29 Temmuz 2011 Cuma

barika'nın kuyusu: PUL KOLEKSİYONU

barika'nın kuyusu: PUL KOLEKSİYONU: "Zamanında pul koleksiyonunu göstermek diye bir şey varmış. Vardı demiyorum çünkü yaşamadım ben öyle bir şey. Hem ayrıca benim de pul koleks..."

PUL KOLEKSİYONU


Zamanında pul koleksiyonunu göstermek diye bir şey varmış. Vardı demiyorum çünkü yaşamadım ben öyle bir şey. Hem ayrıca benim de pul koleksiyonum vardı, ne olacak?
 Her neyse zaten şimdi gösterilecek koleksiyonlar değişti. Hatta öyle koleksiyona, bir şeyler biriktirmeye filan da gerek yok. Göstermeye değecek bir şeyleriniz var mı o bile çok önemli değil bazıları ve bazı durumlar için. Ama bizim gibi hala pullara değer verenler ("pul, burada sadece bir simgedir" açıklamasının parantezidir, devam ediniz) için koleksiyon görme kısmı biraz sıkıntılı. Öyle her koleksiyonum var diyeni görmeye gitmeye gerek yok değil mi? Ooo baktım da baya saçma bir yazı olmuş ama mesajı var, var.

28 Temmuz 2011 Perşembe

barika'nın kuyusu: HALA BİR KARŞILIĞI BULUNAMAYAN "DATE" NOTLARI VOL....

barika'nın kuyusu: HALA BİR KARŞILIĞI BULUNAMAYAN "DATE" NOTLARI VOL....: "Beklenen yazıyı yazalım artık değil mi? Valla 'arkası yarın' konusunda baya bir tutkulu gördüm sizi. (kastettiğim kişiler üzerine alınabili..."

HALA BİR KARŞILIĞI BULUNAMAYAN "DATE" NOTLARI VOL.1


Beklenen yazıyı yazalım artık değil mi? Valla "arkası yarın" konusunda baya bir tutkulu gördüm sizi. (kastettiğim kişiler üzerine alınabilirler).
Tamam, hemen konuya girelim: hayır, kötü geçmedi. İyi geçti. Başardım ve kesinlikle alkol almadım. Önümde duran, rokalı balık tabağına bakıp bir kadeh rakı için gözümde biriken yaşları sildim ve içmedim. Aferin bana!
Ah nasıl yaptın diye sormayın ama bir de adama o balıkları eliyle yedirdim ya (elimle demedim eliyle dedim), ne desek boş artık. Türk adet ve geleneklerini öğreteceğiz derken abarttık mı ne? Program akışını veriyorum:
Kahve eşliğinde günlük (iş, güç, ev) konuların konuşulup "hadi ya, öyle mi oldu, iyi yapmışsın" kalıplarının rahatça kullanılması.
Arkasından yemek eşliğinde (işte evet burası benim fikir değiştirdiğim yer oluyor. Ne demiştik? Eğer sadece kahve içecek kadar katlanabileceksek sadece kahve içeriz, içmeliyiz yoksa yemeğe yazık. direkt yağ mağ değil, sinir oluyor o etler sonra vücuda) daha derin mezvulara geçiş: aile, gelecek planları. Bir anda kendimi "galiba ben İzmir de öleceğim" derken buldum. Düşünün yani...
Son olarak yemek üstüne çay. E Türk geleneklerini de anlatıyoruz dedik ya. Yemeğin üstüne çay içilmeyen bir Türk evi olur mu? "Çaysamak" diye bir laf var dilimizde yahu. Ki benim yemekten sonra çay içmezsem ya başım ağrır ya midem.
Kısacası baya bir zaman dilimi söz konusu ve buna rağmen iyi geçti. Gerçi O, daha ilk buluşmada elle balık yiyecek kadar ileri gitmemizi biraz hızlı bulduğunu belirtti ama olsun, ben yatışırdım. Ya bir de birilerinin sizinle ilgili planlar yapması duygusu iyi bir şeymiş. Ben bu duyguyu pek hatırlamıyorum hatta biliyor muyum ondan bile emin değilim. Normal olan şeyler bile anormal gelebiliyor işte bu yüzden.
Adama anlattık işte; yönsüzlüğümüzü, eski kitapları koklamayı neden sevdiğimizi, Galata kulesine düşkünlüğümüzü (ki bu konu onun başka bir yapıya düşkünlüğünden çıktı, böylece masada ki tek taş sevdalısı ben değildim, belli oldu), falan filan gibi ufak tefek şeyleri. Büyük parçalar için henüz çok erkendi çünkü... Erken yani...

Yani arkadaşlar, ilk seferi kazasız belasız atlattık. Şimdi normalde ikincisini planlamamız gerekiyor. Gerekiyor değil mi? O da öyle söylüyor zaten. Yani söyledi. Bu, iyi bir şey değil mi? Evet, bence de iyi bir şey.
Göreceğiz bakalım... Neydi: arkası yarın.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

barika'nın kuyusu: SORUSU OLAN?

barika'nın kuyusu: SORUSU OLAN?: "Sana soran mı var kızım? sorusuna cevap: http://www.youtube.com/watch?v=5k1kgcezxQE Sabahın 7 sinde kulaklıklardan beynime doğru akan şarkı..."

SORUSU OLAN?

Sana soran mı var kızım? sorusuna cevap: http://www.youtube.com/watch?v=5k1kgcezxQE

Sabahın 7 sinde kulaklıklardan beynime doğru akan şarkı sayesinde hatırladığımız anıya bakınız:

"Yıl 2002 sanırım. Üniversite kantini. Sarışın bir çocuk varmış benden hoşlanan. Araya giren arkadaş dedi ki "bi konuş ya". Tamam, konuşalım da ben bitmişim, okeye dönüyorum. Meşhur "bira kutusu" na fena halde aşık vaziyetteyim. Ve de çok ama çok sinirliyim. Seni ağlatıp sonra da karşına geçip bununla eğlenecek kadar manyak bir adama aşık olursan sinir hastası da olursun tabi. İnat edeceğim, deneyeceğim, onsuz da nefes alabileceğimi ispatlayacağım. Çok kararlı bir halde oturmuşum çocuğun karşısına. Başlamış anlatmaya. Ders saati, kantin bomboş neredeyse. Tam ortada ki masada oturmuş onu dinlerken nedensiz ve gereksiz bir şekilde omzunun üstünden karşıya, pencereye doğru bakıyoum ve bakmaz olaydım ki "bira kutusu" nun tek başına pencerenin önünde oturup bana baktığını görüyorum. Aferin bana! Artık sarışın çocuğu duyuyor ama dinlemiyorum. Ta karşıda bana neden baktığını bilmediğim "bira kutusu" na bakıyorum. Hayır, gerek yok, kafamı çeviriyorum sonunda ve saniyeler sonra da o kalkıyor yerinden. Tam yanımızdan geçecekken duruyor, masaya bakıyor ve elini uzatıyor nedensiz ve gereksiz bir şekilde lise arkadaşı çıkan benden hoşlanan sarışın çocuğa! Sonra da durup muhabbete başlıyorlar. Hey be! Vay vay... Başka? O masaya kafa atmak istedim o anda. Ama gerçekten atmak!"

Niye anlattım bunu? Hani şarkıda diyor ya: bize soran olmuş mu gibi bir şeyler. Hah işte, onun için anlattım. Kim soruyor bize? Kimse. Bak ben cevap verdim. Hem de avaz avaz ama bir baktım, anam soru yokmuş ki ortada. Peh... Boşuna işte...

26 Temmuz 2011 Salı

barika'nın kuyusu: "DATE" DEMEK NE DEMEK?

barika'nın kuyusu: "DATE" DEMEK NE DEMEK?: "Ya bu buluşma-görüşme işleri nasıl oluyordu tam olarak? Şimdi bu saatte abuk bir soru gibi gelebilir ama aslında değil. İnsan yapmadıkça un..."

"DATE" DEMEK NE DEMEK?


Ya bu buluşma-görüşme işleri nasıl oluyordu tam olarak? Şimdi bu saatte abuk bir soru gibi gelebilir ama aslında değil. İnsan yapmadıkça unutuyor galiba. Bisiklete binmek gibi falan değil hayır, onu söylemeyin. En azından bana değil. Ayrıca hali hazırda tanıdığın insanlarla görüşmek; buluşmaktan sayılmaz. Orada her şekilde bir muhabbet var. Tedirginliğe lüzum yok. Fakat burada neredeyse bir "date" ten söz ediyoruz cicim!
Bu kelime de nasıl tuhaf durdu Türkçe'de. Karşılığınada bir şey koyamıyorum ki! Randevu: bunu doktora giderken kullanır insan ya da ne bileyim kuaföre falan. Buluşma: şimdi bunun da bir sürü başka anlamı var. Çok genel bir eylem oldu. Görüşme de olabilir ama o da buluşma gibi sanki. Velhasıl, bulamadım.
Tamam, asıl konuya gelelim. Mesela, ilk karşılaşma anında ne yapılır? Sadece elini mi sıkayım, yoksa aynı anda yanağından da öpeyim mi? Sarılayım mı? Oha, yok, sarılmayayım; bu biraz fazla olur. Elimi ayağımı bir yerlere sığdırayım ama. Sonra, kesinlikle aç karna gitmeyeyim, midem bulanıyor. Tansiyonum falan düşer, neme lazım. Ulen sanki Kıvanç Tatlıtuğ la buluşuyorum. Hayır, zaten onunla buluşacak olsam şu anda bunları yazmak yerine, steril bir odada, beyaz duvarlara bakarak ve su sesi dinleyerek sakinleşmeye çalışıyor olurdum. O yüzden abartmayalım.
Kahve içmek lazım. Alkol değil. İlk buluşmada alkol, çok yanlış bir karar. Aslında her buluşmada alkol, yanlış bir karar ya neyse. Kendine mukayet olabilme seviyesini azami miktarda tutmakta fayda var.
Yemek olmaz. Çok uzun bir süre alıyor yemek yemek. Riskli. Belki sıkılırım, belki daralırım, öyle bir durumda yemek bitse de gitsem diye kurdeşen dökmeye gerek yok. Altı üstü bir fincen kahve, içer kalkarım. Konuşmaya devam edesim gelirse ikinci fincana döner, gelmezse orada kalır. Süper, tamam.
Kıyafet konusuna gelince: öyle etekler, elbiseler, topuklu ayakkabılar yok. Sade olsun. Sade olsun derken, bir eşofman bir tişört giyip gidelim de demedim tabi. Yani normal olsun. Her zamankinden belki biraz daha özenli ama biraz. Simli göz farı filan sürmeye lüzum yok mesela. Kot pantolon iyidir. Şöyle hoş bir bluzla şık da durur. Zaten iyi ki biri (Amerikalı maden işçilerine selamlar) bu kot pantolon denen mereti icat etmiş yoksa biz "modern kadınlar" ne giyecektik acaba? (modern kadınlar kısmına daha sonra da değinebiliriz).
Başka? Ah bir de sonunda ne olacağı var değil mi? İlk buluşmalar her yere doğru gidebilir. Buna dip seviyesi de dahil... Yani ya birbirimizden kaçarak uzaklaşacağız (hıaaghhhh nidası ile) ya da kırılıp bükülerek, flörtöz ve dışarıdan bakılınca kesinlikle IQ seviyemizi 50 civarında gösteren muhabbetler arasında ikinci bir buluşma ayarlayacağız. Kim bilir?
Kimi bilmem ama siz bilebilirsiniz.
Arkası yarın...

25 Temmuz 2011 Pazartesi

MATRIX



En son söyleyeceğimi, en başta söyleyip kurtulayım:

45 derecenin altında uzo içerken, herkes herkese aşık olabilir. Ama döndüğünüzde herşeyin bıraktığınız yerde olduğunu görürsünüz ve işte buna "gerçek hayat" denir. Gerçek hayata hoşbuldum...

14 Temmuz 2011 Perşembe

barika'nın kuyusu: KONFETİ ATSAYDINIZ!!

barika'nın kuyusu: KONFETİ ATSAYDINIZ!!: "Normalde bile yürümesi zor bir sokağa bu kadar çok insanı alırsanız ne olur? Kaynaşırlar. Hatta fazla kaynaşırlar! Ya biz gittik 5 kişi;..."

KONFETİ ATSAYDINIZ!!


Normalde bile yürümesi zor bir sokağa bu kadar çok insanı alırsanız ne olur? Kaynaşırlar. Hatta fazla kaynaşırlar!


Ya biz gittik 5 kişi; olduk 7 kişi. Elin Amerikalısının ne işi var bizimle? Yok, pardon bizim ne işimiz var elin Amerikalısıyla. Ha Türk kahvesi içmeyi biliyor o ayrı mesele. Benim iyi bir dansçı olduğumu sanıyor o apayrı bir mesele. Ki herkes bilir ben dans konusunda faciadan halliceyimdir. Bir de o gözlük niye ben de kaldı ben onu anlamadım…

Asmalı da karnaval varmış, bastık gittik son dakika kararıyla. Zaten insanın başına ne gelirse bu son dakika gollerinden gelir. Ben Beşiktaşlıyım, iyi bilirim. Neyse, 300 kişilik sokakta 1000 kişi olunca ister istemez samimi bir atmosfer oluşuyor. Barların önünde 10 tl den açılan bira fiyatları ilerleyen saatlerde bakkalları takviyesiyle 3 tl ye kadar düştü. Açık havada bu kadar havasızlığa rağmen o müzik sağ olsun, bir dakikadan sonra zaten çok anlamı kalmadı nefes almanın. Ama dans etmeye çalışmak tam bir akrobatik gösteri! Sonuç; yeterince parametre sağlanırsa zaten eğlenilir de; bir de eğlenmeye dünden gönüllü iseniz hiç kaçarı yok, eğlenilir. Bizim çocuklarda baya başarılılar bu konuda.

Ama o son dakikada üzerimize önce köpüklü suları sonra da parlak janjanlı konfetileri boca eden arkadaşları bir yakalarsam bir çift değil on çift lafım var! Mesela: yapışıyor arkadaşım! Çıkmıyor ya… Hepimizin ağzından, gözünden, kulağından çıkıyor ama üzerimizden çıkmıyor. Evde odanın zemini parıl parıl, banyoda küvet rengârenk, bizimkiler taksiye dökmüş yarısını. Ziyan oldu gitti bak, ne gerek var? Ayrıca ta meydana oradan da eve, ayna görmeden geldiğim için; eve girip banyoda ki aynaya bakınca kendimi “Yarabbim” demekten almaktan alamadım. Zaten başka bir şey de diyemedim. Sadece o yolu, benim o halimle ve benimle birlikte kat etmek zorunda kalmış olan “ezikböcek” e acıdım.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

BEKLE ZEUS BİZ GELİYORUZ!


Bilenler bilmeyenlere anlatsın ki biz aslında herkese anlattık sanırım, biz de tatil demek macera demek. Daha önceki acı-tatlı tecrübelerimizden de öğrendik ki biz bazı konularda ne kadar şanslıysak bazı konularda da o kadar şanssızız. Yani bir haftada hem uçak hem tren kaçırıp iki kere yanlış hava alanına giden ve en son günde içinde her şeyin (pasaport dahil) olduğu çantayı bir gece klubünde çaldıran bir ekip olarak sabıkalıyız.


Gecenin 12 sinde Edinburgh ta bir otobüs durağında, ellerinde valizlerle kala kalmış 3 kız düşünün. Şehirde ki caz festivali nedeniyle de bütün odalar dolu. Ne yaparsınız? Makul cevapları geçip ne yaptığımızı söyleyeyim; kuzenlerden büyük olanı otobüs durağında valizlerin başında bırakıp küçük olanla otel aramaya gidersiniz. (Ha ama sonuçta acayip ucuz bir fiyata dubleks bir odada kalırsınız o ayrı)

Gecenin 2 sinde Londra da çantanızı çaldırıp meteliksiz ve kimliksiz kalırsanız ne yaparsınız? Cumartesi sabahı konsolos yardımcısını yatağından kaldırır, bu arada valizleri toplayıp bir market arabasıyla Victoria sokaklarında gezdirir, evsizlere ayrılmış biletlerden faydalanıp havaalanına gidersiniz.

Sevilla da normalde düz gitseniz 10 dakika olabilecek mesafeyi; bütün yollarını daracık ve birbirine bağlı yapan İspanyollar sayesinde 20 dakika da alamayacağınızı fark edip Dünya Kupası çeyrek finali maçına yetişmek için taksiye binerseniz ne yaparsınız? Telefonunuzu takside bırakıp inersiniz.

Olsun, ne kadar çok şey öğreniyoruz hayatta. Onlarca ziyandan sonra telefonu nasıl taşıyacağımızı, pasaportu nereye koyacağımızı, ne yiyip ne yemeyeceğimizi, siyah biranın hiç hoş olmadığını, İskoç aksanı denen şeyin içerilere, köylere girdikçe Klingon dilinden farksız olduğunu, yavşamakta İtalyan erkeklerinin üzerine olmadığını, İspanya da yolu aynı anda 8 kişinin tarif edebildiğini falan filan...

Şimdi de sıra geldi yeni maceramıza. Bu sene parasızlık başta olmak üzere bir takım sebeplerden bir takım planları (yine) erteleyerek Yunanistan a gitmeye karar verdik. Nasıl olsa bir gün gidecektik bari aradan çıksın değil mi? Hazır yakın, hazır ekonomik kriz var (evet, fırsatçılık), hazır yaz… Ama bir de hazır karışık. Ya arkadaşım biz gidiyoruz adamlar neredeyse iç savaş çıkaracak. Ya bir oturun yerinizde! Yoksa benim sevgili kuzenimin (obsesifmakinist) hayalleri gerçek olacak ve biz bir adrenalin tatili yaşayacağız: kaçırılmalar, eylemler, rehin alınmalar veya almalar, polis takibi… Ya böyle tatil hayali mi olur savaş oyunu simülasyonu gibi! Stockholm sendromundan mustarip bir halde döneceğiz sonra ülkeye ki ben zaten yanlış adamlara aşık olma konusunda hayli ilerdeyim.

O zaman sayın ve sevgili okuyucular, dua edin bizim için! Tek parça ve kayıpsız gelebilelim. Bir haftada 4 şehir aralarda köy-kasaba-dağ planlarımız var, düşüp bir yerlerimizi kırıp yarmadan gelelim. Kaybolmadan gelelim diyeceğim ben İstanbul da kayboluyorum. O kadar otobüsün içinden bari en fazla 1 tanesini falan kaçıralım. Tavernalarda uzo içip tabak kırmak tek şiddet içeren anımız olsun.

Ya bir gidelim gelelim, ben size neler anlatacağım. Ha bu arada, bakalım şu "Yunan tanrısı gibi" deyimi ne kadar doğruymuş...

12 Temmuz 2011 Salı

barika'nın kuyusu: ÇAKILI KALDIM BİR İPİN UCUNDA

barika'nın kuyusu: ÇAKILI KALDIM BİR İPİN UCUNDA: "Eski yazılarımı okuyordum, nereden nereye gelmiş hikayeler diye. A-a bir baktım ki aynı yerde duruyor. Yuh artık! dedim içimden. Hatta bir d..."

ÇAKILI KALDIM BİR İPİN UCUNDA

Eski yazılarımı okuyordum, nereden nereye gelmiş hikayeler diye. A-a bir baktım ki aynı yerde duruyor. Yuh artık! dedim içimden. Hatta bir de dışımdan. Ayıp ama, insan bir şeyler öğrenir değil mi? Bkz: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2010/11/sitem.html
Nerde? "Bir daha da yaparsam ne olayım" dediğim şeyleri bile yeniden yapmışım. Beyin nakli mi yaptırsam ne yapsam? Ya da keşke insanın ruhunu, karakterini kablolar bağlayıp elektrik vererek yola getirebilseler. Ne güzel olurdu ve ben ne fena yanık kokardım...

11 Temmuz 2011 Pazartesi

barika'nın kuyusu: SAÇMALAYAN YAZILAR VOL.2

barika'nın kuyusu: SAÇMALAYAN YAZILAR VOL.2: "Hava alanı kapısından elinizde valizle çıkarken ne düşünürsünüz? Ben hep o kapının önünde bekleyen biri olsa diye düşünürüm. Sonra da acaba ..."

SAÇMALAYAN YAZILAR VOL.2

Hava alanı kapısından elinizde valizle çıkarken ne düşünürsünüz? Ben hep o kapının önünde bekleyen biri olsa diye düşünürüm. Sonra da acaba o anda kim orada olsa isterdim diye… Dış kapıdan değil de dış kapıya gelmeden önce ki o ara kapıdan çıkarken biri orada öylece dikiliyor olsa derim içimden, beni görünce gülerek el sallasa. Ben de şaşırmış, ördek gibi bir surat ifadesiyle ona el sallasam. Gelip elimden valizimi alsa ben de “Ne işin var senin burada?” desem. “ E seni almaya geldim” dese. Kim gelse diye düşünürüm. Ben hep düşünürüm, ondandır.

Aylardır cüzdanımda taşıdığım bir yüzük var. Annemin incili yüzüğü. Arkasında ki kaynak kısmı incelmiş, her an kopacak gibi duruyor ben de korkumdan takamıyorum, olur da parmağımdan düşerse diye. İlk yapılması gereken işler listesinde güya ama bir türlü yapılamıyor. O kadar balık hafızalıyım ki; ne zaman cüzdanımı açıp o yüzüğü görsem, yaptırayım diyorum ama hemen arkasından daha cüzdanı kapatır kapatmaz unutuyorum.

Evde ki gramofonu da artık tamir ettirmeye karar verdim. Bir zamandır kendisi ile ne yapacağımı düşünüyordum ve sonunda tamir ettirip çalmaya karar verdim. Bir de Müzeyyen Senar plağım olsa işte, oh değmeyin keyfimize. Balkona yakın bir yere koyarız. Serin yaz akşamında ağaçlı balkonda püfür püfür rakı sofrası kurarız o gramofon arkada tıngırdarken.

Dolapta bir şişe beyaz şarap var. Şarap bozulur mu dolapta durdukça? Ekşir mi ya da? Tek başıma içemem ben o şarabı diye diye sakladım ama daha ne kadar sirkeye kaçıracağım bakalım?

Çok fena ellerim kaşınıyor. Kafamın içi cümlelerle dolu ama yutuyorum. Yenilir yutulur cümleler değil çünkü. Korkumdan yazamıyorum. Hani bir şeyleri sesli söylerseniz çağırırmışsınız ya bende olur da yazarsam ne olur diye korkuyorum. Birazını yazdım. Elimi ağzıma sokup kusmuşum gibi oldu ama baya da yazdım. Sonra da sakladım. Aylar sonra o taslağa dönüp bakınca kendime acıyabilirim, gülebilirim ya da öylece alıp bloga koyabilirim. Ama yok öylece koyamayabilirim. Dedim ya yutulamaz yerleri var.

Kolaj yapmaya karar verdim ama bir türlü büyük boy ve kalın yapraklı bir defter bulamıyorum. Kadıköy'ü talan etsem bulur muyum? Bence bulurum. Hem iki sahafa girer kitapları koklarım. Eski kitap kokusu ile yeni kitap kokusu arasında hangisi daha güzel karar veremiyorum. Derin derin nefesler alasım var içlerinden, onu biliyorum.

Hani beni üstüme alınmakla suçluyorlar ya, yok, bir tek ben değilim üstüne alınan. Herkes, herşeyi üstüne alınıyor. Herkes kendini dünyanın merkezi sanıyor. Bak yine sinirleniyorum ya! Çok sinirleniyorum hatta... Nereden geçiyordu bu ekvator çizgisi, bir deyin bakayım bana.

10 Temmuz 2011 Pazar

EZİKBÖCEK 25 OLDU...

Bu çocuk hep bir tuhaftı. En başta beş kg doğmuştu, eve geldiğinde yeni doğmuş gibi değil de üç aylık gibiydi. 
Daha bebekti, evde ona bakacak kimse kalmayınca karşı komşunun kucağına bırakıverdi annem, bırakmak zorunda kaldı. O zamanlar insanlar daha iyilerdi ya da bana öyle geliyor da olabilirdi.
Sessizdi, ben çok konuştuğumdan belki, dili geç açıldı. Bir de ağladığını çok az hatırlarım. Bir tek babamı evden gemiye yollarken, onu kırk beş günde bir gördüğünden ona ağlardı. Bağırmazdı, tepinmezdi, bir şeyleri kırmazdı, kimsenin saçını çekmezdi.
Ben dokuz yaşındaydım o dört yaşındaydı; evde tek başına kalıp, televizyonda çizgi film izlerdi ben gelene kadar.
Ben on yaşındaydım, o beş yaşındaydı korku filmi izleyemez, MJ in Thriller klibinden ödü kopardı.
Ben on iki yaşındaydım, o yedi yaşındaydı; okulun bahçesinde düşüp kafasını yardı. Benim hala bir tane bile dikişim yok ama onun alnında hala iz var.
Ben onbeş yaşındaydım, o on yaşındaydı; "Oyun oynayalım" diye etrafımda dönerdi, bende ergen ergen "ufff rahat bırak beni bir yaaee" derdim.
Ben yirmi yaşındaydım, o on beş yaşındaydı. Ben bir kere daha üniversiteye başladım, o anadolu lisesini kazandı. Kitap kapağı açmamıştı, annemler Bodrumdaydı, ben işteydim.
Ben yirmi dört yaşındaydım, o on dokuz yaşındaydı. İkimiz beraber mezun olduk. Onun kep giydiğini görmeye gittiğim otobüste son üç yılımı bana zehir eden adam vardı ama artık kaç yazardı.
Ben yirmi beş yaşındaydım, o yirmi yaşındaydı. Ben İstanbul a geldim, o İzmir de kaldı. Tüm o çocukluklar geçip yirmili yaşlara geldiğimizde o beş yıllık fark son hızla kapandı. Arkadaşım oldu, sırdaşım oldu. Ha O hep benden beş yaş büyük oldu, çoğu zaman ben kızkardeş gibi oldum ama o benim çocuğumdu. Hala da öyle... Hala da ondan saçmalama boyutunda evhamlanışım. Hala da ondan yemek yedi mi, uyudu mu, sokakta mı, evde mi, parası var mı, ağrısı sızı var mı merak etmem. Arada bir hayatı ona zindan etmem ondan.
Ben otuz oldum, o yirmibeş oldu. Arada asker oldu, arada aşık oldu, arada mezun oldu, kocaman bir adam oldu ama ADAM oldu.
Ne söylediğini ve neden söylediğini, nerede söylediğini bilen; aramızda o oldu.
Can yaksa da gerçek, gerçektir diye yumuşatmadan söyleyen; o oldu.
Ben kendimden şüphe ederken, bana inanan o oldu.
Yanlışımı yüzüme vuran, doğrularımı bana hatırlatan o oldu.
Saçımı, kıyafetlerimi hatta parfümlerimi en acımasız eleştiren, en zor beğenen o oldu.
Bugün de yirmi beş oldu.
İyi ki doğdu, iyi ki oldu. Kardeş isteyen benmişim ama hep bir kız kardeş istemişim. Ama iyi ki O oldu. Kocaman bir kardeşim oldu. Tam yirmibeş yıldır benim sırtımda sağlam bir duvar var, bana hayatın en büyük hediyesi de bu oldu...
Mutlu yaşlar ezikböcek...

PANDA GÖZLÜ KURBAĞA



Evet, neydi kimler hatırlıyor? O gece kalabalıktık biz. Ben sarhoştum bi' bok hatırlamıyorum. Bir tekne görüntüsü kalmış aklımda yok, yok motor, deniz motoru. Üsküdar sahil, Kadıköy minübüsü, sarı dolmuş sıralama buydu sanırım. Ne çok bağırmışım yollarda, bir de ağlamışım. Ne ağlamak, içimi çeke çeke. Ulan insan sarhoş olunca ağlar mı ikide bir? Yolun ortasında duruvermişim öylece "sen bana bunu nasıl dersin" kabilinden bir cümleyi ağlaya ağlaya... Eziyetsizimdir ya normalde; o yüzden ettim mi tam ederim. Adamı hayatından da kendimden de soğuturum ben.
Ertesi sabahlarında o berbat mide burkulması, beni uyutmayan çarpıntılar, yarım saatte bir gözümü açıp telefona bakmam yüzünden nefret ediyorum ertesi gün pişmanlıklarından. Bunlar için de bir hap olsa keşke. Bir tane yutup hop unutuversem. Bana ne olduğunu kolay unutuyorum da başkasına ne yaptığımı zor unutuyorum. Sanki herşeyi berbat etmişim, o yüzden bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak korkusu var ya... Fena...
Bu kadar önemli mi? Ya da bu kadar önemli olmalı mı? Herkes sarhoş olur, aklında birikenleri saçmalayarak konuşur, düşünememek için geri geri attıklarını kusar. Herkes dağıtır ve dağılır. Bunlar olur, öyle bir kere değil, bir kaç kere olur. Hepsi başka bir insana rastlar. Bu da daha iyi sanırım yani hep aynı insanın sabrını zorlamaktansa... Hem neden her şey aynı olamasın? Hadi olmasın. Belki daha iyi olur. Bu, benim. Ben ne zaman bir şeyleri bastırsam hayatımda; yüzümde patlayan sivilceler gibi dilimde patlar. Dökülüverir zamansız ve saçma bir yerlerde. Kafam neye karışmışsa zamanın bir yerinde ve ben onu çözmek yerine ileri bir tarihe hatta ikinci bir emre kadar kapatmışsam konuyu, ben de ters teper. O yüzden çoğu zaman tangır tungur bir şeyleri hemen konuşurum ya. Yoksa, yoksasından esirgenelim.
Ulen alacağın olsun votkabiratekila; yine yaptın bana yapacağını!
Atm kartımı yuttu, vermedi bana şerefsiz gece gece. Durağımı kaçırdım. Sabahında panda gözlü bir kurbağaydım. Ben demedim zaten, sen de gül bahçesi vaad etmedin, hem ben gülleri sevmem ki...

7 Temmuz 2011 Perşembe

barika'nın kuyusu: KASAVETE Mİ GİRDİK NE OLDU, NE AYAK?

barika'nın kuyusu: KASAVETE Mİ GİRDİK NE OLDU, NE AYAK?: "Çastara Çastara Çastara Çassss (bkz: Huysuz Virjin) Beklentiler… Zor olan, insanın kendisinden beklentilerinin yüksek oluşu. Potansiyelim..."

KASAVETE Mİ GİRDİK NE OLDU, NE AYAK?


Çastara Çastara Çastara Çassss (bkz: Huysuz Virjin)

Beklentiler… Zor olan, insanın kendisinden beklentilerinin yüksek oluşu. Potansiyelimizi, neleri yapıp neleri yapamayacağımızı bizden daha iyi bilen olmasa gerek. Ama o zaman neden bu güvensizlikler, panikler, heyecanlar, kekelemeler? Ha, neden? Halbuki biliyoruz değil mi iki artı ikinin dört ettiğini bildiğimizi. O zaman neden biri bize iki, iki daha kaç eder dediği zaman kilitleniyoruz?

Bunca yıldır hiçbir şeyden muzdarip olmadım özgüven eksikliğinden muzdarip olduğum kadar. Bana engel ben olunca, insanın canı daha bir yanıyor. Çünkü kızıp lanet edecek, üzerine bahane atacak birileri olmayınca insan, kendisine ne söyleyeceğini bilemiyor. Çok azarlayınca köşesine kaçan özgüven, zaten kendini çoktan dolaba kilitlemiş oluyor. Tırmala dur ondan sonra kapıları…

İşte böyle zamanlarda birileri bizi şöyle iyi bir pohpohlasa? (bkz: Vega / Poh poh perisi). Olmadı kendi kendimize yapsak. Deneyelim:

Ben de biliyorum canım göbek yaptığımı, kaburgalarımın dışarıda olduğunu ve profilden Fatih Sultan Mehmet e benzediğimi (başlangıçta bir sorun var sanırım) ama bacaklarım güzel şerefsizim. Hem uzun bile sayılır (tabi benim boyuma göre). Maşallah sütun gibi meretler. Oh yeme de yanında yat. (abarttık galiba biraz).

Ya, adı üstünde deneme arkadaşım. Bir de şöyle deneyelim:

Aslında çok zeki ve çevik bir insanım ama hepsini birden kullanmıyorum ki etrafımdakiler bunalıma girmesin. (höh, yavaş!)

Olacak olacak, çalışmak lazım. Kendime çikolata falan mı alsam şımartmak için? Gerçi az önce İcocuğumun uğur böcekli 30 yaş kurabiyesini yedim ama olsun. O da ayrı bir bunalım unsuru olabilir. (ay çok yazdım bu 30 u ben, tamam sustum). O yüzden ben en iyisi başka bir yol bulayım. Kendime çiçek mi göndersem? Hayır, bana çiçek gönderecek birini bulmaktan daha kolay olduğu için. Ya biri beni yerlerden bir toplasın ya… Biz kadınlar gelemeyiz böyle kasvetlere, boğulur gideriz maazallah.

5 Temmuz 2011 Salı

barika'nın kuyusu: KULEDEN

barika'nın kuyusu: KULEDEN: "Mart 2011 de yazıldı, öylece kaldı, sonunda tesadüfen bulundu, okundu, yayınlandı, hayırlı olsun... Söylenmesi gerekenleri söyleyebildim..."

KULEDEN



Mart 2011 de yazıldı, öylece kaldı, sonunda tesadüfen bulundu, okundu, yayınlandı, hayırlı olsun...

Söylenmesi gerekenleri söyleyebildim ama söylemek istediklerim için beklemek lazımdı. Beklemek lazımdı çünkü yeri ve zamanı değildi. Beklemek lazımdı çünkü “o an” bana ait değildi, bana ait bir şey yoktu. Ha bir de yeni bir duvardan sekmeyi, umursamaz bir sessizliği daha kaldıracak gücüm yoktu. O yüzden söylenmesi gerekenleri söyledim, söylemek istediklerimi tuttum. Hem zaten o zaman tutmasaydım yine ayarsız bir konuşma yapacaktım. Çünkü ben balığım ya; işte o yüzden o kadar kolayca kayıveriyorum ki suların içine… Derinliğine sığlığına bakmadan, tadını tuzunu ölçmeden dalıveriyorum. Demiyorum ki hiç acaba bu su beni kabul eder mi? Alır mı içine? Ya da tutar mı içinde? Az mı sudan çıkmış balık oldum ben! Ama yok, akıllanmadı mı akıllanmıyor insan. Otuz değil yüz olsa aynı. En güzelini yaptım, bekledim. Şimdi bunları söylediğimde kimse için bir anlamı olmayacak. Bu sefer güvendeyiz.


Kafamın içinde ki savaşı yine ben başlattım, ben bitirdim. Evet, yine zaman aldı, yine üç günde sıyrılamadım. Yine uykuya dalmadan önce, uyandığımda, saçma sapan bir şarkının saçma sapan bir yerinde, Boğaz köprüsünün üzerinden geçerken aklımdaydı. Bak sayarım; o akşam Funda Arar çalıyordu “aşk seni de beni de sınamadı mı? Hiç gecen gündüzün bir olmadı mı?” Aşk değil belki ama bir şeyler yine sınadı beni ya da ben bir şeyleri sınadım. Dedim ki kendi kendime “bu kaçıncı?”. Saymaya çalıştım. Bilmem kaç yıl önce doğum günümün gecesi beni önce ağlatıp sonra gözümde ki yaşlara rağmen öpüveren adam, ertesi sabah sanki o biz değilmişiz gibi yapmamış mıydı? Ben bunu ne kadar taşımıştım yanımda? Sene hesabıyla. Ay değil, hafta değil, sene hesabıyla taşımıştım. Ne ilk oldu ne de son. Birileri bir adım atsa ben koşuyorum! Yerime yönüme bakmadan, bodoslama koşuyorum. Halbuki kafamı kaldırıp bir baksam bana adım atanı geçmişim gitmişim, aşmışım. O kalmış olduğu yerde, o kadar ki ben yeniden yanına varana kadar gitmiş bile.

Ortadan kaybolmalara, sorumluluktan kaçmalara, kararsızlıklara, ne istediğini bilmemelere, sığ sularda yüzüp derinlere inmekten sakınmalara alıştım. İşte o yüzden bu kalkanlar hiç inmiyor. Çünkü tüm bu sakınmalara, çekinmelere, isteksizliklere inat; ben o kalkan olmasa her adıma on adımla, her uzanan ele kolunu vere vere per perişan olurum. Ki şu kadarcık boşlukla bile kendime eziyetim mevcut…

Ha benim kafam bu kadar karışmazdı yine, karışmazdı da işte… O gecenin bir buçuğunda sarı dolmuşta alt dudağımın kenarı sızladı. Elimi götürdüm. Unutmuşum ben, fark etmemişim ya da, e kokun kalmış elimde. Ne yapayım? Nereye kaçayım tam o anda? Zaten kısa devre yapmış az önce her yer, sigortalar atmış, karanlık. Ben aptal aptal ışık arıyorum, önüme çıkana bak! Elim çenemde, burnumda kokun, öylece geçtim ben o Boğaz köprüsünden. E ben ne hissettiğimi bilmiyordum ki ertesi sabah uyandığımda. Sadece baş ağrısı… Ne diyeceğini bilememe, karşındakinin ne diyeceğini bilememe, bilememekler üzerine bir baş ağrısı. Dedim ki kendime: “Tamam kızım düşünmek yok artık, nasıl olsa bir işe yaramayacak kafanı yormaktan başka. Bu sefer sus otur bakalım. Bir kere de çeneni tut, sorma sorgulama. Varsa bir şey çıkar zaten, yoksa da e zaten yoktu. Yirmi dört saat içinde değişmez bir şey. Bak bu sefer baya başından yakaladın kendini zaten. Unut, yok, olmadı, bitti, geçti, hadi bakalım!”

İşe de yaramadı değil. Daha da önemlisi haklı çıktı. Gerçekten yok bir şey, yok. Var olma ihtimalini saklı tutan o patavatsızı bile susturdum bu sefer. Konuşamadı haspam! Aferin bana. Bir aferin de ona… Neyin içinde durduğunu, benim onun için nerede olduğumu, anlık geçici konumumdan sonrasına kadar durumumu anlattı; bana gül bahçesi vadetmedi.

Tatlar geçer, kokular gider, elinin izi çıkar elinden, bir gecelik bir anlık olduğunda daha kolay azat eder seni. Karşında ki ipi tutmaz da git derse daha kolay çıkarsın çemberden. Kenarından dolanırsan batmazsın suya. Galata kulesine çıkarsın, şöyle bir aşağı bakar aldığın o derin nefesi verirsin, olur biter.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

barika'nın kuyusu: KIRIK YUMURTALAR

barika'nın kuyusu: KIRIK YUMURTALAR: "'Başkası var' Dedi... Deyiverdi, öylece deyiverdi. Cümle çok anlamsız! Ne demek ki bu? Başkası var. Neyin başkası? Benden başkası mı yok b..."

KIRIK YUMURTALAR


"Başkası var"
Dedi... Deyiverdi, öylece deyiverdi. Cümle çok anlamsız! Ne demek ki bu? Başkası var. Neyin başkası? Benden başkası mı yok bundan daha başkası mı? Ohoo daha başka neler neler var gibi bir başka mı yoksa sureti falan olan gayet canlı kanlı bir başka mı? Dayanamadım sordum: "Ne yapıyorsun o başkayla?"
Yüzüme, ona, Moskova nın nüfusu kaç diye sormuşum gibi baktı ya da insan vücudunda kaç kemik vardır? Yersiz ve o an için tamamen gereksiz bir soruymuş gibi yani. Aslında bence cevabı en gerekli soru buydu. Ne yapıyordu o başka ya da başkası, işte her ne boksa onunla? Benimle yapamadığı ne yapıyordu? Ah belki de aradığım cevap sorduğum sorunun eyleminde gizliydi: yapamadığı değil benimle yapmadığı ne yapıyordu onunla? Ne zaman vaz geçmişti artık benimle bir şeyler yapmak istemekten? Bir şeyleri benimle yapmaktan zevk almayı bırakalı ne kadar olmuştu? Mesele sadece sevişmek değil. Ondan zevk almayı bırakmak bu kadar koymazdı sanırım. Mesele diğerleri... Benimle konuşmadığı ne konuşuyordu onunla? Şu şirkette ki şirret muhasebe müdürü kadınla ilgili dedikoduları ona mı anlatıyordu ya da bir türlü bitmeyen proje yüzünden bilgisayar destek departmanı ile nasıl papaz olduğunu? Artık sabahları bana hangi kravatı takayım diye sormadığına göre, ona mı soruyordu? Çoğu akşam eve tok karınla gelmesinin ve beni sofrada yalnız başıma yemek yemeye mahkum etmesinin nedeni onunla yemek yemesi miydi? İyi de neden? Neden? Zaten madem benimle yemek dahi yemek istemiyorsa artık; neden geliyordu ki eve? Nasıl yatabiliyordu yanımda? Nasıl öpebiliyordu beni? Ne zaman düşürmüştü o mideyi bir yerlerde?
"Planlı bir şey değildi, birden oldu" dedi ki bu zaten tam bir saçmalıktı. Planlısı nasıl oluyordu ki bunun? Hım, şimdi karar verdim, sevgilimi aldatacağım, o yüzden bir plan yapmalıyım. Öncelikle bir kadın bulmalıyım. Evet, böyle böyle yapmalıyım. Delirdik mi ya! Planlı değilmiş miş.Ah keşke bir de planlı olsaydı psikopatça...
Bazı geceler mesaiye kalırdı ve bana mesaj atardı işyerinden. Ya da mail gönderirdi hala çalıştığını ispatlar gibi. Halbuki düşündüm de aynı telefonla birden fazla kişiye mesaj göndermek ya da farklı sekmeler açıp birden fazla insana mail göndermek çok basit bir işlem. E ben neyime güveniyordum? Nasıl emin olabiliyordum ki o anda ilgisinin tek benim üstümde olduğundan? Neymiş, ilişki dediğin şey güvene dayanırmış. Sürekli birbirimizi sorgulayacaksak nasıl bir arada kalırmışız? Sorgulamadık ta ne oldu bak! Hey Allahım ya...
Neyse, artık söylenecek bir şey yok. Olan olmuş. Yani intikam almaya çalışmak, "dur bir dakika ben de bi seni aldatayım" yapmak filan gerkesiz. İlk on dakikalık sessizlikten sonra buzdolabını açıp ne kadar yumurta varsa hepsini kafasına fırlatmıştım. Ki şimdi düşününce bu da çok gereksiz bir hareketmiş. Çürük çarık falan değil, tertemiz yumurtalar. En azından bir 4 tanesini isabet ettirdim biliyorum. Sonrasında koşarak mutfaktan çıktığı için kalanlar daha çok duvar ve kapıda yoğunlaştılar. Bende bir saat boyunca oraları çamaşır suyu ile silmek zorunda kaldım. Neymiş, bu bile bana eziyetmiş!

1 Temmuz 2011 Cuma

barika'nın kuyusu: ŞITRESS

barika'nın kuyusu: ŞITRESS: "Şimdi, öfkeli şirin gibi 'nefret ediyorummm!' falan diye bağırmayacağım ama hakikaten sinir oluyorum! Üç cümleyle anlatılabilecek şeylerin ..."

ŞITRESS


Şimdi, öfkeli şirin gibi "nefret ediyorummm!" falan diye bağırmayacağım ama hakikaten sinir oluyorum! Üç cümleyle anlatılabilecek şeylerin on üç cümleyle anlatmaya çalışıılmasına, en basit işin bile karmaşıklaştırılmasına (bu nasıl bir kelime oldu yahu!), sabitleri olan bir konuda bile her kafadan ayrı ses çıkmasına, ortayı bulmaya çalışmak yerine insanların "eyhhh" diye kestirip atmalarına, gereksiz konuların gereksiz yere sakızzz gibi uzamasına sinir oluyorum. Tez canlılık veya sabırsızlık hangisidir bilmem ama bence zaten açıksa bir konu neden hala sorguluyoruz ki? Bazı soruların cevabı sadece "evet" ya da "hayır" dır. "Evet ama", "hayır ama aslında" gibi manasız ikinci cümle bağlantıları yapmanın, işi uzatmak ve bir süre daha sonuçsuz bırakmaktan başka bir faydası yoktur ki bunlar da fayda değildir zaten. Oh be!!!