28 Ekim 2010 Perşembe

MUZLU MOZAİK PASTA

Her şey karar verene kadar gerçektende. Bütün o kramplar, spazmlar, midede ki yanmalar, başta ki ağrılar, tansiyonda ki düşmeler, gecenin dördünde, bir kanalda, 10 çocuklu Henry Fonda'nın 8 çocuklu bir kadınla evlendiği eski bir Amerikan komedisi izlemeler...
Sonra, verilen kararın ardından uygulamaya geçmek 2. zor safha. Çünkü burada bize gereken: irade! Sahip olduğumuzu sandığımız şeyler listesi yapsak; irade üst sıralarda yer alır. Sanıyoruz çünkü kullanmak gerekene kadar emin olamıyoruz.Diyet yaptığın hafta muzlu mozaik pasta yememek gibi bir şey değil bahsettiğim ne de olsa muzlu mozaik pasta, diyette olmasan aklına gelecek bir şey değil. Benim dediğim daha çok sigarayı bırakmak gibi. Gerçekten hayatımızda yeri olan, yer etmiş bir şeyi oradan çıkarmak zorunda kalmakla ilgili. Elini ayağını zapt etmek, dilini tutmak, aklına geleni yutmakla ilgili bir şey. Bu sefer, yapmak istediğini değil; yapılması gerekeni yapmakla ilgili. Yanında sen sendeledikçe birileri olmazsa, tek başına yürümesi zor bir yola girmek aynı zamanda. Evet, her şey burada, kafanın içinde ama eğer kendinden yüz bulamıyorsan başkalarından arayacaksın. İşte o zaman sana yüz vermeyecek insanlar olmalı etrafında. Sana acımayacak, şefkat ya da güleryüz gösterip seni yumuşatmayacak, eli sopalı insanlar olmalı. Daha doğrusu sen iradenle savaşırken, senin yanında iradeli insanlar olmalı.
Yalnız kalmamak lazım. Bir şeyleri bu hayattan söküp atmak, hele de etinden et koparıyorsan, çok kolay değil. Sen çekiştirerek kendine eziyet ederken; etlerin kopmayan parçalarına birileri bıçağı indirivermeli!
Eli bıçaklı, eli sopalı canlarım var benim. Onlara...

26 Ekim 2010 Salı

barika'nın kuyusu: PERTOL SAVAŞINI DAHA MANTIKLI BULUYORUM

barika'nın kuyusu: PERTOL SAVAŞINI DAHA MANTIKLI BULUYORUM: "Çocukluğumuzdan başlar kandırmaca ve sonuna kadar da sürer. Önce masal anlatırlar sonra da film çekerler. Ama hep ayrı tatava! Biraz sonra i..."

PERTOL SAVAŞINI DAHA MANTIKLI BULUYORUM

Çocukluğumuzdan başlar kandırmaca ve sonuna kadar da sürer. Önce masal anlatırlar sonra da film çekerler. Ama hep ayrı tatava!

Biraz sonra izlediğim filmde ki adam ve kadın kavuşacaklar. Son reklam arasını bekliyorlar. Kadın, hiç görmediği "o"adama, sadece bir mektupla onu 2 yıl beklemesini söyledi ve adam da bekledi. Ve şimdi de kavuşacaklar. Halbuki diğer kanalda petrol savaşının yıktığı bir dünyada sıfırdan bir medeniyet kurmaya çalışan ve hayatta kalmak için akıl almaz işler yapan insanların anlatıldığı başka bir film vardı. Kabul edelim! O daha gerçekçi bir hikaye. Hali hazırda elimizde ki petrol kaynaklarını yetiremeyip birbirimizi yememize ramak var ama bir kadın ve bir erkekten birinin, diğerinin sözünü sorgulamadan dinleyip kabul etmesine daha ne kadar var bilmiyorum...

25 Ekim 2010 Pazartesi

KEDİ

Bir geldim ki evime kedi girmiş! Gezmiş odamda, ayak izlerini bırakmış sonra da açık pencereden çıkıp gitmiş. Nasıl sinirlendim! Halbuki kedileri severim ben. Mesele sevmek değil ki... Benden habersiz girip ortalığı talan etmek de neyin nesi? Yok öyle yağma! O kadar cesursan yüzüme bakarak bas bakalım o eşyaların üzerine. O kadar erkeksen (erkek misin acaba) yüzüme bakarak talan et bakalım ortalığı! Arkamdan yapması kolay tabi. E hadi madem yaptın, bari iz bırakma. Her yerde ayak izin varken ben sanki anlamayacak mıydım eve girdiğini? Nerelerde gezdiğini.
Sonra ben gecenin yarısında elime geçeni makineye atıyorum yıkansın diye. Kediden soğutur adamı böylesi. Onca yorgunluğun üzerine bir de arkasını toplamak zorunda kalınca tabi... Ama işte ne yaparsın, pencereleri açık bırakırsan kedi de kendinde girmeye hak görüyor demek ki. Demek ki neymiş, o pencereler öyle her daim açık kalmayacakmış. Pencereler açıkken insan hep etrafa göz kulak olacakmış. Hele öyle "nasıl olsa bir şey olmaz" diye güvenip de kapı pencere açık evden çıkılmayacakmış. Demek ki neymiş: kedilere güven olmazmış. Kedilere bile olmazmış...

19 Ekim 2010 Salı

AKILLANMAK ÜZERİNE...

Sırtımı taşa yaslasam; yel alır... Ağrısından durulmaz sonra. Ama o bile geçer gider.
Ayağımın altından zemini çekseler; tutunacak bir dal bulurum elbet. Asılır kalırım orada. Zamanı gelip de ya ben yukarı tırmanana ya da biri beni yukarı çekene kadar.
Taşa takılıp düşsem, kalkarım bir şekilde. Çırpalarım üstümün tozunu, yırtıklarımla çiziklerimle yürür giderim yeniden.
Yeter ki ben, kendimden uzaklaşmayayım.
Yeter ki artık yaslanacağım taşı da, tutunacağım dalı da, yürüyeceğim yolu da doğrusundan seçeyim.
Yoksa sonra ya taş elimde kalıyor ya dal...

18 Ekim 2010 Pazartesi

KAZA

İnsan hiç mi ders almaz? Hiç mi bir şey öğrenmez? Güvenmekten, inanmaktan hiç mi bıkmaz; hiç mi vazgeçmez? İnsan her seferinde bu kadar az şey görmeyi ve bu kadar az şey duymayı nasıl başarabilir? Nasıl farkedemez insan kaçmak istediği yalanın tam ortasında durduğunu? Ortada yüzlercde kanıt varken, hepsinin üzerine basmayı nasıl başarabilir?

Parmak izi doluydu kapılar, dudak izi doluydu bardaklar, ayak izi doluydu döşemeler. Bir ekiple gelsek, müebbet hapse yetecek kadar delil vardı etrafımda ama ben yok saydım. Üç maymundan da üç maymun oldum. Dümdüz yürümeye devam ettim yolun kenarında olup bitenlere bakmadan. Sadece yürüdüğüm yolu düşünüyordum. Bu yolun eninde sonunda beni bir yere ulaştıracağından o kadar emindim ki, yönümden şüphe dahi etmedim. Duran hiç bir arabaya binmedim, seslenen hiç kimseyi dinlemedim. Devrilen ağaçların üzerinden atladım, yağmurdan, kardan yılmadım, ben yine yürüdüm. Ta ki tam önümde duran ama nedense dibine kadar gelmeden fark edemediğim o duvara tam anlamıyla çarpana kadar. Bazı şeyleri zaten canımız yanmadan öğrenemeyiz ya, işte bende ağzımı burnumu dağıttım bir seferde.

Neresinden toparlayacağımı bilmiyorum dağılanları. Kemik parçaları, et parçaları, dişimi geçirdiğim yerlerden kan çıkıyor hala. Nasıl bir şoktur bu tarif edilemez! Çarpmanın şiddeti, asılamadığım frenlerden ötürü katmerleniyor. Bilseydim, ah önceden görseydim... Etrafından dolanırdım, üzerinden atlardım ama yok, ben bodoslama geçirdim kendimi duvara.

Olur, bekleriz, tedavi ederiz. Sararız sarmalarız yaraları. Kemikler kaynar, etler birleşir, yaralar kapanır ama hep iz kalır. Yüzümün tam ortasında bu iz! Baktıkça göreceksin. Ben de sana her baktığımda yüzümde ki izin yansımasını göreceğim. Nasıl olacak? Nasıl yapacağız? Nasıl olupta aynı gözlerle bakacağız?

Neden hiç uyarmadın beni, neden? Neden izin verdin dümdüz yürümeme? Madem bu kadar değerliydim de ben, neden demedin "gelme" diye? Ya da madem başladık bir kere, madem en baştan izin verdin yürümeme, o zaman neden çekmedin o duvarı önümden? Bu mu senin yol arkadaşlığın? Bu mu senin değer verdiğin yol arkadaşın? Ben miyim? Ben, neyim?

12 Ekim 2010 Salı

ÇOCUK

Hatırlayamadığım kadar uzun bir zaman öncesine dayanıyor başlangıcı. Kısa bir zaman dilimi değil o yüzden. Kendimle olan hesaplaşmam; bitmek bilmeyen bir savaş. Sürekli yargılamalar ve sorgulamalar üzerinde devam eden koyu bir süreç. Mükemmelliyetçilikle memnuniyetsizlik karması bir jüri ile yargılama yapan bir mahkemesi var aklımın kendine karşı. Etrafımda ki herkese binlerce öğüt verebilirim, silkelenen bir dut ağacından dökülür gibi. Ama kendime asla sözüm geçmez. Bir taş gibi, granit bir kaya gibi sert, hiç bir söz işlemez. Acımasızlıksa acımasızlık. Çünkü bu söz dinlemez ben, kafasına eseni yapan ergen bir çocuktur. Her mahkemeden kefaletle salıneveren ve her mahkumiyetten iyi halle çıkıveren, sevimli bir yaramaz. Aklına geleni söyleyen koca bir ağızdır bu çocuk. Çatlaktır ve hep sızdırır bu yüzden. Kendine ait hiç bir sırrı içinde tutamaz. Ağzına büyük gelen şeker gibi kayar düşer gizlemeye çalıştıkları. Olurda ağzını kapalı tutabilirse bu seferde yüzü ele verir kendini. Kocaman, açık bir kitap gibi seriliverir önüne insanların. Ya bir dur, bir sus, bir saklan demeye kalmadan; boğazından hançer hançer yanaklarına çıkan bir kırmızılıktır bazen; bazende dudaklarını yapıştırıp çekemediği bir taşkınlıktır. Taştı mı bir türlü durdurulamaz ki zaten. Bu yüzdendir sevmeye kalkıştı mı ciğerini parçalarcasına içine doldurması sevdiğinin nefesini. Bu çocuk, hiç ders almaz zaten! Kaç kere yenilendi o ciğerlerin çeperleri? Kaç kere kendini yeniden yaptı o hücreler, dokular?
Her yazılıdan kalır ve her sözlüden çakar ama her imtihana girer hala. Çok fena bir pehlivandır bu çocuk, hiç doymaz. Yalnızlıktan ödü kopardı eskiden ama şimdi eskisi gibi korkmuyor duvarlardan. Korksa yazamaz bu kadar çok yazıyı üzerlerine...

10 Ekim 2010 Pazar

KAPTANIN SEYİR DEFTERİ 2

Hiç keşke dememek isterdim bu hayatta ama çok dedim. Bir tane daha dememek için Bangaldeş'ten ayrılırken yarım kalmış bir cümleyi bitirip bindim bir sonra ki uçağa....
O yüzden uçakta verilen beyaz şarap için Tanrıya ve havayolları şirketine şükürler olsun!
Çin... Dhaka dan binip Kunming'e inince hava sıcaklığında ki 25 derecelik düşmeye bağlı olarak -kelimeden kısmayalım- kıçım dondu! Beklenmeyen bu hava şokuyla beraber, bildiğimiz ulusal tip havaalanına inince latin alfabesinden nasibini almamış bu ülkede ne yapacağını bilemeden geçen bir kaç saniyeden sonra gidip valizimi aldım. Sevgili Çinli arkadaşlarla beraber Şangay uçağını beklemek için bekleme salonuna gidince ben ilk bulduğum iki kişilik koltuğa uzanıp, çantamı da başımın altına aldım. Bir kaç dakikalık kestirmeden sonra saatlerimiz sabahın bilmem kaçını gösterirken sonunda Şangay uçağına bindik. Ondan sonrası koşa koşa valiz alma, para bozdurma, taksi tutup otele gitme ki bir dakika, tam burada: eğer otelin adresinin Çincesi elinizde yoksa Allah bilir nereye gitme!
Şangay... Kocaman bir metropol. Binadan hiç kısmamışlar. En küçüğü sanırım 25 katlı olan bir sürü bina. İş merkezi, alışveriş merkezi, para merkezi... Çin kültürü denen şey kaybolmuş gitmiş onlarca binanın arasında. Ama en azından bir kaç tapınak, bir kaç bahçe tutmuşlar ki onlarda turistik olarak her yerinden para yolabileceğimiz yerler olsun demişler. Yine de tapınakta ki keşişlre özenmedim değil. Gün boyu bedava çay, tütsüler, saç baş kıyafet derdi yok. Gelen giden de çok. Acaba rahibelik yerine keşişliği mi seçsem?
Jade Buddha tapınağı çok görkemli bir Budist tapınak. Çince bilmediğimiz ve bir rehberimiz de olmadığı için İngilice konuşan turist rehberlerinden birinin turuna yamanma suretiyle bir şeyler öğrendik. Bir sürü tanrı, kral, efsane, hikaye. Keşişlerin çay seremonisi eşliğinde duaları, dilek paraları atılan heykeller, özel dua odaları, tütsüler, tütsüler, tütsüler... En sonda ki Koji balığı havuzu ise benim favorim oldu. Onlarca irili ufaklı, pasparlak Koji leri, bir ağaca tutunup havuza sarkarak okşama çabamda sanırım Çinlilerin favorisi olmuştur.
Jin Mao binasının 88. katına sizi 9 saniyede (yazım yanlışı yoktur) çıkaran asansörden inince; manzarayı görünce insan nerede olduğunu şaşırıyor. Yine içinden nehir geçen bir şehir işte! Ben içinden su geçen bütün şehirleri sevebilirim (bazılarını daha fazla...). Kocaman bir nehirin ikiye böldüğü Şangay'da irili ufaklı başka nehirlerde var.
Sonunda bir kaç uzak doğu evini görebildiğimiz Old Street denen yer, bizim turstik deniz kenarı kasabalarımızda ki gibi onlarca hediyelik eşya dükkanı ile dolu. O kadar çok ıvır zıvır var ki bir dükkandan çıkmak yarım saatinizi alıyor. Tüm o yelpazeler, tanrı figürleri, kimonolar, taraklar, aynalar, anahtarlıklar, heykelcikler, bilezikler... Bizde ki bir milyoncular gibi orada da "her şey 1o yuan" cılar var.
En ilginç şeylerden biri bir gece, tamamen tesadüfen gördüğümüz bir meydan dolusu danseden Çinli çiftti sanırım. Meydanın hemen yanında ki sokakta da salsaya benzeyen bu dansın adımalarını toplu halde öğrenen onlarca insan vardı.
Sokakta yürürken gördüğümüz "tea and noodle house" a girip bir kase noddle ı çubuklarla yemiş biri olarak söyleyebilirim ki ben, Çin yemeklerinden memnunum. Onca iddiaya ve bakınmaya rağmen koca Şangay da bir tane bile böcek satan mekan göremedik. Ama ördek, ıstakoz, karides, yengeç ve domuz gırla gidiyor etrafta. Bir de küçük arabalarda hangi hayvanın neresine ait olduğundan emin olamadığımız bir sürü şeyi şişe geçirip pişiriyorlar. Denemek istiyorsanız gözünüzü değil önce burnunuzu kapamanız lazım.
Kalabalık ve kocaman bu şehirde bütün ana yollar yukarıdan geçiyor. Şehir viyadükler ve köprülerle kaplı. Ancak caddeye inerken aşağı geliyor yol. Şehir, yapı olarak çok düzenli. Bazen özellikle de geceleri tüm o ışıklandırmalarla sanki gelecekte ki bir tarihe ait bir şehir gibi duruyor. Son gece taksiden inen bir yabancı turistin peşine takılıp gittiğimiz bir binanın tepesinde ki barın camından bakınca da fark ettim ki; tüm o ışıklar ve lazerlerle şehir, büyük bir reklam filmi gibi görünüyor.
Bir şey daha var ki beni çok şaşırtan; Çinlilerin kaba insanlar olmaları. Ve kesinlikle hiç güler yüzlü olmamaları. Buna satıcılar bile dahil. Her hareketleri sert. Havaalanında valizimi önüme atıp "open!" diye beni azarlayan kadından, Starbucks ta sipariş alırken bizi kovmasından korktuğumuz kasiyer kıza kadar. Sokakta yürürken size çarparak geçmeleri ise çok normal, sakın bir "pardon" filan beklemeyin. Ama bir şey var ki Çin'in başka yerlerinden gelmiş ve konuştuğumuz Çinliler Şangay'dan pek hoşlanmıyor. Bu da "Çin ve Şangay arasında fark mı var" diye sorduruyor insana...
Sonuç: Şangay'ı yeterince gördük ama Çin'i değil. Bir ülkeyi tek bir şehirle değerelendirmemek gerekir ama biraz fikrimiz de oldu işte. Çünkü Şangay dışında iki şehir de daha bulunduk bir kaç saatliğine. Bu arada bir konuda en azından eminim: bana bu dünya da çekici gelmeyecek tek erkek ırkı Uzakdoğulular! Kesinlikle. Dubai havaalanında ki aktarmada hayata döndüm yahu!