27 Nisan 2011 Çarşamba

BORNOZ RİSKİ



En baştan da başlasak konuşmaya, ortasından da dalsak hatta bitireceğimiz yere bile gelmiş olsak aynı şeyi konuşuyoruz. Aynı şeyi konuşacağız.

Son günlerde fazla düşünüyorum bir şeyleri. Bundan hoşlanmıyorum. "Tamam, bitti" dediklerimi geri getiriyorum kafamın içinde. Hayaletim hiç eksik olmuyor maşallah! Sonra onları kovalayım diye başka şeylere sarıyorum, daha beter oluyor işler. Ama en komiği, ben tam sarmanın ortasındayken onlar da gayet varlık olarak beliriveriyorlar bir yerlerde. Buyur buradan yak! Rahat bırakmam lazım kendimi, bir bunu biliyorum. Her şeyin sağını, solunu tartmaktan, muhasebesini yapmaktan vazgeçmem gerekiyor. Olan neyse olan o, benim de bunu kabul etmem gerekiyor. Kadın olmanın gereklerinden biridir normalde her söylenenin altında başka bir laf aramak, her hareketten anlam çıkarmak. O yüzdendir ki, iki kadın, bir adamın bir saniyesini alan bir kaş kaldırma hareketi üzerine yaklaşık dört saat yorum yapabilir. O hareketi yaparken aslında ne yapmak istediğini o adama söylesek her halde dumur olur. Ki büyük ihtimalle alnı kaşındığı için kaşını kaldırmış bile olabilir.

En eskisinden en yenisine kadar hikayelerin hepsi aynı güzergahta işliyor.

İlk günden beri ona kendimi anlatmaya çalışMıyorum. Çalışmıyorum çünkü ben kimseye kendimi anlatmak istemiyorum. Anlatacak bir şey de yok ki anasını satayım! Her şey ortada... Hem anlamak istiyorsa o anlasın. Ben zaten çok zor değilim. Ha ama şu var; bazı yönlerden göründüğümden daha karışığım. Bir şeyleri sürekli basite alma çabam da o karışıklık zaten. Karman çorman olmaya o kadar müsatim ki; her şeyi bu kadar basit tutma derdim tamamen bu yüzden. Bana kurulan herhangi bir cümleden öykü yazabilirim. Herhangi bir bakıştan; gecelerce uyumadan hemen önce ve sabahlarca uyanır uyanmaz aklıma getireceğim resimler çizebilirim. Hayır, daha önce yaptım ondan biliyorum.
İlk günden beri onu anlamaya da çalışMıyorum. Çalışmıyorum çünkü anlamamı istediği kadarını anlatıyor zaten. E anlattıklarını da anlıyorum zaten. Zaten zaten... Anlamadığımı ya da anlamayacağımı sandıklarını ise ona bırakıyorum. Kendimi paralayarak "ben hepsini anlayabilirim" konuşmaları yapmıyorum artık. Yaptım da ne oldu daha önce? Anladığımı sandıklarımı bile yanlış anladığımı fark ettirdiler bana sadece.

En tuhafı bir şey olacakmış gibi dursa da hiç bir şey olmayacağını bildiğiniz durumlardır.

Bu "kayan eksen" muhabbeti bana hiç yardımcı olmadı. Bornoz falan da giymeyeceğim bundan sonra ben, çok riskli.

25 Nisan 2011 Pazartesi

MOR

  Alsancak ta ara sokaklardan birinde, sadece müdavimlerinin bulabileceği, neredeyse 20 yıllık bir kuaförün çok eski ve kocaman çiçekli, beyaz kenarlıklı koltuklarında otururken söyledi bana evlenme teklifi aldığını. Sonra da kabul ettiğini. Hem de birden bire...
Ya bir dakika, bir dakika! Sanki hiç olmayacakmış gibiydi. Her seferinde güneş alan bir balkonda ya da senin mor duvarlı odanda, sütsüz kahveleri içerken "acaba" larla yorum yaptığımız onca olaydan ve özneden sonra sanki hep böyle sürecekmiş gibiydi. Kendimi kandırıyorum değil mi? Bilirsin, çok yaparım. Ama bir şeyin zamanı gelmişse gerçekten, olur değil mi? Hep öyle olmuştu ya zaten. Bütün ayrılıklar, hiç kopamayacağımız sandıklarımızdan ayrılmalar, bir anda oluvermişti. Sırf zamanı geldiği için.
Kızım şaka değil, 30 yaş bu, burnumu deldirdim diye dalga geçerken iyiydi. Daha bahsederken bile yüzüne yayılan telaşlı kırmızılığa gülüyorum. Akşamına ne yaptık biz? Kardeş nişanladık. Olacak şey mi? Ne zaman büyüdü bunlar bu kadar? Askere giderlerken de öyle demiştik ya hani. Abla diyorlar hala bize, oradan ayık duruyorum ben.
Senin bana çizdiğin bir ağaç resmi vardı hani, önünde sırtı dönük, saçları rüzgarla savrulan bir kız olan. Ben de sana sabaha karşı saat 3 te bir şey yazmıştım. Bu hayatta yazdığımı ya da yazabildiğimi (ki eğer yazabiliyorsam) keşfeden, yaz yaz diye etimi kemiren insan evladı! Bak yazıyorum. Dediğini yapıyorum. Aslında ben senin bana söylediklerinin bazılarını valla yapıyorum. Ama hala tam olarak saçımı kurutmuyorum sabahları evden çıkarken.
Ben gitmeden bir zaman önce evden kaçmamış mıydım? Hani barmen çocukla buluşmak için. Hani seni gecenin yarısında arayıp "ben gelmiyorum" dediğimde sen bana sadece "emin misin?" demiştin. Ulan ben neyime güvenmiştim? Bilmem, ama işe yaramıştı. Bak sen de bana güvenmiştin. Demek ki aksamayan bir şeyler vardı. Kabak çiçeği açtı mı demiştik?
Ben bilmem, o lila elbisenin altına mor çizgili spor ayakkabılar gayet güzel oldu. En azından ayağımız yere basıyor. Baktım, onun da yüzü kızarıyor senin için. E herkes bize bakıyor, yalan mı söyleyeyim?
Sayıyorum; beş, on, on beş...
Sabah ben gidiyorum. Kına yakacağım ama sağ elime bir daha ki gelişimde. Bekle tamam mı?

22 Nisan 2011 Cuma

KAĞIT PARÇASI


Bir zamanlar yazmışım, kenarda kalmış, unutmuşum. Buldum, çıkarayım dedim saklandığı yerden:

"Hayal kırıklığı ne menem birşeydir bilir misiniz? Bilirsiniz tabi ki, herkes bilir. O zaman o kırıklar ne biçim batar, nasıl can yakar onu da bilirsiniz. Hele de hani bazen kırılmak bir yana tuzla buz olurlar ya, o zaman elinizi nereye koysanız, ayağınızı nereye bassanız batar. Batar, kanar, acır, yanar, çıkmaz meret, yürür damardan yukarı, sol tarafa kadar. Yerini bulur yerleşir, yerini açar, etrafını genişletir.

Tam toparlamıştım parçaları, japonlarla yapıştırmıştım. Daha ellerimden yapışkanı bile çıkmamıştı parçaların ki bir kağıt rüzgar esiverdi, çarptı yine parçaladı! Vallahi toplayamam tekrar! Ne halim var artık ne de parçaların hepsi tamam. Eksikler her parçalanışta arttı. O kadar çok boş yer var ki şimdi; yerlerine koyacak yama bile yok.
Her mektup okunmamalı, saklanmamalı, her kart, her kağıt parçası çekmecede tutulmamalı, yok edilmeli, yakılmalı. Neden? E söz uçar, yazı kalır ya ondan. Sözler havada asılı kalır, kağıtlar elinizde. "

19 Nisan 2011 Salı

YATAĞIN SOL TARAFI



Elimi yatağın sol tarafına doğru uzattım ve hissettiğim şeyden irkilip gözlerimi açtım. Bu, neden buradaydı? Nasıl olabilirdi ki? Çok uzun değilse de uzun zaman önce onu buradan, bu yataktan göndermiştim ben. Ne zaman, ne aralık geri gelmişti? O kadar çok mu içmiştim, o kadar çok mu yorgundum, o kadar mı kördüm! Ne yapmıştım, nasıl yapmıştım da onu geri getirmiştim? Gitsin diye onca çaba, sonra dönmesin diye daha çok çaba. Sonuç? Aynen başa dönmüştük. Bu kadar mı iradesizdim?


Zaten fark ettim ki, bizim en büyük sorunumuz buydu. Daha doğrusu bizim gerçeğimiz buydu. Ne olursa olsun, hayatımda kim olursa olsun yapamıyordum. Dayanamıyordum. Sıkılmalar, bunalmalar, üstüme üstüme gelmeler, daralmalar, kapana kısılmış hissetmeler derken; kendimi yine onun yanında ya da onu benim yanımda buluyordum. Evet demek ki o kadar iradesizdim. Verdiğim kararları uygulayamayacak, bir şeker hastasının diyetine bağlı kalması gibi sadık olmam gereken sözleri tutamayacak kadar zayıftım. Halbuki her seferinde “bunu kendi iyiliğim için yapmalıyım” kandırıkçılığıyla kendi kendimi avutan bendim. “Yeniden gelmesine izin verirsem bir daha hiç gönderemem” diye ödü patlayan bendim. “O yanımda durdukça eksik kalan bir şeyler var” diye diye kendimi kemiren bendim. Ama gel gör ki eninde sonunda onu koynuna alan yine bendim!

Şehvetimi kırıp, zor kurduğum düzenimi bozup, yamalar daha tutmadan dikişleri söküp yırtıkları açık etmenin ne anlamı vardı? Bir anlamı yoktu! Abartıyor muydum? Ben mi? Daha neler…

Ya da evet, belki de abartıyordum. Yatakta sola doğru dönüp ona baktım. O kadar da kötü değildi. Bir kere tanıdıktı, bildikti. Çok eskiden beri gelen bir hukukumuz vardı. Sonra, o yatağı, kimsenin dolduramadığı kadar dolduruyordu sanki ezelden beridir ona aitmiş gibi. Bana asla müdahale etmez, asla alanıma girmez, beni sıkıştırmazdı. Ha evet beni daralttığı, onun yüzünden kendimi yataktan atıp salonda ki kanepeye taşındığım da çok olmuştu ama yine de, yine de alışmıştım bir şekilde.

Gözüm kırışmış çarşafa, yorganın ondan tarafta kıvrılan ucuna takıldı. Onu hiç rahatsız etmediğine emin olduğum kedili yastık kılıfına sonra… Renkler, dokular, desenler arasında, istisnasız hepsinin üzerinde en belirgin olan oydu çünkü. Altına ya da üstüne ne serersem sereyim, sadece onu görürdüm. Yine onu görüyordum.

Elimi yatağın sol tarafına doğru uzattım. Neden buradaydı? Bu “boşluk” ne zamandır buradaydı?


18 Nisan 2011 Pazartesi

ALDATAN AMA ALDATMAYAN (!) ERKEKLER

O kadar çok şey konuştuktan sonra normalde insanın aklında hiç soru kalmaması gerekir ama bende tam tersi oluyor. Daha çok soru doluşuyor aklıma. Çünkü bu sefer farklı bir yerden bakmayı öğrendiğim için olacak, farklı sorulara takılıyorum.

İkinci otuz beşliğe geldiğimizde (yoksa gelmeden miydi) bizzat açtığım konu; bana yol, su ve elektrik olarak geri döndü. Ne demek bu? Şu demek: zaten çok fazla inanmadığım ve güvenmediğim siz erkeklere, inanmamak ve güvenmemekte ne kadar haklı olduğum bir kere daha tescillenmiş oldu. Hem de bir erkek tarafından! Buna itiraf da diyebiliriz, açıklama da. Kendinizce bir mantığa oturttuğunuz ve neredeyse haklı olduğunuza benim bile (e siz o kadar inanıyorsunuz ki) inanacağım bir iddia:

“Aldatmayan erkek yoktur!”

Çok kısa özetlemiş olabilirim ama iki saatlik masa sohbetinin ayrıntılarını burada yazmaya gerek yok. (ama Nevizade bayasını canlı canlı dinledi). Bir takım istisnalar hariç –ki bazılarını gerçekten ben de tanıyorum- bu genel kural, dün gece itibariyle masadakiler tarafından onaylandı. Benim bütün o safça sorduğum “iyi ama neden?” sorularının neden olduğu açılım ise daha da garip: aldatmak ama kime göre? Buradan öğrendiğim de şu: bir kadının aldatma anlayışı ile bir erkeğin ki arasında da fark var. Erkekler seksi; doğa ana tarafından (maalesef) bedenlerine işlenmiş zaruri bir ihtiyaç olarak görüyorlar. E ne yapsın tabi onlarda? Mecburen bu “açlığı” gidermek zorundalar. Kiminle ya da ne şekilde giderdiklerinin hiçbir önemi yok. Sonuçta olay tamamen içgüdüsel! Yani konu sadece seks olduğu sürece eylem aldatma adı altında değil daha çok ihtiyaç giderme adı altında yargılanıyor. Ha ne zaman ki işin içine az biraz his, duygu, beğeni vesaire giriyor; o zaman inceden bir vicdan azabı, ufaktan bir “ulan ben ne yapıyorum” hali başlıyor. Yani ancak o zaman aldatıyor sayıyorlar kendilerini. Diyorlar… Sağ olsunlar! Benim kafam bunu basmıyor, o ayrı. Ama onlar bu iddiada gayet ciddiler. Ve bunu yapmayan erkek olmadığında da…

Bu durumda şöyle bir konuşma:

- Hayatım, beni hiç aldattın mı?

- Saçmala kızım, o nereden çıktı?

Aslında şöyle olmalı:

- Hayatım beni hiç aldattın mı?

- Senden başka birileriyle yattım evet ama saçmalama kızım, o nereden çıktı?

Anlamışım değil mi? Tamam bende bazı şeyleri çok abartalım demiyorum (ben mi?) ama bazı şeylerinde ipini kaçırmayalım. İpi varsa tabi. Yani “bu benim yaratılışım arkadaşım” kadar basit olmasın bari. E bu da benim normal sesim, bağırmıyorum!

12 Nisan 2011 Salı

UCUBE

Sağ kolumda, kol içinde, dirseğimin hizasından aşağı on santim; yine iç tarafta bileğimden yukarı beş santim olmak üzere iki yara izim var. Yani iki yarık… Dikiş izleri ki buruşmuş deri parçaları artık, gözüme eskisi kadar kötü gelmiyor. Hatta sanki hep varlarmış gibi alıştım. Tek kötü tarafı, benim bu elimin parmakları hiçbir şeyi hissetmiyor. Sıcak, soğuk, acı, haz, hiçbir şey. Plastik parmaklar gibi, sadece görüntüyü kurtarıyorlar. Kolumda ki iki yarık birden kaslarımı değil ama sinirlerimi orta yerinden kesip geçtiği için, hareket edebilen ama karşılığında hiçbir şey alamayan bir elim var. Dokunduğun hiçbir şeyi hissetmemek ne demek biliyor musun?


Hastanede gözlerimi ilk açmaya çalıştığımda, gözümün üzerine kaplayan çapaklar yüzünden canım yanmıştı. Birbirine yapışan kirpiklerimi ayırmak için baya bir çaba sarf ettim. Aynı çabayı dudaklarımı kıpırdatabilmek için de göstermiştim ki birbirlerinden ayrıldıklarında kenarlarında ve ortalarında küçücük yırtıklar vardı. Öncesine dair hiçbir şey hatırlamıyordum o an. Travma, sadece vücudumdaydı.

Sağ şakağımdan çeneme doğru hafif bir yay çizerek uzanan bir yara izim var. Toplamda on yedi dikiş atıldı. O yayı öyle bir çiziyor ki yara yara izim; yanağıma hiç değmiyor. Saçlarımı hastanedeyken kestiğimiz için, yaramı tam olarak örtemiyor. Ama en tuhafı sanırım, elimi yüzüme dayayıp pencereden dışarı bakmaya çalıştığım her seferde, canımın acısından çığlık atıp gözlerimi doldurmam. Yüzümün bir tarafını yok saymaya alışamadım.

Hemşire, elinde içinde pembe bir pipet olan su bardağı olduğu halde tepemde dikiliyordu. Sarı röfleli saçlarını kelebek bir toka ile arkasından toplamış, pembe bir ruj sürmüştü. Yavaşça eğildi bana ve “biraz su içmeniz lazım, ağzınızı aralayın lütfen” dedi. Elimle çarşafın kenarını sıkarak dudaklarımı araladım. Ama bana içirdiği su o kadar canımı yaktı ki, gözlerim yaşardı. Sanki boğazımda kocaman yaralar vardı ve su, onlara değdikçe içlerine dolup bütün etleri kaldırıyor gibiydi. Hepi topu da iki üç yudum içebildim


Sağ tarafımda, göğsümün altından göbek deliğime kadar uzanan bir yara daha var. Bikinilere elveda! Sanki sadece bikinilere elveda… Sezaryen yapmış gibiyim. Ama en çirkin yaram bu galiba. Belki orada etlerin çok yumuşak olmasından, belki yaranın yerinden, belki yaranın tipinden, bilmiyorum ama içlerinde en çirkin olanı orada ki yara. Aynaya bakmakta en zorlandığım yerde orası. Yüzüme bile alıştım.

Pencerede ki panjurlar kapalıydı ama dışarıda güneş olduğu belli oluyordu. Günlerden ne, ayın kaçı ya da saat kaç emin değildim. Aslında emin değildim doğru değil, doğrusu; bilmiyordum. Ne kadardır orada yatıyordum ve daha önemlisi neden orada yatıyordum? Ne kadar daha burada böyle hareketsiz yatacaktım. Sağ elimi oynatamıyordum. Doğrulmaya çalıştığım zamanlarda inanılmaz bir acı saplanıyordu midemin olduğu yerlere. Üzerimde ki çarşafı açıp, ne oluyor diye bakmaya ödüm koptuğu için neyim var onu da bilmiyordum. Sadece arada bir gelip örtüyü açıp beni kontrol eden hemşire, vücuduma biraz hava aldırıyordu. Ama o, örtüyü açtığında; ben gözlerimi sımsıkı kapatıyordum.

Bütün bu izler için doktorum bana estetik ameliyatı önerdiğinde dikişlerim yeni alınmıştı ve ben Frankenstein’den biraz hallice görünüyordum. Siyah dikiş ipliklerinden geri kalan o yara izleri daha çok yama gibi duruyordu vücudumda. Bez bebeklerin kopan kollarını nasıl dikerlerse, benim vücudumun belli yerlerini de birbirine öylece dikivermişlerdi sanki. Ama istemedim. Bu hale gelmiş olmamın bir nedeni olmalıydı; bu, yeni bendim. Böyle kalmalıydım.

Banyoya kadar gelebildiğim ve sonunda kendi başıma tuvaletimi yapabildiğim o anda sevinçten; kafamı kaldırdığımda orada bir ayna görebileceğim tehlikesini es geçmiştim. İşte bu yüzden yani bu kadar hazırlıksız yakalanmış olmamdan olacak aynada ki suretime karşı çığlığı basıvermek istedim ama kocaman açtığım ağzımdan sadece bir hırıltı çıktı. Sağ elimi kaldırıp dikişlerime dokundum ama iplerini pütürlerini bile hissedemiyordum. O elimi indirip sol elimi kaldırdım. Şakağımda, dikişin başladığı yerde çıkmış, tek başına dikilen ucu düğümlü küçük siyah ip parçasını çekip; o ipin bütün dikişi ve tabi ki yarayı sıyırıp yırttığını hayal ettim. Sonra elimi göbeğime doğru indirdim. Daha o aptal mavi renkli önlüğün üzerinden bile içeride ki tümsekleri hissedebiliyordum. İçinde hiçbir şey olmayan önlüğü yukarı doğru sıyırdım. Başımı eğip baktığımda o kavisi gördüm. Uzun kavisi… Virajlı bir yol gibiydi.

Ağrı kesiciler şu anda hayatımın temelini oluşturuyor. Evet, bağımlılık yapıyor ve evet ben de bir bağımlıyım. Ama başka çarem yok. Onlar olmadan tüm o hareket acılarına dayanmak, ameliyat artıklarını kaldırıp atmak imkânsızdı. En başta acımı dindiriyorlardı ve ben tüm acılarımı dindirebileceklerini sandım. Artık sadece birer bonbon şekerinden ibaretler benim için. Yaralarımda hissettiğim aslında var olmayan acılar için, aslında bir işe yaramayan haplar içiyorum. Ve bunu gayet bilerek yapıyorum. Bu bilinçli seçilmiş bir zayıflık.

Televizyon izledim uzunca bir süre. Her gün gelip elimi kontrol eden bir uzman ve bana fizik tedavi uygulayan bir terapist vardı. Ama ben en çok egzersizi odamda ki televizyonun uzaktan kumandası ile yaptım. Bir de gözlerimi açtığım ikinci günden sonra gelen bir psikolog vardı. Beni konuşturmak için gelmişti ama yapamadım. Yüzümde ki yara her an açılacak ve içeride ne varsa yanağımdan dışarı çıkacakmış gibi hissediyordum. Nefes alırken bile canım yanarken, konuşmakta neyin nesiydi. Zaten ne anlatacaktım ki? O da sorduğu sorulara karşılık bakışlarımda ki, yüzümde ki herhangi bir değişiklikten, ne demek istiyor olabileceğimi anlamaya çalıştığı tuhaf bir oyun oynadı. Fakat işin komik tarafı ben bir şey demeye çalışmıyordum. Sadece boş boş bakıyordum. Tek isteğim beni artık buradan çıkarmalarıydı ama neden kimse beni almak için gelmiyordu? Ailem, arkadaşım, kimsem yoktu. Günlerdir yalnızdım. Bu doktorlar da bana bir şey anlatmıyordu. E ben zaten soramıyordum. Kısır bir döngüde sıkışıp kalmıştım. Ben neden yalnızdım?

Hastanenin eczanesinde çalışmanın en iyi tarafı o ağrı kesicilere ulaşmak için hiçbir şey yapmak zorunda kalmamak. Beni buraya ilk kabul ettikleri anda şaka yapıyorlar sanmıştım ama yapmıyorlardı. “Eczanenin gece nöbetinden sorumlu olacaksın” dediklerinde beni oyalıyorlar sanmıştım ama oyalamıyorlardı. Tanrıya şükür oyalamıyorlardı! Yeniden beyaz bir önlük giymek, yeniden bir tezgahın arkasında durmak. Yeniden bir şeyler yapmak, yapabilmek, bir işe yaradığını hissetmek. Psikoloğum hala konuşmuyor olmama alıştı, ben de onunla onun istediği gibi gözlerimle konuşmaya alıştım. Uzunca bir süre hiç konuşmayınca, konuşmak gereksiz geliyor insana. Beni asıl dinlemesi gereken insanlar nerede bilmiyorum. Gerçekten dinlemek isteyen birileri olduğunu da sanmıyorum. Bu hastanede sayabildiğim yerinden itibaren beşinci ayım biterken, hissiz sağ elim, sağ şakağım ve göbeğimde ki izle ben yeni bir insanım. Hastanenin eczanesinin gece sorumlusu dilsiz, çirkin kız. Bir ucube.

11 Nisan 2011 Pazartesi

RAHAT BATMASI

 Son on gündür elim nedense bir türlü kaleme, kağıda yahut klavyeye gitmedi. Bu, son zamanların en uzun yazısızlığı… Aslında kafamda onlarca şey vardı yazabileceğim ama yazamadım. Kafamı karıştıran, bulandıran, içimi sıkan, daraltan, başımı ağrıtan, midemi kramplandıran şeylerden nedense bahsedemedim bu sefer. Elim kalem tuttuğundan beri -ki bu dört yaşıma tekabül eder- bir şeyler yazıyorum. Ve ilkokul birinci sınıftan üniversitede son seneme kadar günlük tuttum. Kutularca kağıt, mektup, defterlerce yazı, anı, resim… Hala saklıyorum. Bazen çıkarıp okuduğumda, özellikle ilk zamanlar yazdıklarıma çok gülüyorum. Sonlara doğruysa her zaman ki gibi kendime yaptığım işkencelerim nedeniyle hep aynı şeyleri tekrar edip durduğum sayfalarca yazı var. Kesinlikle sağlıklı olmayan bir ruh halinde yazıldıkları çok belli. Hatta neredeyse takıntılı ve saplantılı bir içeriği var.

Kendi yarattığım dünyanın içinde kendi kendime bir şeylere kızıp, sonra kendi kendime bir şeylere kırılıp, kendi kendime bir şeylerden vazgeçmeye çalışmışım. Ama tüm bu yaptıklarımdan asla karşı tarafın haberi olmamış. Ve daha da kötüsü ben ona hiçbir şey belli bile etmemişim. Elimde ki çay bardağını burnuna sokmak, tavlayı da kafasına geçirmek istediğim zamanlar da bile yanından yürüyüp geçmişim. Bir taraftan derin bir öfke duyarken diğer taraftan “kıyamama” benzeri bir duyguyla savaşmışım ki bunun iki anlamı olabilir: 1. Öfkem yeterince derin değilmiş. 2. Ben kesinlikle dengesizmişim!

Sinirlendikçe, güya acı çektikçe (doğrusu kendime çektirdikçe olacak) yazmaya devam ettim. Öyküler uzadı kocaman bir roman oldu. Ama bütün bu dengesizliklere neden olan son zat da ortadan kaybolunca ben bir türlü kitabın sonunu yazamadım. Sonunu iyi bitirmemeyi kafama koymuştum zaten. O yüzden son bölüme kadar kendi içinde sürüklenen karakterim, sondan bir önce ki bölümde asla yapmaması gerekeni yaptı. Böylece kesinlikle geri dönüşü olmayacak ve ben huzur içinde onu o bataktan çıkarabilecektim. Çünkü mutlu olmayan bir son, onun kurtuluşu demekti. Ama ne olduysa oldu o son patlamadan sonra dağılan parçaları bir türlü toplayamadım. Şimdi elimde sonuçlanmamış bir final var. Elime yapışmış bir kocaman hikaye. İyi bitmiyor, kötü de bitmiyor. Bir türlü bitmiyor!

Bir gece en son yazdığım kısmı okurken, o anda yanında duran karaktere gözüm takıldı. Fark ettim ki, o hep, gizli saklı bir yerlerindeydi bu hikayenin. En zor zamanlarında, başlangıçlarında ve sonlarında bir şekilde kenardan görünüp kaybolan Alfred Hitchcock gibi, bir görünüp bir kayboluyordu. Ama mutlaka bir zaman diliminde ortaya çıkıyordu. Haksızlık yapıyordum ona, aslında yapıyorduk! Fark ettim ki, ona hak ettiği önemi hiç verememiştik. Çünkü kafamız o kadar diğer adamla meşguldü ki; onu es geçmiştik. Hem de gözümüzün önünde olduğu halde. Hani karakterime kızmadım değil, kör müsün diye ama neden sonra fark ettim ki bunu hep yapıyoruz. Yaşadıklarımızı geç, izlediklerimizde bile; o şirin, sempatik, şefkate boğulmuş, iyi kalpli olana değil de; kötücül, sinsi, şeytani, oyunbaz, acımasız-merhametsiz olan karaktere abayı yakışımızı hatırlatırım. Şeytan tüyü mü? Yok artık! Bir tür mazoşizm; belki. Emin değilim. Ama bir can sıkıntısı korkusu, bir rahat batması ve bir tür huzur arsızlığı olabilir mesela. Aman rahat durmayalım, aman! Dürtsünler hep bizi…