30 Eylül 2011 Cuma

SOKAK HAVASI

Bu hava sokak havası, eve kalmayın, çıkın gidin! Çıkın şu kapıdan! Hafta içi mafta içi, yerim! Hastayım deyin, kafadan hastayım, temiz havaya ihtiyacım var. Hani verirler ya askerde falan; hava değişikliği, aha tam ondan lazım bana deyin. Yeterki şu burnunuzu kapıdan bacadan çıkarın, göreyim sizi!
Ben mi, benim nasıl bir vapura binesim var anlatılmaz, yaşanır. Yaşanır, ben yaşarım en azından. Sizin yerinize de binmem, gidin kendiniz binin.

29 Eylül 2011 Perşembe

ENSESİNDEN TUT KEDİYİ

Ben buradan sakarım makarım diye konuştukça aranızda abartıyorum sanan varsa sanmasın. Dün sabah uyandım sağ elimde 5 cm lik bir çizik, o arada çenemde de bir yırtık. Gece kedi geçti sanki üzerimden! Nerede ve nasıl yapmışım Allah bilir. Bu sabahta sağ ayağımı demir askılığa geçirip boydan boya yırtınca süper bir çizik grubum oldu. Ayrıca sol gözümde ki arpacığın yarattığı şişliği de eklersek bugün sokak çocuğundan farksız bir görüntüm var. Bana iş emanet eden insanlar beni görse; “bu işi keşke Charlie Brown a emanet etseydik” de diyebilir. Bir zamanlar çalıştığım fabrikanın koridorlarında ayağımda parmak arası terlik, üzerimde şortla pantolon arası ne olduğu belirsiz bir şey ve kıpkırmızı saçlarımı yeşil bir bantla toplamış halde koştururken bir arkadaş demişti Charlie Brown diye bana. O zamanlar gençtim tabi. Cuma gecesi dışarı çıkıp sabah 5 te eve geliyor, sonra 7 de yeniden kalkıp işe gidiyordum. Cumartesi çalışmaktan hep nefret ettim ben, sanırım bu yüzdendi.


Bu saçların kırmızı olduğu zamanlar… Ne çok uğraştım onlarla ki şahidi de çoktur. Lisede mezuniyet gecesinden bir hafta önce, omuzlarımdan aşağı sarkan saçları bir çırpıda erkek tıraşı gibi kesivermiştim. Herkes şok olmuştu. Ah benim saç kesmelerim çok meşhurdur zaten! Geçen sene Çin’de, Şangay’da sokakta yürürken “eeehhhh” deyip yol üzerindeki ilk kuaföre girmem ve İngilizce bilmeyen (ki bende Çince bilmiyorum) adama tarifle falan koca saçı kestirmem (aslında Sem’in tarifiyle demek daha doğru olur ki kendisi Çinlilerle Türkçe konuşarak anlaşabilen tek insandır) gibi. O anda o saçtan kurtulmam lazım hissi bir anda geliyor ve çok güçlü geliyor, ben de kurtuluyorum. Bir şeylerden kurtulmam hep böyle hızlı olmuyor ama o his var ya, her ne olursa olsun çok hızlı ve net geliyor. Ve geldiği anda benimle beraber sürünen, beni süründüren, sündüren ne varsa yok oluyor. Yok olması gerekiyor. Yok olması için gereken ne ise anında yapıveriyorum. Canım yanmıyor. Yanmıyor çünkü o his gelene kadar yeterince yanmış oluyor. Ulan saçtan bahsediyorduk, nereye geldik. Gergedan gitti, tamam rahatız. Devam ediyoruz hayatımıza. Ama ayak izleri büyük oluyor bu gergedanların. Kocaman…

Bir de boşluk var, ara his. Bitmeden bir durak önce hafiften bir sıtkı sıyrılmışlık geliyor. Artık son demleri biliyorum. Ne yaparsam yapayım bitecek. Kasmayayım bari diyorum. Bir sabah uyanacağım ve “siktir et oğlum” pozisyonunda olduğumu göreceğim. O zaman irademizi kullanmak gerekebilir. Mesela bu saçlar bana yine fazla geliyor. Kırk tokayla topluyorum ki toplayacak yeri de yok aslında. Ama enseme değdikçe bana sinir geliyor. Zaten enseme değmesin benim bir şey. Tehlikeli bölge orası. Çok tehlikeli… Neyse, o ayrı bir konu bununla hiiiiç ilgisi yok. Bir de “çivi” var şimdi hayatımda. Hayatımda demekte yanlış olur daha ziyade aklımda. Bu dünyada bir kural var: sen her kimi aklına takıyorsan; onun aklına en az takılan sensindir ve her kim aklına bile gelmiyorsa; onun aklındasındır.

Adaletinin kedi canını senin!

27 Eylül 2011 Salı

GERGEDAN


Sevgili Blog,

Bir zamandır ihmalkarlık ettim sanki. Bak, kaç gün olmuş... Ama sana iyi haberlerim var. Her iyi haber gibi aslında kötü bir haberin arkasına bağlanmış bir haber ama olsun; iyi haber, iyi haberdir. Bağını sorma.

Kim demişti "bir sabah uyanacaksın ve gitmiş olacak" diye? Doğru demiş. Bir sabah uyandım ki; gitmiş. Üzerimde oturan o gergedan kalkmış, koca gövdesiyle her nasılsa hiç birşeyi devirip kırmadan, sessiz sedasız gitmiş. Şaşırdım fark ettiğimde ki fark etmem de zaman aldı. O koskoca gergedanın eksikliğini dahi fark etmemişim bir zaman. Dün saydım, sanki aylar hatta yıl olmuş gibi geliyor o otobüste "ben gidiyorum, yetti artık" diye karar verişim. "Yok canım, bir ay falan oldu" dedi karşımda oturan. Bir ay mı? O kadarcık mı? O zaman ben baya ilerleme kaydetmişim. Yani genelde 2 yıldan aşağı sürmez benim tedavim ve kurtuluşum. Rehabilitasyon süreci boyunca da etrafımda, yanımda yöremde ne kadar adam varsa bana görünmez olur. En büyük hatam da budur ya! Kurtulmayı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz çünkü. Çünkü kim demişti "çivi, çiviyi söker" diye? O da haklıymış. Çivinin biri ayağıma batmasa, gergedanın yokluğunu fark edemeyecekmişim.

23 Eylül 2011 Cuma

GİDİYORUM, GELİCEM

Çok akılsızca bir karar vermiş olabilirim ama bir karar verdim. Zaten verdiğim her kararın akıllıca olduğunu iddia edemeyeceğim. Edersem de beni döverler. Neyse, işte ben de her zaman ki gibi en kötü karar marar demedim, verdim. Vereceğim.
Sebeplerim yok hatta sebebim bile yok. Tek sebebim, can sıkıntısı olabilir. Ya da "yarın sabahı görecek miyim acaba" sorusu. Ya da "kaç kaç nereye kadar" bile kullanılabilir burada. Şimdilik böyle yarım kalsın, anlatırım sonra.
Ben yarın gece Ankara'ya gidiyorum, ezikböcek'imi görmeye. Aile saadetimizi, Ankara ya taşıyoruz bu hafta sonu. Zaten bir göçebe olduk ki yani... E ne yapalım; yok İzmir, yok İstanbul, yok Ankara derken işte 3 büyük şehirde dağılma hali.
Dönünce konuşuruz o zaman. Hadi bakalım.

21 Eylül 2011 Çarşamba

KUZEY-GÜNEY İN REKLAM ARASI



 Şu saatlerde her normal ve sağlıklı Türk kızı gibi Kuzey-Güney i izliyorum. Ve elbette ki Kıvanç hakkında ki düşüncelerimin tamamını burada yazarak Muzır Neşriyat bilmem nesi dahil olmak üzere bilimum kontrol mekanizmalarını karşıma almayacağum. Hazır reklam arası verilmişken iki satır paylaşalım değil mi?
Bu arada en son Mavi reklamında Kıvancımla oynayan hatunun "ay bana aşık olmasından korkuyoruğğmm" şeklinde saçmaladığı yerlerde gönül diyor ki; al bu şaşkoluzun saçını dola eline sonra..........peh, neyse, sakin olalım.
Neler oldu şu son bir kaç gündür? Ağrılarda bir azalma yok hatta gün geçtikçe gitmemekte ısrar etmekteler. Eklem romatizması sahibi olmak kötü bir şey olmayabilir canım. Böylece annemin bana verdiği şu sarı şalı değerlendirmenin bir yolunu da bulmuş olurum. Yok teşhis bu olmazsa, bir ihtimal bu seferde başka bir yerim düzleşiyor olabilir ki bu göbeğim olsa, 7/24 ağrıya razıyım!
Bütün o doktor üşengeçliğimi bırakmalı ve bu koca kıçımı kaldırıp gitmeliyim. Ayrıca başka konularda da aklımı başıma devşirmeliyim. Devşirme eyleminin tam açıklamasını ya da tanımlamasını yapamamam bir yana; aklımı başıma nasıl devşireceğim de ayrı bir muamma! Ayarı bozuk bünye, vücuttaki ağrılar yetmiyormuş gibi bir de baş ağrısı arıyor kendine. Kesin! Dur bakalım, hayırlısı...
Onu da geçtim, yeni haber aslında eski konu, uzun bir aradan sonra yeniden Uzakdoğu. Ekim ayında sizlere bir kez daha Şangay'dan ve Bengal diyarlarından sesleneceğim. Bekleyin...
Bir de... Ya bir de bildirmeye değecek neyim kaldı acaba? Bildirimsiz bir konumuz var ki kendisi önümüzde ki bölümlerde belki açıklığa kavuşur. Göreceğiz ama henüz göremedik.
Reklam arası bitti, Kıvancım göründü. Kızgın kumlardan serin sulara atlamaya, uzun gecelerden sabahlara çıkmaya, cüzdanda ki son 5 lira sanarken pantolonun cebinde 10 lira bulmaya, radyoyu kapatacakken en sevdiğin şarkının çalmaya başlamasına beziyor onu görmek... Ah, ah!...

19 Eylül 2011 Pazartesi

GECE YARISI GELEN BOYUN DÜZLEŞMESİ AĞRISI

Sevgili Blog,
Eğer ki bunlar sana son satırlarımsa, şu vasiyet işini halletseydik diyorum. Neyse, o başka bi mevzu. Olay şu ki bu gece yarısı eğer kollarımı omuzlarımdan kesmediysem tek nedeni onları acayip kullanıyor olmamdır. İnanılmaz bir ağrıyla yüklüler şu anda. O kadar ki evi alt üst edip ağrı kesici aradım. (burada ki "o kadar ki" benim ne kadar az ağrı kesici içtiğimi belirtmek için kullanılmıştır.) Zamanında evde ağrı kesici bulundurmayan ve "gerenk yok, ağrı zıvanadan çıkmadan içmiyorum ki zaten" diyen aklıma tüküreyim! Al işte, çıktı zıvanadan, şimdi ne yapacağız? Saat gecenin on iki buçuğu (ya da eskilerin deyimiyle yarım) ve ben parmak uçlarımı uyuşturan bir ağrıya karşı evin salon mu hol mü ne olduğuna bir türlü karar veremediğimiz parçasında ki masada bulduğum Etol Fort tan medet umuyorum. Tabi 2010 Nisan ayında ömrü dolmuş bir kas gevşeticiyi içmekten son anda kurtuluşum da var. İşte o kas gevşeticinin zamanında verilme nedeni benim bu geceki ağrımın da sebebi olabilir sanıırm.  Ben de boyun düzleşmesi var. O ne demeyin, internettesiniz açın okuyun. Uzun uzun anlattırmayın bana ama iyi bir şey değil. Öyle dümdüz, kuğu gibi bir boyunla sonuçlanmıyor bu düzleşme. Yatış, oturuş, çalışış (bu nasıl bir kelime ya!) pozisyonunuza göre nüksedebilir. Bana zamanında bir takım ilaçlar, bir takım egzersizler verilmesini ben biraz es geçtim. Sanırım... Yani en azından o egzersizleri pek düzenli yaptığım söylenemez. Şu anda bu konuda bana zaman içinde kah kafama kakarak, kah alarm niyetinde saatler kurarak hatırlatmalarda bulunan insanların (bunu okuyorlarsa eğer) "biz demiştik" şeklinde ki tavırlarını anlayabilirim ama siz de beni anlayın. Bunun bana şu anda hiç bir faydası yok. Of ciddiyim, acı çekiyorum. Ki tanıyanlar bilir, benim acı eşiğim pek düşük sayılmaz.
Zaten bundan neredeyse 4 yıl önce başlamıştı bu ağrılar. Bacaklarımda, kollarımda başlayıp ellerimde hissizleşmeye uyuşmaya varan ağrılardı. "Ne oluyoruz yaaa" derken doktor, bir dizi saçma ve resmen tuhaf testten sonra (şöyle ki beni elektrikli bir şeylere bağlayıp, uzun demir bir iğne-çubuğu kolumda ki bütün sinirlere batırıp çıkardılar. Ben neyse de yanımda ki arkadaşım dayanamadı. Bir tek avcumun yan taraflarında canım yandı ki bir tekte oralar kanadı zaten) boynumun düzleştiğine kanaat getirdiler. Acayip bir hastalık ismi, kime desem "o ne ya" diyor zaten.
Şimdi, ağrımı unutayım, ilaç etkisini göstersin diye beklerken de bunları yazıyorum işte. Yarın sabah egzersiz yapmaya başlasıam fena olmayacak sanırım. Çünkü bu hafta içinde bu birkaçıncı defa oldu ki bu kadar sık ağrımamalıydı. Ulan yaşlanıyoruz zaten! Belki de eklem romatizmam vardır. Hahay, bir de erken menopoza girersem boncuk dağıtacağım!

18 Eylül 2011 Pazar

PAZAR SABAHI

Piç olmuş bir pazar uykusunun ardından... Kelimenin gerçek anlamıyla ve abartısız bir tarifle "öküz" gibi uyuyan bir insanım (çok İvedik cümlesi oldu, biliyorum ama açıklayacağım). Şöyle ki; yastığa başımı koymamla uyumam arasında ki süre en fazla 3 dakikadır (şahitlerim var, gerekirse konuşurlar). Sabaha kadar oturabiliriz, hiç problem değil. Ama ne zaman ki uyumaya karar veririz; "iyi uykular" der demez şalter iniyor bende. Pavlovun köpeği gibiyim. Bir de nereye koysanız uyurum ki bu huyum babama çekmiş. Sandalye tepesine, koltuk kenarına, halıya, banyo küvetine, arabanın bagajına, hiç fark etmez; kıvrılır uyurum. O yüzden de eğer bir şekilde uykumu piç ediyorsam bunun anlamı kafa dolu demektir. Ya da bir şeylere fena halde takılmış... Takıntılı bi şahsiyet olduğumdan değil. Zaten sorun da fazla bir şeye takılmıyor olmam. Of neyse işte...
Sevmiyorum tatil zamanı az uyumayı, ne yapayım. Hafta sonu çalışanlar iyi bilir bu uykunun kıymetini. Miskinliğin, uyuşukluğun  en tatlı halidir. Uyandığınızda bile kalkmazsınız o yataktan. Hani böyle sıcaktır yatak o anda, uyku mahmurudur sizin gibi, bırakasınız gelmez. Hem yetişecek bir servis, gidecek bir iş, koşacak bir metrobüste yoktur o gün. Oh, niye kalkasınız ki...
Sucuklu yumurta yaptım bu sabah, çay da demleniyor. Gazetelerimi de aldım. Balkonu yıkarım şimdi, sonra serin serin, ıslak betona ayaklarımı koyup, gazetelerimi okurum.
Pazar günlerini hiç sevmem ben. Ama en sevmediklerinizin bile gözünüze sempatik göründüğü anlar vardır. Pazarlarında sabahıdır...

16 Eylül 2011 Cuma

BORDO KANEPE

 Mükellef bir sofra kurmuştu o akşam. O kadar ki; hayatımın geri kalanında en az dört çeşit yemek ve üç çeşit ara sıcaktan beni mahrum edebildi. Bir daha ağzıma koyamadım. Keyfi de nasıl yerindeydi. Öyle böyle değil. Masaya rakı şişesinin gelmesinden belliydi zaten. Cam sürahide buzlu su... Ruj da mı sürmüştü ne? Sanki daha bir kırmızıydı dudakları. Üzerinde iri yarı, orkide gibi çiçekler olan siyah elbisesini giymişti. Eteğinin ucunda da bir sıra siyah fisto. Dantel miydi yoksa? Dantelle fistonun farkını hala bilemediğimi duysa; tek kaşını -ki sağ kaştır o hep- kaldırıp bana bakar sonra da derdi ki "kompostoyla hoşafı da ayıramazsın zaten". Valla da ayıramam.
Bir kadeh içti bütün akşam boyunca. O yüzden sorduklarında sarhoştu demedim. Çakır keyif bile değildi. Kendi başına bir küçük içen kadın, bir kadehten sarhoş mu olurdu? O bahaneyi bile çok görmüştü bize işte. Ama nasıl keyfiliydi! Gerçekten bak. Elleri hep masanın üzerinde, kah bana börülce tabağını uzatıyor, kah ablama pilav koyuyor, eniştemin rakısına buz atıyor. Hiç asılmadı yüzü, hiç dalmadı gözleri. E ben nasıl anlardım, nasıl anlayacaktım? Çalışmış sanki, ezberlemiş. Babamın türküsüydü ya "dersini almışta ediyor ezber" . Resim duvarda asılı. Bakmadı. Bakmadı ya... Bakmadı! Ah oradan anlamam gerekirdi, hiç bakmadı. Bir kere bile kafasını çevirip babamın duvarda asılı resmine bakmadı. Bakmadan tek gününü, tek akşam yemeğini geçirmeyen kadın; o gece bakmadı. E ben anlamalıydım, anlamadım. Düşünemedim, tahmin edemedim.
O gece çekmeceden babamın beylik tabancasını alacağını, arka oturma odasında çenesinin altına dayayıp; solmuş nil yeşili arka duvarı, üzerinde oturduğu bordo üstüne sarı çiçekli kadife kanepeyi ve hatta beyaz, kartonpiyer tavanı kafasının içinde ne varsa onunla sıvayacağını tahmin edemedim.

15 Eylül 2011 Perşembe

JACKFRUIT



Beklenenin altında, üstünde, ötesinde... Ne beklediğimi bilsem, neresinde durduğunu söyleyeceğim zaten! Ne istediğini bilmemek mi daha kötü; ne olduğunu bilmediğin bir şeyi istemek mi? Acayip bir görüntüsü, tuhaf bir tadı olan egzotik-tropik meyveler gibi. Böyle rengarenk, canlı canlı ve buram buram kokuyor önünde ama içinde ki gayet acı, baharatlı gibi, yapış yapış ve hatta zehirli bile olabilir.
Bangladeş te Jackfruit diye bir meyve var. Hayatımda gördüğüm en çirkin şeylerden (sadece meyvelerden de değil, düşünün) biri. Hani ağacını görünce yiyecek bir şey değil de daha ziyade cephane falan olduğunu düşünüyorsunuz. Ağacın her yerinden ama her yerinden çıkan, farklı boy ve ebatlarda yamru yumru bir şeyler işte. (bkz: yazının tepesinde ki resim) İşte o yamru yumru şeylerin içinde böyle küçük bohça gibi sarı sarı meyveler çıkıyor. Tadı da fena değil bak, hakkını yemeyeyim. Ama işte, ilk görüş; facia.
E ben bunu neden anlatıyorum: şunlardan -ki iki adet dersimiz var- : birincisi; "ummadık taş baş yarar" gibi bir şey. Ne bileyim işte, dış görünüşe aldanma; içine bakmadan alma. İmaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey (bkz: reklam aldım bloga az önce ama ohooo kim haber verecek şimdi Sprite a)
İkincisi; şans vermek lazım. Her şeye ve herkese. Bak en çirkin şeyin altından (içinden) bile nefis şeyler çıkabiliyor. Niye kasıyoruz, yar gitsin, kes gitsin! Bi' tadına bak bakalım, sevmezsen yemezsin.
Ah babamı duyar gibi oldum... Kenan Doğulu'nun "Bi kereden hiçbişey olmaz" şarkısı ilk çıktığında ( o zamanlar ben acayip bir Kenan Doğulu hayranıyım ama öyle böyle değil, duvarlarda posterler, çekmece dolusu resimler, kartpostallar ki kardeşimle babam hala kafama kakar bunları) babam dönüp "bi kereden çocuk olur" demişti. Yani merak, kediyi öldürür de diyebiliriz. Ama başka türlü de öğrenemezsiniz ki. Annemin lafıdır bu da: "hazır öğrenmiş insanlar var etrafında, tecrübelerinden faydalan işte!" Yok, öyle olmuyor, akılda kalmıyor. Ya ben kendi yaşadıklarımdan aldığım dersleri bile uygulayamazken; başkasının dersi bana nasıl olsun. Dar gelir, bol gelir, valla olmaz. En iyisi işte mümkün mertebe Jackfruit gibi meyvelerden yemek ama of, hani bir tas çekirdek yersin de en sonuncusu çürük çıkar, ağzının tadının içine eder ya; hah işte o riski de alıyoruz, ona göre.

12 Eylül 2011 Pazartesi

barika'nın kuyusu: PİRIĞVISLİ ON BARİKA (veya BARİKA'NIN ÇORAPLARI)

barika'nın kuyusu: PİRIĞVISLİ ON BARİKA (veya BARİKA'NIN ÇORAPLARI): Kaçıranlar ve yeniden izlemek isteyenler için; Barika'nın Kuyusu'nda olmuş olanlar: "güneş gözlüğü" ile ne yapacağına karar veremediği i...

PİRIĞVISLİ ON BARİKA (veya BARİKA'NIN ÇORAPLARI)



Kaçıranlar ve yeniden izlemek isteyenler için; Barika'nın Kuyusu'nda olmuş olanlar:

"güneş gözlüğü" ile ne yapacağına karar veremediği için saçmala modunda takılı kalan Barika, tam o sırada Asmalı'da "date" le tanışır. 30 yıldır neyi yanlış yaptığını, onun sayesinde 2 haftada çözer. Eh kişi kendi kıymetini kendi bilmezse, başkası nasıl bilsin diye diye Helen ellerine kaçan Barika, uzo masalarında "güneş gözlüğü" nü yad edip, burnunu çekerken; "date" her gün ona mesaj atıp halini hatrını sormaktadır. Bu şekilde bir ilgiye alışık olmadığı için afallayan kahramanımız, üzerine bir de 45 derecede 5 gün kalınca, ambale olmuş bir şekilde yurda döner. Daha bacaklarında vahşi sineklerin açtığı yaralar geçmeden, bir şeyler yapması gerektiğini kafasına koyduğu için önce "date" in yemek teklifini kabul eder. Ona bir şans vermeye karar vermiştir ama kafasının kalınlığını hesaba katamayan hatunumuz; balığa, kediye, kısa filmlere, bir kutu Fransız çikolatasına rağmen tav olamaz. "date" i Berlin'e uğurladığı hafta koşa koşa "güneş gözlüğü" ne gidip ilan-ı aşk eder. Eder ve de avucnunu yalar. Neyse ki hayatında ilk defa reddedilmediğinden, çok da sallanmayan bünyesini yerden kaldırıp yoluna devam etmeye karar veren Barika, başına açacağı yeni belalardan habersiz İzmir e, ana kucağı-baba ocağına gider. Bundan iki sene önce, başına amansız bir "arnavut" çorabı ördüğü memleketinde, bu kez de her nasılsa başka bir çoraba başlar gibi olur.
Acaba Barika bu sefer şişleri zamanında elinden bırakabilecek mi, yoksa çorabın diğer tekine geçene kadar örmeye devam mı edecek? Yeni sezon da, yeni bölümlerde görüşmek üzere! Bizi izlemeye devam edin!

SAHİL KASABASI FANTEZİSİ


Elimi ayağımı çekeceğim her şeyden, gidip bir sahil kasabasına yerleşeceğim geyiklerine oldum olası inanmam. Yok efendim "çok bunaldım bu kaostan, bahçemde domatesimi biberimi yetştirmek istiyorum, belki resim de yaparım (herkesin içine sanatçı kaçıyor zaten böyle durumlarda) hatta heykel bile yaparım, kimseyle uğraşmak zorunda kalmam, trafikten de kurtulurum"... E neden duruyorsunuz? Hayır ben duruyorum çünkü ben yerleşemem. Mümkün değil. Bunca sene büyük şehirde yaşadıktan sonra ve tatillerini bile sakin, ıssız yerlerde geçiremeyen biri olarak vallahi mümkün değil. Hadi diyelim gittik, hadi diyelim kaldık bir hafta, hatta hadi sizin güzel hatırınız için 10 gün olsun, e sonra? Deniz aynı deniz, orman aynı orman, kumsal aynı kumsal. Bi carettalar bi de siz. Aman ne güzel! Gelen giden olur, olmaz değil. Yazlık yerde yaşayanın misafirinin eksik kaldığı mı görülmüş? Geçerken uğrarlar, hafta sonu bir kaçıp sizi göreleri gelir, epeydir görüşmüyorduk bari yazlıkta görelim dedik derler, bitmez… E ama onlar gider siz yine kalırsınız. Sonra kış gelir, sahil kasabasında kış yaza hiç benzemez. Ben bir Karadeniz sahil kasabasında büyüdüm. Bizde hava hep kapalıydı, hep serin. Yazın bir on beş gün, 25 derece falan olurdu biz de koşarak denize girerdik. Bilen bilir, Karadeniz soğuktur da ısınmaz öyle kola kolay. Belki o yüzdendir benim hiç sıcak denizi sevmemem. Banyo suyu gibi, ne o öyle! Oradan bilirim biraz işte, bir de kışın birkaç kez Bodrum a gittiğimden bilirim. Dükkanların yarısı kapalı, mekanlar bomboş, in cin durumları. En komiği de gece çıkmak.


Hadi diyelim zaten aradığımız bu, e ne yapacağız? Sabahları sahilde yürüyüş, öğlenleri biraz şekerleme ( ki nefret ederim öğlen uykusu denen geyikten, hayatta da uyuyamam), akşam üstüne doğru ahşap boyama ile makrome arasında bir şeyler, akşam yemeğinde zeytin yağlı fasulye (bak buna hiç itirazım olmaz işte!). E tamam da nereye kadar? Ben sıkılırım hatta sıkılmam, patlarım. Nerede kocaman kalabalık masalar, gürültülü kahkahalar. Hep cadde üzeri evlerde oturduk biz, ta ki son üç yıla kadar. Kulağıma nasıl da sessiz geliyor mahalle! Tekerlekli valizimi çeke çeke geldiğim sabah saatlerinde ya da balkonda oturup hararetli hararetli tartışırken geceleri… Bir rahatsız etmişlik, bir uyku kaçırmışlık duygusu oluyor bende.

Yok işte yapamam. Ayrıca öyle yerler arada bir gidince kıymetli. Hep orada olunca nereye gitmek isteyeceksiniz? Ne yapalım ben de domatesi saksıda yetiştiririm, balkonum var benim. Hem de güneşli güneşli…

11 Eylül 2011 Pazar

HAKEDİŞ

Kimin neyi hak edip, kimin neyi hak etmediğine kim karar verebilir? Vicdan, tecrübe, şans, kader? Öyle değil işte, öyle olmuyor. Türk filmlerinde (ki hepsine ayrı ayrı bayılırım) sevgililerden biri ölümcül bir hastalığa yakalanınca diğerine döner ve der ya "hıh, ben seni zaten hiç sevmemiştim ki, oynamıştım seninle" işte o hesap, ben aslında şöyleyim de,böyleyim de, yok efendim hak etmedim de... Dur bir dakika ya! Ona sen değil ben karar veririm. Birinin hayatımda olmayı hak edip etmediğine de, hayatımda kalıp kalmayı hak etmediğine de ben karar veririm. Yanılabilirim, ki çok yanıldığım zamanlar oldu. Ama pişman olmadım hiç birinden. Çünkü ben yaptım! Ben! Ben seçtim onları, onlarca insanın içinden.
Ve eğer söyleyecek ya da yapacak bir şeyleri yoksa, kalmadıysa, aslında hiç olmadıysa, sıkıldılarsa, daraldılarsa, başka planlar varsa, planları yoksa, plan da istemiyorlarsa kısacası orada artık durmak istemiyorlarsa aynı şeyi söylediler zaten. Ve aynı şeyi sordular: neden yapıyorsun bunları benim için? Çünkü yapmak istiyorum! Ya çok mu zor bunu anlamak? Sadece istediğim için yapıyorum. Sevmişimdir, aşık olmuşumdur, hoşlanmışımdır ne bileyim ben, olmuştur bir şeyler.
Üç gündür tanıdığım ve o zamanlar ne mal olduğunu bilmediğim bir adama böyle kalbim çarpa çarpa gidip kırmızı, kocaman bir fincan almıştım. O kadar güzeldi ki. Yeni ofisinin yeni masası için. Çünkü tam o anda hissettiğim şey: onun için bir şeyler yapma isteğiydi. Küçük olsun, benim olsun ama gülümsesin mesela görünce ya da şaşırsın, öyle bir şeyler işte. Şimdi tüm o olanlardan sonra geri dönüp "ulan o fincan parça parça olsun, her parçası da bi tarafına girsin!" diyebilirim çünkü bunu diyebilecek malzemem var. Ama demiyorum. Çünkü dedim ya, o fincanı alan benim. Ancak benim bi tarafıma girer o parçalar!
 "O kişi ben değilim, uğraşma benimle" demesi kolay. Ben bunu kendime diyebildiğimde bitiyor bitmesi gerekenler. Onun zamanını da ben bile bilmiyorum. Kendi kendimi iyileştiriyorum işte zaman içinde. Sadece çentikler kalıyor, bi'şey değil. O zamana kadar da sorumluluğu sizden alıyorum ki hiç vermiş miydim acaba?
Ama tek anlamlandıran ve abartan ben değilim. Madem anlamı yok cisimlerin, maddelerin, varlıkların, saatlerin, olayların, mekanların, şarkıların, türkülerin, yerlerin, zamanların; e iyi işte, dürtmeyin beni, hesap sormayın. Yok sayın gitsin çünkü bir noktadan sonra ben de bir şey olduğu için yapmıyorum. Beklemekle, umut etmekle işim yok; o dediklerim ancak işin içindeyken oluyor, çıkınca değil. Çünkü reddedilmek; net ve kesin olan tek şey. Yutkunurken takılsa da boğazına, hop iniyor mideye, oturuyor taş gibi ama hazmediliyor, ediliyor...
Madem anlamı yok aslında hiçbir şeyin; siz her şey, hiçbir şeymiş gibi yapmaya devam edin. Ben bu davranışlara da alışığım, hem de çok. Neredeyse dört sene boyunca dibimde durandan biliyorum her şeyi hiçe saymayı. Eninde sonunda kazanan da kaybeden de ben oldum. Bir dünya şey öğrendim ve öğrendiğim hiçbir şeyi uygulayamadım.
Anasını sattığım köprüden geçerken radyo hep aynı şarkıyı mı çalar! Ona da uyuzum zaten, çok uyuzum.

9 Eylül 2011 Cuma

TOPLU HAREKET

Bir ofiste çalışmanın götürüleri olduğu kadar getirileri de vardır. Mesela bana hep ilginç gelen ofis arkadaşlıkları gibi. İlginçtir çünkü o beraber çalıştığınız insanlar; sizin özel hayatınızı herkesten ama herkesten, en yakın arkdaşınızdan, kocanızdan, ananızdan babanızdan iyi bilirler. Belki de sabahın köründen akşamın körüne kadar birbirinizi görmekten ve konuşmaktan olacak; herkes herkese her şeyini öylece anlatabilir. Herkes her konuda çekinmeden yorum yapabilir. Herkesin her konuda verecek bir tavsiyesi mutlaka vardır. Ki zaten ofis çalışanları uzmanlıklarına göre kısımlara ayrılır: elektronik bir şey alacaksan fikri sorulacak olanlar, en iyi ucuzluk mağazalarını bilenler, yemek yapma ve yeme uzmanları gibi.
Yemek yeme demişken, bir de toplu yemeğe gitme tantanası vardır ki of evlere şenlik. Hatay sofrası isteyenle ben kebap yemem diyeni ve alkolsüzse gelmem diyenle içki varsa hayatta olmaz diyeni ve  ben vejeteryanım diyenle döner mi yesek diyeni ortak bir yere götürebilmekten bahsediyoruz. Lütfen! Bu sene Ramazan da bir iftar kaosu yaşadık biz mesela ki ben o konuya daha sonra değineceğim. Ama hani böyle toplu işler yapmaya kalkarsanız şu şehir fırsatı denen zımbırtılar baya işe yarıyor söyleyeyim. Böylece ucuza kuponları alıp yemektir zarttır zurttur kapatabiliyorsunuz. Valla bu sayede bir adet tatil sahibi olmuş bir arkadaşım da var ve gayet memnundu halinden. Acayip komik rakamlara acayip fırsatlar çıkabiliyor, arada bakın derim. Hatta size şöyle iyisinden bir de link vereyim de iyilik yapayım: http://www.indirimlr.com/
İşte biz bu şekilde kazanılmış bir iftar yemeğinde, çayla kafa bulup eller havaya havası yartmıştık ki ben gittikten sonra olay halaya kadar varmış. Kaçırmışım. Tüh!

7 Eylül 2011 Çarşamba

YEŞİL ÇİMENLER ÜZERİNDE Kİ BEYAZ ZARF

Hep dürter bir şey, ondandır rahat durmayışımız. Şimdi ben dün gece ne arıyordum orada bir söyle bakayım bana? Belamı! Hah, aferin. En azından bir noktada hem fikiriz. Net olarak belamı arıyordum. Çünkü ben en basitini bile alıp belaya çevirebilirim. Kazana atmışım ya da kazana düşmüşde olabilirim. Liste yapayım dedim. Oha, baya baya liste olabilecek kadar var! Hay ben o kazanın taa... Neyse ki bu sefer "bela" nın işi vardı, bana uymadı. Ben de uslu uslu oturdum yerime. Kös kös mü desek yoksa?
Ama dur, bitmedi. Dün gece benim elimde beyaz bir zarf vardı, ben onu bir apartmanın girişinde bir yere bıraktım. Sahibine ulaşır, ulaşmaz; Allah kerim. Da koyduğum yer icabı  komik duruyordu. Sonra bir de dışarı çıkınca baktım, ulan zaten komik! Olay komik tamam da, olaydan ziyade ben komiğim. Valla aslında mesleği direkt değiştirip kabare, skeç, parodi işine girebilirim. Yoksa ben kendi kendime gülerek daha ne kadar daha devam edeceğim. Yazık, boşa gidiyor...

İSTİSNALAR İÇİN DEYİMLER SÖZLÜĞÜ

Kafa çok acayip, korkutuyor bazen. Bu sabah Sezen Aksu nun Kış Masalı çalıyor: "Korkudan şarkılar mırıldanan, öpüşünle yaralı bir kız çocuğuyum ben..."

Çocuk olmasam kapı çalıp, zillere basıp kaçmam. Deli miyim neyim? Ama bu sefer zili bile çalamadım. Merdivenleri dahi çıkamadım, düşün. Korku mu dersin, bezginlik mi dersin, kabullenmişlik mi dersin, bilmem ne dersin. İçi boş, kabuk gibi oluyor insan bir kaşarlı tost ve iki çaydan sonra, hem de bir anda.
Sadece kafa değil canım benim, hayat da acayip. Ama kafa daha acayip; hiç çalışmıyor! Yaptın bir aptallık, yedin bir halt, kır kıçını otur değil mi? Yok! Yenisini yap, yenilerini yap. Hiç akıllanma e mi sen?
Şimdi kim demişse artık, feysbuklarda durum cümleleri olma onuruna nail olmuş vecizlerden hani "bir kere hata yaparsa bıdı bıdı, aynı hatayı ikinci kere yaparsan eşekkafalısın" kabilinden bir söz vardı. Al işte bence o; "bir hata yaptın, olsun, insan oğlu yapar. ama bir ders al di mi evladım. bokunu çıkarmasan? bak yine yapıyor. alo, kime diyoruz?" şeklinde revize edilse olur mu? Yani kişiye özel uyarlamaları olsa? Olmaz mı? Olabilir. Atasözü, veciz ve deyimler genele hitap eder zaten. Peki ya istisnalar? Onların canı yok mu?

Mesela: "damlaya damlaya göl olur ama madem çok alasın var o çantayı, bu seferlik göl biraz bekleyebilir"



5 Eylül 2011 Pazartesi

YOK, ETME!

Rabbim biliyorda kanat vermiyor. Yoksa uçacağım gideceğim açık camlardan. (bkz: iyi ki dönmüşüm yolun başından)
Rakıdandır belki, belki de beyaz leblebiden. Anlamlandırmada ki rekorumu kırarcasına nefret etmek istiyorum beyaz leblebiden ama annem çok sever, edemiyorum. Belki de sadece 1 saatlik uyku ile yine bal kabağı olmakla ilgilidir. Belki de tamamen ilgisizdir. Çok konuştum ben bugün yine. Dinleyen oldu, dinlemeyen oldu. Çok anlatasım vardı, çok anlatacağım. Dinleyeceği yoktu. Ben her cümleyi yine de iki kere kurdum; biri içimden. Zaten duyacağı yoktu. Kaçıyor, uçuyor, gidiyor diyeceğim; tutacağı yok ki...

"aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme... "


Sevgili Blog,
Bir adam buldum. Ben bu adamla evlensem ne olur? Olur sanki. Yani olur gibi geldi. Evet uykusuzum, yorgunum, saat sabahın 4 ü olduğundan saçmalıyorum ama ben seferiyim bugün, bana günah yazılmaz.
Ben bi yatıp uyuyayım, daha temiz kafayla konuşuruz yine.
Öperim, iyi geceler.

3 Eylül 2011 Cumartesi

BİR KIZI 100 KİŞİ İSTER...

Ah kolay mı 16 yıl? Az mı?
İzmir e yeni gelmişiz. Küçük bir sahil kasabasının tam anlamıyla bağrından kopup "büyük şehre" düşmüşüm. Bildiğin sudan çıkmış balık gibiyim. (O kadar ki "Quicksilver" ı bir müzik grubu sanıp; "bilir misin" diye soranlara hiç dinlemedim demişliğim var.Sonradan tekstilci olacağım o günden belliymiş!). Yaş 13, of en fena yaş büyük şehre düşmek için ve en fena dönem: lise. Bir de sıcak burası. Ben hayatımın o kısmına kadar en yüksek 25 dereceyi görmüşüm Karadeniz de, burada 25 derece çıtır çerez muamelesi görüyor. Evrim geçirmem lazım neredeyse.
Anneler hemşehri, tanışıyorlar zaten. Aynı şehre düşünce demişler "kızlar da tanışsın, kaynaşsın".Ama bizim ki gıcık ya, daha beni görmeden planını yapmış. Hele beni bir görsün, olur da beğenmezse tefe koyup çalacak ki o konuda baya iyidir kendisi. Ben de beğenilmeyecek insandım, hıh! N'oldu, tam 16 yıl oldu.
Baya baya geldi damat, ailesi filan, oturdular, "Allahın emri peygamberin kavli" dediler, "hayırlısı" dedik, kahveler içildi, fotoğraflar çekildi derken a-aa bir de baktık ki kız sözlenmiş. N'aptın sen ya? Aldın elimden şimdi bu taşı, yerine koyacak taş yok oyunda. Bak herkes bana bakıyor, aferin!
Kuaförde kuyruğumu maviye boyarlarken ve senin saçında 72 tane pens varken demiştin ya "sanki başkasını istemeye geliyorlar da biz de ona hazırlanıyoruz" diye; hah işte tam da öyleydi. Da benim elim niye titredi o kadar kahveleri koyarken onu bilemedim. Hayatımda o kadar çok kahve yapmamışım dahası bir de iyi kahve yapamam, nasıl içti 15 kişi gık demeden bilemedim. 16. yı sen yaptığın için; çorak ve kurak olmasından ben sorumlu değilim.
Bir de çikolatalar çok güzeldi yahu! Çelenkçiçeğin gölgesinde kalmasınlar. Hatta fazlalık yapmasınlar, ver bende dursunlar. Gözüm gibi bakarım.
Gelenek görenek bi' hal olduk. Sen de bayılmazsın, bilirim ama baya da güzel kotardık.
Daha macera yeni başlıyor.

BAYRAM YAZILARI KISIM 2: 1-2. GÜN YAHUT BEGONVİL


Arkadaşım, bir sokakta yürümek ne kadar zor olabilir? O kadar olabilir ki yürünmez, durulur. Öyle mübalağasında değil, baya baya durulur. Yaklaşık bir beş-on dakika resmen bilmem kaç yüz kişilik bir kuyruk oluşur; barlar sokağının o tarafı tıkar, işte öyle yürünmez. Beyoğlu nda cadde yeterince geniş olmasa aynı şey daha felaket bir kalabalıkla olurdu. Delilik ve hatta saçmalık. Ya yürünmüyor, olur mu öyle şey?
"Bodrum bitmiş ağbieeee": evet, bitmiş. Ya neden herkes çirkin? Nerde o yüzüne bakılası yağuşuklu abiler, peynir gibi olduklarından bronzlaşmayıp ancak kızarabilen güssel ablalar? Yerli turistten umudumuzu kesmiştik ama yabancı da dibe vurmuş. Yani ezikböcekle o kadar yürüdük yollarda, sokaklarda ve hatta bakındık barlarda da "ah canım benim" lerin sayısı elimin parmaklarını değil geçmek, doldurmaz bile. Hayal kırıklığı...
Ve evet ben, kesinlikle dj lerden de bu club mıdır ne zıkkımsa o müzikten de hiç ama hiç hazzetmiyorum. Gözümün içine içine yanıp sönen ışık oyunlarından nefret ediyorum. Zaten o mekanlarda uzaktan biri bana baksa, eli sürekli yüzünde ya da Bergen gibi saçının arkasına saklanmış, şizofrenik bir halde dizlerini sallayan ve hızlı hızlı içen bir hatundan başka bir şey görmez. Ne yapayım? Kafamın berrak olduğu her saniye bana bir eziyet. O yüzden ne yapıyoruz oradan koşarak çıkıp bir "eller havaya mekanı" buluyoruz. Bulduk da! Gelsin Ajda gitsin Demet. Oh! Kabul etmek lazım ki tatil beldelerinde (bu çok güzel bi yer ismi değil mi? Belde...) bu tarz poşet müzikler satıyor ve normali de buymuş hissi veriyor. Yani mesela bir tekne turunda Hande Yener çalmazsa insan "acaba kaptana bişey mi oldu" oluyor. Onun gibi işte... Ha bir de o Tekilacılar çarşısını (ben uydurdum o ismi, aramayın sakın ama onun gibi bir şey hakkaten) ben yeni gördüm. E nereden baksan 5-6 yıldır gitmiyordum, normaldir. Böyle bir Nevizade-Asmalı arası bir temada, klüp-disko faslından (yıl 1987 ya, tövbe tövbe) önce bir kafa bulandırma yeri. Olur tabi.
Yıllarca (23 yaşıma kadar) kendime yaptığım "ben bikini giyemem" eziyeti yüzünden de kendimden özür dilerim. Peh, giyseydim o yıllarda yani daha karnım sırtıma yapışıkken ya! Neyi saklıyordum? Tamam, kaburgaları saklıyorduk ama onları bikinili de bikinisiz de saklayamıyorum zaten. Bak şimdi, göbek, yan bağ falan demeden giyiyorum, oh. Neredeyse on yıl sonra ilk defa tek parça mayo giydim de; bi tuhaf mı oldum ne? Zaten özür diliyorum çünkü plaja doğru bir baktım, haksızlık etmişim kendime ben. Kesin. Elbette daha iyileri mevcut ama benden daha tek parça elbiselik ablalar var. 
Sonra bir de şu begonvil (baktım, böyle yazılıyormuş) gerçeği var. Bu meret Bodrum dan başka bir yerde böyle güzel, böyle canlı yetişmiyor olsa gerek. Her yeri sarsalar, yutsalar olur; o derece yani. Evin hemen önünde ki aynı kökten hem beyaz hem pembe veren begonvile sevgilerle...