmem. İki saatte bir acılı, sarmalı, etli, yoğurtlu bilumum yiyecek maddelerini tükettik. Allah o sarma ve kuru biber-patlıcan dolmasını bulan, icat eden ve böyle pişirenleri ıslah etsin!

Sonrası işte İstanbul… Sıcak, kalabalık İstanbul. Evimi özlüyorum. Evim olması duygusu dağılan kafamdaki dağınıklıkları bastırıyor. Ki çok dağınığız bu aralar. Ucunu alamadığım, önünü göremediğim bir dağınıklık denizi gibi. Bazen, bir yerden biri başını uzatıyor sanki bu kalabalığa, ama o da kadar çabuk yok oluyor ki; gık diyememiş oluyorum. Leylek hala havada, ben hala evimi özlüyorum...