29 Nisan 2013 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: SOĞUK DUŞ

Barika'nın kuyusu: SOĞUK DUŞ: Bir sanat müziği eserinde de söylendiği gibi: baharı görmeden yaz geldi geçti. Yirmi dört saatin içinde hava 10 derece birden ısındı...

SOĞUK DUŞ




Bir sanat müziği eserinde de söylendiği gibi: baharı görmeden yaz geldi geçti.

Yirmi dört saatin içinde hava 10 derece birden ısındı. E doğal olarak kemikler de ısındı. Ve kaslar. Ve sinirler.

Baharın insan vücudu, aklı, dimağı üzerine etkileri hakkında bin yıldır nice şair nice şiir yazdı; yani artık anlatmamıza gerek yok. Ama biz küresel ısınma çağı çocukları için bahar artık sadece bir şarkı sözü veya şiir dizesi oldu olalı işler de biraz değişti. Şöyle ki; geldi bahar ayları gevşer gönlüm yayları cümlesindeki gevşeme eylemi, baharın aradan kalkmasıyla direkt kopmaya dönüştü.

Soğuk havaların ardından patadanak geliveren ve bizi her nasılsa hep gafil avlamayı başaran yaz mevsimi; zaman içinde aylardır içeride soğuktan büzüşmüş ne varsa buzunu çözüyor. Evet, aynen, ne varsa.
Bu ani hava değişimi nedeniyle ambale olan akıl ve fikirler etrafa dağılmak suretiyle önce havaya sonra suya karışıyor. Cemre halt etmiş!

Büzüşmekten genleşmeye geçen bilumum his ve organlar nedeniyle de bir ayarsızlıktır, bir ipinden salınmışlıktır ki; sorma gitsin. Sorma valla bir gitsin.

Şimdi canlarım, bu ahval ve şerait altında yapılması gerekenler:  öğle saatlerinde sokağa çıkmamak. Hep gölgede kalmak. Var ise şapka takmak, yok ise tülbent neyin sarmak. (90 lı yıllardan kopamayan ve hala Çelik dinleyenler bandana da takabilir) Bol bol su içmek, meşrubat tüketmek; ayran özellikle önerimizdir. Ayakları arada suya sokmak, olmadı çimene basmak. Dondurma yalamak. Islak terlik giymek (yok, cırcır olmazsınız abartmayın). Göl kenarı, deniz kenarı, su kenarı gezmek. Her daim saçı başı ıslatmak, kafayı çeşme altlarına tutmak, olmadı pet şişe ilen yıkanmak.

Neden? Kafayı serin tutun, gövdeyi serin tutun ki; o şeytani fikirler, fikircikler, fikfikiler üşüşmesin tepenize. İzin vermeyin. Bütün bakteriler ve mikroplar sıcak ortamlarda semirir. Semirtmeyin mendeburu! Aşkmış, sevdaymış, tutkuymuş geçici göçebe bunlar. Sıcağı görünce yerleşirler, hava azcık bozdumuydu kaçışırlar. Aman, aman diyeyim aman! Hadi bakayım marş marş, doğru soğuk suya!

22 Nisan 2013 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: ÇIPLAK AYAKLI KIZ

Barika'nın kuyusu: ÇIPLAK AYAKLI KIZ: “Biz ne zaman çıplak ayakla çimlere basacağız… “ http://www.youtube.com/watch?v=u9JELJRHJcI “Omuzlara güneş vurana kadar yaz...

ÇIPLAK AYAKLI KIZ




“Biz ne zaman çıplak ayakla çimlere basacağız… “

http://www.youtube.com/watch?v=u9JELJRHJcI

“Omuzlara güneş vurana kadar yaz gelmiş sayılmaz” derdi bana. O zamanlar benim belime kadar turuncu saçlarım vardı ve yüzümde çiller. Başımı omzuna koyup uyuyabildiğim nadir insanlardandı. O kadar nadir ki hepi topu iki kişiydiler.

Kış insanı değildik biz; oysa sarılmayı bu kadar çok severken yaz insanı olunur mu? Ne sırnaşıktım ben onun yanındayken. Ne yaramaz… Eli kolu rahat durmaz. Siz hiç birini tam boynunun çukurundan öptünüz mü? Hani o gövdeye bağlandığı yerin orada, içine çökmüş küçük çukurdan bahsediyorum. Öpmüşseniz biliyorsunuzdur, bilirsiniz.

Verandasının merdiveninin son basamağı gıcırdayan bir evde kalmıştık bir yaz. Sadece bir hafta. Ama yedi günlük bir hafta. Yedi gece, yedi gündüz. Yedi gece boyunca beni elimden tutup götürdü yatağa, yedi gündüz boyunca çayı ilk önce benim bardağıma doldurdu. Yedi gündüz ve yedi gece boyunca öptüm ben de onu. Her türlü çukurdan…

Öğle sıcağında kurumuş tahta basamaklara, denizde ıslanmış çıplak ayaklarla basıp iz bırakan da bizdik; arkasında kum tanelerinden yollar bırakarak oda oda gezinen de… O, bele kadar uzun turuncu saçları üşenmeden her sabah ördü. Ben de her öğlen uykusunda hiç üşenmeden boylu boyunca onun sırtına yattım.
Benim elimde bir kitap başım onun dizinde, onun elinde bir kitap kolu benim göğsümde; o ahşap verandadaki beyaz minderli sedirde saatlerce okuyan da bizdik; gecenin üçünde üzerinde ne varsa atıp koşa koşa denize giren de.

O yedi gece ve yedi gündüzün sonunda ben artık dünyanın gerçekten de yedi günde yaratılabileceğine inanmıştım. Biz bile yarattıysak; O nasıl yaratmasındı. Ama ben hep erken inanırdım. Ve hep çok…

Puslu, gri, çirkin bir İstanbul kışının öğleden sonrasında, çenemi avcuma yaslayıp sordum: “Biz ne zaman çıplak ayakla çimlere basacağız?” Havadan daha puslu ve gri bir cevap verdi bana: “Konuşmamız lazım…”

19 Nisan 2013 Cuma

Barika'nın kuyusu: ABBAS; VERSİYON BİLMEM KAÇ...

Barika'nın kuyusu: ABBAS; VERSİYON BİLMEM KAÇ...: Hakkında yazmayı erteleye erteleye helak olan seyahat yazımızı artık yazalım da kurtulalım. Aslında bakarsanız bir iş seyahati oldu...

ABBAS; VERSİYON BİLMEM KAÇ...




Hakkında yazmayı erteleye erteleye helak olan seyahat yazımızı artık yazalım da kurtulalım. Aslında bakarsanız bir iş seyahati olduğu içi toplamı on gün olan seyahatten size hepi topu iki üç günlük hikaye anlatacağım ama olsun. (bu gezinin notlarını gezi boyunca benimle beraber okuyan birisine de ayrıca buradan teşekkürler, adamın sabrını zorladım üstelik de bir dayanağım dahi olmadan. Ama işte, beni bilen bilir, kendisi biraz dikkatimi çekti, ben de hop diye onu da ortak ettim)

Bangladeş’le ya da Şangay’la ilgili anlatacaklarımı bunca yıldır zaten anlattım.
Bangladeş’te ortalık karışık, hayat düzensiz, hava hala sıcak, nereden baksan 35 derece, dünyada yaşanması en zor on şehir arasından bu sene birinci olmuş (link: http://www.telegraph.co.uk/property/propertypicturegalleries/9478023/The-worlds-10-worst-cities-to-live-in.html?frame=2311098 , kaynak: Ermansan) ama abartmayalım canım…

Şangay bu sefer o kadar soğuktu ki; ben bütün kışı tişört ve hırka ile geçiren insan, dayanamayıp mağazanın birinden hırka satın aldım. Ellerim ve dudaklarım çatladı. Ama nedir, göreceklerimizi gördük. Şangay’da yeni bir mekan keşfettim, kendilerinin adı: Malone’s. Patates kızartması için adam öldürebilecek benim gibi insanlar için bir porsiyonu neredeyse bir kilo olan bir mekan. Bildiğiniz Amerikan spor barı aslında. Beş tane ekranda da maç var. Bir de canlı müzik yapan Filipinli bir grup vardı ki, benim diyen Türk müzik topluluğu öyle şarkı çalamaz. Adamlar Radiohead’den Karma Police çaldığında az daha ağzımdaki patatesi düşürüyordum! Mekandan çıkarken de Metallica’dan Enter Sandman çalıyordu, ne diyeyim.

Sonra Pekin. Benim Pekin’e ilk gidişim, ilk görüşüm ve sanırım son görüşüm. Ben Pekin’i hiç sevmedim. Giderken bana Şangay İstanbul’sa Pekin Ankara’dır demişlerdi, Ankara’ya haksızlık etmişler. Memleket kalabalık, gürültülü, pis ve bakımsız. Sanki darma dağınıkmış ama toplamaya üşenmişler gibi. Tozunu bile almamışlar. Olimpiyatlardan sonra şehir kendi haline bırakılmış da hala kendisine gelememiş gibi.
Soğuk ve kapalı hatta pis hava da üstüne gelince hepten sevimsiz oldu desem yeridir. Pekin’de insanların metroya birbirini itekleyerek bindirdiklerini gösteren bir video vardı ya (link: http://www.youtube.com/watch?v=H0hBn1oj_JM ) aha o doğru, inanın. Bir benzerini biz yaşadık zaten. E diyeceksiniz nüfus kaç; sanırım 35 milyon civarında. Galiba onun etkisi.
Bir de bu dünyada insanların daha çok tükürdükleri bir memleket daha yok! İddiasına varım. Kadın, erkek, genç, yaşlı demeden her yere ve her an tükürmeleri inanılmaz. Sokakta resmen sekerek yürüyorsunuz. Bütün o devasa, kocaman binaların arasında sokakta saç kesen berberler, bisikletli yaşlı amcalar, üst geçitlerdeki dilenciler tam bir zıtlık oluşturuyor. Yediğim içtiğim hakikaten bırakın bana kalsın ama gezip gördüklerim şöyle:

Yasak Şehir: Baya yasak olmalı çünkü baya bakımsızdı. İnsan koskoca Ming İmparatoru’nun şehrine biraz hürmet gösterir di mi? Gerçi kış mevsimi diye de olabilir ama olsun. En beğendiğim yeri uzun koridor oldu. Tamamı ahşap olan ve bahçenin bir kısmını dolanan koridorun kemerlerinin ve yan duvarlarının tamamında el çizimi harika resimler vardı. Her bir resimde başka bir mizansen anlatılıyordu. Onlara bakmaktan yürüyemiyorsunuz.

Tiananmen Meydanı: 1989 yılında yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği olaylarla ünlenen meydanda şimdi dev ekranlarda reklamlar yayınlanıyor. Mao’nun dev bir fotoğrafının asılı olduğu binanın içindeki müzede bulunan 1984 ve öncesine ait fotoğraflarla bugünün fotoğrafları çok farklı bir görüntü çiziyor. Meydanın hemen önünde ise, tanesi on yuana (bir dolardan biraz fazla) satılan, üzerinde kızıl yıldızı olan yeşil asker şapkalarıyla fotoğraf çektiren Çin gençleri var. Az bir ironi var sanki evet…

Ve nihayet Çin Seddi: E kendisi 5500 km olunca (bazı kaynaklara göre 7000 km) doğal olarak aynı ülkede nereden baksanız sekiz şehirden giriş kapıları var. Ben Pekin’e en yakın olan bir saat uzaklıktaki Badaling’den girebildim. Ve gördüm ki bu adamlar delirmiş! La oraya duvar örülür mü! Yuh! Nasıl ördünüz, üşenmediniz mi, yorulmadınız mı, insan en azından bir bininci kilometrede felan durup bir arkasına bakar; ne yapmışız biz der bir kontrol eder. Siz ördükçe örmüşsünüz duvarı anasını satayım. Bir de yüksek… Duvarda yürürken yoruluyorsunuz çünkü yokuş olan yerleri en iyi ihtimalle 45 derece. O dikliği çıkmak zor sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü asıl inmek zor. İnsanların sürekli üzerinden geçişinden olsa gerek artık kayganlaşmış o taşlardan dik yokuşları inerken bilmem kaç metrelik duvardan düşmemek için sıkıca tutunmanız gerekiyor. Benim ilk defa bir yürüyüşten sonra bacaklarım titredi yorgunluktan. Ha bir de indiğimiz yerde ayı vardı. Baya bildiğiniz boz ayı. Etrafında üzerinde meyve tabakları olan alçak bir duvarla çevrilmiş, kepçe kulaklı bir boz ayı. İnsanlar o meyveleri atıp onu besliyorlardı. Bu arada Çin’in nüfusunun yarısı aynı anda o duvarda yürüyor sanırım. Ben de gayet turistik bir hareketle kendime bir anahtarlık aldım. Üzerinde, tarih ve ismimle beraber “Ben Çin Seddi’ne tırmandım” yazıyor. (Bu arada anahtarlık borcum olan arkadaşım; sana da aldım hatta senin de adını yazdırdım)

Hayır, böcek yemedim ama bu sefer böceklerin satıldığı sokaklardan birine (  (size resmini ekledim yukarıda) denk geldim. Şişe geçirilmiş akreplerin hoş bir görüntü olmadığını söylemeliyim. Pek yiyesiniz gelmiyor. Ama bak onlarda da kestane var; gerçi soğuk ve şekerli gibi ama idare edin.
Hayır, Pekin ördeği de yemedim. Ördek gibi datlı bir hayvanın yenmesine karşıyım. Bir de tavşan. Bu ikisi dışında her şeyi yiyebilecek kadar etçilim ama bunlar çok datlı, tüylü, yumuşacık, sevimli falanlar. Hayır, inekler değil, ısrar etmeyin.
Evet, her seferinde olduğu gibi Uzakdoğu'dan dönünce Türk erkekleri daha bir çekici, daha bir güzel, daha bir endamlı geldi ama iki günde etkisi geçti. Başka sefere inşallah...


17 Nisan 2013 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: AT GÖZLÜĞÜ

Barika'nın kuyusu: AT GÖZLÜĞÜ: Aşk, at gözlüğü takmaktır. “Aslında birbirimize hiç uygun değildik. En başından beri biliyordum bunu. O kadar ki, biz daha birl...

AT GÖZLÜĞÜ




Aşk, at gözlüğü takmaktır.

“Aslında birbirimize hiç uygun değildik. En başından beri biliyordum bunu. O kadar ki, biz daha birlikte değilken bile bunun konusu ne zaman açılsa ‘en fazla üç gün dayanırız birbirimize biz’ derdim. Dünya görüşümüz, yemek zevkimiz, dinlediğimiz müzikler… En basiti ben korku filmlerinden nefret ederim, mümkün değil izleyemem. O ise 1931 yapımı Dracula’dan itibaren var olan bütün korku filmlerini izlemiş olsa gerek! En sevdiği film Pretty Woman olan bir kadınla; en sevdiği film Hayvan Mezarlığı olan bir adam zaten ne kadar uzun süre birlikte olabilirdi ki…”

“Acı yemezmiş, et yemezmiş, tavuk dersen belki o da pişirilişine bağlı, her balığı sevmezmiş, zaten tanıdım tanıyalı diyette anasını satayım! Ne bitmez diyetmiş. Ben ne yapayım, etçilim arkadaşım. Utanmasam çorbaya bil et doğrayacağım. Başka türlü doyduğumu hissetmiyorum ki… Ne zaman yemeğe çıksak dert olurdu bize. Nereye gidelim, ne yiyelim. Daha yediğimiz yemekte bile anlaşamazken fazlasını beklemek zaten gereksizdi.”

Ah be annem be, o adam da o kadın da hep aynı değil miydi? Saçları rüzgarda savrulan ve kara kaşlarının altındaki anlam yüklü ela gözleri ile tavuklu cesar salatası yiyen o değil miydi? Geniş omuzları ile sinemada seni sararak beraber Leatherface’in gençleri testere ile doğramasını seyretmemiş miydiniz? E ne değişti? Cevap veriyorum, hiçbir şey. Maymun gözünü açtı, perde indi, takke düştü kel göründü. Aşk bitti aşk! Batmazlar batar, bitmezler biter oldu. Badem gözlü adam şehla görünür; dalgalı saçlar acaba yanlardan açılır mı oldu.

Daha bir fevri daha bir agresif oldu. Her şeyden şikayet eden, hiçbir şeyi beğenmeyen, müşkülpesent, memnuniyetsiz biri oldu. Sabırsız ve dikkatsiz oldu. Haber vermeyi hesap vermek gibi gösterip, didişmeye bahane arar oldu. Giderek daha nazlı, daha kaprisli oldu. İlgi üzerinden biraz çekilince hemen dikenlenir oldu. Üç gün aramasan, bıraksan o da hiç aramaz oldu. Neydi ne oldu? Şahtı şahbaz oldu.

Yok, aslında her ne ise o, o şekilde kaldı ama bakış açısı bozuldu. Ayarlar değişti. Aslında fabrika ayarlarınıza geri döndünüz. Korkmaya lüzum yok çünkü bir sonraki bundan iyi ya da kötü olmayacak. Ne de olsa onu da olduğu gibi değil, gördüğünüz gibi yargılayacaksınız. En başta bulutların üzerinde en sonda ise yerin dibinde. Ve o arada ise, at gözlüğünün gösterdiği alan kadar herkesin oyun alanı… 

15 Nisan 2013 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: KIROYUM AMA PARA BENDE!

Barika'nın kuyusu: KIROYUM AMA PARA BENDE!: “Kıroyum ama para bende”; diğer sürücülerin dikkatini dağıtıyor diye kamyon arkası yazılar yasaklanmadan önce en çok geyiği yapılan yazıl...

KIROYUM AMA PARA BENDE!


“Kıroyum ama para bende”; diğer sürücülerin dikkatini dağıtıyor diye kamyon arkası yazılar yasaklanmadan önce en çok geyiği yapılan yazılardan biri olmasının yanı sıra; ülkemizin arabesk çağları olarak da adlandırılan, Özal zamanı ve sonrası zenginleri ve sonradan görmelerini kapsayan basit görünümlü ama çok içerikli bir cümledir. Peki, bu cümle şimdi neden sabah sabah bu yazının paragraf girişi olmuştur?

Hem annesi, hem de babası kanser hastası olan bir şahıs olarak, Bayraktar’ın cami avlusunda kanser hastası bir kızın derdinin ne olduğunu dinlemeden cebine para sıkıştırması beni belki sizden bir dirhem daha fazla rahatsız etti ama genel rahatsızlık üzerinden gitmek daha sağlıklı olabilir. Genel rahatsızlığım ise zaten olayların geneli ile alakalı...

En başından, şu politikacı milletinin 850 kişilik koruma ordusu ile camiye gidip namaz kılmasının terazide nereye denk geldiğini düşünmek lazım. Bir kot pantolon, bir tişört, iki de sivil koruma ile sessiz sedasız gidip namaz kılsalar olmaz di mi? Sanıyor musunuz ki benim bu balık hafızalı, cumhurbaşkanının adını bile zor hatırlayan halkım cami kapısında Bayraktar’ı görünce tanıyıp da koşarak üzerine atlayacak? 50 kişinin 45 i tanırsa dişimi kırarım. Ama görüntü böyle olunca mecbur kalıyorsunuz tanımaya. O kalabalığı görünce, “a bu kimmiş” cümlesi ister istemez kuruluyor. Sadece cami mi sanki yok, her yere illa peşte o ordu ile gidilecek. Şahsı muhteremlerin geçeceği yerin on kilometre etrafındaki yollar kapatılacak, olmadı şeritler azaltılacak, metro ve metrobüs seferleri yeniden ayarlanacak, vapur seferleri iptal edilecek. Herkes yoldan çekilecek, olmadı şahsı muhteremlerin geçeceği yollardan uzak duracak hatta o gün sokağa çıkmayacak. Namaz kılacaklarsa camiler, yemek yiyeceklerse tüm Boğaz, yoldan geçeceklerse tüm kara yolu ipotek altına alınacak. Bunların dışında ve aslında içinde; başka bir ülkeden birine anlatsak abartılı siyasi mizah yapıyoruz sanılacak tüm bu şeyler bize normal gelecek. 

Şimdiden şuna da bir cevabımız olsun “Ben hanım kızın ne dediğini tam anlayamadım, o gürültüde hengamede emin olamadım”: birincisi o hengamenin sebebi sensin. İkincisi; dinleyecek vaktin yoksa yanındakilere havale edersin, o 38 yardımcı, 24 asistan ve 12 müsteşar bir işe yarıyor olsa gerek. Gerçekten çok yardımsever bir adamsan adını sanını telefonunu alırsın. E zaten ne dediklerini dahi dinleyecek vaktin yoksa, en baştan halka karışmazsın. Senin bilmem ne bakanı olduğunu duyan canlarım ciğerlerim elbette ki bir takım isteklerle yanaşacaklardır. Bu bin yıllık bir gelenek bizim ülkemizde. El etek öpmek yani, saltanattan geliyor zaar.

Şimdi o kızın geri dönüp sana o parayı gerisin geri vermesinden, bunca insanın “ayıp yahu” demesinden, o çok inandığın kitabın peygamberin bunca öğüdünden bağımsız olarak; sen bizzat kendin olarak, Bayraktar olarak bunun öylesine bir hareket olduğunu düşünüp, unutulacağını savunup –ki haklısın- geçiştirebilirsin. Nitekim insanlık denen meret, kişiden kişiye yer ve seviye değiştiriyor. Ama bir siyasetçi ya da politikacı olarak da o iş yaş söyleyeyim. Böyle durumları lehine çeviremeyecek, özür dilemesini dahi beceremeyecek, bunu münferit bir olay bir yanlış anlama halinden alıp; ters yönde çok daha göze çarpan bir şey yapmadan RTE hatta Demirel üslubu ile sadece “eh yaptımsa yaptım, ben yaptım, ne yapsaydım” diye kapatacaksan; politikayı bırak derim. Bunu ben bile diyebilirim.

Artık böyle olayları vicdanla, insanlıkla değil ancak o insanların çıkarlarına ters düşen durumlardan görecekleri zararın korkusuyla düzeltme-düzelttirme umudu taşımamız da bizim ayıbımız olsun.

Hayırlı haftalar…

Not: bu sefer blogun içeriğinin biraz dışına çıktık ama bu da can yahu!

11 Nisan 2013 Perşembe

Barika'nın kuyusu: DEVRE MÜLK

Barika'nın kuyusu: DEVRE MÜLK: http://www.youtube.com/watch?v=6sXRQttLj-s Kıskançlık değil adı ama tam bir karşılığı yok. Sızlayan bir şey var ama tam bir yer...

DEVRE MÜLK





Kıskançlık değil adı ama tam bir karşılığı yok. Sızlayan bir şey var ama tam bir yeri yok. Birilerini senden daha çok sevdiğini görmek, seni artık eskisi kadar sevmediğini hissetmek, bir gün herkesin herkesten vazgeçebileceğini bilmek, bu bilgiyi tekrar etmek, etmek…

“Sevmediysen peki, sen tamamla sonunu…”

 “Giden gider boş ver, kalan sağlar bizimdir”;  söylemesi en kolay ama hissetmesi en zor cümleler sırlamasında ilk ondadır. Çünkü o “giderse gitsinler”, böyle ellerindeki anahtarla mahallenin bütün arabalarını çizerek giderler. Ne o kadar pasta ne de o kadar cila vardır.

Ne kadar umursamaz görünürsek o kadar umursarlar bizi gibi geliyor. Ama ne kadar umursamaz görünsek o kadar umursadığımız için bize ufak ufak geliyorlar. E zamanında çiziktirdiğimiz o şekiller, serde bilmem nereden esmiş yiğitlikler, erkeklikler, gereksizi gereklisinden fazla gururlar nedeniyle de geldikleri gibi gidiyorlar. Gönderiyoruz kendilerini.

Sonuç? Yol geçen hanına çevirmemek lazım mekanı. Geleni gideni çok olmasın. Devre mülk usulü çalışalım. En fazla bir kişiden bir kişiye ama ömürlük geçsin. Olmaz mı? İnip çıkıyorsunuz olduğunuz yerde ya, çok inmeseniz olmaz mı? Çünkü ben o zaman iniyor değil de düşüyor gibi hissediyorum.

Not: Yukarıda resmi bu yazıya cuk diye oturan ve kendisi son bir kaç gündür kafamın içinde çalan Mabel Matiz, yazının içinde ve fonunda size de kendime de armağanımdır. 

10 Nisan 2013 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: Bİ TAKIM DEFORMASYONLAR

Barika'nın kuyusu: Bİ TAKIM DEFORMASYONLAR: İş güç sahibi olmanın bir takım yan etkileri var. Bel, boyun vesaire fıtıkları, gözde miyopluk, astigmat, eklem ağrıları falan dışı...

Bİ TAKIM DEFORMASYONLAR




İş güç sahibi olmanın bir takım yan etkileri var. Bel, boyun vesaire fıtıkları, gözde miyopluk, astigmat, eklem ağrıları falan dışında yani. Mesela “mesleki deformasyon” diye bir şey var. İçinde olduğunuz sektörün günlük yaşantınıza doğrudan etki etmesi de diyebiliriz buna. Misal verelim: ben.

Maliyetinin en fazla 3-5 lira olduğunu bildiğiniz tişörtü mağazada 85 lira etiketle görünce “yok devenin nalı!” tepkisi verip; bayılsanız da alamamak. Hatta bu sebepten bayıldığınız pek çok kıyafeti olmaz olmaz deyip alamamak. Mağazada ki tezgahtara “bunun antrasiti var mı” diye sormak (Y.N.: antrasit=koyu gri). Herkes elindeki kıyafetin sağına soluna, koluna bacağına bakarken; yıkama talimatındaki ürün içeriğine (pamuk mu naylon mu nedir) ve üretildiği ülkeye bakmak. Bu ve bunun benzeri davranışlar.

Bir de mesleki değil de tamamen iş güç sahibi olmaktan kaynaklı deformasyon halleri var. O da şu şekillerde zuhur ediyor:

Kahve alışkanlığı: Yıllarca “ay ben kahve falan içemem” şeklinde ki laflarımı üniversite zamanında bana yutturan Gamze hanım’dan sonra iş dünyası bende bildiğiniz kahve bağımlılığı yarattı. Sanırsın annem beni Starbucks’ın kapısında doğurmuş. O meşhur “sabahları bir kahve içmeden kendime gelemiyorum” tripli güruha anında dahil oldum. Bir de her nasılsa, sonradan edinilmiş bu kahve alışkanlığı kesinlikle sütsüz ve şekersiz olarak ilerledi.

Atıştırmak: Normalde öğünlerini bile zor takip eden ben şimdi kurulmuş saat gibi öğlen 12 oldu mu açlıktan geberiyorum. Nasıl bir mide kazınmasıdır anlatılmaz. Sanki yemesem öleceğim. Bir benzeri de akşam saat 4 civarında oluyor. Abur cuburla abuk subuk bir ilişkimiz var.

Mail kültürü: Herkese mail atabileceğini ya da her işin maille yürüyebileceğini hatta yürümesi gerektiğini düşünme hali. Bıraksalar anneme bile mail atacağım. Zaten kadıncağız bana telefonla ulaşamıyor; hâlbuki bir mail atsa ulaşamama şansı hiç yok. Outlook önümüzde, gmail arkamızda maşallah her şey yazılı. E söz uçar yazı kalır demişler. Çok kızarsanız şak diye çıktısını alır suratına çarparsınız (bu cümleyi kim bilir kaç kişiye kurdunuz değil mi?).

Bilgisayar bağımlılığı: Bu biraz da mail kısmında anlattıklarıma benziyor. Şöyle ki her işi o bilgisayarın başından kalkmadan online olarak halletmekten yana olmak. Hatta bunu zorlamak. Fatura ödemek, para yatırmak, alışveriş yapmak, plan-program yapmak, konser-sinema bileti almak, arkadaşlarla konuşmak, flört etmek, iletişim kurmak, haber vermek, haber almak… Babamın bir lafı vardır “bu bilgisayarla bir tek çocuk yapılmıyor” diye, aynen öyle.

Bugün öğrendim ki güzel Türkiye’mde kadınların sadece %26 sı çalışıyor. Ve bu kadınların da sadece %8 i beyaz yakalı. Kalanların %40 ı tarım sektöründe çalışıyor. He bu tarımcı teyzelerimin ağırlığı nerede dersiniz? Karadeniz’de. E o zaman Karadenizli erkekler ne iş yapıyor? Bunun cevabını onlar versin. Ama ben kahvehanelerde çorap mı örüyorlarmış neymiş diye dedikodular duydum, bilesiniz. (Bu arada bugün edindiğim bir çok istatistiki bilgiyi sizinle ayrıca paylaşacağım, çok eğlenceli çok)

İşte o %8 lik dilimin deforme olmuş sevgili hatunları, ve kalan yüzdelik dilimlerin sevgili deforme erkekleri; durumumuz budur ve çok da sıkıcıdır. Metropol denen canavar bizi yalayıp yutmakla kalmamış, kendisinin diş arasına sıkışmamızdan kaynaklı içinde bulunduğumuz cendere duygusu da etrafımızı sarmalamış olabilir ama yılmak yok! Deniz kenarı bir kasabada pansiyon açıp; emeklilik günlerimizi bahçede domates yetiştirerek geçireceğimiz günler yakın. Hepi topu 30 yıl sonra…