29 Mart 2012 Perşembe

ABBAS ARTIK NOT ALMA, YETER



Sevgili Blog,
Hakikaten artık şu evime bir girsem iyi olacak. Bugün, temizlikçim tarafından yüzüncü kere ekildiğim için bunca yolculuktan sonra yarın akşam o evi ben temizleyeceğim. Eskiden de ben temizliyordum, o zaman "ne var" diyeceksiniz. Şu var; birinin temizleme olasılığı vardı ve işte ona dayanarak gözümde büyümüyordu. Ama şimdi, yok. Bana kaldı, ben de kendi başımın çaresine bakmak durumundayım. Her şeyi geçtim aynı gün annemler de geleceği için onlara evin bu haliyle yakalanmak demek; kaldıkları süre boyunca onlardan laf yemek demek olur. Valla içim şişti bir durun hele.

Bu arada ben, notlar almaya devam ettim, ediyorum. Buyrun:

- Hayvanat bahçesi, 37 derece sıcakta gezilmez. Gezilmemeli. Gezmeyin.
- Dört yılın sonunda bir Bengal kaplanı gördüm, o da boylu boyunca yatmış uyuyordu; kıçını değil patisini bile oynatmadı şerefsiz.
- Bu aslanlar hakikaten tembel.
- Her kapısında müze yazan yere elinizde tuz koşmayın. Küçük korku dükkanıydı mübarek.
- Kedi dediğin insanın ayağını yemeye çalışmaz. Manyak ya! Ama tatlı işte.
- Burnumda kocaman bir halka hızma var, alışamadım. Elime, orama, burama takılıyor, korkarım ki burnumu kanadından yırtacağım. Böylece artık sadece büyük değil yırtık da bir burnum olacak.
- Kına iyi güzel de, elden çıkarken o desenler sanki elinize kırmızı keçeli kalemle çizilmiş de sonra yıkanmış gibi duruyor, hoş değil.
- Meksika yemeği yemeye gidip suşi yenmez, ayıp.
- Dünyayı patates kızartması kurtaracak. Çünkü bunca çeşit insanın, her şekilde sevdiği tek şey o.
- Uzun mesafeli ilişkiler yürümez. Yürüyor sandıklarınız çoktan durmuştur siz anlamamışsınızdır. Arada bir camdan bakın "geldik mi" diye.
- Tam on beş gündür Türkçe bir nota dahi duymadım. Demet Akalın yeni albüm yaptı mı?
- Gazap Üzümleri, gazabım olmak üzere. Dokuz saatlik uçuşumun yegane yemeği kendisi.
- Yıllar sonra yeniden Bruce Willis'i görmek güzeldi. Sıçramayın yerinizden, iki dakka Pulp Fiction'a baktık altı üstü. Yok Bruce da Dakka'ya gelmiş, tövbe tövbe...


25 Mart 2012 Pazar

BİGA

Her geçen gün biraz daha yakınlaşıyorduk. Salt yatılı okulun yalnızlığından değil; aynı zamanda ikimizin de ayrı ayrı tuhaf olmasından. Ben; yabani, kaba, nerdeyse nobran, vurdumduymaz bir çocuktum. Biga ise fazla naif, fazla merhametli ve bazen aptallık derecesinde saf bir çocuktu. Bu zıttın da zıttı iki kutuptan insan, ancak birbirinin yanında eksiklerini kapatabiliyordu. Sanırım… Sanırım o yüzden zaman içinde bu kadar yakın olmuştuk. Benim kırıp döktüğüm insanları O toparlarken; onu kırıp döken insanları da ben dağıtıyordum.


Bizim Kız Lisesi öğrencilerinin en büyük zevklerinden ve eğlencelerinden biri de Atatürk Erkek Lisesi’nin öğrencileriydi. Sene içinde ki bayramlarda düzenlenen dans organizasyonları için eşli seçmeler yapılacağı zaman okulda yer yerinden oynardı. O lanet, şirret ve çirkef kızlar; bodur boylarına, koca kalçalarına bakmadan…tamam, tamam sinirlenmiyorum. Neyse işte… Demem o ki, baya bir olay olurdu bu seçmeler. Benim oldum olası böyle şeylere ilgim yoktu. Kalabalık içinde kalmaktan nefret ettiğim kadar kalabalık önünde olmaktan da nefret ederdim. Şimdi düşünüyorum da ben o yaşlarda ne kadar çok şeyden nefret ederdim. Sesi soluğu çıkmadığı için Biga’nın da bundan hoşlanmadığını düşünüyordum. Ha, evet özgüven problemini ve utangaçlığını hesaba katmam gerekirdi ama nedense o zaman için, sadece onun da benim gibi hoşlanmadığını düşünmek bana daha kolay gelmişti.

Bizim mezun olacağımız sene iki okulun mezuniyet gecelerinin birlikte yapılmasına karar verildi. İnfiali hayal edebilirsiniz sanırım. Ne ediyorsanız onu ikiyle çarpın! Bu kadar hatuna bir anda birden çok erkek göreceklerini söylemek; okuldan içeri napalm bombası atmakla aynı etkiyi yapmıştı çünkü! Bu duyurudan sonra sınıflarda işlenen hiçbir ders öğrencilerin umurunda olmadı. Daha ziyade sıra altlarında, elden ele geçirilen dergilerde ki saç modellerini, elbiseleri, ayakkabıları incelemekle meşguldüler. Öğretmenlerin bir kısmı bu açıklama yüzünden müdüriyete ateş püskürürken, bir kısmı da ciddi ciddi öğrencilere yardım ediyorlardı. Kuaför tavsiye edenler, terzi önerenler, ojesinin rengi için fikir verenler hatta daha da ileri gidip kendi mezuniyet resimlerini getirip örnek gösterenler. Ah Muazzez hanım ah…

Bir öğlen arasında yemekte, yan masada oturan kızın heyecanlı heyecanlı saçlarını nasıl bukleleştireceğine dair anlatımını dinlemek zorunda kalmamızı elimde ki çatalı tepsime vurarak protesto ediyordum. Ediyordum ama kafamı kaldırdığımda gördüm ki Biga benimle değildi. Yani vücuden benimleydi ama aklen kızın yanındaydı. Kafasını kıza çevirmiş, bir elini çenesine dayamış, diğer elinde ki boş çatal ağzının kenarında takılı kalmış bir halde melül melül ona bakıyordu. Elimde ki çatalla kolunu dürttüm, bana mısın demedi. Bir daha dürttüm, yine ses yok. “Biga?” dedim. Nafile. Artık ne yapayım, çatalı kolunun beyaz etine batırıp “kızım huuu, kime diyoruz?” dememle yerinde sıçraması bir oldu. Neredeyse korku dolu gözlerle bana döndü. Sanki onu cebimden bir şey çalarken yakalamıştım.

- Neyin var senin? Dedim.

- Hiç, dedi. Ama derken tek eliyle turuncuya çalan saçlarını kulağının arkasına itiyordu ki bu Biga’nın yalan söylediği anlamına gelirdi.

- Uydurma bana, ne oldu söyle yoksa valla çatallarım!

- Ya, yok bir şey. Hem ben doydum, yatakhaneye gidiyorum, deyip tepsisini masadan aldı. Sonra da gerçekten masadan kalkıp gitti.

Elimde çatalla öylece kalakalmıştım. E ama şimdi bu neydi? Bende tepsimi alıp yerimden kalktım, yemekte verilen elmayı cebime sıkıştırıp, peşinden yatakhaneye gittim. İçeri girdiğimde Biga, ranzasına yüzüstü uzanmış, yüzünü birleştirdiği kollarına dayamış, bizim pencereden görünen çınar ağacına bakıyordu. Yavaşça yanına yaklaştım ki normalde yatağına zıplar, tepesine tüner, o bembeyaz teni domates gibi kızarana kadar gıdıklardım ama o anda ben de bile bunu yapacak cesaret yoktu.

- Biga, dedim yavaşça.

Yüzünü pencereden kazıyarak bana doğru döndü:

- Efendim?

- Neyin var senin?

- Hiç…

- Ya başlatma şimdi hiçine, fena olacak bak. Sanki seni tanımıyorum ben.

Tanıyordum hem de neredeyse üç yıldır. Ama bu üç yıl, her gün aynı ranzada altlı üstlü yatarak, aynı sırada ders dinleyerek, aynı masada yemek yiyerek geçen bir üç yıldı. Kendimden bile iyi tanıyordum Biga’yı. O da beni. Çayına kaç şeker attığını bilmek kadar kolaydı benim için onun bir şeye üzülüp üzülmediğini anlamak.

- O salak kızlardan biri mi sıktı senin canını?

- Yok, ne alakası var.

- Bak sinirlenmeye başlıyorum ama. Ne olduğunu anlatacak mısın?

Sesim giderek yükseliyordu ve o, benim sabırsızlığımı iyi bilirdi. Kısıktan da kısık bir sesle:

- Gece, diye mırıldandı.

- Hangi gece?

- Şu şey gecesi...

- Ne gecesi kızım?

- Şey işte.

Benim jeton biraz yavaşta olsa düşmeye başlamıştı ama hala anlamlı gelmiyordu.

- Mezuniyet gecesi mi?

Kafasını “evet” anlamında salladı.

- E ne olmuş mezuniyet gecesine?

- Gidecek miyiz?

Bunu sorarken yüzü, boynundan itibaren pembeleşmeye başlamıştı. Tek elimi belime koyup mümkün olduğunca sakin bir sesle:

- Valla bildiğim kadarıyla bir mecburiyetimiz yok, dedim.

- Ama gidecek miyiz?

- Bilmem, gitmek mi istiyorsun?

Pembe renk, kırmızıya dönmeye başlamıştı:

- Evet.

- Niye ki?

- Gelebilir belki diye dedim.

- Kim gelebilir Biga? Ay içim şişti yemin ederim!

- Turhan.

- Turhan kim?

Gerçekten hatırlamıyordum Turhan kim ama Biga’nın rengi son cümleden önce resmen turuncuya dönmüştü:

- Hani bilgi yarışması için gelmişlerdi ya, o Turhan.

O günden bir sene önce, bizim okulun da katıldığı bir liseler arası bilgi yarışması tantanası vardı. Sevgili Bigamız, okulun en zeki ve en söz dinleyen kızlarından biri olduğu için bizim takımdaydı ve finalde de karşılarına Atatürk Lisesi düşmüştü. Yarışmayı son soruda bizim kızın verdiği cevap sayesinde biz kazanmıştık hatta Biga, bir süre okulun en çok konuşulan kızlarından biri olmuştu. Bir süre dediğim sanırım iki gün kadardı çünkü araya hafta sonu girmişti ve herkes bambaşka başlıklar altında toplanacak dedikodularla okula dönmüştü. İşte bu Turhan denen çocuk, karşı takımın takım lideriydi. Sarışın, uzun boylu, dikkat çekici bir tipti. Öyle olmalı ki ben bile hatırlıyorum. Bir de yarışmanın sonunda Biga’nın elini sıkıp, onu tebrik ettiğini hatırlıyorum. Ondan sonrası yok. Yani en azından bende yok.

- Turhan mı? Şu sarışın çocuk mu?

- Evet.

- E ne işin var ki senin onunla?

Evet, bu saçma soruyu ben sordum. Aslında istediğim şey onun ağzından gerçekten ne istediğini duymaktı. Eziyet olsun diye yapmıyordum, kendi aklımca ona yardım etmeye çalışıyordum. O kadar içine kapalı ve ketumdu ki; onu dürtüp rahatsız etmedikçe bir şey anlatmazdı. İşte, o günden beri Turhan’ın aklında olduğunu bile bir yıl sonra öğreniyordum.

Ne yapmaya çalıştığımı anladığı için, derin bir nefes aldı. Bana yalan söylemezdi, ona kimseye güvenmediğim kadar güvenirdim. Ben de bir tek ona yalan söylemezdim. Yüzüme baktı:

- Ben, onu görmek istiyorum, dedi.

Bir elim hala belimdeydi ama yüzüme yayılan gülümsemeyi bastıramamıştım. Elimi ranzanın demirine koydum:

- Vay vay vay, bak sen! Ne zamandan beri görmek istiyorsun?

- Sana söyleyecektim valla, ama işte…

- Ama ne?

Zorluyordum, farkındaydım.

- Yapamadım.

Yüzünü yeniden cama çevirdi; yavaş yavaş rengini geri alıyordu. Bana bakmadan sordu:

- Peki, gidecek miyiz?

Kahkahamı tutamamıştım. Karnımı tuta tuta gülerken o da şaşkınlıkla bana bakıyordu.

- E ne yapalım, dedim nefes alırken. Şu haline bak, gitmezsek ince hastalığa falan tutulursun sen.

Çarpık çurpuk gülümsedi bana.



ABBAS NOTLARI



Size bu satırları iki elim bileğimden aşağıya kadar kınalanmş olarak yazıyorum. Böyle kıvrıla kıvrıla inen desenler, gözler, helezonlar falan var elimde. Nereden mi çıktı? Bangladeş’ten.


Buyrun;
. Dün fabrikanın kapısından çıkarken beni arabaya götüren bir elli boyunda ve kırk beş kilo olan adam, gömleğinin cebinde tarak taşıyordu ve toplamda bir avuç olan saçını o kadar muntazam ve güzel taramıştı ki; görmeniz lazımdı. Nasıl özenmiş, ben de ona özendim ayak üstü.

. Ellerimde ki kınaları, Dhaka’da bir restoranda yemek yerken yaktılar. Yakan; buralı bir arkadaş, 3 çocuklu bir anne ve çok tatlı bir kadın olan Maya. Kendisi ellerimi aldı bir güzel boyadı. Kıskanmayın diye fotoğrafını da koyacağım, merak etmeyin.

. Türkiye’de saatler bir saat ileri alınınca burasıyla orası arasında ki saat farkı 3 saate düştü. Artık size daha yakınız.

. Ayakkabıyla havuza atlanmaz. Atlamayın. Hiç hoş değil öyle cıp cıp suyun içinde ayaklarınız, hem de çorapla.

. İnsan kusmasını engelleyebilir. Derin derin nefes alıp; başka şeyler düşüneceksiniz. Geldiği gibi gider, teslim olmayın.

. Guava (bkz: resim) güzel bir meyve ama bokunu çıkarmadan yemek lazım. Bir oturuşta bir kilo yemenin alemi yok.

. Bu milletin insanının herhangi bir yere zamanında gitme huyu yok. Size şu saat dedilerse toplantı için, bilin ki en az yarım saat sonra gelecekler. Kendinizi ona göre hazırlamanız en iyisi. Bak mesela bu yazıyı ben o arada kalan boşlukta yazıyorum.

. Denizden babam çıksa yerim ama somon, babamdan sonra geliyor.

. Hayvanlardan değil, hayvanların sebep olduklarının çekinmek lazım. Neme lazım. Ha bir de bu hayatta hiç kimse göründüğü gibi değildir ya da her zaman sizin sandığınızdan fazlası vardır; unutmamak lazım.

. Dün aldığım şalvar dışarıdan bakınca dört kişilik gibi dursa da valla ancak bana kadar yer var; bilesiniz.

. Şu anda karşı odamda toplantıda olan kadın en az kırk yaşında ve en fazla elli kilo, kalkıp ağzını burnunu kırsam ayıp olur diye oturuyorum.

. Günlük su içme rekorumu kırmak üzereyim.

22 Mart 2012 Perşembe

MOLA

Ya ben sizi unuttum mu sandınız? Aşk olsun! Yoksa kaçırıldım mı sandınız sizde? (hakkımda çıkarılan rivayetlere ithafen soruyorum) Halbuki Allahıma şükür sapasağlam gittim geldim te Lübnanlara. Zaten aklı başında hiçbir fidyeci beni kaçırmaz. Ne alacak karşılığında? İzmir’de ki evin balkonunda, plastik bir kovada dikili zeytin ağacı fidanından başka bir dal dikili ağacımız yok ki ailecek! Olsa, dükkan sizin. Daha da üstüne para vereceksiniz de mi beni tutsunlar diye. Neyse…

Gezimiz gayet güzel geçti ki bu konuda ayrıntıları yakında #obsesifmakinist’in yazılarında okuyacaksınız. Kendisi kuzenim olur (hala bilmeyen varsa). Ben onun dışında size ne gezdik ne gördük bilahare anlatacağım ama şunu diyeyim ki; güzeldi. Biz, iki kuzen öyle alıp başımızı gittik Ortadoğu’nun göbeğine. Sonra da onun göbeğine; ta Bekaa Vadisi’ne kadar içeriye. Her ülkede bir dağı aştınız mı, onun arkasında başka bir yer çıkar ya karşınıza; Lübnan’da da aynısı oldu. Beyrut’tan çıkıp dağı aşınca başka bir yere geldik sanki. Baalbek ile Beyrut o kadar farklıydı ki birbirinden. Bu hikayelerden hepsinden önce söylemem gerekir ki; her şey ve herkes güzeldi. Ülke de, insanları da. Lanet olsun dostum, kızlar gerçekten güzeldi! Yaşayarak gördük; rahat bırakılıyorlar ve bu sayede güzelliklerini sergilemek konusunda sıkıntı çekmiyorlar. Sergilemekten kastım yanlış anlaşılmasın, ortalıklara serilmek manasında değil, daha çok saklamamak manasında söyedim. Ha bir de tabi o meşhur göz makyajları var. Gözlerinin hem altını hem de üstünü çepeçevre saran simsiyah bir çerçeve. Bir de bir şey diyeceğim, Tanrı beni affetsin ki; doğu ülkelerinde kadınların güzelliği ile erkeklerin çirkinliği doğru orantılı. Gerçi Lübnan daha doğrusu Beyrut o kadar da kötü değildi. Zamanında Hindistan görmüş biri olarak konuşuyorum, bana inanın. Bu arada Beyrut’un barları ve cafeleri gerçekten çok güzel. Gidip görüp, içmenizi tavsiye ederim. Ama oturduğunuz normal bir bar; bir anda kareoke bara dönüşebilir, hazır olun.
Şimdi sanıyorsanız ki Abbaslık bitti; hayır, yanılıyorsunuz bitmedi. İki günlük İstanbul molasından sonra, Barika bu gece de Bangladeş’e uçuyor. “Yuh, ebesinin örekesi!” dediğinizi duyar gibiyim, ayıp, denmez! Ne yapalım denk geldi, arka arkaya oldu program. Bir hafta da oradayız. Ama orada internet bağlantısı canımız, kanımız, o yüzden görüşeceğiz; merak etmeyin. Zaten orası artık benim memleketlerimden biri gibi oldu. Senede dört kere gidiyoruz. Ya ben kendi memleketime yıllardır gitmedim düşünün.
İstanbul molası demişken, bahtıma bakınız: dün akşam eve bir geldim ki; elektrikler yok! Şakacı. Aslında değil. Otomatik ödeme talimatlı faturam, hesabımda ki bütün para Lübnan doları haline geldiği için yatmıyor ve doğal olarak da Ayedaş "ay çocuk tatilde yazık, kesmeyelim" demediği için şak diye elektriğimi kesiyor. Yetmiyor bir de sigorta kutuma teller gerip bağlıyor. E ama bu çok ağır olmadı mı? Ben de her Türk gibi o teli kanırtarak ama koparmadan sigortayı kaldırmayı deniyorum. Bir tanesini beceriyorum ama tel, ikinci sigortayı kaldırmama izin vermiyor. Zaten o teki de işe yaramıyor. Çünkü benim elektriğimi merkezden kesmiş oluyorlar. Bu sefer aynı çabayla yerine oturtuyorum ki bilmem ne kadar ceza ödemek zorunda falan kalmayayım. Her şey bir yana doğal olarak kombi çalışmıyor ve ev ısınmıyor. Ama neyse ki ben çok üşümüyorum ve zaten yorgunluktan saat on da uyuyorum. Ay anlatırken bile fenalık geldi. Bu arada ben o sinirle tırnaklarımı yediğimi fark edip hepsini kökünden kesiyorum. Böyle rüya anlatıyormuşum gibi oldu amma halbuki hepsi gerçek. Topu topu iki günlüğüne geldiğim İstanbul'da, mum ışığında valizimi yeniden yaptım. Aslında içinden sadece kirlileri çıkarıp, bir iki parça temiz parça koydum demek daha doğru olur. Neyse ki iklimsel olarak çok farklı iki yere gitmiyoruz bu sefer.
Durum budur yani. Daha size İstanbul'a nasıl in(eme)diğimizi anlatmadım, piiiii.
En kısa zamanda yeniden görüşmek üzere, esen kalın.

14 Mart 2012 Çarşamba

ABBAS YOLLARDA 1.KISIM




Sevgili Blog,


Daha önce ki notlarımdan da anlayacağınız üzere ben (yine) gidiyorum. Da işte şöyle bir şey var; ben ve sevgili kuzenim #obsesifmakinist ne zaman tatile çıkmaya kalksak ve çıksak; bir tür paranoya geliştiriyoruz etrafımızda: acaba bu sefer neler olacak? Yakından takip edenler, daha önce başımıza gelen bilumum hırsızlık, kaybolma, yolda kalma vs maceralarımızı bildiği için bunu yadırgamayacaklardır ama yeni başlayanlar için bir örnek verelim:
“Larissa’dan Atina’ya gitmek isteyen iki kız, otogara gitmek üzere otellerinden çıkarlar. Ülkeye indikleri ilk günden itibaren ülke genelinde süregelen taksici grevi nedeniyle 45 derece havada valizlerini sürükleye sürükleye yürümeleri gerekmektedir. Hayır, metro falan yoktur, şehir içi otobüsle ise henüz tanışamamışlardır. Ayrıca o sıcakta, günün o saatinde (bks: saat 11 falan) sokaklarda in-cin top oynamaktadır. Otellerinin hemen yakınında ki otogara gidip oradan Atina otobüsü olmadığını, şehrin diğer tarafında başka bir otogara gidilmesi gerektiğini öğrenirler. Araç olmadığı için bankolardan birinde ki kadın, onlara bir otobüse binip askeriyede inmelerini ve 20-25 metre yürümelerini söyler (buraya dikkat). Aynen söyleneni yaparlar. Ama 20-25 metre değil, o Allahın sıcağında iki koca valizle kırk dakika yürürler. Sekiz kişiye sorup sekizinden de yanlış (ya da Yunanca olduğu için onların yanlış anladığı) tarifler aldıktan sonra nihayet otogarı ufukta görürler. O yorgunlukla -ki takriben bir buçuk kilo falan vermişlerdir- bilet almak için içeri girdiklerinde; kendilerine yolu tarif eden kadının aynı bankoda oturduğunu görürler.”
Anlayamayanlar için açıklama: tam bir saat dönüp durduktan sonra aynı otogara geri gitmişiz! Allah herkesi, Yunanlıların yol tarifinden korusun, amin. İnsanın kafasından aşağı kaynar su dökülmesi hissini bu kadar net yaşadığım çok az an vardır. Ne mi yaptık? Olduğumuz yerde çöktük kaldık. Sonunda bize acıyan ve İngilizce bilen Yunan bir amca, bizi arabasıyla otogara götürdü. Tanımadığın adamın arabasına binme konusuna gelince; amca o kadar yaşlıydı ki; zaten bize bir şey yapabilecek gücü varsa yapsın! Yapsın anasını satayım, sevap olur! İçimden dedim ama bunu ben tabi ki.
Yani işte, bu sadece bir örnek. Bu ve benzeri olayları göz önüne alınca; her tatile çıkışımızda arkamızda, bizi merakla bekleyen bir güruh bırakmamızı anlarsınız sanırım. Geçen yaz biz gitmeden hemen önce Yunanistan ekonomik krize girip isyanın merkezi olmuştu. Şimdi de Arap baharının hemen ardından Lübnan’a gidiyoruz. Hadi hayırlısı…
Beyrut fikri ilk #obsesifmakinist’e ait olup (yıllar önceden); Ece Temelkuran’ın Muz Sesleri ile pekişmiştir. Son dönemde ki gözdeliği bir tarafa Gazze şeridine inmeyi falan düşünen bir kuzenle gitmem benim şansıma. Yarın bir gün gazetelerde, sınırda çekilmiş yüzümüz poşili resimlerimiz çıkıp; altında “milis kuvvetlere katılan iki Türk kızı” ya da gözlerimizde birer siyah bantla “kaçırılan Türk kızları için ordu alarma geçti” gibi haberler görürseniz şaşırmayın. Onlar #barika ve #obsesifmakinist’ tir. Bol bol dua edin.
Şaka bir yana, buradan bakıp biraz inceleyince gördük ki; Beyrut güzel şehir. İnsanlarını gidince göreceğiz -ki bizim insanlarla iletişime geçmek gibi bir problemimiz hiç yok- ama yemekler, of o yemekler ne kadar güzel görünüyor yahu! Tamam, benden daha ciddi bir mesaj bekliyorduysanız, burası hayal kırıklığına uğradığınız yer olabilir ama bir bakın o Lübnan yemeklerine lütfen, beni anlayacaksınız. Zaten gelince anlatırım ben size “ideolojik oluşumların humus üzerinde ki etkisi” ni canlarım, merak etmeyin.
Cuma gece yarısı ineceğimiz ve bilmediğimiz bir otele (Ama bu sefer önceden rezervasyonlu. Gelişme mi gösteriyoruz yoksa macera ruhumuz sekteye mi uğruyor bilemiyorum. Halbuki Edinburgh’ta, gecenin on ikisinde otelsiz olarak elimizde bavullarla bir otobüs durağında kalakalmamızın üzerinden sadece dört sene geçti) geçeceğimiz günün ardından bakıp göreceğiz ne menem bir memleket bu Beyrut. Ve bakalım bize hazır mı?

12 Mart 2012 Pazartesi

BATAN GEMİNİN MALLARI




Son yazılar bunlar, yetişen alıyor. Son derken; bu bildirim, yazının muhatabı içindi. (bkz: 11 Mart tarihli "Not") Yanlış anlaşılma olmasın.

Yüzüncü kararsızlıktan sonra gelmemeye karar verdim.
Daha önce de o kartı atmamaya karar vermiştim. Paris’te… Paris’ten, Sevgililer Günü’nde atılmış bir kartın bir anlamı olmazdı, senin için olmazdı yani. Paris’ten kartı değil kaldırıp Notre Dame’ı atsam bile vız gelirdi sana. Öyle işte. Öyle geldi bana. Duvara konuşmuşum ben. Ondan.
Bininci kere saate baktım. Çıkmama on beş dakika vardı ama ben hala hangi araca bineceğime karar vermemiştim. Taksim’e mi, Kadıköy’e mi? Sana mı, bana mı? Bana, hep bana canım. Binemedim. Yok yanlış; binmedim. Artık gurur mu dersin, aklını sonunda başına devşirmek mi dersin bilmem ama ben sanırım yorgunluk diyeceğim. Külçe gibi oldum senin yanına geldiğimi düşününce. Yanın derken; lafın gelişi. Geçenlerde Taksim’den dönerken sarı dolmuşların orada volta attım eve gitmeden. Gidemedim ki, binemedim ki o sarı dolmuşlara. Beşinciyi de doldurup gönderdim. Saate baktım, on bir. Nereden baksam bir saatin var. Kar başladı sonra. Tanrı resmen diyor ki “evine git geri zekalı kızım, daha ne yapayım, yıldırım mı düşüreyim kafana?”. Diyor da ben, nato mermer-nato kafa, anlamıyorum. Yanlış; anlamazlıktan geliyorum. Sonra bindim gittim eve. Gece ikiye kadar nöbet. Boku çıktı bu işin de artık.
Ayrıca şu var ki, daha önce o volta attığım yerde bana söylenmiş olan “git, bir daha da beni görme” cümlesi, senin cemi cümle yıldırımından beterdir Zeus efendi, haberin olsun. Dinlemeliydim. İnsan olup, laf dinlemeli ve gerçekten de gidip bir daha da görmemeliydim. Onun yerine o gitti bir daha görmemek üzere.
Benim ömrüm o kadar uzun değil dediğimde sen bana inanmadım ama bak ben yine on beş gün içinde altı kere uçağa bineceğim. Birinden biri bile düşse, başka şansım yok. Ne yapacaksın? Ben gitsem sen beni aramazdın, biliyorum, gördüm. “Ben ölürsem üzülür müsün” de çok ağır olur, sormam. Seni unutursam, hisseder misin? Bir gün hiç yazmazsam artık, tek kelime bile; azıcık da olsa canın acır mı? Falan filan.
Bütün işler güçlerden önce….
Ben gidiyorum. Beyrut’a. Sen yazmıştın bir kere hatırlıyorum, bir çırpıda karar verip gidiveren arkadaşının ardından. Ben de kendi önümden yazıyorum. Ben Beyrut’a gidiyorum. Kafalar hazır karmakarışıkken, daha da karıştırmaya. Ya da belki arıtmaya. Arak içip, toprağa basmaya. Mağaralara, tepelere, Akdeniz’e…Ben gidiyorum. Seni orada bırakıp öyle dönmeyi umarak gidiyorum. Amin.

Not: Bu yazı geçen hafta bir ara yazılmış olup; koy gitsin hesabı yayınlanmasına karar verilmiştir. Endişeye mahal yok.

11 Mart 2012 Pazar

NOT

Gitmeme dört gün var. Döndüğümde her şey bitmiş olacak. Öyle bır yere gidiyorum ki; her şeyi bitirmeden gelmeyeceğim. Hani bır zaman hakkında yazdığın yer... Yunanistan'dan döndüğümde her şeyi bitirmem gerektiğini anlamıştım. Şimdi baska bır yere giderken, en azindan bu kez giderken, her şeyi bitirmem gerektiğini biliyorum. Uzun bır zaman yokum, burada olmayacağım. Olmasi gerektiği gibi. Ama iste bır zamanlar birinin bana sorduğu gibi: bana söyleyecek bır seyin var mı?
Gitmeme dört gün var. Son sansin. Bana soyleyecek hic bir seyin kalmadigina inanmak hala zor geliyor. Oysa ki benim artık sana söyleyecek hiçbır şeyim yok. Kalmadı. O yüzden senin de artık son sansin. Bundan sonrasında yani döndükten sonra, artık sana yazmayacağım. Seni yazmayacağım. Cümlelerimin arasında, kelimelerin icinde bır yerde, yazdıklarımın icinden ufak tefek gececeksin bir sure daha elbet ama artık direkt ve dogrudan sana yazmayacağım. Atmam gereken son bır kaç parça kaldı. O memlekete seni sürüklemek istemiyorum. Bu sefer benimle gelme. Uğruna yazılar yazacağın o memlekete seni götürmek istemiyorum. Seni oraya da taşımak istemiyorum. Seni birakabilecegim en güzel yere gidiyorum. Eminim bilsen bana hak verirdim. Eminim ki bilsen sen de seni orada bırakmamı isterdin. Her şey baska turlu olsaydı, ne o memleket ne sen...
Gitmeme dört gün var. Disarda sağanak yağmur yağıyor. Öyle bır yağmur ki, yağdığına şükretmeliyim sanırım. Çünkü beni bu gece yerimde tutan tek şey bu yağmur. Ve ben acaba durur mü diye bekledikce, o inadına daha da hızlanıyor. Bu da işaret degilse nedir? Ve ben hala "çok islanma" diye dua edebiliyorum. Bu da aptallik degilse nedir?
Gitmeme dört gün var. Demektir ki seni benden kurtarmama, beni de senden azat etmeme dört gün var. Artık "acaba" demeni gerektirecek ya da hala ediyorsa seni tedirgin edecek hiçbir şey kalmayacak. Artık her gece on ikiden ikiye kadar nöbet tutmayacağım. O saçma sapan karışıklıklar bitecek. Yemek düzenim, uyku düzenim hatta umarım ki artık adet düzenim geri gelecek. Belki yüzümün abuk yerlerinde çıkıp duran sivilceler bile biter. Ya da çok mu fazla şey bekliyorum?
Gitmeme dört gün var. Gözün aydın.

8 Mart 2012 Perşembe

ÇOK ACAYİPSİNİZ MAŞALLAH!

Sevilmek güzel şey be! Atılan onlarca mesajı ( tee İspanya tatilinde tanıştığımız Alman çocuk bile kutlamış, canım), yapılan jestleri, ölüm diyetimi (bkz: Seda Sayan) bozmama sebep olan pasta seremonisini geçtim; cocuklar benim için film çekmişler yahu! Valla diyorum. Ciddi ciddi böyle ellerine kamera alıp, stüdyoya falan inmişler. Ay hepsi nasıl şebek, nasıl tatlı ve ne kadar kıymetli; görseniz yersiniz. Kılıktan kılığa girmişler ama daha önemlisi şekilden şekle girmişler. Ben de izlerken gülmekten şekilden şekle girdim zaten. İnsanlar “ay bütün bunların kesin sizin aranızda anlamları vardır eheheh” diyor da; yok gülüm, çoğu anlamsız ve o yüzden komik. Ama gel gör ki, bu videoya çocukluk fotoğraflarımdan birinin sızmış olması hiç hoş değil. Üstelik de daha geçenlerde hakkında onca yazmışken. Folklorik halim de bir sevimli ki, peh! Demem o ki beni yine şaşırtmayı başardılar. Geçen sene pastamın üzerinde boylu boyunca yatan ve neresini kim yiyecek kavgası yaptığımız Kıvanç’tan sonra (Tabi ki gerçeği değil, mantıklı olalım. Gerçeği olsa öyle bir kere kavga mavga olmazdı. Kikcboks falanı geç, bildiğin mahalle tarzı ile sümsüğü geçirdim mi hepsini yere serip; Kıvancımın üzerine kapaklanırdım. Ne sandınız?) ben aslını getirin artık demiştim (ki o vakit artık burada neler olurdu bilmiyorum? Bu bina depreme dayanıklı mıydı?). Canlarım dizi setine girip, kendisini bir halıya sarıp kaçırma kısmında başarısız olunca; beni başka türlü oyalamaya karar vermişler. Zaten doğum günümün ertesi gününden itibaren kafalarını yemeye başlıyorum, hakikaten iyi dayanıyorlar. “Bize ne len senin doğum gününden. Eşek kadar kızsın, bu ne ya? Allah allah!” da diyebilirlerdi ama nah diyebilirler! Yok öyle bir dünya. Bu bir paket program şekerlerim, beni alan bu saçmalıklarımı da alıyor işte, ne yapalım. Ezikböcek olacak kardeşimin de dediği gibi “kafa hiç büyümüyor ki!” Şaka bir yana, işlerini güçlerini bırakıp bana sessiz (sessiz olması gereken ama sesi kısınca baya sessiz olan) bir kısa film çekmişler. Becerebilirsem buraya linki koyacağım, siz de izleyebilesiniz diye. Zaten youtubeA da yukleyecegim (itiraz etmeyin cocuklar, sizi meshur edecegim) artik oradan izlersiniz (anahtar kelimeler: bisiklet, utu, sapka. Dusunun ne menem bir sey)Bakın görün de anlayın; Barika normal mi ki, etrafındakiler normal olsun?  Bu arada; iyi ki varsınız.    

7 Mart 2012 Çarşamba

TA TA TA TAAAAAM



 Ta ta ta taaam! İşte büyük gün geldi ama itiraf edeyim bir hevessizim bu sene. Neden bilmem bir türlü havaya giremedim. Bir eksiklik var sanki ya da bir fazlalık (fazlalık o otuz rakamının yanında ki bir rakamı, salak şey, bi çekilse), bilemedim. Kafiye yaptım istemeden, lütfen yok sayın, ögh.

Ağzımın içinin sol tarafı boydan boya yara ve konuşurken bile sızlıyor. Eja sağ olsun benim için msn’de fal bakmış. Yavrum, hala benim için aşk diliyor, nasıl da iyi kalpli ve iyi niyetli. Diliyorsun da ben pek beceremiyorum fark ettiğin gibi di mi hayatım? O yüzden bence benim için sadece “birilerinin bana aşık olmasını” dilesek? Bir de bunu görsem ben? Hayır, bir türlü göremedim de.
Bir yaş daha yaşlanmamın yanı sıra biraz daha yoruldum. Kırıldım. Fark ettim ki, eskisi kadar tahammülüm kalmamış insanlara. Daha çabuk sinirleniyorum ve daha zor samimi oluyorum. Yani benim standartlarıma göre. Artık kemik bir kadro var etrafımda ve onlarla mutluyum. Onlar da benimle mutlu olmalı ki buradalar hala. Parça parça attıklarımdan, asla gitmez hep kalır sandıklarımı gönderdikten ve vazgeçmek istemediğim halde vazgeçmek zorunda kaldıklarımdan sonra, bu kadarız.
Geçen sene “ulen otuzumuza geldik, elle tutulur bir iş yapmadık” diye yırttım ya kendimi, hala yapmadık. Ama yapmadıklarımın yanında yaptıklarıma da bir bakayım dedim. E bi zahmet yani, o kadar da kendini ezmenin anlamı yok. Hiçbir şey yapmasam da, şu an beni okuyorsunuz ya; hah işte bunu yapmışım.
Gezeceğimiz ve göreceğimiz yerler çok, yapacağımız şeyler hala var, ben çoğul konuşuyorum belki ama hala tekilim, bakmayın. (Bulacağım seni lan, nereye saklandın, nereye kamufle oldun da görünmüyorsun bilmiyorum ama bulacağım seni! Bulduğumda da zaten Allah yardımcın olsun)
Her işte bir hayır var, her şeyin hayırlısı, hadi bakalım hayırlısı diye diye geldik bu yaşa. Hayırlısıyla devam ederiz inşallah, maşallah. (Sabah o kadar Adnan hoca geyiği yaparsan, böyle olur işte. Kedi canımı benim! Ve bütün yabancılar da can değildir ayrıca)
Seviyorum sizi lan! Şu anda bunu okuyan herkesi seviyorum galiba. İçim dışım sevgi. Babama mı çektim acaba sevgi pıtırcıklığı konusunda? Adamı kimseden nefret ettiremiyorsun anacım! İnsanı deli eder “ama şimdi bir de onun gözünden bakmak lazım” şeklinde bizi empatiden empatiye sürükler falan sağ olsun. Yine sağ olsun ki bugünkü en güzel doğum günü mesajımı (her zaman ki gibi) o attı. Ah bazı şeyler hiç değişmiyor, bkz: babalar ve kızları.
Haydi bakalım , şimdilik dağılın, bu kadar sevgi yeter size bugünlük.

6 Mart 2012 Salı

barika'nın kuyusu: KARIŞIK KURU PASTA

barika'nın kuyusu: KARIŞIK KURU PASTA: Bir gün kala, son söyleyeceklerimizi toparlayalım: Bugün canım çok sıkkın. Benim canım kolay kolay sıkılmaz, ona göre hesap edin işte...

KARIŞIK KURU PASTA



Bir gün kala, son söyleyeceklerimizi toparlayalım:

Bugün canım çok sıkkın. Benim canım kolay kolay sıkılmaz, ona göre hesap edin işte. Ama sıkılınca da bir şeyleri değiştirmeden rahatlayamam. Saç sakal oynayacak halim yok artık. Ya saçımın yarısı açık mavi, muhabbet kuşu gibi kafamın arkası daha ne oynayayım! Dün az daha kaşımı deldirecektim de son anda aklım başıma geldi. O ses var ya, o konuştu: “Yuh artık devenin nalı! Otuz bir yaşına giriyorsun ve tutmuş kaşımı deldireyim mi diyorsun? Sen bundan sonra ancak ve ancak, neyse susuyorum. Yok vazgeçtim ulan susmuyorum. Sen var ya sen….”
Uzatmayalım, bu iç ses baya bir çemkirdi bana anlayacağınız. Ama haklı şimdi o da. Benimle beraber otuz bir senedir, saçma sapan şeylerin içinde kaldı. Bazı şeyler baya bir içinde kaldı. O yüzden üzerine bir bıkkınlık, bir sıtkı sıyrılmışlık gelmiş olabilir. Tabi o biraz da, yaş ilerledikçe benim olgunlaşacağım gibi “tuhaf” bir umuda sahipti. Ah hayal kırıklığı, sen ne acı bir şeysin!
Hayal kırıklığı demişken, neyse, demeyeyim değil mi. Artık bir şey demeyeyim. De işte, ne bileyim... O kadar isterdim ki ve o kadar dilerdim ki bu gece en azından görmeyi. Ya tamam, biliyoruz, kakmayın kafama mantıksızlığını ve olmazlığını. Ben de "isterdim" dedim zaten. Her istediğim olsaydı bunları yazıyor olmazdım. Hatta burada yazıyor da olmazdım. Yok lan, yine de burada yazardım. Ama benim doğum günüm daha doğrusu gecem, neyse işte ve bu gece ki nöbet hepsinden daha uzun sanki. O yüzden böyle kem küm ediyorum. “E tutma o zaman” demesi kolay. Askerliğimi yakamam ben, kusura bakmayın. Teskereye daha var. Zaten benim gibi şaşkalozların askerliği ömür boyu sürer. Bu cephe biter yenisi açılır. Ben muhabereyi kaybetmişim baştan. Ay ne kadar arabesk oldum ben böyle! Patlat oradan bir 9/8 lik!
Patlatacağız zaten canlarım, endişelenmeyin. Cumartesi gecesi, Nevizade’den yükselen “haydi lilililililililili yar” ların bir kısmı ben ve ekibime ait olacak. İnşallah. Umarız. Dileriz. Hazırız.
Yarın büyük gün, siz hazır mısınız?

5 Mart 2012 Pazartesi

ÜÇ KALA



  Rakamın üzerine yapıştırmışız (yapıştırmışlar) etiketi, çıkar çıkarabilirsen. İnsan yaşını söylemeye utanır mı? Altmış dokuz bile otuz birden daha saygın bir yerde rakam olarak yahu!

Uzatmayalım yoksa konu yavşayacak, üç gün sonra otuz (rakamla 30) yaşımızı da bitiriyoruz. Yani iyiden iyiye otuzlarında kadın modeli olduk, iyi mi? Değil! Ben daha otuz (rakamla 30) demeye alışmamışken otuz bir nasıl diyeceğim? Demeyeceğim. Yolunu buldum, birileri ben yaşım otuz dediğimde “a sanki daha büyük gösteriyorsun” diyene kadar otuzdan devam edeceğim. Allahıma şükür minyon bir tipim. (Kısa boylu, gösterişsiz bir tipim yerine minyonum deyince daha sevimli oluyor değil mi? Çakallar sizi!) Şimdi bunu neden yazıyorum, artık eskiye göre daha kalabalığız ya burada, siz de yurtta ve dış temsilciliklerde ayrıca Lefkoşa’da yapılan törenlere katılabilirsiniz. Sağda solda, Taksim’de felan mavi saçlı bir Barika görürseniz, doğum gününü kutlayabilirsiniz. Bayılır kendisi.
Te çocukluğumdan beri böyledir işte. Galiba annem-babam hep benim doğum günümü kutladılar yıllarca diye yani bir tür çocukluk alışkanlığı belki. O fotoğraflardan birini buraya koyabilseydim keşke; saçlarım iki yanımdan kırmızı kurdele ile bağlı, ailenin ilk torunu hem de kız torunu olmanın şımarıklığı ile önümde ki pastanın mumlarını üflerken çekilmiş olanlardan mesela. Ama hepsi İzmir’de ki evde kaldı. Oradan buraya çok az fotoğraf getirmiştim. Onlarda üniversite yıllarına ait. Bir de ortaokul yıllarıma ait bir tane var ki (Ya eskiden ortaokul diye bir şey vardı. Bu yeni nesil bilmez ama ilkokulla lisenin arasında kalan üç seneyi kaplayan ayrı bir okuldu. On tane okula girip çıkıyorduk, bir bok varmış gibi tövbe tövbe. Şimdi adı altıncı sınıf falan oldu. Gerçi bu hızla giderse bizden sonrakiler değil birden çok, tek okula bile gidemeyecek. Kızlar için konuşuyorum tabi); o albüm en kısa zamanda tarafımdan yok edilmeli. Allah muhafaza birilerinin eline geçerse, valla billa cümle aleme rezil olurum. O nasıl kıyafetler, o nasıl saç? Pamuk prensesin üvey annesi yapmamıştır, annemin bana yaptığı kötülüğü. Sen kalk, at kuyruğu gibi kalın, kocaman saçı olan kızın kafasını kısacık kestir. İyi, güzel, o uzarken neye benziyor biliyor musunuz? Medusa’nın kafası gibi her tel ayrı yere bakıyor. Elektrik çarpmış gibiyim tüm fotoğraflarda, saçım hep ayakta. Biraz jöle möle sürsem, bir tür Elvis taklidi çıkarmış benden. Zaten lacivert jilenin içine kırmızı kravatla hepten batmış haldeyim. Ulen biri de dememiş “gel şu saçına Allah rızası için bi tel toka, bir taç maç takalım” diye. Salmışlar beni öyle papaz gibi sokağa, oh! Sonra neden evde kaldın Barika? Ağaç yaşken eğilir, ben yamulmamışım bile. Bak sinirlendim şimdi. Ay birde puantiyeli kısa taytın üzerine tişörtle bir resmim var ki… Ya kısa tayt nedir arkadaşım? Hadi uzununu anladık da kısa tayt nedir? Giyilir mi o? Giydirir mi insan onu evladına. Anne beni hiç mi sevmedin sen?
Sakin, tamam, nefes, derin derin nefes… Geçti gitti o yıllar.

Geçen sene (okuyanlar bilir) bunalıma girip ikide bir “çok yaşlandım, ne yapacağım ben yaeee” konulu yazılar yazıp herkesi rakamdan soğutmuştum. Bu sene üzerime bir kabullenmişlik, bir tür öğrenilmiş çaresizlik falan sindi; o yüzden bak bugüne kadar “ne bu yeaeee” konulu bir yazı yazmadım. E artık ben ne yaparsam yapayım, o dönülmez yoldan döndük bir kere. Şimdi yapılabilecek tek şey; yürümek. Arkaya bakmadan, oyalanmadan yürümeye devam etmek. Artık ayaklar daha aşina bu yola ve artık manzara daha net. O neredeyse koşarak geçtiğimiz yollardan sonra, daha bir sakin bu yürüyüş. Dedim ya bir kabullenmişlik var çünkü. Ta bundan yıllar önce çizdiğim, neresinden döneceğime kendim karar verdiğim, tüm sapalarını, kestirmelerini bildiğim bir yol. Yürü ya kulum hali işte. Nereye demeyin, vallahi bilmiyorum! Bu yol nere gider, nasıl gider ben de bilmiyorum.

not: kendi çocukluk resmimi bulamadım, bununla idare edin. benden çok olmasın, baya tatlı kendisi.

1 Mart 2012 Perşembe

MART KAPIDAN BAKTIRIR FALAN



En kısa ay olmasına rağmen en sıkıcı ay olan Şubat, nihayet bitti. Sıkıcı olmasının yanında nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde her seferinde en parasız kaldığım aylardan biri oluyor. Yine meteliğe kurşun atma, "tık yok abi" manasında boğazımıza fiske vurma durumlarundayız. Ama bitti. Ay bitsin zaten. Aylar bitsin hatta da ben de bir kurtulayım. Dışarıdan bir sorun yok ama içeriden baya sıkıcı bir kadın oldum. Kendimden nefret edeceğim az kaldı şerefsizim! Bak mesela: gece Taksim'den eve dönerken kar yağıyordu, hem de nerdeyse tipi gibi. Ama çok güzel görünüyordu. Tıkır tıkır üstüme düşüyorlar, hemen de erimiyorlar. Başka zaman olsa her İzmirli gibi "enee kara bak, ne güzeel!" gibi saçma tepkiler verirdim ama ben ne yaptım? Senin için endişelendim. Allahım bu karda bu adam nasıl eve gidecek? Acaba o çıkana kadar yollar açık olur mu? Üşütür mü? Soğuk alır mı? Sıkı giyindi mi? Zeki Müren'de bizi görecek mi? Ya bu kadar çok soru sormanın ne anlamı var? Sana ne! Yani bana ne! Bana ne! Üşürse de, donarsa da, buz tutarsa da hatta kıçından buzul sarkıtlar inerse bile bana ne! Bunca yıldır ben yokken eve nasıl gidiyorduysa yine öyle gidecek. O bir önce ki karda kayıp düşüp bi yerini kırmadıysa yine kırmaz. Derdi beni mi gerdi? Evet, gerdi. Geriyor. Baya streç bir kadın oldum sayesinde. Yanlış, düzeltiyorum; sayemde. Sizin de gördüğünüz gibi ben yazıyorum, ben oynuyorum. Karşı tarafın ruhu sağır. Baya ağır hem de, yetmişlik dedeler gibi. "Sen yaptın, ne yaptın keke" diye hayıflanmanın anlamı yok yani. Zaten giderek gidiyor bazı şeyler. Bu sefer de gittiğine üzülüyorum. Çünkü o kadar zor oluyor ki onu yakalamak. Ha benimki daha ziyade çok kıpraşan bir hayvanı yakalayıp kafese koymaya çalışan bir çırpınma gibi oluyor ama işte, olsun. O hayvanı, bu koca ormanda görebilmek, bulabilmek bile mesele.
Aylardan Mart geldi. En güzel ay, bu ay; peki neden? Benim doğum günüm bu ayda da ondan. Size de bir mutluluk geldi şimdi değil mi? Ama bunun dışında da bu ay, güzel bir ay çünkü ben yine Abbas durumuna geçip diyar diyar gezeceğim. Hem de ne diyarlar, peh! Valla bak, söyleyince çok şaşıracaksınız. Neyse, hayırlısı diyelim.

Not: Bu yazımızı başta ki para muhabbetine istinaden ve valla sırf gözümüz alışsın diye Türk Lirasının yeni sembolü ile resimlemeye karar verdim. Çince'de bir şeyler demek olduğundan şüpheleniyorum şahsen ama neyse bakalım.