31 Mayıs 2011 Salı

barika'nın kuyusu: BAŞLANGIÇTAN DEVAM...

barika'nın kuyusu: BAŞLANGIÇTAN DEVAM...: "unutanlar için ilk bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/05/baslangic.html?spref=bl Her geçen gün biraz daha yakınlaşıyorduk. Sa..."

BAŞLANGIÇTAN DEVAM...

unutanlar için ilk bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/05/baslangic.html?spref=bl

Her geçen gün biraz daha yakınlaşıyorduk. Salt yatılı okulun yalnızlığından değil; aynı zamanda ikimizin de ayrı ayrı tuhaf olmasından. Ben; yabani, kaba, nerdeyse nobran, vurdumduymaz bir çocuktum. Biga ise fazla naif, fazla merhametli ve bazen aptallık derecesinde saf bir çocuktu. Bu zıttın da zıttı iki kutuptan insan, ancak birbirinin yanında eksiklerini kapatabiliyordu. Sanırım… Sanırım o yüzden zaman içinde bu kadar yakın olmuştuk. Benim kırıp döktüğüm insanları O toparlarken; onu kırıp döken insanları da ben dağıtıyordum.


Bizim Kız Lisesi öğrencilerinin en büyük zevklerinden ve eğlencelerinden biri de Atatürk Erkek Lisesi’nin öğrencileriydi. Sene içinde ki bayramlarda düzenlenen dans organizasyonları için eşli seçmeler yapılacağı zaman okulda yer yerinden oynardı. O lanet, şirret ve çirkef kızlar; bodur boylarına, koca kalçalarına bakmadan…tamam, tamam sinirlenmiyorum. Neyse işte… Demem o ki, baya bir olay olurdu bu seçmeler. Benim oldum olası böyle şeylere ilgim yoktu. Kalabalık içinde kalmaktan nefret ettiğim kadar kalabalık önünde olmaktan da nefret ederdim. Şimdi düşünüyorum da ben o yaşlarda ne kadar çok şeyden nefret ederdim. Sesi soluğu çıkmadığı için Biga’nın da bundan hoşlanmadığını düşünüyordum. Ha, evet özgüven problemini ve utangaçlığını hesaba katmam gerekirdi ama nedense o zaman için, sadece onun da benim gibi hoşlanmadığını düşünmek bana daha kolay gelmişti.

Bizim mezun olacağımız sene iki okulun mezuniyet gecelerinin birlikte yapılmasına karar verildi. İnfiali hayal edebilirsiniz sanırım. Ne ediyorsanız onu ikiyle çarpın! Bu kadar hatuna bir anda birden çok erkek göreceklerini söylemek; okuldan içeri napalm bombası atmakla aynı etkiyi yapmıştı çünkü! Bu duyurudan sonra sınıflarda işlenen hiçbir ders öğrencilerin umurunda olmadı. Daha ziyade sıra altlarında, elden ele geçirilen dergilerde ki saç modellerini, elbiseleri, ayakkabıları incelemekle meşguldüler. Öğretmenlerin bir kısmı bu açıklama yüzünden müdüriyete ateş püskürürken, bir kısmı da ciddi ciddi öğrencilere yardım ediyorlardı. Kuaför tavsiye edenler, terzi önerenler, ojesinin rengi için fikir verenler hatta daha da ileri gidip kendi mezuniyet resimlerini getirip örnek gösterenler. Ah Muazzez hanım ah…

Bir öğlen arasında yemekte, yan masada oturan kızın heyecanlı heyecanlı saçlarını nasıl bukleleştireceğine dair anlatımını dinlemek zorunda kalmamızı elimde ki çatalı tepsime vurarak protesto ediyordum. Ediyordum ama kafamı kaldırdığımda gördüm ki Biga benimle değildi. Yani vücuden benimleydi ama aklen kızın yanındaydı. Kafasını kıza çevirmiş, bir elini çenesine dayamış, diğer elinde ki boş çatal ağzının kenarında takılı kalmış bir halde melül melül ona bakıyordu. Elimde ki çatalla kolunu dürttüm, bana mısın demedi. Bir daha dürttüm, yine ses yok. “Biga?” dedim. Nafile. Artık ne yapayım, çatalı kolunun beyaz etine batırıp “kızım huuu, kime diyoruz?” dememle yerinde sıçraması bir oldu. Neredeyse korku dolu gözlerle bana döndü. Sanki onu cebimden bir şey çalarken yakalamıştım.
- Neyin var senin? Dedim.
- Hiç, dedi. Ama derken tek eliyle turuncuya çalan saçlarını kulağının arkasına itiyordu ki bu Biga’nın yalan söylediği anlamına gelirdi.
- Uydurma bana, ne oldu söyle yoksa valla çatallarım!
- Ya, yok bir şey. Hem ben doydum, yatakhaneye gidiyorum, deyip tepsisini masadan aldı. Sonra da gerçekten masadan kalkıp gitti.

Elimde çatalla öylece kalakalmıştım. E ama şimdi bu neydi? Bende tepsimi alıp yerimden kalktım, yemekte verilen elmayı cebime sıkıştırıp, peşinden yatakhaneye gittim. İçeri girdiğimde Biga, ranzasına yüzüstü uzanmış, yüzünü de birleştirdiği kollarına dayamış, bizim pencereden görünen çınar ağacına bakıyordu. Yavaşça yanına yaklaştım ki normalde yatağına zıplar, onu konuşana ya da gülene kadar hırpalardım ama bu sefer tuhaf bir durum olduğunu sezmiştim. Karşısında ki ranzaya oturdum. Hala bana bakmamıştı.
- Ne olduğunu söyleyecek misin? dedim.
- Hayır
- Allah allah, nedenmiş?
- Söylersem dalga geçersin de ondan
- Geçmem ya, saçmalama da söyle hadi.
Kafasını sonunda bana çevirdi, yüzünde ki o mahsun ifade beni deli ederdi, canı yanacakmış gibi dururdu çünkü. Ve ben bundan da nefret ederdim, yani onun canının yanma ihtimalinden…
- Ben baloya gitmek istiyorum, dedi.
- E bu mu? Kızım istemesek te hepimiz gidiyoruz zaten.
- Ama bu farklı…
- Ne farklı?
- Ben birisiyle gitmek istiyorum.
- Haydaaa!
Şaşırmıştım aslında ama bu daha başlangıçtı.
- E ne yapalım, sana birini mi bulalım?
Ben gülüyordum ama O gayet ciddiydi. Gözlerini bana dikti. Birkaç saniye geçmişti ki, jeton düştü:
- Bir dakika, zaten biri var değil mi?
- Yok!
- Var!
- Yok!
- E ne o zaman?
- Yok ama var olsun istiyorum, deyip yüzünü yastığa gömdü. Yastıkta boğulan sesinden zar zor “ama o benim farkımda bile değil” dediğini duyabildim. İşte şimdi gerçekten şaşırmıştım. Biga, birisinden hoşlanıyordu ve benim bundan haberim bile yoktu!

29 Mayıs 2011 Pazar

ÇOK ŞEKİL ERKEKLER BUNLAR



Akşam akşam insan sırf kendine eziyet etmemek için açmaz aslında Cem Karaca dan şarkılar... Yoksa böyle "Sende başını alıp gitme" nin içinde "Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar" diyen bir adamla gece geçirilmez, daha ziyade gece size geçirir...
Bunlar hep baş ağrısından oluyor. Önümde açık duran outlook tan üç günlük birikmiş mailleri okurken ve silerken şöyle arkada çok gürültülü olmayan bir şeyler çalsın dedim, fizy den Cem Karacaları açtım, iyi bok yedim, aferin bana!
Eh ne yapalım... Bak şimdi ne diyor: Unut beni, unut arama. Sakla bu mendili, sakla.
Tamam, olay şu: bazı adamların hayata dair cümleleri o kadar afiliyken; sorduğunuz sorulara verdikleri cevaplar nasıl bu kadar saçma olabiliyor? Adam bir masada ya da bir sahil kenarında bir kayanın üzerinde ya da bir restoranın asma katında sayıyor da sayıyor bir gece yahut bir öğle vakti. Okuduğu kitaplar, dinlediği müzikler, izlediği filmlerle önüne açılan pencereler, geniş mi geniş vizyonlar, hiç vazgeçilmeyen prensipler, kırılmayan kurallar. Sere serpe kariyerler, işler, güçler, bitmiş evlilikler, terkedilmiş sevgililer, tecrübeler de tecrübeler.
Kadınları sever hepsi mesela, hem de o kadar ki, çoğu zaman aynı anda bir kaçını birden severler. Sabah olmadan o kadını, o evden neredeyse kovalarcasına göndermeyi de "ben bir şey hissetmediğim bir kadınla uyuyamam" la; "ben kimseyle uyuyamam" arasında bir yerde mazur gösterirler. Gösterirler ki, yarın bir gün hasbelkader yanında uyumanıza izin verirse; bunun ne kadar büyük bir lütuf olduğunu bilesiniz.
On dakika öncesine kadar sizinle son yaşayan filozoftan ders almışcasına konuşan bu adam, bir on dakika sonra yılışık bir sırıtışla dönüp "peki yok mu senin şöyle şöyle bir fantazin?" diyebilir mesela. Bu durumda yapılması gereken; o an için en büyük fantezimizin elimizde ki kadehi kendisinin münasip bir yerine monte etmek olduğunu söylemektir. Fakat dikkat edin, bundan bile zevk alacak kadar sapkınına da denk gelebilirsiniz.
Konu kadınlar olunca bir Bukowski resmi çizmeye bayılırlar ama içlerinde birer Tuna Kiremitçi yaşar. O vakit; hızla kaçmak vaktidir.
Görsel medyayı yerer, televizyonu düşman ilan ederler ama pekala bilirler ki Survivor da Nihat Doğan vardır. Bu gerçeği yadsımaya çalışmak, onun varlığını yok eder mi? Etmez.
Bu şekil adamlar her yerde var. Dikkat edin. Hemen yan masanızda birinin kafasını bulandırırken bulabilirsiniz onları ya da avlanmaya çıktıkları mekanlardan birinde denk gelebilirsiniz. Ama bu adamları bitiren de herkesi aynı kuşun soyundan sanmalarıdır.
Cem Karacam diyor ki "hiç bir elveda bugüne dek bu biçim söylenmedi" Ah bu biçim olmayan öyle çok şey var ki! Çünkü herkes o biçim!

27 Mayıs 2011 Cuma

27 MAYIS BABAM GÜNÜ

Bütün kızlar mı babacıdır? Yoksa sadece babamın kızı mı babacıdır?

Bütün babalar mı kızı yazmaya karar verince gider ona turuncu bir daktilo alır?
Bütün babalar mı kızı “kızıl olcam ben” dediğinde onun saçını boyar?
Bütün babalar mı kızını dinleyeceği ilk klasik müzik konserine kendi götürür?
Bütün babalar mı kızının çekiştirmesiyle bir konser arasında, kulis koridorunda Hüsnü Şenlendiriciyle tanışmak durumunda kalır?
Bütün babalar mı sabah kahvaltısına kızına patatesli yumurta yapar?
Bütün babalar mı kızını bayram tatilinde bile uyutmayıp sabahın 9 unda “hadi” diye kaldırır?
Bütün babalar mı kendi çayıyla birlikte kızının da çayını doldurur?
Bütün babalar mı kızının yeni evinin perdelerini diker?
Bütün babalar mı, ta çocukken, çok hastayken, saçları elinde kalmasın diye kızının yaralarını temizler?
Bütün babalar mı asla gidiş-dönüş biletini birlikte alamayan kızının yolculuklarını tamamlar?
Bütün babalar mı kızını ne iftar sofrasından ne de rakı sofrasından saklamaz?
Bütün babalar mı kızı topuklu ayakkabı giysin de üzerinde yürümeyi öğrensin ister?

Benim babam tuhaf bir adam. Zamansız bir adam. Bu devire de ait gibi eskilere de… Hafiften romantik, hafiften naif, hafiften stresli, birazcık saf bir tarafı; diğer tarafı daha sivri.

Benim babam, adı üzerinde işte: babam!

İyi ki doğdun babacım… Yahu ne ballısın 20 gün sonra da Babalar Günü!

KAPIMDAKİ KEDİ


Az önce tam eve girerken dış kapının önünde ki kedinin yüzünde gördüğümü varsaydığım hüzün gerçekse; çok fena...
Evden içeri girer girmez ilk işim buzdolabına gitmek oldu ki yiyecek bir şeyler bulup ona vermek için aşağı ineyim, hem de bu bahaneyle sevivereyim. O bana kaşlarını düşürüp K.Emrah gibi bakan kafasını okşayıvereyim. Verdiklerimi yerken bende onun yemek keyfini kaçırmak pahasına ellerimi kulaklarının arasında gezdirivereyim.
Ama dolapta domates, salatalık ve dere otu vardı. Bir de Fransa dan gelen katil hardal! Bundan sonra her akşam eve dönerken bir kutu süt alacağım. Böylece hem benim kemiklerim gelişecek hem de içimin bu sızısı dinecek. Yine de aşağı inip onu sevmeliydim. Ne de olsa sevgiyi henüz pastörize edip, bir kutuya koyup satmıyoruz. Belki de satıyoruzdur. Ama pastörize etmeden...

24 Mayıs 2011 Salı

BOZUK PARA



Otuzundan sonra yapılacak ve yapılmayacak şeylerden ziyade yapılabilecek ve yapılamayacak şeyler hakkında konuşmak lazım bence. Mesela bu akşam itibariyle, otuzundan sonra spor yapmaya kalkışmanın götü göbeği eritmeye yardım etse de, aynı anda kalp krizi, boyun kırılması, bacak bükülmesi gibi yan zaiyatlara da yol açabileceğini öğrenmiş bulunmaktayım. Onun dışında pekala otuzunuzdan sonra evlenebilr, çocuk doğurabilir, bunları yapanları uzaktan izleyip vah vah diyebilir, iş değiştirebilir, iş kurabilir, gayet iş batırabilir, kariyeri bir kez daha sıfırlayıp meslek değiştirebilir, yıllardır içinizde gizlenen gizi keşfedebilir, sinemacı olabilir (obsesifmakinist), lanet olsun ki yeniden aşık olabilir ya da lanet olsun ki aşık olduğunuz adamı zart diye satabilir, boşanabilir hatta boşatabilirsiniz. Yapabilirsiniz ama yapmazsınız. Korkmayın.
Evet, tamam bacaklarım titriyor, kollarımda bir ağrı, başımda bir zonklama, boynumda bir yanma falan var ama vazgeçmeye niyetim yok! Siz de geçmeyin! Geçmeyin arkadaşım!
Çıkın bakayım o kapıdan bir, bina yıkılıyor mu? Hayır. Siz masanızı terk edip gidince o şirket batıyor mu? Hayır. Sizi yıllardır önemsemeyen o adamı hayatınızdan çıkardığınızda gerçekten ne eksiliyor hayatınızdan? Hiç. O çocuğu şimdi değil de iki sene sonra doğurmaya kalktıığınızda yine 9 ay mı taşıyacaksınız? Evet. Siz o hikayeyi kendinize sakladıkça başkaları hikayelerini anlatmayıp sizi bekleyecek mi? Hayır.
E o zaman?
O zaman, her şeyin bir zamanı vardı, bizden geçti gibi manasız, gereksiz, korkakça cümleler kurmuyoruz. Bunların arkasına sığınmıyoruz. Ama şimdi bu düzeni nasıl bozarım demiyoruz, çok kar yağdığında o bembeyaz yola ilk adımı karları kütürtederek basan çocukların hevesiyle bozuyoruz. Bozulabilecek her şey aslında bozulmak için vardır. Para gibi, huzur gibi, bilgisayar yahut çamaşır makinesi gibi.
E o zaman?

23 Mayıs 2011 Pazartesi

LEMAN SAM'IN DA DEDİĞİ GİBİ...

Bana dedi ki: daha ayrıntılı yazabilirdin. Evet, yazabilirdim, yazmamıştım. Ah ben daha neler yazabilirdim de yazmadım…

Neydi; yabancılarla iletişim. Aslında bazı durumlarda sizi hiç tanımayan bir yabancıyla konuşmak, sizi tanıyan biriyle konuşmaktan daha kolay ve daha çekicidir. Sizi tanımayan biri, daha ön yargısız yorumlar yapabilir. Sizi tanımayan, yumuşak karınlarınızı bilmeyen biri, zevkinden değil ancak saf merakından canınızı yakacak sorular sorabilir ama yabancılar sizin canınızı yakamaz; e dolayısıyla o sorular da canınızı yakmaz. Ve siz de daha rahat cevap verirsiniz. Kırmaktan, kızdırmaktan, yanlış bir yere parmak basmaktan korkmadan. Ağız dolusu konuşursunuz, ağlarsınız, zıklarsınız, küfür edersiniz. Espri dağarcığınız bir anda açılıverir. İroniden kinayeye koşarsınız. Bir serbestlik gelir, e ne de olsa karşınızda sizi yargılayacak biri yoktur. Yargılasa da sizi ırgalayacak bir tarafı yoktur. Sonra da çeker gidersiniz oradan. Bir daha görüşmeyecek olmanın, bir daha görmeyecek olmanın rahatlığıyla…

Acaba tek gecelik ilişkilerin de mantığı bu mudur? Bir daha görme ya da görmek zorunda kalma gibi bir sorunun olmayacağını bilmek. O an için, o kaç saatse işte o kadar saat için, tamamen yabancı bir vücuttan tamamen farklı bir zevk alma umudu mudur? Vücutlar değişince zevklerde mi değişir? Yoksa dedim ya sadece “umudu mudur?” Anlamlandırmaya gerek yok, gayet can istemesi de olabilir. Ama sabah olduğunda yahut gün ağarmadan, o yataktan kalkıp kendi yatağına gelmek; isim, telefon, adres, feysbuk, tivitır hiç biri olmadan, tertemiz, tertemiz? Yok o, ayrı bir mesele. Maksat kafalar temiz olsun…

Belki de öyledir işte. Bazen bir yabancının yanı, yöresi, yatağı daha istenesidir. Her şeyini olduğu gibi çırılçıplak ortaya döküp, döktüğün yerde bırakıp, öylece bırakıp yerine dönmek; bir tür ferahlamadır belki. İç açmaktır, aymaktır, silkelenip kendine gelmektir. Kaçtığın her neyse bunu, bir başkasının yüzünde görmektir. Görüp uzunca bir "haaa" çekmektir, evet demektir, emin olmak, olmasa da fikir sahibi olmaktır.

Bir gece hiç tanımadığın bir erkeğe, sırf birine benzediğini bahane edip “merhaba” demende bundandır






22 Mayıs 2011 Pazar

TERAS MANZARASI



Şu an itibariyle yeni lig şampiyonunu belirlemeye çalıştığı için sokakları bomboş ve sessiz bir pusuda olan sevgili ülkemin, sevgili insanları... Bir de ben çocukken televizyonda Köle İsaura oynarken olurdu bu ıssızlık. Ordu evinde (acaba hangisinde) kaldığımız bir tatil sabahı, o yaz gününün saat 9 unda, gecelikleri, terlikleriyle televizyon odasına (askeri terimler) doluşan kadınların manzarası hiç gitmez gözümün önünden. Rivayete göre bir de Aşk-ı Memnu' nun finalinde soluklar tutulmuş ve sokaklar boşalmış (klişe televizyoncu cümlesi).
Ama bizim konumuz o değil. Hatta bu akşam yemeğinde "ezikböcek" le beraber 3 çeşit yemekle sofra kurmayı başarmamız da değil. Evle ilgili hiç değil! E bu kadar ev hikayesi yeter bir süre değil mi? Hikaye şu:

Bazı insanlar vardır ki hayatınıza bir anda, bir vesileyle giriverirler. Mesela internet... Eskiden bir icq, bir msn gerçeği vardı. Şimdi de feysbuk ve twitter gerçeği var. Bütün bu sosyal paylaşım alanı denen zımbırtıların insanlara seslerini çıkarmak ve onlara her yerde herkese söyleyemediklerini söyleyebilecekleri alan vermek dışında bir görevi de onları tanıştırmak. Alemde onca insanız, alemi bırakın bu şehirde bile milyonlarcayız, ne şekilde bulacağız birbirimizi? Kapısından döndüğümüz metrolar, iskeleden kaçırdığımız vapurlar, bizde önce kalkan masada oturanlar... Kimi, nerede ve ne şekilde ıskaladığımızı nereden bilebiliriz ki? Sonunda bizi keşfedecek yönetmen, yıllardır aradığımız çocukluk aşkımız, ne zamandır yüzüne tükürmek istediğimiz eski patronumuz, ilkokul öğretmenimiz, izini kaybettiğimiz asker arkadaşımız falan filan. Ama işte bu siteler sayesinde bunların bir kısmını buldunuz değil mi? Bulduk. Bizi bulmasını istemediklerimizi dahi bulduk daha doğrusu onlar bizi buldular. Bulunmak ya da bulmak problem olmaktan çıktı; yerini yeni problemler aldı. Bulunamamak ya da kaybolabilmek gibi...
İşte o arada bir de, hiç tanımadığımız insanlar hayatımıza dahil oldu. Bir şekilde hepinizin olmuştur, benim de oldu. Bu blog bana içimdekileri kusabilmemin dışında bir de bunu sağladı. Sanaldan geldiği için kaybolup gidebilir, haklısınız ama kaybolup gitmeler geldikleri yerleden kaynaklanmaz. Daha çok o yolu nasıl ilerlettiğinizle ilgilidir. Yola çıkışımız her zaman sağlıklı olmayabilir. Bazen kavgalarla, kazalarla, kaybolmuş bavullarla, kaçırılmış uçaklarla başlar hikayeler ve ta nerelere gider. İşte o yüzden nereden geldik nereye gidiyoruz da "nasıl gidiyoruz" kısmı önemlidir.
Ben bunları bir gece, bir terastan denizin ışıklarına bakarken düşünmüştüm. O gece tam bu yüzden oradaydım. Paralel bir evrende faklı sonuçlanabilecek zamansız dürtüler dahil, az zamanda tez ve çok cümle kurmuşluğumuz var.Gelecek ne getirir bilinmez ama ayar çekmek gerekmeden devam edebilmek güzel...

20 Mayıs 2011 Cuma

KİMSİN SEN? KİM?



“Şu an itibariyle ayrılıyoruz! Ben böyle saçmalık görmedim! Nereye gittiğime, kiminle olduğuma karışmanı bile anlamaya çalıştım ki aslına bakarsan orada bile anlaşılacak bir şey yok ama ne giydiğime karışmanı anlamamı bekleme! Anlamaya dahi çalışmayacağım! Çek elini! Çek dedim, asılmasana ya koluma, kime diyorum? Hey! Ahhhh….”

Derken yırtıldı. Kolum değil ama hırkam. Öyle bir asılmış ki adam koluma… Sanırsınız beni bırakmak istemiyor. Halbuki derdi ben değilim, benim nezdimde iyelik duygusunu kaybetmek istemiyor. Yahu adam kendisini benim sahibim sanıyor! Hayır, benim anlamadığım ben ona bu cesareti ne zaman ya da nasıl verdim?
Geri dönüp düşününce buldum aslında bunu nasıl yaptığımı.

- Nereye gidiyorsun?
- Kızlarla kahve içmeye.
- Nerede?
- Bizim sokakta bi yer açılmış, orada
- Evde içseniz olmaz mı?
- Niye?
- E ne gerek var dışarı çıkmaya şimdi akşam akşam…
- Ne bilelim canımız sıkıldı.
- Bence evde için.
- Olabilir aslında.
- İyi o zaman.

Bu başlangıçta yapılan hafif konuşmalardan. Böyle başladı ama akabinde evrim geçirdi:
- Nereye gidiyorsun?
- Kızlarla kahve içmeye.
- Nerede?
- Bizim sokakta bi yer açılmış, orada
- Amma çok çıkıyorsunuz dışarı, ne gerek var bu kadar?
- Yok canım, haftada bir akşam falan
- Saçmalama, daha geçen gün dışarıda değil miydiniz?
- Allah allah ne bileyim, günleri mi sayıyorum?
- Ben sayıyorum!
- Niye ya?
- Ne demek niye, ben neciyim sorması ayıp burada?

Ama bu da son aşama değildi:
- Nereye gidiyorsun?
- Kızlarla kahve içmeye.
- Nerede?
- Bizim sokakta bi yer açılmış, orada.
- Gerek yok.
- Sana sormadım ki zaten
- Anlamadım?!
- İzin almıyorum, söylüyorum.
- Anlamadım?!
- Ya ne tekrarlayıp duruyorsun?
- Cümlende ki yanlışı bul diye tekrarlıyorum.
- Allah allah?
- Çıkmıyorsun dedim, o kadar!
- Ne demek ya, sen kimsin?
- Ben, benim işte. Sen de benim kız arkadaşımsın ve çıkmıyorsun! Boşuna tartışmayalım.

Dedi ama tartıştık. Defalarca ve farklı şiddetlerde. Yatakta bitmiş, koridorda bitmiş, kapıyı çarpıp bitmiş, onun dediği olmuş bitmiş, bir şekilde bitmiş ama hep yenisi başlamış. Mekanlar, gezmeler tozmalar bitmiş, kişiler tartışılmış.
- Ben o kızdan hoşlanmıyorum.
- Onunla görüşmeni istemiyorum
- Seni kötü etkiliyor
- Aklını bulandırıyor senin farkında mısın?
- Bildiğin salak o ya!
- Hafif o kız, hafif! Sana göre bi arkadaş değil.

Kiminle arkadaşlık edeceğimi bilemeyecek kadar zeka seviyemi aşağılaması yetmiyormuş gibi bir de:
- Bunu mu giydin?
- Bunu mu giyeceksin?
- Çıkar şunu Allahaşkına!
- Daha açık bir şey giyseydin, sen beni katil mi etmeye mi uğraşıyorsun?
- Kapa o göğsünü!
- Ört şu bacağını!
- Mayo mu şimdi bu mendil?
Şeklinde nasıl giyineceğimi dahi bilmekten aciz bir konuma getirmeyi de başardı.

Sonuç:
Zekamdan, algılarımdan, anlayışımdan, zevkimden, yetiştiriliş şeklimden, eğitim seviyemden şüphe eder bir hale geldim. Ya ben tamamen yanlış bir insandım ya da hiçbir şeyi doğru yapamıyordum. İnsanları tanımıyordum, ortamları bilmiyordum, kendimi korumaktan acizdim, nasıl konuşulacağını ya da nerede ne giyeceğimi bilmiyordum. Oturup kalkmam bile hatalıydı. Yahu madem ben bu kadar fena bir haldeydim de sen neden benimle birlikteydin! Ne diye yanımdaydın benim? Senden başkası beni zaten beğenmezmiş, sana muhtaçmışım gibi bir algı yaratacak kadar ileri gitmeye çalıştın ya, inanamadım. Yahu sen kimsin? Pardon, kimdin? Sahiden kimdin? Çıkaramadım…

SALLANTI



Hepimiz öleceğiz!

Elbette öleceğiz. Ne sanmıştınız? Size bir ayrıcalık yapacaklarını mı? Her sarsıntıda bir de kendimizi silkeleyip "artık" la başlayan cümleler kuruyoruz değil mi? Kurmayalım, gerek yok. Hayır, nasıl olsa yirmi dört saat sonra unutacağımız laflar etmenin de, tutmayacağımız sözler vermenin de anlamı yok. Yaradana yalvarmak, dua etmek gibi bu da o anda can havliyle yapılmış bir eylem sadece. O anlık silkelenmenin bize gösterdiği resime bakıp "Aman Allahım, ben ne yaptım? Bir canavar yarattım" dememiz normal. Adı üzerinde: anlık bir aydınlanma bu. Sonrasında, daha doğrusu sakinleşince o resim yine hiç de fena görünmeyecek. Yine neresinden yürüyorduysak yolun; orasından yürümeye devam edeceğiz.
Ben İzmir denim. Biz alışığız irili ufaklı sarsıntılara. Ne kocaman bir depremin korkusu vardır ne de bilmezliğin aymazlığı üzerimizde. Her sarsılışta kendine gelir, kendinden korkar insan. Bu duygu, değişmez işte. Şimdi, tam şu anda ve tam burada yıkıntıların arasında kalmaktan korkmamızın nedeni ölme ihtimalimiz mi, bunca yarım, bitmemiş işle ölme ihtimalimiz mi? Korkumuz hangisinden? Ya öteki dünya varsa mı, ya öteki dünya yoksa mı? Şimdi böylece ölüversek, leopar desenli, pembe saten kurdeleli pijamamızla; ne derler arkamızdan diye mi? Bir şey diyecek bir "arkamız" kaldı mı diye mi?
Çok mu sarsıldınız? Yoksa sarsıldık sanırken sadece sallandık mı?

18 Mayıs 2011 Çarşamba

BARİKA HALA GİDİYOR, MAŞALLAHI VAR!



Bakınız ta Ocak ayında ne yazmışım: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/01/barika-nereye-gidiyor.html?spref=b

Aylardan ne olmuş: Mayıs. Durumda nasıl bir iyileşme var, söyleyeyim: dün gece "ezikböcek" tarafından yanlardan simit bağlamış olduğuma dair alaylara konu edildim. Olacak iş mi? Oldu bile. Bisiklet alacağım kendime! Sonra d agidip sahilde bineceğim. Böyle bacak kaslarım ve popom oturmama izin vermeyecek kadar ağrıyana kadar bineceğim. Yahut Bostancı sahilden Kartal a kadar koşacağım, olmadı sahil şeridinden İzmit e kadar yürüyeceğim. Yüzeceğim! Nereden nereye bilemedim ama Adalara gidesim var epeydir.
Ya bir şey yapmam lazım yoksa bu yaz bikini niyetine çarşaf dolayacağım kendime. Hadi onu da geçtim kıyafetlerime sığmayacağım yakında e dolayısıyla da dolabı kaldırıp atıp, baştan kurmam gerekecek. Masrafa gel!
Şu diyet ürün reklamlarında neden hep beli kanadı ve hatta kıçı gayet standart ölçülerde kadınlar oynuyor? Ne şimdi bu? Zaten o epilasyon aletlerinin reklamlarında ki kadınlarda da tek tel tüy olmaz. Tamam bende mağara adamı gibi kadını koyun demiyorum da ama yani bir inandırıcılık eksikliği yok mu?
Kırmızı elbisesine "güya" sığmaya çalışan kadın, sana seslenyorum, de geettttttttt!! Hasta etme adamı!

17 Mayıs 2011 Salı

BAŞLANGIÇ

Herkesin hayatında mihenk taşı, köşe yastığı birileri vardır. Zamanında gelip yerleşmiştir hayatınıza, öylece de kalmıştır. Onu yerinden oynatmaya ödünüz kopar; sanki o yerinden oynarsa oynadığı yere başka bir şey koyamayacakmış gibi hissedersiniz. Benim de bir “köşe yastığı”m var… İsmini doğduğu yerden almış, daha doğrusu anne-babası öyle uygun görmüş. Ya isim bulmaya üşendikleri için ya da orada tanışıp evlendikleri için. Tabi biz de her gün şükrediyoruz Çanakkale’nin Lapseki ilçesi yerine Biga ilçesinde doğduğuna…

Ben Biga’yı tanıdığımda, ikimiz de İzmir Kız Lisesine daha yeni başlamıştık ve kendisi benim parmağımı kırmıştı!
Yatılı okuyanlar bilir; daha okulun kapısından girer girmez bir burukluk oturur içinize. Benim de oturmuştu. Daha ilk andan itibaren yapayalnız kalmışlık, ne yapacağını bilmezlik, herkesten nefret etmekle ürkmek arasında kalma hisleri başlamıştı. O kocaman, görkemli, dört bir yanından merdivenler çıkan binanın güzelliği bile içimde ki o burukluğu gideremiyordu. Ben o içime yerleşmeye başlayan hüzünle girişte ki merdivenlerde durmuş binanın tepesine doğru bakarken, arkamdan biri bana son hızla çarptı. Dengemi kaybedip merdivenlerin ilk basamağına düşmeden önce can havliyle sağ elimi basamağa doğru uzatınca elimin üzerine düşüp; bükülen serçe parmağımla yüzük parmağımı aynı anda kırıverdim. Biga’nın ne kadar sakar bir insan olduğunu o zamanlar bilmediğim için, o yaşıma kadar –ki on üç yaşındaydım- öğrendiğim en ağır küfrü savurup beni düşüreni görmek için kafamı çevirdim. Karşımda ki kız resmen zangır zangır titreyerek, bembeyaz bir yüzle bana bakıyordu. Az önce ettiğim küfrü göz önüne alırsak; benden korkuyor olması gayet normaldi ama onun o halini görünce bu sefer ben korkmaya başlamıştım. Sonradan itiraf ettiğine göre o anda benim küfretmemden falan değil, elimin çarpık çurpuk duruşundan korkmuş. Gerçekten de sağ elimin, -üç rakamını işaret ederken yaptığınız gibi- orta parmağımdan sonrası yere bakıyordu. Biga, sonunda mırıltıya benzer bir sesle “kırıldı mı acaba?” diyebildi. Olanca sinirimle “yok canım, böyleydi zaten!” diye cevap verdim. Tövbe çeken kafa sallama hareketini de atlamamıştım tabi ki. Biga bir adım geri giderken alt dudağının titrediğini fark ettim ki ağlama eyleminden nefret eden bir çocuktum; sağlam elimi bir trafik polisi edasıyla kaldırıp “aman” dedim. “Hiç gerek yok bu harekete, zaten canım sıkkın. Önemli bir şey de yok, merak etme, daha önce de kırık gördüm. İyileşebilen bir şey. Bu okulun bir doktoru vardır değil mi?”.
Sanki o anda doktorun yanımızda olması gerekirmiş gibi etrafına bakınıp “bilmem” dedi. “Ama buluruz, gel üst katlara bir bakalım.”
O yaşına kadar yanına kimseyi yaklaştırmamış, yabani, tuhaf bir çocuk olan ben; neden bilmem bu titrek, beyaz suratlı kızın peşine takılıp iki kat boyunca doktor aradım. Sonunda üst sınıflardan biri halimize acıyıp bize okulun revirini tarif etti de doktora ulaşabildik. Biga, doktor benim elimi kartonlarla sararken de, bizi bir üst sınıf öğrencisiyle hastaneye gönderirken de, oradan elimde bileğime kadar gelen kocaman bir alçı ile eve gönderilene kadar da yanımda kaldı. O zamanlar bunu korkudan (onu şikayet ederim diye) ya da sırf vicdan azabından yapıyor sanıyordum ama değilmiş. Onun merhametinin ve anaçlığının sınırı yoktur. O böyle bir çocuktu, sonra da öyle bir kadın oldu.
Lise hayatımız boyunca bütün yatılı kız lisesi öğrencileri gibi biz de saçma sapan şeyler yaptık. Okuldan kaçıp onu zorla Alsancak’ta bir bara götürmemden, hafta sonu “evci çıkıyoruz” yalanıyla ilk minibüsle Çeşme’ye gitmemize kadar bütün o lise anılarımızı yeri geldikçe anlatırım zaten. Ama asıl bugünlerde, bizim başımıza gelenler daha tuhaf. İki benzemez insan olarak aynı anda lanetlenmiş olabiliriz ya da evren bizi sınıyor da olabilir. Bilemiyorum…








15 Mayıs 2011 Pazar

YAŞASIN KEBAP YEMEK!


Sevgili blog okuyucuları, size bu satırları nihayet doğal gazı bağlanıp kombisi çalışmış (kenshin ve ico ya ayrıca teşekkür ederiz) evimizden, bir şişe efesle birlikte yazıyoruz. Huzur... Sonunda. Ve umarım uzun süreli.
Bugün bahsedeceğimiz konu: yemek yemek. Hayır, hayır, karın doyurmak değil; yemek yemek. Hani gerçekten zevk alarak. Yani mesela kızarmış tavuğu elinle yedikten sonra parmaklarını yalamak, turşu derken bile biriken tükürüğünü yutmakta zorlanmak, gecenin bir vakti canın istedi diye kırk beş dakika yürüyüp çiğ köfteci aramak, dünyanın öteki ucunda bile gecenin ikisinde kumru yapmak gibi eylemlere neden olan yemek yemek. Her mantı yiyişinde tabağını bir sanat eserine çeviren "obsesifmakinist", sucuklu kuru fasulyenin kuru fasulyesini önce yiyip sırf zevkine sucuklarını en sona bırakan "ezikböcek", zeytinyağı ve kekik olmadan domatesi çıplak sayan İzmirliler, bir önceki hayatında İrlandalı olduğunu düşündürecek kadar patates ve kahve; inek olduğunu sanacak kadar yeşillik seven ben, hepimiz, hepimiz yemeği zevk alrak yiyiyoruz. Yoksa gecenin on ikisinde mc donalds tan sipariş verir miydik? Ta Londralard İspanyol restoranı peşinde koşar mıydık, Maşukiye de Turna balığı dener miydik? Hatay da künefe, o toprak evde zeytinyağıyla yıkanmış kahvaltıyı yaparken neredeyse gözlerimiz dolar mıydı?
Nereden geldik biz buraya? ezikböcek'in keşfinden... Kapalı çarşıyı bilenler sanırım ki biliyordur ama ben yeni öğrendim. Örücüler kapısında  girince, İş Bankasının hemen karşısında: Burç Kebap. Gaziantepli herkes dahil 12 çocuklu bir ailenin erkek çocuklarından biri gelmiş, Kapalı Çarşı ya sadece beş (ciddiyim) masalı nefis (ciddiyim) bir mekan kurmuş. Nar ekşili çoban salatası, çıtır çıtır lahmacunu, acayip Adanası bir tarafa; güler yüzlü ve hoş sohbet sahibinin bizzat ilgisi bir tarafa. Valla derim ki, o tarafa yolu düşen mutlaka bir uğrasın ve boş masa bulursa hemen yumulsun.
Hah işte o gün bir kere daha dank etti bana: yemek yemek gerçekten de zevk işi. Pideyle o salata tabağının dibini sıyırırken bana biri "şu anda nerede olmak istersin" diye sorsa; "bi çekil arkadaşım ya" derdim sanırım...

12 Mayıs 2011 Perşembe

VE HATTA ÇEVİRDİĞİNİ SANMACALAR...




Taşınma günlükleri, 3.bölüm...

  Dün gece mutfağı karınca bastı! Bak şimdi, apartman bahçe içinde ve mutfakta da balkon varsa, ta giriş katından itibaren kervan sistemi ile çift yönlü yol yapan karınca sürüsü; bina duvarını kulllanarak mutfağıma kadar gelebiliyor. Sonuç: ben bir elimde elektrik süpürgesi diğer elimde çamaşır suyu şişesi ile katliam yaptım. Ama gel gör ki zafer benim. Şimdilik... Bu haşere kısmına ancak, hayatınızdan atmak için cesaretinizi zor toplayıp sonunda tam kurtulduğunuzu sanarken bir gece ansızın yeniden arayan erkek arkadaş kadar güvenilebilir. Canları isterlerse yeniden o yolu kullanabilirler ama hayır, bu sefer ben hazırlıklı olacağım. Çağımızın nimetlerinden olan kimyasal saçmalıklar, böcek ilaçları ile silahlanıyorum. Mutfağımı kimselere yar etmem! Kendi ellerimle 3,5 saatte temizledim ben o mutfağı. Çapulcu bir karınca sürüsüne mi veririm?
Bu savaştan nihayet galip çıkan bünyeme "ezikböcek" in yaptığı votkalı takviye ve Jack Donaghy sayesinde rahat bir uyku uyudum. Tabi bunda hala doğalgaz bağlanmadığı için sıcak su olmasa da, taşıma su ile banyo yapmış olmamın da etkisi olabilir. Yoksa toplu böcek görmekten kaynaklı kronik kaşıntım geçmeyecekti ki bak yazarken bile şu anda saç diplerim ve çenemin altı kaşınıyor. Normal bir sabaha uynamak niyetindeydim ama sabah ne oldu? Banyoya girmek için lambanın düğmesine bastığım anda ampul patladı! İşte tam burada "lahavle" diyoruz.
Bugün nihayet uyducu arkadaşları ağırlayıp televizyon ve internet bağlantısı yaptıracağımız evimizde bakalım ilerleyen bölümlerde neler olacak. Beni asıl korkutan yarının bir "13.Cuma" olması. Yani daha ne... Yo, yo hayır, asla. Asla söylenmemesi gereken iki cümleden birini sarf ediyordum az daha ama neyse ki etmedim. Etmeyin. Aman diyeyim...

11 Mayıs 2011 Çarşamba

VEYAHUT ÇEVİREMEMECELER...


Taşınma skandalı hala bitmedi. Evde neye elimizi atsak elimizde kalır durumda. Sıfırdan kiralayıp, restore edip ben kiraya verseydim de olurdu asılında. Doğalgaz bağlatma çabamız baca temizleme raporuna, eski evin depozitosu isim yanlışlığına takılırken; sabah itibariyle de banyoda ki sifon su sızdırıyordu. Ve fakat tabi ki iyi şeyler de olmuyor değil. Misal artık antrede çalışan bir lambamız var. Ayrıca her yeri halı ve kilimleyebildik sonunda.
Bütün bunların bir sebebi olduğuna inanmaktayım. Genel Polyanna ısırığı sendromum bir tarafa, bu baca meselesinin dün tam "stres eğitimi" nin ortasında cereyan etmesinin bir anlamı olmalı değil mi? Stres eğitimi demişken, bu konudan bahsedeceğim ama eğitimin 2.yarısının da bitmesini bekliyorum. O da önümüzde ki hafta olacak.
Ha ben neden alıyorum bu eğitimi derseniz: tamam, ben çok stresli bir insan sayılmam. Bilinir... Ayrıca dün çözdüğümüz teste göre de ancak %30 risk içeren grupta çıktım ki eğer taşınma sırasında yapmasaydım daha da düşük çıkardı. Çünkü ben bilumum İstanbulluların aksine trafikten şikayet etmem. Her gün sabah-akşam iki yaka arasında gidip gelmeyi kanıksayalı çok oluyor. Zaten benim kendimi mengeneye sokmam o trafiği hiçbir şekilde açmıyor. Onun dışında nerede uyuyacağım, ne yiyeceğim, hava sıcaklığı, nem oranı, gürültü, aşırı sessizlik, uzun saatli beklemeler gibi konularda da tamamen hissisizimdir. Yani çok önemli değildir. Yeni "thisisnotabigdealhoney" falandır. Ama gel gör ki bazı saçma sapan konularda o kadar stres yaparım ki sanki o ben değilimdir. Gerçekten! Hiç görmek istemediğim hatta kaçtığım birini görmek zorunda olacağım bir yere gitmek zorunda olmak gibi. Yahut hiç hazzetmediğim biriyle telefonda konuşmak zorunda kalmak gibi. Para meselelerinde (çünkü nefret ederim para konuşmaktan) konuşmak gibi. Hoşlandığım adamı küt diye bir yerde görmek gibi (ah o zamanlarda biri beni kameraya çekse keşke!) hatta bir de onunla konuşmak zorunda kalmak gibi. Genelde bu adamlar, bu durumdan habersiz oldukları ve ben hemen hepsiyle "kanka" moduna son hız geçebildiğim için; oları kız arkadaşları ile görmek, bir de üstüne tanıştırılmak gibi. Birine o anda çok sinirlendiğim halde bunu o anda ona söyleyemeyeceğim bir durumda olmak gibi. Yaptığım birşeyden ya da ne yaptığımı bilmediğim bir anda birilerinin canını yakmış olma ihitmali gibi. Pehhh! İyi ki konuya sonra girecektik. Bir girdik mi çıkamayacağız belli zaten. Tamam bunu şimdilik burada keselim...
Bu akşam eve gittiğimde artık bir sürpriz daha görmemeyi diliyor, sevgiyle selamlıyorum...

9 Mayıs 2011 Pazartesi

TAŞIMA SUYLA DEĞİRMEN ÇEVİRMECELER


Ev taşımak başlı başına zor bir iş ama bunu saçma sapan insanlarla muhatap olarak yapmak zorunda kalmak daha da zor! Evet, sinirliyim. Gerçekten sinirliyim hem de ki beni tanıyanlar bilir ben zor sinirlenirim. Strese girerim, heyecan yaparım, telaşlanırım ama sinirlenmem. Zaten yüksek sesle konuşurum ama bağırmam. Çok sulu gözümdür ama tanımadığım insanların önünde ağlamam. Ama ben bu hafta sonu bunların hepsini yaptım. Sadece iki günde: parasız kaldım, hem eski hem yeni ev sahibim yüzünden oturup sinirden ağladım, tuttuğum temizlikçiden kazık yedim, taşıyıcılar buzdolabımın kapağını ve koltuklarımın ayaklarını kırdılar, cehennemde çürümeme yetecek kadar örümcek öldürdüm, elektrikli süpürge ile iki koca salyangoz yuttum, perdelerim camlara kısa geldi, kardeşimin aldığı duylar tavanda ki kablolara uymadı, televizyonumuz çalışmıyor, doğalgaz henüz açılmadı, elektrik ve suya bir dünya para ödedim, banyoda ki klozetin borusu çatladı, yeni ev sahibim obsesif olduğu için duvarlara çivi çakmamı istemiyor, dış kapının otomatı çalışmıyor vs, vs….

Ama her şeye rağmen evim güzel! Her tarafından ışık alıyor. Balkonum daha da güzel! Yemyeşil bir ağacın dalları giriyor içeri… Yani yine de bardağın dolu bir tarafı var. Yoksa (ezikböcek) gibi “bu eve ahanda buradan hırsız girebilir”, “bu ağaç böcek yapmasın?” başlıklı konuşmalar da yapabiliriz tabi. Gerçekçi insan, ne olacak!
Ama bütün o saatlerce fayans sürtüp yer silmelerden, gazete kağıdına sarılmış onlarca hatta yüzlerce mutfak eşyasını açıp yıkayıp yerleştirmekten, banyo küvetinde kendini bir kilo çamaşır suyu ile az daha zehirlemekten daha fenası; insanlarla uğraşmak. Anlayışsız, ilgisiz, nobran insanlarla uğraşmak. Halden anlamayan insanlara hal; laftan anlamayan insanlara laf anlatmaya çalışmak. Daha da fenası insan olmayanlarla sanki insanmış gibi konuşmak. Hey beah! Dolmuşum biraz galiba. Yorgunluktandır, yorgunluktan. Geçer…

Neyse ki gerçekten geçiyor bir şekilde. Akşamında elimizde birer bira, önümüzde fıstıkla benim evlatlık aldığım mavi polar battaniyemin altına girip 30 Rock izlerken içim gayet rahattı. En azından yalnız değildim, ezikböcek yanımdaydı...

1 Mayıs 2011 Pazar

BİZ HER BAHAR...



Odanın neredeyse tam ortasında duran sobanın üzerinde asılıydı ıslak tişörtü. O banyoda çıkana kadar kendimi toparlayabileceğim en fazla on dakikam vardı. Daha kapıdan içeri ilk girdiği anda üzerine atlamakla, suratına bir tokat indirmek arasında bocalamış; en sonunda da hiç bir şey söylemeden kenara çekilip içeri girmesine izin vermiştim. Bilirdi benim sessizliğimin hayra alamet olmadığını. O yüzden o da hiç sesini çıkarmadı zaten salona geçip, sobanın karşısında ki kanepeye oturana kadar.


Sırılsıklamdı. Oturduğu yerde montunu çıkarırken yüzünü buruşturdu. Sağ kolunu çıkardı, sol kolunu çıkarırken bir an durdu, zorlanıyordu, derin bir soluk alıp bir gayrette onu da çıkardı. Ne "neyin var" dedim, ne de yardım ettim. Onun beni bildiği kadar ben de onu bildiğim için hiç sesimi çıkarmadan izledim. Gri tüylü, iri yarı kedimiz yavaş yavaş gelip, bacaklarına süründü. İKi bacağının arasında geçip bir tur attı, sonra da gidip sobanın yanına kıvrıldı. Bu da, onun "hoşgeldin" demesiydi. Kendince ilgi gösteriyordu işte...

Tişörtü de ıslaktı, saçları da, pantolonu da. Ama sadece ıslak değildi. Tişörtünün yakasından göğsüne doğru inen o koyu lekelere takıldı gözüm. Kafamı çevirdim. Bir şeyler söylemem lazımdı ama normal bir şeyler. Bir şey ifade etmeyen bir şeyler. "Aç mısın?" dedim. "Bilmem, galiba" dedi. Aptal gibiydi ki bu halinden çıkması zaman alırdı. "Bir banyo yap istersen, ıslanmışsın" dedim. Yüzüme bakmadan "olabilir" dedi. Oturduğu yerden kalkıp, bana baktı "şu tişörtü çıkarmama yardım etsene" dedi. Yanına gitttim. Kollarını yukarı kaldırdı. Haki renkli tişörtü belinden tutup yukarı doğru sıyırdım. Ondan en az on santim kısaydım ama ilk defa çıkarmıyordum o tişörtü o bedenden. Ben iki yanından tuttuğum tişörtü boynundan geçiriken o da bana yardım olsun diye hafifçe eğildi. Bir saniye sonra elimde ıslak tişörtle önünde dikilmiş ona bakıyordum. Gözlerimi boynundan aşağısına indirmeye ödüm patlıyordu. Ellerini omuzlarıma koyup beni kendine çekti. Omuzlarımı bırakmadan saçlarımı öptü, "ben banyoya giriyorum" dedi. Tamam anlamında kafamı salladım. Beni bırakıp, bana bir daha bakmadan odadan çıktı.

Zaten yıkayacağım bir tişörtü neden önce sobaya asıp kurutuyordum ki? Sobanın önünde oturduğum yerde banyo kapısının açıldığını duydum. Ayak sesleri yatak odasına gitti, kapı kapandı. Kalkıp mutfağa geçtim, o gelmeden biraz önce pişmiş ama şimdi soğumuş patlıcan yemeğinin altını yaktım. Elimde tahta kaşık, güya patlıcanları karıştırırken ayak sesleri mutfağa geldi. Her banyodan çıkışı gibi yalın ayaktı. Ben ona dönmeden o belimden bana sarılıp, kaşığı elimden aldı. Yemeği şöyle bir karıştırıp kaşığı içine bırakırken "nimetle oynanmaz öyle" dedi. Gülümseyerek söylemişti biliyordum ama sesi o kadar kırık döküktü ki; burnumda o ağlamadan hemen önce gelen sızı belirdi. Alt dudağımı ısırdım hızla. Yavaşça döndüm arkamı, ıslak saçlarını geriye doğru taramıştı. Sakallarının arasında hala su damlacıkları vardı. Elimle sildim sakalında ki suları. Gözleri o kadar kırgın bakıyordu ki dayanamıyordum, yavaşça, canını yakmaktan nasıl da korkarak sarıldım. O da sarıldı. Tek eliyle saçlarımı okşadı. Patlıcan yemeğinin kokusunun içinden benim saçımın koksunu ayırmak ister gibi, belime doğru inen uçlarını avcuna alıp kokladı.

Bir adım geri çekilip yüzüne baktım; "Neren acıyor?" dedim. "Göğsüm" dedi. "Kaburgalarım..." Ellerimi göğsüne koydum, benim öperken bile içimin titrediği o kafese nasıl vurabilirdi ki insan? İnsanlar... İnsanlar? Alt dudağımı ısırdım yine ama bu sefer yakalandım. Çenemden tutup kaldırdığı yüzüme baktı, ısırdığım alt dudağımı dudaklarının arasına alıp öptü. "Anlaşmayı bozmuyoruz değil mi?" dedi. ;Hayır anlamında salladım kafamı. "Tamam o zaman, ben içeri geçiyorum, masayı açayım. Sen de o yemeği yakmadna altını kapat istersen" dedi. "Tamam" dedim.

Ben tamam dedim o, salona gitti. Mutfağın tezgahına ellerimi dayadım. Buz gibi mermerden medet umarak, bir kaç dakika öylece durdum. Sezen şarkısı mıydı o, "ben her bahar aşık olurum"... Ve biz de her bahar çıkarız, dökülürüz, kırılırız ama dağılmayız. Tutunuruz, tutarız, tutmak için çabalarız. Her bahar başka şekilde döneriz ama her bahar yine gideriz...