29 Ekim 2015 Perşembe

NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR...



Benim doğup büyüdüğüm sahil kasabası Filyos'ta bir top sahamız vardı (O nedir acaba diyen '95 ve sonrası doğumlu embriyolar için açıklayalım: toprak futbol sahası). Bütün bayramların kutlamaları orada yapılırdı: 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs. Annem öğretmen babam asker olduğu için her kutlamada yer almak boynumuzun borcuydu. Ama ne annemin ne de babamın bir kere bile bir kutlama için "öf" dediğini duymadım. En fazla annemin giyeceği döpiyesin rengi ile ayakkabısının uyumu konusunda ya da yağmur yağması ihtimali üzerine endişelenilirdi. Her daim iki dirhem bir çekirdek giyinilir, saçlar özenle yapılır, babam beyaz denizci üniformasını jilet gibi ütülerdi.

Kim şiir okuyacaksa bizim okulda; onunda saçları özenle yapılır (annem de benim saçlarımı, saç diplerim enseme gelene kadar gererek toplar; üzerine de kocaman beyaz bir kurdele takardı), önlüğü ütülenir, kürsüde titreyen sesi görmezden gelinir, şiirini bitirdiğinde ne olursa olsun alkışlanırdı.
Her sınıf, şıkır şıkır döpiyesleri, topuklu ayakkabıları ve -ne yazık ki- permalı saçları ile başı çeken öğretmenlerinin arkasında yürüyerek tribünlerin önünden geçerdi. Küçük bir kasaba olduğu ve sadece iki ilkokulumuz ve bir ortaokul-lise karmamız olduğu için, top sahasının tribünlerindeki herkes birbirini ve yürüyen tüm çocukları tanırdı. O geçen sürüsüne bereket çocuğun içinde bazıları ellerinde dövizler (yine yaşı genç olanlar için açıklayalım: üzerine mesaj ya da özlü sözler yazılan kartonlar) taşıyarak günün anlam ve önemini anlatırlardı.

Kasabanın çıkışında bir askeri tesis olduğu için her bayram akşamı, askerler meşaleler ile fener alayı yapardı. Öyle yalancıktan değil, kocaman ateşli meşaleler vardı ellerinde... Ben çok severdim izlemeyi.

Bütün bu gösterileri mi özledim de yazdım, yok, yaş olmuş otuz beş, özlediğim elbet o değil. Ama o gösteriler zamanı hissettiklerimi özlemiş olabilirim. Eğlenceydi benim için; rengarenk elbiseler, halk oyunları, fener alayları...

Aklıma gelmezdi o zamanlar bir gün bütün bu bayramların üzerine nasıl kavgalar edeceğimiz... Bıraktım eğlencesini, bu kutlamaları yapmayı; orada olmanın bile bazılarına nasıl "zor" geleceği. Gitmemek, gidilmemesi için her şeyi yapacakları. Bayramları bayramlıktan çıkaracakları. Bir kapışma bir kavga haline geleceği. Daha da fenası kendi intikamları için bizim bayramlarımızı kundaklayacakları aklıma gelmezdi...

Cumhuriyet Bayramı'nız kutlu olsun. Eski günlerin hatırına, yeni günlerin umuduna...

 

21 Ekim 2015 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 3 - FİNAL)

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 3 - FİNAL): Ülkenin gündemine necefli maşrapa resmi girmek gibi olacak belki ama biraz kafamızı dağıtalım, biraz gözümüzü topraktan kaldıralım diye tat...

BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 3 - FİNAL)

Ülkenin gündemine necefli maşrapa resmi girmek gibi olacak belki ama biraz kafamızı dağıtalım, biraz gözümüzü topraktan kaldıralım diye tatil serüveninin son halkasını da yazmaya karar verdim. Kaçıranlar ve hatırlamak isteyenler için ilk 2 bölümü bu linklerde bulabilirsiniz:

http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-1.html

http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-2.html

Siem Reap'ten sonra yeniden Malezya, Kuala Lumpur Hava Alanı'na uçuyoruz. Bir haftada kendisine bu üçüncü ziyaretimiz. Hani orada bir otel tutsaydık da valizleri orada emanete bırakıp gezseydik de olurmuş, neticede kendisi tatilin kürkçü dükkanı mübarek. Peki ya Kuala Lumpur? diyenler için buyurun Kuala Lumpur (ya da onların demesiyle KL): kendisi Malezya'nın başkenti olmakla beraber Ankara ve Osaka'nın da kardeş şehridir (bu kardeş şehir olayını anlamış biri bana da anlatsın lütfen...). Eminiz güzel de bir şehirdir ama biz pek göremedik kendisiniz. Çünkü KL'ye indiğimizde bizi bir sürpriz bekliyordu. Endonezya'da çıkan yangınlarda yanan yüzbinlerce hektar alanın dumanı Singapur ve Malezya gibi yakın ülkelerin de havasını tamamen etkilemişti. O kadar ki şehir komple bir bulutun içinde gibi, sisli ve gri, üstelik hava nefes alınamayacak kadar boğucuydu. Gerçekten de şehrin üstüne duman çöktüğünü görebiliyordunuz. Biz de bu "harika" havada yapılacak en "doğru" şeyi yapıp, şehrin en tepesine çıkıp şehir manzarası izlemeye karar verdik (!)

Nüfusu bir buçuk milyon civarlarında olan şehrin en ünlü yerlerinden biri Petronas ikiz kuleleri. Bir zamanlar (1998-2004 arasında) dünyanın en yüksek binası olan bu binalar, Arap görgüsüzlüğü nedeniyle (bkz: Burj Khalife, Dubai) ünvanını bir süre sonra kaybetti. Ama 452 metre uzunluğundaki bina hala baya yüksek! Kendi adıma yüksek binaları tamamlamak gibi bir hedefim var. Şimdiye kadar Şangay'da 421 mt Jin Mao ve 480 bilmem ne metre WFC binalarına çıkma şansım oldu. Petronas'ı da ekleyince oldu sana üç. Şimdi ilk fırsatta Tokyo'ya ya da Kanada'ya gidebilirsem listede ilerleme sağlayabilirim. Neyin sevdası bu diyen varsa, önce kendi sevdalarına baksın rica ediyorum...

Petronas'ın önce meşhur iki bina arası köprüsünün olduğu 42. katına, sonra da gözlem katı olan 86.katına çıkıyorsunuz (evet, asansörle). Bu arada bir binanın ne kadar yüksek olduğunu anlamanın en iyi yolu tepesine çıktığınızda aşağı bakmaktan ziyade (aşağı bakacaksanız da yandaki fotoğraftaki gibi köşe camlardan bakmalısınız), en yakınındaki binaya bakmak. Bu örnekte de 86.katında durduğumuz kuleden diğer kuleye bakınca ağzınız açık kalıyor.

Kulelerin arkasından gelelim bir sonraki durağımız Kuş Parkı'na. 200 den fazla türle yaklaşık 3000 kuşa ev sahipliği yapan park, dünyanın en büyük korunaklı kuş parklarından biri. Ortamı size şöyle özetleyeyim: geçtiğiniz yolları tavus kuşları kesiyor, hemen yan tarafınızda pelikanın biri tüylerini temizliyor, ağaçlarda rengarenk (abartısız rengarenk) papağanlar oturuyor, tepenizden bir anda hornbill (boynuz gaga) denen tropiğin allahı kuşlar uçuyor... Çocuk gibi hepsini takip edip, hepsini görmek hatta benim gibi zaman zaman hepsini kucağınıza alıp sıkıştırmak istiyorsunuz. Tanrı'ya inanıyorsanız işiniz kolay, bu renklerin, bu türlerin, bu inanılmaz güzelliklerin nasıl yaratıldığı konusunda en azından bir fikriniz vardır...

Parkın içinde papağanların gösteri yaptığı küçük bir amfi-tiyatro var. Dünyanın en zeki hayvanlarından sayılan papağanlar, toplama çıkarma işlemini benden hızlı yapıyorlar! Göndere bayrak çekebiliyor ve araba kullanabiliyorlar. Kendilerinden oluşan bir ekiple bir çok ülkeyi bugünkü halinden daha iyi idare edebilirsiniz. Gösteriden, parkın içindeki şelaleyi geçtikten ve kuşlara, balıklara, çiçeklere aval aval baktıktan sonra sonunda çıkışa gelince yapmanız gereken bir şey daha var: o envai çeşit kuşla fotoğraf çektirmek. Sizi bir banka oturtup kollarınıza, kucağınıza, bacaklarınıza hatta kafanıza bir sürü çeşit çeşit kuş koyup fotoğrafınızı çekiyorlar.  Benim bostan korkuluğu gibi çıktığım fotoğrafı buraya koymuyorum. Zira kuşları bir telefon direğinin üzerine dizselerdi de aynı resim çıkardı..

 Doğa turumuz da bittikten sonra Bangladeş'te olmayan ve bu nedenle zaman zaman eksikliğini hissettiğimiz şeye doğru yöneliyoruz:  Alış veriş merkezi! Mesleki deformasyon ve kişiliğimdeki genel sabırsızlık nedeniyle uzun süredir soğuk durduğum AVM kültürüne bu sayede yeniden bir bakış atma şansım oluyor. Çok bir değişiklik yok fikirlerimde ama hala oyuncakçıları seviyorum sanırım...

Malezya'da yemek içmek problem değil. Bir çok Orta Doğu restoranı da görebilirsiniz. Mesela biz son gün Al Amar adında bir Lübnan restoranında üç kişi, sekiz kişilik yemek yiyerek bundan nasibimizi aldık. Zaten sevdiğimiz Lübnan mutfağı gözümüzde daha da bir şahlandı. Bunun dışında güzel pubların ve barların olduğu bir sokağı da var. Çoğunda canlı müzik bulabilirsiniz. Burada fiyatlar tabi ki daha pahalı. KL'de bir bira fiyatına Siem Reap'de sürahi içiyorsunuz. Ama olsun, burası da bir metropol neticede.

Kuala Lumpur turu da bittikten sonra tatilin de sonuna gelmiş olduk. Harika bir 1 haftaydı bizim için (Aysun ve Erman, sizin adınıza da konuştum ama idare edin). Doğası, kültürü, uçakları, tuktukları, gün batımları, tapınakları, karpuzun kavunun içinde yüzen kokteylleri, iki elinizle tutamadığınız sandviçleri, bıraktım tabağı çatalı servisi, peçete isteyene bile "git kendin al" diyen hippi pizzacıları, saat kurmuş gibi her akşam beşte yağmaya başlayan yağmurları, masajları, güneş yanıkları, hava alanları, filleri, ejderleri, kuşları böcekleri, velhasıl her şeyi ile güzeldi. En çok da arkadaşları ile... Sevgili çiftimize, yapımda ve yayında geçen emekleri ve ilk Asya gezimdeki rehberlikleri için teşekkür ederim.



Yeni maceralarda görüşmek üzere, esen kalın.

Not: Yukarıdaki fotoğrafta en başta Erman, arkasında -şapkalı- Aysun, arkasında bilmediğimiz biri, en arkada da Budist bir rahip görülmektedir.

Daha çok fotoğraf için instagramda: elvan_tuncer

 

13 Ekim 2015 Salı

Barika'nın kuyusu: AYAKTA KALIN!

Barika'nın kuyusu: AYAKTA KALIN!: Tatil yazıları yazıyordum dertsiz bir ülkenin dertsiz çocuğu gibi. Uzaktayken hani derler ya gözden uzak gönülden ırak diye, yok öyle o...

AYAKTA KALIN!



Tatil yazıları yazıyordum dertsiz bir ülkenin dertsiz çocuğu gibi. Uzaktayken hani derler ya gözden uzak gönülden ırak diye, yok öyle olmuyor. Hep bir gözün kulağın orada oluyor. Sonra bir anda o kulağının dibinde bir bomba patlayıveriyor...

Bazı dönemler burada, yaşadığım ülkede, Bangladeş'te, bu ülkenin genel koşulları nedeniyle biz yabancıların güvenliğinden endişe edilen zamanlar oldu. Çok açık söyleyeyim ki gerek yok! Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde insan hayatı benim ülkemdeki kadar ucuz değil. Benim ülkemde bir insanın hayatının altın varaklı bir saray bardağı kadar kıymeti yok. O bardaktan o zıkkım olasıca suyu içmeye devam edebilsin diye birileri, onar onar, yüzer yüzer ölüyor benim insanlarım. Asıl ben korkuyorum, ben endişeleniyorum. Her an içimizden biri bir saray sandalyesi uğruna kurban olabilir diye...

Oturdum tek tek bütün videoları izledim, ölen insanların resimlerine baktım, hikayelerini okudum. Normalde yapmam, yapamam kaçarım. Dayanamam diye kaçarım. Ama kaçmadım. Çünkü 97 bir rakam ama onların hepsi birer insan! Yüzlerine bakmak zorundayım, zorundayız. Hatırlamak, unutmamak için kafamıza kazımak zorundayız. Onların o güzel yüzlerinin yanında kafamıza kazımamız gereken eşek derisi mübarekliğinde yüzler de var: Sırıtan, zafiyet görmeyen, acıyı yok sayan, ölümü az sayan, yapıcı çözümler aramak yerine saldıran, iftira atan, hala ağzından hırsla tükürükler saçarak yalan söyleyen o yüzleri de unutmamak zorundayız. Ki öfkemiz baki kalsın!

Ha de ki bunlar arkasında bir yığın olmasa bu cesareti bulur mu elbet bulamaz. Ülkenin 4 yanında ölenlerin arkasından "aman da ne iyi oldu" diye salyalarını akıtan bir güruh var ki, benim aklım asıl bunu almıyor. Hadi bu iktidar hırsı ile, paranın derdi ile, güç savaşı yüzünden bizi cayır cayır öldürenleri bildik de size ne oluyor? Ölen senin alt mahallende, yan kapında, karşı sokağında. Hep oradaydı, hatırladın mı? Şimdi ne hadle ölenin arkasından sen kutlama yapıyorsun? O meydanlarda hepimiz için bağıran bu insanların olmadığı gün, sırtına inen sopada seni kim koruyacak sanıyorsun? O sopa senin sırtına hiç inmeyecek mi sanıyorsun? Yahu sen bu ülkenin tarihinden hiç mi bir şey öğrenmedin?

Bize düşen korkup sinmek değil öfkelenmek! Öfke bizi diri tutacak, ayakta tutacak, yapılması gerekeni yapmak için bize güç verecek. Kanıksamayın, alışmayın! Bir günde 100 insanın ölmesini size normalmiş gibi gösteren, "olur böyle şeyler, tipik bir Ortadoğu ülkesiyiz" diyen biatçı ve kaderci kafalardan olmayın! Değiliz! Biz o bahsi geçen "tipik bir Ortadoğu ülkesi" değiliz! Bizi buna inandırmak isteyenler kafalarına göre cirit atabilsinler diye onlara alan açacak da değiliz! Umudunuzu yitirmeyin ve ayakta kalın.
Tek yol var: o da seçimlere kadar ayakta kalmak. 1 Kasım'a kadar hayatta kalıp o sandıklara gitmek, oy kullanmak ve sonra o sandıkları korumak. O oylara sahip çıkmak.

Bütün bu gözümüzün içine bakılarak söylenen yalanları; paramparça olmuş canlı bombayı adalete teslim ettiğini söyleyen, biz neleri önledik siz asıl onlara bakın diyen, yaşadığınıza dua edin demeye getirenleri, elimizde daha da canlı bombaların listesi var ama patlamadan tutuklayamayız, yani müdahale etmeyiz siz başınızın çaresine bakın diyenleri, kaos istediniz aha da size kaos diyenleri tutun aklınızda.
Bir de şu yukarıdaki fotoğrafı tutun. İyi bakın bu resme, hiç gözünüzü kaçırmadan bakın. Alın duvarınıza asın. Evladını avcunda sıkan, avcunda tutan bu analara iyi bakın. Tam "lanet olsun, saray maray, istediklerini verelim de bitsin" diyecek kadar sıyrıldığınız anda bu resmi aklınıza getirin. Biz kimiz ki bir ananın ahının yükünü alacağız, almayın!..

8 Ekim 2015 Perşembe

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 2)

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 2): 2.Bölüm... (kaçıranlar ve hatırlamak isteyenler için 1.bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-1.html  ) ...

BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 2)

2.Bölüm... (kaçıranlar ve hatırlamak isteyenler için 1.bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-1.html )

Perhentian Adası'ndan tekrar (daha az sallantılı) bir motor-tekne yolculuğu ile Kota Bharu'ya dönüş, (havlularınızı ve tv kumandasını resepsiyonda kucağınıza verdikleri, tek gecelik, kullan-at tarzı bir otelde) bir gece konaklama, yeniden Kuala Lumpur Havaalanı'na uçuş (tüm tatilin mihenk taşı mübarek!) ve Siem Reap uçuşu.

 Kamboçya, Siem Reap... Kamboçya'nın geri kalanı ile ilgili bir fikrim yok (henüz) ama Siem Reap, 180.000 kişilik nüfusu ile Angkor tapınakları sayesinde kurulmuş bir turizm şehri. Her şey turizm üzerine. O kadar ki bütün o çok turist alan beldelerin arsızlığı var üzerinde. "One dollar" çocukları etrafınızı sardı mı kaçmanız zorlaşıyor. Ama o çocuklara bakarken Angelina Jolie'nin neden zırt pırt buradan çocuk evlat edindiğini anlayabiliyorsunuz; o kadar güzeller ki...

Bahsi geçen Angkor, 9.yy dan 15.yy civarına kadar hüküm süren Khmer İmparatorluğu'na ait bir şehir. Hinduizmi benimseyen bu arkadaşlar buna adanmış bir sürü muhteşem tapınak inşa etmişler. En önemlilerinden bazıları dünyada inşa edilmiş en büyük dini yapılardan biri kabul edilen Angkor Vat, üzerinde "Asya'nın Mona Lisa'sı" kabul edilen gülümsemesi ile kral (ayrıca tek Budist kral) Jayavarman'ın yüzünün figürlerinin her yanda olduğu (aynı zamanda megaloman) Bayon, Tomb Rider filminde Lara Croft ablamızın ceylan gibi sektiği Ta Prohm sayılabilir sanırım. Sonra, yani 15.yy dan sonra Budistler gelip bizim Ayasofya'yı iki minare dikip camiye çevirmemiz gibi Buddha heykelleri dikip tapınakları Budist tapınağına çevirmişler. Yani mesele dinlerle değil insanlarla ilgili...


Tapınakların ne kadar etkileyici olduğunu anlatmama gerek yok. Unesco korumaya almış, antik dönem harikalarının hepsi yıkıldığı için (Keops piramidi hariç)  2007'de halk oylaması ile seçilen (ama resmi olarak tanınmayan) dünyanın yeni yedi harikasında finale kalmış (nasıl yani diyen arkadaşlar için: https://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%BCnyan%C4%B1n_Yeni_Yedi_Harikas%C4%B1), mimarisi şahsen benim daha önce gördüğüm hiçbir tapınağa benzemeyen bu yapıtları allayıp pullamama ihtiyaçları yok bence.
 
Söylemem lazım ki bu ülkede benim için her şey çok farklıydı. İnsanlar, şehirler, yapılar hatta ağaçlar. Ağaç derken; Jack ve Fasulye Sırığı'ndan fırlamış gibi metrelerce, on metrelerce uzayan kocaman dev ağaçlar, tek değil onlarca gövdesi var gibi görünen ağaçlar, yılan gibi kıvrılan, içine Ikea'dan oda döşeyebileceğiniz kovukları olan ağaçlar...
Yeşilin yüzlerce çeşidi, hayvanın tuhaf bir sürü çeşidi hepsi bir arada ve tam gözünüzün önünde. Bir de bulutların yere bu kadar yakın olduğu başka bir yer görmemiştim. Sanki dokunabilecekmişsiniz kadar aşağıdalar ve kocamanlar!


Kaldığımız yerde bu sefer 5 yıldıza terfi ettik ve tabi ki keyfini çıkardık. Sabahtan öğlene kadar kan ter içinde tapınakları gezdikten sonra öğleden sonraları koşarak havuza girip kokteyl içerek sosyal travma yaşattık kendimize.

Gelelim geceler ve cemiyet hayatına... Gecelerden önce Siem Reap'e yerleşmek için kendime bulduğum onlarca nedenden birini paylaşmak istiyorum: biranın elli sent olması. Ciddiyim, sudan ucuz deyiminin gerçek anlamını bulduğu bu yerde yaşamayıp nerede yaşayayım! Şehirde güzel restoranlar var. Lokal mutfağın yanında (ki bence denenebilir, noodle ve sebzeleri şansı hak ediyor) ortalık yabancı turist dolu olduğu için İtalyan, Meksika vs dünya mutfağından da bir sürü örnek bulabilirsiniz. Night Market denilen gece pazarına (tam çeviri) giderseniz size 100 denen şeyi bir 30'a almadan çıkmayın; raconu böyle.
Eğlenceye gelince adından ne olduğunu anlayabileceğiniz bir Bar Street mevcut. Bu sokağı karşılıklı konumlanmış iki bar domine ediyor. Ama asıl hikaye bu barlarda da değil; sokakta. İçkinin, otun böceğin, çalan müziğin etkisiyle ipini koparan dans etmek için kendini sokağa atıyor (hatta kapının ağzındaki masada oturduğumuz için olacak geçerken beni de kolumdan tutup almayı ihmal etmediler) ve bu dans eden (ve ettiğini sanan) arkadaşların çember olup yaptığı dans atışmalarından ötürü her akşam küçük bir Step Up çevriliyor. Bu arada içlerinde 12 yaşlarında, elinde bir sepetle bileklik satan yerli bir kız çocuğu vardı ki görmelisiniz! Ben hayatımda öyle ayak kullanımı, öyle ritim takibi görmedim. O kadar dans ettiğini sanan adamın arasında o öyle nurlu bir ışık gibi parlıyordu diyeceğim ve biraz edebi abartıya kaçmış olacağım ama ciddiyim. Zaten bi o kıza bi de bana bakınca bizim ülkedeki Yetenek Sizsiniz'i neden bir köpek kazandı anlıyorsunuz.
Bu Asya ülkelerinde genel midir bilmiyorum ama kokteyl denen zıkkımlarda gerçekten alkolden kısmıyorlar aklınızda olsun. Bizdeki gibi Long Island'ın yarısını kola ile yapmıyorlar, dikkat edin, nefesiniz kesilir valla içerken! Bir de kavun kadar bardakta getiriyorlar, hepten saçmalık!

Bu memlekette ilgili son olarak anlatacağım bir şey daha var: başta da belirttiğim gibi Siem Reap tamamen tapınaklar sayesinde var olan daha doğrusu tamamen turizm sayesinde var olan bir şehir. Onun dışında yapabilecekleri fazla bir şey yok. Zaten daha uçak inerken görüyorsunuz, kuru toprak diye bir şey yok ki bir şey yetişsin. Her yer su veya bataklık. Bu durumda yetişebilen iki şey var: pirinç ve balık. Asya'nın en büyük tatlı su kaynaklarından sayılan Tonle Sap Gölü üzerinde 1997'de Unesco tarafından biyo-çeşitliliği nedeniyle korumaya alınan bir yüzen köy var: Chong Kneas. Doğal güzelliği tartışılmaz ve insanın aklına "burada nasıl yaşanır" sorusunu her 30 saniyede bir getiren bir de yaşam tarzı var. Suyun üzerinde evler, kayıktan bakkallar, vs... Her şey yüzüyor!


 Beklediğiniz "ama" yı burada koyayım (Aysun'un hah dediği yere geldik): Ama turizm arsızlığı mı gerçekten yardım ve bağışla yürütülen düzene katkı için mi olduğunu bilmediğiniz organizasyonlar var. Size okulları gezdirip zor durumdaki çocukları anlatarak 50 kilo pirinç almanızı sağlamak gibi. Aldık mı, aldık. Vicdanımız rahat, biz çocuklar yesin diye aldık. Ha orada bir pirinç mafyası varsa bu artık onların vebali, ne yapalım. Demem o ki, evet, hayat zaten zor orada, buna şüphe yok (senenin belli dönemlerinde yağmur ve sel nedeniyle normalde 2700 km2 olan göl 16.000 km2 oluyormuş; durumu siz hesap edin işte) ama ikircikleniyorsunuz da...Belki sadece bir Türkler ikircikleniyoruzdur, neticede "şark kurnazlığı" diye bir ekolden geliyoruz.

Güzeller güzeli Siem Reap de özetle bu kadar. Bitti mi? Hayır. Buradan gezimizin son durağı, mihenk taşı, canımızın içi Kuala Lumpur'a (yine!) geçiyoruz.

Devamı yakında...

Not: daha fazla fotoğraf için instagram diye bi'şey var : elvan_tuncer
 

2 Ekim 2015 Cuma

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 1)

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 1): Selam gençler, görüşmediğimiz zaman diliminde bir çok şey yaptım -bana ne diyebilirsiniz tabi ama sana ne'yse neden okuyorsun arkadaşım...

BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 1)

Selam gençler, görüşmediğimiz zaman diliminde bir çok şey yaptım -bana ne diyebilirsiniz tabi ama sana ne'yse neden okuyorsun arkadaşım bu bloğu?!- ama hepsini bir seferde anlatamayacağım. Parçalar halinde ilerleyen zamanlarda okursunuz, merak etmeyin. Şimdilik sadece "tatilde neler yaptınız" kompozisyonu yazacağım.

Bir süredir Asyalı olduğum malumunuz. Ve bunun sonucunda tatil seçeneklerimiz kıtasal olarak kilometre atladı. Zamanında Avrupa ve Balkanların bilimum şehirlerini gezdikten sonra şimdi tamamen farklı bir coğrafya ve iklimde şansımı denedim. Ve tuttu...

Anlatacak çok şey var o yüzden en iyisi hikayeleri parçalara bölmek sanırım, buyurun 1.Bölüm:

İlk durağımız Perhentian Adası. Orası neresi diye harita açmayın, bulamazsınız. Te Allah'ın okyanusunun bir yerlerinde küçük bir ada (lar). Biz nasıl bulduk sorusunun cevabı adayı bulan arkadaşımızda (saygılar Erman Boss).
Adaya gidebilmek için önce Kuala Lumpur'a uçup (ki biz kendisine daha sonra bir 3 kere falan daha uçtuk sanırım), sonra oradan Kota Bharu diye ufak bir sahil şehrine geçip, oradan tekne-motor karışımı bir şeye binip adaya gidebilirsiniz. Yalnız açık denizin nimeti olarak o tekne-motor karışımı edevatta bütün omurları bozup yeniden dizecek kadar sallanma riskiniz var. Ama o sallantılı yolculuktan sonra gördüğünüz manzara, hepsine değiyor. Tıpkı resimlerdeki gibi turkuaz rengi sular ve bembeyaz kumsallardan bahsediyoruz. Bildiğiniz tropik ada yahu!

Perhentian Besar ("Large Perhentian") ve Perhentian Kecil ("Small Perhentian") diye 2 ana ada var. Oteller ortalama standartlarda (benim kaldığım otelde odaya girince beni bir sürpriz bekliyordu: klima yok! Arkadaş hava hissedilen 45 derece, ayrıca ben o tepede dönen pervaneye karşı değilim ama o dönerken uyuyamam. Final Destination serisinden bir sahne gibi tavandan kopup uça döne kafamı kolumu koparacağına dair ufak bir paranoyam var da... Doğal olarak ben de gidip odayı değiştirmek zorunda kaldım) şezlong ve şemsiye lüks, bar-pub-kulüp yok; kendiniz yapıyorsunuz (açıklayacağım) ama doğa size yetiyor zaten.
 Deniz, jungle görünümlü ormanlar, kumsal ve denizin hemen altı... Öyle tüple falan değil bildiğiniz şnorkelle hatta azcık ciğeriniz varsa nefesinizi tutarak kafanızı suya sokmanız envai çeşit balık ve mercan bahçeleri görmeniz için (ve bu sırada o güneşin altında sırt ve arka kol-bacakta çatır çatır yanmanız için) yeterli. Çizgili, benekli, fosforlu, büyük, küçük, güzel, çirkin, bir sürü balık! Elinizin bacağınızın arasından sürüler halinde geçen, verdiğiniz (ya da benim poşeti suda sallamak suretiyle yaptığım gibi püre haline getirdiğiniz) bisküvileri hapır hupur yutan balıklar... Kocaman kaplumbağalar. Aşağısı bir dünya yani. Bu bana yetmez diyenler için dalış turları da var. Şahsen ben, sadece başımı suya soktuğumda gördüklerime bakarak; suyun metrelerce altında neler vardır hayal bile edemiyorum...

Yukarısı ise ayrı bir dünya... Sincaplar, fareler falan normal ama yemek yediğiniz restoranın hemen arka bahçesinde güneşlenen komodo ejderlerini görünce bir şaşırmıyor değilsiniz. Yaklaşıp sevmek istedim ama nedense beni görünce o ağırkanlı hayvanlar koşarak kendilerini yakınlardaki ilk su birikintisine attılar. Neyse...

 Gece kısmına gelince; şimdi eğer çift olarak gelmişseniz çok konuşmamıza gerek yok. Bence ada çiftler için ideal: ye, iç, yüz ve seviş. Ha ama ilişkiniz sallantıdaysa gitmeyin. Yapacak bunların dışında fazla bir şey yok, birbirinizi boğmaya kalkarsanız da su derin değil, çok zahmet verir.
Ben hali hazırda güzel bir çiftin yanında 3 ü tamamladığım için sorun yoktu.
 Az önce yukarıda bahsettiğimiz üzere bar-pub-kulüp yok ama kumlarda serili hasırlara oturup nargile -evet valla bildiğiniz nargile- içebilir, ateş çevirenlerin gösterilerini izleyebilir, gece ilerleyen saatlerde kulüp müziğine dönüşen müzik ve içilen "monkey juice" lar sayesinde dans eden insanların arasına karışabilirsiniz. Dünya'nın her yerinden çantasını kapıp gelen bir sürü genç var. Çok da arkadaş canlısılar sağ olsunlar, tanışıp kaynaşmanız en fazla on dakika alıyor. O yüzden yalnız kalmazsınız. Ada zaten genel olarak insanı tedirgin edecek hiçbir şeye sahip değil. Mesela bizim kaldığımız otellerin arasında, ormanın tam ortasından geçen, yürüyerek on dakikalık bir patika vardı. Gece o yol zifiri karanlık olmasına ve sadece telefon ışığı ve börtü böceğin sesi ile yürümenize rağmen en ufak bir tedirginlik  (yanımda götürdüğüm gerilim romanında kahramanın ormanda tek başına yaratık avına çıktığı bölümü okuduğum geceki hayali tırsaklığımı saymazsak) vermiyordu insana.
Kısacası muhteşem bir doğa içinde kafanızı dinlemek isterseniz bu ada bu iş için on numara.



Bu adadan sonraki durağımız Kamboçya, Siem Reap. Devam edeceğiz, bekleyin...