17 Aralık 2015 Perşembe

Barika'nın kuyusu: GELSİN BE YA!

Barika'nın kuyusu: GELSİN BE YA!: İki gün aramasam üçüncü gün tafralanırdın ya bana telefonda, şimdi de zaman zaman yazmazsam te oralardan "unuttun mu beni" dersin...

GELSİN BE YA!

İki gün aramasam üçüncü gün tafralanırdın ya bana telefonda, şimdi de zaman zaman yazmazsam te oralardan "unuttun mu beni" dersin diye korkuyorum Anoş. Halbuki unutur muyum; biliyorsun...

Bir yılı daha yedik... Bu sefer sensiz yedik, ondan olacak her lokması boğazdan kanırtarak geçti. Şimdi dersin biliyorum "hadi ordan" diye ama vallahi be Anoş...

Bu memlekete (hani şu 6000 km uzakta olan) geldikten sonra baktım ki kök dediğimiz, dal dediğimiz, gövde dediğimiz hep birmiş. Bir varmış bir yokmuş. Haklıymışsın akla geleni söylemek, kalbe geleni yapmak gerekiyormuş. Vakit varken o vakti kullanmak gerekiyormuş. Ağızları kese gibi büzemeyeceğin belli o yüzden keseyi en baştan çok açmamak gerekiyormuş. Yani dünyanın bu tarafında da, kürenin bu yarısında da aynıymış her şey. Yaşamak gerekiyormuş. Ben de bunun için elimden geleni yapıyorum, inan.

Benden yaşlıların önünde bacak bacak üstüne atmamayı, yemeğe soğanı kavurmadan başlamamayı, sarımsaksız meze yapmamayı öğrettiğin yetmezmiş gibi bir de bana -yüzümü yerden yere çarparak da olsa- yaşamak gerektiğini öğrettin Anoş. Bir küçük sandıkta sakladığım ve o günden bugüne hiç çıkar(a)madığım tülbent geliyor aklıma zaman zaman. Her şey ve herkes için eşitliği hatırlatıyor bana. Zamanı, dakikanın hepimize altmış saniye, günün yirmi dört saat olduğunu. Bir seneyi daha bitirdik ki cebimizde bir çakıl taşı bile kalmadı akıp giden 365 günden. Sen haklıydın Anoş, öylece kayıp gidiveriyor günler... Bir tek anısı kalıyor yanımıza.

Neyse canım, canımızı sıkalım diye anlatmadım ki ben bunları. Hem senin canın artık hiç sıkılmıyordur değil mi? Sıkılmıyordur...Benim de sıkılmıyor; merak etme Anoş. Her şey iyi, yolunda. Evimiz, keyfimiz, hava bile hep sıcak burada. Soğumuyor. Her yerimiz meyve, sen çok severdin ya yirmi çeşit muz var memlekette. Ye ye doyamazsın. Arkadaşlarım var, kısır bile yapıyorlar inanmazsın. Demem o ki, güzel anılar kalıyor yanımıza. Turkuaz denizler, beyaz kumlar, ağaçlar, kuşlar, çiçekler kalıyor. Ben onları tutuyorum en azından. Kalanı sepetliyorum, ağzını bağlıyorum, savuruyorum. Yerim kalmamış Anoş, artık fazlasını tutmuyorum. Zaten tutmamak lazımmış, haklıymışsın.

Şimdi bir yeni sene daha geliyor, neleri ile, kimleri ile Allah bilir. Gelsin be ya! Gelsin elbet. Biz yine güzel anılar biriktirelim, yine sana anlatayım ben. Bekle bak, bu sene neler neler olacak, neler yapacak senin kızın yine patatesim... Bekle 2016 geliyor, valla hazır ol...




9 Aralık 2015 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: BOLU DAĞLARI'NDAN İSVİÇRE ALPLERİ'NE

Barika'nın kuyusu: BOLU DAĞLARI'NDAN İSVİÇRE ALPLERİ'NE: Bir "Ben bi' memlekete gidip geleyim" macerasından sonra daha birlikteyiz. Yurt dışında yaşamaya başladıktan sonra an...

BOLU DAĞLARI'NDAN İSVİÇRE ALPLERİ'NE




Bir "Ben bi' memlekete gidip geleyim" macerasından sonra daha birlikteyiz. Yurt dışında yaşamaya başladıktan sonra anlamış bulunuyorum ki birilerini görmeye, özlem gidermeye yok ziyaret etmeye gidiyoruz diye çıkıp gittiğimiz o bir haftalar, on günler hiç bir halta yetmiyor! Ha ben de üstüne yetireceğim diye bir haftanın içine on farklı iş sokuyorum o ayrı ama yetmiyor işte...

Bu sefer de önce kardeş kardeşe @ezikböcek' le beraber arabaya atlayıp mini bir Batı Karadeniz yapalım dedik. Kardeşim orayı Karadeniz'den saymasa da (şöyle ki: ay ne güzel her yer ağaç, Karadeniz işte diyorum: burası değil o dediğin daha ilerisi diyor. Ay ne güzel balık hamsi falan, Karadeniz diyorum, burası değil o dediğin daha ilerisi diyor. Anladığım kadarıyla kardeşime göre Karadeniz Samsun'dan falan başlıyor) neticede ülkemizin kuzeyinde kalıyor. Bolu, Düzce, Akçakoca, Amasra deyip; Amasra'da kaldık. Bu bahsi geçen güzergah sonbaharın etkisiyle inanılmaz manzaralar verdi bize. En klişe tabiriyle sarının her tonu, kırmızının, turuncunun her tonu, aralarda yeşiller, rengarenk bir yoldan geçtik. Tıpkı bir Monet tablosu gibi (kültür dürtmesi) ya da bir Bob Ross resmi gibi (popüler kültür dürtmesi), yapraklar gerçek değilmiş de bir fırça ile sağa sola yerleştirilmiş gibi... Biz öyle aval aval o yolu (tabi tünellerle kesilmediği kadarını, bildiğiniz üzere Karadeniz dağlık bir yöremiz olarak yol bir kaç on kilometrede bir tünellerle bölünmezse olmaz) izleyerek Amasra'ya vardığımızda akşam olmuştu biz de koşarak rakı-balık dedik. En son yıllar önce -gerçekten yıllar, yaklaşık 15 yıl kadar- geldiğim düşünülürse "balığı güzeldir" hatıram yanlış çıkabilirdi ama neyse ki çıkmadı. 
Amasra; küçük, tatlı, şirin, minnak, güzel bir beldemiz. Ortasında bir Barış Akarsu heykeli var, şöyle bir "ah canım" geçiyor içinizden. Deniz kenarında da içinde de güzel restoranlar var, bir sürü köpek var. 
Dur bunları geçelim anlatacağım başka: Amasra'ya geçmeden önce Filyos'un içinden geçelim dedik. Orası neresi mi, hani benim ikide bir anlattığım "ben bir sahil kasabasında büyüdüm" hikayesindeki sahil kasabası. Oradan ayrıldıktan -ki 1994'e falan tekabül ediyor- sonra ilk defa içinden geçme fırsatımız oldu. İkimiz için de çok farklı bir deneyimdi. Benim için ilk ergenliğe, kardeşim için çocukluğuna kadarki süreyi kapsayan kasabanın ve bizim ölçü birimlerimizin nasıl değiştiğini gördük. Hemen girişte, tepedeki askeri lojman - son evimiz- hala yerinde ama boştu. Terk edilmiş, yıpranmış bu binanın bir zamanlar eviniz olduğuna inanmak zor... En komiği de mesafelerin hatırladığımızdan kısa olması. Parktan eve, okuldan parka, bisikletle, arabayla gidip gelen; yürümek koşmak için "uhuuuu" dediğimiz o mesafeler on adımlık geldi. Buradan buraya gitmeye mi erinmişiz yahu biz dedik! İnsanın algısının yaşla ve yaşadıkları ile nasıl değiştiğine dair bir tez yazılırsa örnek vermeye hazırız.

Sonra ben Cenevre'ye gittim. Dur, çok hızlı oldu, şöyle yapalım: bu Karadeniz turu hafta sonundan  sonra İstanbul'a dönüp çalışmaya ve vizemi beklemeye başladım. Her zamanki gibi pasaportunu uçuşundan bir kaç gün önce teslim etmiş ben, bu sefer başka bir handikapa daha sahiptim: Paris katliamının yaşandığı meş'um Cuma günü ben de Fransa vizesine başvurmuştum ve sadece 3 günüm vardı. Arkadaş, insanın biraz da şansı olacak diye söyleniyordum ama şansım varmış vizem geldi. Fransızların da insanları ve niyetlerini anlamak konusunda gayet yetenekli olduklarını, asıl dertlerinin sanıldığı gibi "her tür yabancı" ile ilgili falan olmadığını da teyit ettikten sonra sevgili kuzenim @obsesifmakinist ile çantamızı (ben sırt çantamı o da sırt çantası, kol çantası ve spor çantasını) toplayıp Cenevre'ye uçtuk Neden? İste... 

İsviçre, küçük, zengin, güzel, zengin, düzenli, zengin, pahalı, zengin bir ülke. Caddelerde kocaman saat mağazaları var hani şu Rolex falan gibi James Bond 'un vs taktığı saatlerden. Ve tabi çikolata dükkanları... Allah esirgesin... Şarap, sudan ucuz ve  bu bir kelime oyunu değil. Su çok pahalı. Soda için, şarap için, bira için ama su içmeyin diyorlar resmen. Peynirler envai çeşit ama tavsiyem koklamayın. Koklayınca yüzde seksenini yemek istemeyebilirsiniz.

İçinden nehir geçen her şehir güzeldir savımın bir desteği de Cenevre'den geldi. Nehir kenarında soğuğun izin verdiği kadar gezinebilirsiniz. Birleşmiş Milletler Merkezi'ne gidip, "çok güzel bir şehre yerleşmişsiniz aferin bir de çalışsanız keşke" serzenişinde bulunabilirsiniz. Alışveriş yapacaksanız, yapmayın, gerek yok, hepsi İstanbul'da da olan markalar zaten, vermeyin o kazağa o kadar para.

İkinci gün (ki zaten iki buçuk günlüğüne gelmiştik yani çok da şansımız yoktu) bir trene atlayıp Montrö'ye geçtik. Tren, -mübarek Cumhuriyet tarihi turu gibi- Cenevre, Lozan ve Montrö'den geçiyor. Biz de Leman gölü'nün kıyısı ve Alpler'in (meşhur İsviçre Alpleri, hani sosyete kar tatiline falan gider) eteğindeki Montrö'de inip muhteşem bir manzarayla karşılaştık. Sıcak şaraplar, Noel dükkanları, şatolar, masallardan fırlamış gibi evler, o evlerin arasından bir anda çıkıveren minik şelaleler, Freddie Mercury heykeli (hayır oralı değil, orada yaşamış, o bile yetmiş şehre düşünün, e boru mu Freddie Mercury diyoruz) derken yedik bitirdik şehri. 
Akşam Cenevre'ye dönüp, başka arkadaşlarla da buluşup canlı müzik dinlemek için gittiğimiz mekanda indie-rock dinleyeceğiz derken İsviçre'nin Björk'üne (sevene saygım sonsuz da işte, o ben değilim ) rastlamasaydık da olurdu ama olsun, ön yargılı olmamak lazım. Ön yargı demişken... Biz trenle dönerken minik bir şişe şarap ve peynir açtık önümüzdeki masaya. Yanımızdaki koltuk sırasında ellerinde biraları ile dövmeli, küpeli iki tane abi vardı. Kimse ne bize ne onlara "n'apıonuz lan" demeyi geç; bir bakış dahi atmadı. Öyle ön yargı falan deyince aklıma geldi.  

Sonra da ben kendimi AHL'de buldum. Bu sefer arada geçen kısmı anlatmama gerek yok sanırım, eve dön, eşya topla vesaire, vesaire... Bir haftaya yine bilmem kaç tane işi, ikinci bir ülkeyi, bir kaç şehri, akşam yemeğini, rakısını balığını, Saro'yu, Karaköy'de sabah kahvaltısını (gerçi saat 1'di yiyebildiğimizde ama olsun), Shaft'ını, "sabah karşı olacak iş mi" sini, ıvırını zıvırını sıkıştırmayı başardık. Atladıklarım, göremediklerim, konuşamadıklarım için üzgünüm. Bir daha ki sefere randevu sistemine geçmeyi düşünüyorum. O zamana kadar esen kalın.

Not: Resim bizim minik şarabımız ve peynirimize aittir. Daha fazla fotoğraf için instagram'da:
elvan_tuncer

29 Ekim 2015 Perşembe

NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR...



Benim doğup büyüdüğüm sahil kasabası Filyos'ta bir top sahamız vardı (O nedir acaba diyen '95 ve sonrası doğumlu embriyolar için açıklayalım: toprak futbol sahası). Bütün bayramların kutlamaları orada yapılırdı: 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs. Annem öğretmen babam asker olduğu için her kutlamada yer almak boynumuzun borcuydu. Ama ne annemin ne de babamın bir kere bile bir kutlama için "öf" dediğini duymadım. En fazla annemin giyeceği döpiyesin rengi ile ayakkabısının uyumu konusunda ya da yağmur yağması ihtimali üzerine endişelenilirdi. Her daim iki dirhem bir çekirdek giyinilir, saçlar özenle yapılır, babam beyaz denizci üniformasını jilet gibi ütülerdi.

Kim şiir okuyacaksa bizim okulda; onunda saçları özenle yapılır (annem de benim saçlarımı, saç diplerim enseme gelene kadar gererek toplar; üzerine de kocaman beyaz bir kurdele takardı), önlüğü ütülenir, kürsüde titreyen sesi görmezden gelinir, şiirini bitirdiğinde ne olursa olsun alkışlanırdı.
Her sınıf, şıkır şıkır döpiyesleri, topuklu ayakkabıları ve -ne yazık ki- permalı saçları ile başı çeken öğretmenlerinin arkasında yürüyerek tribünlerin önünden geçerdi. Küçük bir kasaba olduğu ve sadece iki ilkokulumuz ve bir ortaokul-lise karmamız olduğu için, top sahasının tribünlerindeki herkes birbirini ve yürüyen tüm çocukları tanırdı. O geçen sürüsüne bereket çocuğun içinde bazıları ellerinde dövizler (yine yaşı genç olanlar için açıklayalım: üzerine mesaj ya da özlü sözler yazılan kartonlar) taşıyarak günün anlam ve önemini anlatırlardı.

Kasabanın çıkışında bir askeri tesis olduğu için her bayram akşamı, askerler meşaleler ile fener alayı yapardı. Öyle yalancıktan değil, kocaman ateşli meşaleler vardı ellerinde... Ben çok severdim izlemeyi.

Bütün bu gösterileri mi özledim de yazdım, yok, yaş olmuş otuz beş, özlediğim elbet o değil. Ama o gösteriler zamanı hissettiklerimi özlemiş olabilirim. Eğlenceydi benim için; rengarenk elbiseler, halk oyunları, fener alayları...

Aklıma gelmezdi o zamanlar bir gün bütün bu bayramların üzerine nasıl kavgalar edeceğimiz... Bıraktım eğlencesini, bu kutlamaları yapmayı; orada olmanın bile bazılarına nasıl "zor" geleceği. Gitmemek, gidilmemesi için her şeyi yapacakları. Bayramları bayramlıktan çıkaracakları. Bir kapışma bir kavga haline geleceği. Daha da fenası kendi intikamları için bizim bayramlarımızı kundaklayacakları aklıma gelmezdi...

Cumhuriyet Bayramı'nız kutlu olsun. Eski günlerin hatırına, yeni günlerin umuduna...

 

21 Ekim 2015 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 3 - FİNAL)

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 3 - FİNAL): Ülkenin gündemine necefli maşrapa resmi girmek gibi olacak belki ama biraz kafamızı dağıtalım, biraz gözümüzü topraktan kaldıralım diye tat...

BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 3 - FİNAL)

Ülkenin gündemine necefli maşrapa resmi girmek gibi olacak belki ama biraz kafamızı dağıtalım, biraz gözümüzü topraktan kaldıralım diye tatil serüveninin son halkasını da yazmaya karar verdim. Kaçıranlar ve hatırlamak isteyenler için ilk 2 bölümü bu linklerde bulabilirsiniz:

http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-1.html

http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-2.html

Siem Reap'ten sonra yeniden Malezya, Kuala Lumpur Hava Alanı'na uçuyoruz. Bir haftada kendisine bu üçüncü ziyaretimiz. Hani orada bir otel tutsaydık da valizleri orada emanete bırakıp gezseydik de olurmuş, neticede kendisi tatilin kürkçü dükkanı mübarek. Peki ya Kuala Lumpur? diyenler için buyurun Kuala Lumpur (ya da onların demesiyle KL): kendisi Malezya'nın başkenti olmakla beraber Ankara ve Osaka'nın da kardeş şehridir (bu kardeş şehir olayını anlamış biri bana da anlatsın lütfen...). Eminiz güzel de bir şehirdir ama biz pek göremedik kendisiniz. Çünkü KL'ye indiğimizde bizi bir sürpriz bekliyordu. Endonezya'da çıkan yangınlarda yanan yüzbinlerce hektar alanın dumanı Singapur ve Malezya gibi yakın ülkelerin de havasını tamamen etkilemişti. O kadar ki şehir komple bir bulutun içinde gibi, sisli ve gri, üstelik hava nefes alınamayacak kadar boğucuydu. Gerçekten de şehrin üstüne duman çöktüğünü görebiliyordunuz. Biz de bu "harika" havada yapılacak en "doğru" şeyi yapıp, şehrin en tepesine çıkıp şehir manzarası izlemeye karar verdik (!)

Nüfusu bir buçuk milyon civarlarında olan şehrin en ünlü yerlerinden biri Petronas ikiz kuleleri. Bir zamanlar (1998-2004 arasında) dünyanın en yüksek binası olan bu binalar, Arap görgüsüzlüğü nedeniyle (bkz: Burj Khalife, Dubai) ünvanını bir süre sonra kaybetti. Ama 452 metre uzunluğundaki bina hala baya yüksek! Kendi adıma yüksek binaları tamamlamak gibi bir hedefim var. Şimdiye kadar Şangay'da 421 mt Jin Mao ve 480 bilmem ne metre WFC binalarına çıkma şansım oldu. Petronas'ı da ekleyince oldu sana üç. Şimdi ilk fırsatta Tokyo'ya ya da Kanada'ya gidebilirsem listede ilerleme sağlayabilirim. Neyin sevdası bu diyen varsa, önce kendi sevdalarına baksın rica ediyorum...

Petronas'ın önce meşhur iki bina arası köprüsünün olduğu 42. katına, sonra da gözlem katı olan 86.katına çıkıyorsunuz (evet, asansörle). Bu arada bir binanın ne kadar yüksek olduğunu anlamanın en iyi yolu tepesine çıktığınızda aşağı bakmaktan ziyade (aşağı bakacaksanız da yandaki fotoğraftaki gibi köşe camlardan bakmalısınız), en yakınındaki binaya bakmak. Bu örnekte de 86.katında durduğumuz kuleden diğer kuleye bakınca ağzınız açık kalıyor.

Kulelerin arkasından gelelim bir sonraki durağımız Kuş Parkı'na. 200 den fazla türle yaklaşık 3000 kuşa ev sahipliği yapan park, dünyanın en büyük korunaklı kuş parklarından biri. Ortamı size şöyle özetleyeyim: geçtiğiniz yolları tavus kuşları kesiyor, hemen yan tarafınızda pelikanın biri tüylerini temizliyor, ağaçlarda rengarenk (abartısız rengarenk) papağanlar oturuyor, tepenizden bir anda hornbill (boynuz gaga) denen tropiğin allahı kuşlar uçuyor... Çocuk gibi hepsini takip edip, hepsini görmek hatta benim gibi zaman zaman hepsini kucağınıza alıp sıkıştırmak istiyorsunuz. Tanrı'ya inanıyorsanız işiniz kolay, bu renklerin, bu türlerin, bu inanılmaz güzelliklerin nasıl yaratıldığı konusunda en azından bir fikriniz vardır...

Parkın içinde papağanların gösteri yaptığı küçük bir amfi-tiyatro var. Dünyanın en zeki hayvanlarından sayılan papağanlar, toplama çıkarma işlemini benden hızlı yapıyorlar! Göndere bayrak çekebiliyor ve araba kullanabiliyorlar. Kendilerinden oluşan bir ekiple bir çok ülkeyi bugünkü halinden daha iyi idare edebilirsiniz. Gösteriden, parkın içindeki şelaleyi geçtikten ve kuşlara, balıklara, çiçeklere aval aval baktıktan sonra sonunda çıkışa gelince yapmanız gereken bir şey daha var: o envai çeşit kuşla fotoğraf çektirmek. Sizi bir banka oturtup kollarınıza, kucağınıza, bacaklarınıza hatta kafanıza bir sürü çeşit çeşit kuş koyup fotoğrafınızı çekiyorlar.  Benim bostan korkuluğu gibi çıktığım fotoğrafı buraya koymuyorum. Zira kuşları bir telefon direğinin üzerine dizselerdi de aynı resim çıkardı..

 Doğa turumuz da bittikten sonra Bangladeş'te olmayan ve bu nedenle zaman zaman eksikliğini hissettiğimiz şeye doğru yöneliyoruz:  Alış veriş merkezi! Mesleki deformasyon ve kişiliğimdeki genel sabırsızlık nedeniyle uzun süredir soğuk durduğum AVM kültürüne bu sayede yeniden bir bakış atma şansım oluyor. Çok bir değişiklik yok fikirlerimde ama hala oyuncakçıları seviyorum sanırım...

Malezya'da yemek içmek problem değil. Bir çok Orta Doğu restoranı da görebilirsiniz. Mesela biz son gün Al Amar adında bir Lübnan restoranında üç kişi, sekiz kişilik yemek yiyerek bundan nasibimizi aldık. Zaten sevdiğimiz Lübnan mutfağı gözümüzde daha da bir şahlandı. Bunun dışında güzel pubların ve barların olduğu bir sokağı da var. Çoğunda canlı müzik bulabilirsiniz. Burada fiyatlar tabi ki daha pahalı. KL'de bir bira fiyatına Siem Reap'de sürahi içiyorsunuz. Ama olsun, burası da bir metropol neticede.

Kuala Lumpur turu da bittikten sonra tatilin de sonuna gelmiş olduk. Harika bir 1 haftaydı bizim için (Aysun ve Erman, sizin adınıza da konuştum ama idare edin). Doğası, kültürü, uçakları, tuktukları, gün batımları, tapınakları, karpuzun kavunun içinde yüzen kokteylleri, iki elinizle tutamadığınız sandviçleri, bıraktım tabağı çatalı servisi, peçete isteyene bile "git kendin al" diyen hippi pizzacıları, saat kurmuş gibi her akşam beşte yağmaya başlayan yağmurları, masajları, güneş yanıkları, hava alanları, filleri, ejderleri, kuşları böcekleri, velhasıl her şeyi ile güzeldi. En çok da arkadaşları ile... Sevgili çiftimize, yapımda ve yayında geçen emekleri ve ilk Asya gezimdeki rehberlikleri için teşekkür ederim.



Yeni maceralarda görüşmek üzere, esen kalın.

Not: Yukarıdaki fotoğrafta en başta Erman, arkasında -şapkalı- Aysun, arkasında bilmediğimiz biri, en arkada da Budist bir rahip görülmektedir.

Daha çok fotoğraf için instagramda: elvan_tuncer

 

13 Ekim 2015 Salı

Barika'nın kuyusu: AYAKTA KALIN!

Barika'nın kuyusu: AYAKTA KALIN!: Tatil yazıları yazıyordum dertsiz bir ülkenin dertsiz çocuğu gibi. Uzaktayken hani derler ya gözden uzak gönülden ırak diye, yok öyle o...

AYAKTA KALIN!



Tatil yazıları yazıyordum dertsiz bir ülkenin dertsiz çocuğu gibi. Uzaktayken hani derler ya gözden uzak gönülden ırak diye, yok öyle olmuyor. Hep bir gözün kulağın orada oluyor. Sonra bir anda o kulağının dibinde bir bomba patlayıveriyor...

Bazı dönemler burada, yaşadığım ülkede, Bangladeş'te, bu ülkenin genel koşulları nedeniyle biz yabancıların güvenliğinden endişe edilen zamanlar oldu. Çok açık söyleyeyim ki gerek yok! Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde insan hayatı benim ülkemdeki kadar ucuz değil. Benim ülkemde bir insanın hayatının altın varaklı bir saray bardağı kadar kıymeti yok. O bardaktan o zıkkım olasıca suyu içmeye devam edebilsin diye birileri, onar onar, yüzer yüzer ölüyor benim insanlarım. Asıl ben korkuyorum, ben endişeleniyorum. Her an içimizden biri bir saray sandalyesi uğruna kurban olabilir diye...

Oturdum tek tek bütün videoları izledim, ölen insanların resimlerine baktım, hikayelerini okudum. Normalde yapmam, yapamam kaçarım. Dayanamam diye kaçarım. Ama kaçmadım. Çünkü 97 bir rakam ama onların hepsi birer insan! Yüzlerine bakmak zorundayım, zorundayız. Hatırlamak, unutmamak için kafamıza kazımak zorundayız. Onların o güzel yüzlerinin yanında kafamıza kazımamız gereken eşek derisi mübarekliğinde yüzler de var: Sırıtan, zafiyet görmeyen, acıyı yok sayan, ölümü az sayan, yapıcı çözümler aramak yerine saldıran, iftira atan, hala ağzından hırsla tükürükler saçarak yalan söyleyen o yüzleri de unutmamak zorundayız. Ki öfkemiz baki kalsın!

Ha de ki bunlar arkasında bir yığın olmasa bu cesareti bulur mu elbet bulamaz. Ülkenin 4 yanında ölenlerin arkasından "aman da ne iyi oldu" diye salyalarını akıtan bir güruh var ki, benim aklım asıl bunu almıyor. Hadi bu iktidar hırsı ile, paranın derdi ile, güç savaşı yüzünden bizi cayır cayır öldürenleri bildik de size ne oluyor? Ölen senin alt mahallende, yan kapında, karşı sokağında. Hep oradaydı, hatırladın mı? Şimdi ne hadle ölenin arkasından sen kutlama yapıyorsun? O meydanlarda hepimiz için bağıran bu insanların olmadığı gün, sırtına inen sopada seni kim koruyacak sanıyorsun? O sopa senin sırtına hiç inmeyecek mi sanıyorsun? Yahu sen bu ülkenin tarihinden hiç mi bir şey öğrenmedin?

Bize düşen korkup sinmek değil öfkelenmek! Öfke bizi diri tutacak, ayakta tutacak, yapılması gerekeni yapmak için bize güç verecek. Kanıksamayın, alışmayın! Bir günde 100 insanın ölmesini size normalmiş gibi gösteren, "olur böyle şeyler, tipik bir Ortadoğu ülkesiyiz" diyen biatçı ve kaderci kafalardan olmayın! Değiliz! Biz o bahsi geçen "tipik bir Ortadoğu ülkesi" değiliz! Bizi buna inandırmak isteyenler kafalarına göre cirit atabilsinler diye onlara alan açacak da değiliz! Umudunuzu yitirmeyin ve ayakta kalın.
Tek yol var: o da seçimlere kadar ayakta kalmak. 1 Kasım'a kadar hayatta kalıp o sandıklara gitmek, oy kullanmak ve sonra o sandıkları korumak. O oylara sahip çıkmak.

Bütün bu gözümüzün içine bakılarak söylenen yalanları; paramparça olmuş canlı bombayı adalete teslim ettiğini söyleyen, biz neleri önledik siz asıl onlara bakın diyen, yaşadığınıza dua edin demeye getirenleri, elimizde daha da canlı bombaların listesi var ama patlamadan tutuklayamayız, yani müdahale etmeyiz siz başınızın çaresine bakın diyenleri, kaos istediniz aha da size kaos diyenleri tutun aklınızda.
Bir de şu yukarıdaki fotoğrafı tutun. İyi bakın bu resme, hiç gözünüzü kaçırmadan bakın. Alın duvarınıza asın. Evladını avcunda sıkan, avcunda tutan bu analara iyi bakın. Tam "lanet olsun, saray maray, istediklerini verelim de bitsin" diyecek kadar sıyrıldığınız anda bu resmi aklınıza getirin. Biz kimiz ki bir ananın ahının yükünü alacağız, almayın!..

8 Ekim 2015 Perşembe

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 2)

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 2): 2.Bölüm... (kaçıranlar ve hatırlamak isteyenler için 1.bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-1.html  ) ...

BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 2)

2.Bölüm... (kaçıranlar ve hatırlamak isteyenler için 1.bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-1.html )

Perhentian Adası'ndan tekrar (daha az sallantılı) bir motor-tekne yolculuğu ile Kota Bharu'ya dönüş, (havlularınızı ve tv kumandasını resepsiyonda kucağınıza verdikleri, tek gecelik, kullan-at tarzı bir otelde) bir gece konaklama, yeniden Kuala Lumpur Havaalanı'na uçuş (tüm tatilin mihenk taşı mübarek!) ve Siem Reap uçuşu.

 Kamboçya, Siem Reap... Kamboçya'nın geri kalanı ile ilgili bir fikrim yok (henüz) ama Siem Reap, 180.000 kişilik nüfusu ile Angkor tapınakları sayesinde kurulmuş bir turizm şehri. Her şey turizm üzerine. O kadar ki bütün o çok turist alan beldelerin arsızlığı var üzerinde. "One dollar" çocukları etrafınızı sardı mı kaçmanız zorlaşıyor. Ama o çocuklara bakarken Angelina Jolie'nin neden zırt pırt buradan çocuk evlat edindiğini anlayabiliyorsunuz; o kadar güzeller ki...

Bahsi geçen Angkor, 9.yy dan 15.yy civarına kadar hüküm süren Khmer İmparatorluğu'na ait bir şehir. Hinduizmi benimseyen bu arkadaşlar buna adanmış bir sürü muhteşem tapınak inşa etmişler. En önemlilerinden bazıları dünyada inşa edilmiş en büyük dini yapılardan biri kabul edilen Angkor Vat, üzerinde "Asya'nın Mona Lisa'sı" kabul edilen gülümsemesi ile kral (ayrıca tek Budist kral) Jayavarman'ın yüzünün figürlerinin her yanda olduğu (aynı zamanda megaloman) Bayon, Tomb Rider filminde Lara Croft ablamızın ceylan gibi sektiği Ta Prohm sayılabilir sanırım. Sonra, yani 15.yy dan sonra Budistler gelip bizim Ayasofya'yı iki minare dikip camiye çevirmemiz gibi Buddha heykelleri dikip tapınakları Budist tapınağına çevirmişler. Yani mesele dinlerle değil insanlarla ilgili...


Tapınakların ne kadar etkileyici olduğunu anlatmama gerek yok. Unesco korumaya almış, antik dönem harikalarının hepsi yıkıldığı için (Keops piramidi hariç)  2007'de halk oylaması ile seçilen (ama resmi olarak tanınmayan) dünyanın yeni yedi harikasında finale kalmış (nasıl yani diyen arkadaşlar için: https://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%BCnyan%C4%B1n_Yeni_Yedi_Harikas%C4%B1), mimarisi şahsen benim daha önce gördüğüm hiçbir tapınağa benzemeyen bu yapıtları allayıp pullamama ihtiyaçları yok bence.
 
Söylemem lazım ki bu ülkede benim için her şey çok farklıydı. İnsanlar, şehirler, yapılar hatta ağaçlar. Ağaç derken; Jack ve Fasulye Sırığı'ndan fırlamış gibi metrelerce, on metrelerce uzayan kocaman dev ağaçlar, tek değil onlarca gövdesi var gibi görünen ağaçlar, yılan gibi kıvrılan, içine Ikea'dan oda döşeyebileceğiniz kovukları olan ağaçlar...
Yeşilin yüzlerce çeşidi, hayvanın tuhaf bir sürü çeşidi hepsi bir arada ve tam gözünüzün önünde. Bir de bulutların yere bu kadar yakın olduğu başka bir yer görmemiştim. Sanki dokunabilecekmişsiniz kadar aşağıdalar ve kocamanlar!


Kaldığımız yerde bu sefer 5 yıldıza terfi ettik ve tabi ki keyfini çıkardık. Sabahtan öğlene kadar kan ter içinde tapınakları gezdikten sonra öğleden sonraları koşarak havuza girip kokteyl içerek sosyal travma yaşattık kendimize.

Gelelim geceler ve cemiyet hayatına... Gecelerden önce Siem Reap'e yerleşmek için kendime bulduğum onlarca nedenden birini paylaşmak istiyorum: biranın elli sent olması. Ciddiyim, sudan ucuz deyiminin gerçek anlamını bulduğu bu yerde yaşamayıp nerede yaşayayım! Şehirde güzel restoranlar var. Lokal mutfağın yanında (ki bence denenebilir, noodle ve sebzeleri şansı hak ediyor) ortalık yabancı turist dolu olduğu için İtalyan, Meksika vs dünya mutfağından da bir sürü örnek bulabilirsiniz. Night Market denilen gece pazarına (tam çeviri) giderseniz size 100 denen şeyi bir 30'a almadan çıkmayın; raconu böyle.
Eğlenceye gelince adından ne olduğunu anlayabileceğiniz bir Bar Street mevcut. Bu sokağı karşılıklı konumlanmış iki bar domine ediyor. Ama asıl hikaye bu barlarda da değil; sokakta. İçkinin, otun böceğin, çalan müziğin etkisiyle ipini koparan dans etmek için kendini sokağa atıyor (hatta kapının ağzındaki masada oturduğumuz için olacak geçerken beni de kolumdan tutup almayı ihmal etmediler) ve bu dans eden (ve ettiğini sanan) arkadaşların çember olup yaptığı dans atışmalarından ötürü her akşam küçük bir Step Up çevriliyor. Bu arada içlerinde 12 yaşlarında, elinde bir sepetle bileklik satan yerli bir kız çocuğu vardı ki görmelisiniz! Ben hayatımda öyle ayak kullanımı, öyle ritim takibi görmedim. O kadar dans ettiğini sanan adamın arasında o öyle nurlu bir ışık gibi parlıyordu diyeceğim ve biraz edebi abartıya kaçmış olacağım ama ciddiyim. Zaten bi o kıza bi de bana bakınca bizim ülkedeki Yetenek Sizsiniz'i neden bir köpek kazandı anlıyorsunuz.
Bu Asya ülkelerinde genel midir bilmiyorum ama kokteyl denen zıkkımlarda gerçekten alkolden kısmıyorlar aklınızda olsun. Bizdeki gibi Long Island'ın yarısını kola ile yapmıyorlar, dikkat edin, nefesiniz kesilir valla içerken! Bir de kavun kadar bardakta getiriyorlar, hepten saçmalık!

Bu memlekette ilgili son olarak anlatacağım bir şey daha var: başta da belirttiğim gibi Siem Reap tamamen tapınaklar sayesinde var olan daha doğrusu tamamen turizm sayesinde var olan bir şehir. Onun dışında yapabilecekleri fazla bir şey yok. Zaten daha uçak inerken görüyorsunuz, kuru toprak diye bir şey yok ki bir şey yetişsin. Her yer su veya bataklık. Bu durumda yetişebilen iki şey var: pirinç ve balık. Asya'nın en büyük tatlı su kaynaklarından sayılan Tonle Sap Gölü üzerinde 1997'de Unesco tarafından biyo-çeşitliliği nedeniyle korumaya alınan bir yüzen köy var: Chong Kneas. Doğal güzelliği tartışılmaz ve insanın aklına "burada nasıl yaşanır" sorusunu her 30 saniyede bir getiren bir de yaşam tarzı var. Suyun üzerinde evler, kayıktan bakkallar, vs... Her şey yüzüyor!


 Beklediğiniz "ama" yı burada koyayım (Aysun'un hah dediği yere geldik): Ama turizm arsızlığı mı gerçekten yardım ve bağışla yürütülen düzene katkı için mi olduğunu bilmediğiniz organizasyonlar var. Size okulları gezdirip zor durumdaki çocukları anlatarak 50 kilo pirinç almanızı sağlamak gibi. Aldık mı, aldık. Vicdanımız rahat, biz çocuklar yesin diye aldık. Ha orada bir pirinç mafyası varsa bu artık onların vebali, ne yapalım. Demem o ki, evet, hayat zaten zor orada, buna şüphe yok (senenin belli dönemlerinde yağmur ve sel nedeniyle normalde 2700 km2 olan göl 16.000 km2 oluyormuş; durumu siz hesap edin işte) ama ikircikleniyorsunuz da...Belki sadece bir Türkler ikircikleniyoruzdur, neticede "şark kurnazlığı" diye bir ekolden geliyoruz.

Güzeller güzeli Siem Reap de özetle bu kadar. Bitti mi? Hayır. Buradan gezimizin son durağı, mihenk taşı, canımızın içi Kuala Lumpur'a (yine!) geçiyoruz.

Devamı yakında...

Not: daha fazla fotoğraf için instagram diye bi'şey var : elvan_tuncer
 

2 Ekim 2015 Cuma

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 1)

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 1): Selam gençler, görüşmediğimiz zaman diliminde bir çok şey yaptım -bana ne diyebilirsiniz tabi ama sana ne'yse neden okuyorsun arkadaşım...

BARİKA ASYA'DA (BÖLÜM 1)

Selam gençler, görüşmediğimiz zaman diliminde bir çok şey yaptım -bana ne diyebilirsiniz tabi ama sana ne'yse neden okuyorsun arkadaşım bu bloğu?!- ama hepsini bir seferde anlatamayacağım. Parçalar halinde ilerleyen zamanlarda okursunuz, merak etmeyin. Şimdilik sadece "tatilde neler yaptınız" kompozisyonu yazacağım.

Bir süredir Asyalı olduğum malumunuz. Ve bunun sonucunda tatil seçeneklerimiz kıtasal olarak kilometre atladı. Zamanında Avrupa ve Balkanların bilimum şehirlerini gezdikten sonra şimdi tamamen farklı bir coğrafya ve iklimde şansımı denedim. Ve tuttu...

Anlatacak çok şey var o yüzden en iyisi hikayeleri parçalara bölmek sanırım, buyurun 1.Bölüm:

İlk durağımız Perhentian Adası. Orası neresi diye harita açmayın, bulamazsınız. Te Allah'ın okyanusunun bir yerlerinde küçük bir ada (lar). Biz nasıl bulduk sorusunun cevabı adayı bulan arkadaşımızda (saygılar Erman Boss).
Adaya gidebilmek için önce Kuala Lumpur'a uçup (ki biz kendisine daha sonra bir 3 kere falan daha uçtuk sanırım), sonra oradan Kota Bharu diye ufak bir sahil şehrine geçip, oradan tekne-motor karışımı bir şeye binip adaya gidebilirsiniz. Yalnız açık denizin nimeti olarak o tekne-motor karışımı edevatta bütün omurları bozup yeniden dizecek kadar sallanma riskiniz var. Ama o sallantılı yolculuktan sonra gördüğünüz manzara, hepsine değiyor. Tıpkı resimlerdeki gibi turkuaz rengi sular ve bembeyaz kumsallardan bahsediyoruz. Bildiğiniz tropik ada yahu!

Perhentian Besar ("Large Perhentian") ve Perhentian Kecil ("Small Perhentian") diye 2 ana ada var. Oteller ortalama standartlarda (benim kaldığım otelde odaya girince beni bir sürpriz bekliyordu: klima yok! Arkadaş hava hissedilen 45 derece, ayrıca ben o tepede dönen pervaneye karşı değilim ama o dönerken uyuyamam. Final Destination serisinden bir sahne gibi tavandan kopup uça döne kafamı kolumu koparacağına dair ufak bir paranoyam var da... Doğal olarak ben de gidip odayı değiştirmek zorunda kaldım) şezlong ve şemsiye lüks, bar-pub-kulüp yok; kendiniz yapıyorsunuz (açıklayacağım) ama doğa size yetiyor zaten.
 Deniz, jungle görünümlü ormanlar, kumsal ve denizin hemen altı... Öyle tüple falan değil bildiğiniz şnorkelle hatta azcık ciğeriniz varsa nefesinizi tutarak kafanızı suya sokmanız envai çeşit balık ve mercan bahçeleri görmeniz için (ve bu sırada o güneşin altında sırt ve arka kol-bacakta çatır çatır yanmanız için) yeterli. Çizgili, benekli, fosforlu, büyük, küçük, güzel, çirkin, bir sürü balık! Elinizin bacağınızın arasından sürüler halinde geçen, verdiğiniz (ya da benim poşeti suda sallamak suretiyle yaptığım gibi püre haline getirdiğiniz) bisküvileri hapır hupur yutan balıklar... Kocaman kaplumbağalar. Aşağısı bir dünya yani. Bu bana yetmez diyenler için dalış turları da var. Şahsen ben, sadece başımı suya soktuğumda gördüklerime bakarak; suyun metrelerce altında neler vardır hayal bile edemiyorum...

Yukarısı ise ayrı bir dünya... Sincaplar, fareler falan normal ama yemek yediğiniz restoranın hemen arka bahçesinde güneşlenen komodo ejderlerini görünce bir şaşırmıyor değilsiniz. Yaklaşıp sevmek istedim ama nedense beni görünce o ağırkanlı hayvanlar koşarak kendilerini yakınlardaki ilk su birikintisine attılar. Neyse...

 Gece kısmına gelince; şimdi eğer çift olarak gelmişseniz çok konuşmamıza gerek yok. Bence ada çiftler için ideal: ye, iç, yüz ve seviş. Ha ama ilişkiniz sallantıdaysa gitmeyin. Yapacak bunların dışında fazla bir şey yok, birbirinizi boğmaya kalkarsanız da su derin değil, çok zahmet verir.
Ben hali hazırda güzel bir çiftin yanında 3 ü tamamladığım için sorun yoktu.
 Az önce yukarıda bahsettiğimiz üzere bar-pub-kulüp yok ama kumlarda serili hasırlara oturup nargile -evet valla bildiğiniz nargile- içebilir, ateş çevirenlerin gösterilerini izleyebilir, gece ilerleyen saatlerde kulüp müziğine dönüşen müzik ve içilen "monkey juice" lar sayesinde dans eden insanların arasına karışabilirsiniz. Dünya'nın her yerinden çantasını kapıp gelen bir sürü genç var. Çok da arkadaş canlısılar sağ olsunlar, tanışıp kaynaşmanız en fazla on dakika alıyor. O yüzden yalnız kalmazsınız. Ada zaten genel olarak insanı tedirgin edecek hiçbir şeye sahip değil. Mesela bizim kaldığımız otellerin arasında, ormanın tam ortasından geçen, yürüyerek on dakikalık bir patika vardı. Gece o yol zifiri karanlık olmasına ve sadece telefon ışığı ve börtü böceğin sesi ile yürümenize rağmen en ufak bir tedirginlik  (yanımda götürdüğüm gerilim romanında kahramanın ormanda tek başına yaratık avına çıktığı bölümü okuduğum geceki hayali tırsaklığımı saymazsak) vermiyordu insana.
Kısacası muhteşem bir doğa içinde kafanızı dinlemek isterseniz bu ada bu iş için on numara.



Bu adadan sonraki durağımız Kamboçya, Siem Reap. Devam edeceğiz, bekleyin...

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: BARİKA'NIN A HALİ

Barika'nın kuyusu: BARİKA'NIN A HALİ: Merak etmeyin, hala hayattayım! Bu hafta sonu yine yağmurlu bir hava var ve ben de yeşil çayımı içerken sizin için Barika'nın tu...

BARİKA'NIN A HALİ




Merak etmeyin, hala hayattayım!

Bu hafta sonu yine yağmurlu bir hava var ve ben de yeşil çayımı içerken sizin için Barika'nın tuhaf aşk hayatının bir kaç aylık güncellemesini yapayım dedim.

Herkesin bildiği (ve artık herkesin duymaktan bıktığı) üzere kendisi kalkıp 6000 km yol gitti ama hayatının bazı alanlarında 6 milimetre bile bir şey değiştiremedi.

Misal; ortamlarda en olmayacak, oldurulamayacak, yakınından bile geçilmeyecek, yok daha neler sınıfında hangi adam varsa hala önce ona gidiyor. Bodoslama gidiyor. Hatta bazen o kadar bodoslama gidiyor ki kafayı gözü yarıyor.

Başka bir misal; evli yahut başı bağlı o da olmadı eşcinsel adamı bulup beğenmek konusunda hala hedefi tam 12'den vuruyor. Bu yaşa gelene kadar kapılan kapılmış farkında ama bazen de hayatının aşkı olabilecek adamı (abartıyor da olabilir) bir ayla falan kaçırıyor, yazık oluyor.

Ayarsızlık konusunda bir gıdım düzelme yok... Ama şanssız da gariban...
Neden derseniz; o da bir misal:
O kadar milletten bu kadar insanın toplandığı yerde Barika'ya hayran iki adam düştü: biri Türk biri de Bangladeşli.

İbrahimoviç gibi üçüncü şahıs ağzıyla konuşmayı bırakırsak şöyle devam edelim:
Irkçı mıyım, tabi ki hayır! Ama neticede "bitmek üzere olan evliliği" ne rağmen cümle alemin içinde hayranlığını ilan eden adam değil Türk, İrlandalı da olsa (tamam, burada bir es olabilir) aynı cevabı alırdı. Ay bi de utanmadan "çocuklarla zor oluyor" demesin mi! Bunca cesareti bu adamlara hanginiz verdiyse bir adım öne çıksın, ağzına kürekle vuracağım! Hak etmiş!

Gördüğünüz gibi ırkçı olacaksam bir tek Türklere olmak üzereyim, az kaldı. "Gurbet elde kendi milletine yaklaşırsın" teorisi ben de "gurbet elde kendi milletinden soğursun" a dönüşmek üzere.
Ayrıca kadınlara "sen güzelliğinin farkında değilsin" salvosu ile gelmeyi bırakın yahu, vallahi komik bile değil artık! O kadar "selfie" çekiyoruz, nerede nasıl durunca ne kadar güzel olabiliyoruz baya öğrendik, sağ olun. Ondan önce de ayna kullanıyorduk mesela...

Bengalli hayranıma gelince, çok utangaç ve çok kibar bir çocuk ama işte o kadar. Zaten bilirsiniz, biz ayarsız hatunlar iyi kalpli, kibar adamları hep "arkadaş" olarak severiz. Öküzlükten nasibini alması lazım ki ilgimizi çekebilsin. Hayır, sonra neden ağlarız o da ayrı mesele. Dur yine sinirlendim; nerede benim yeşil çayım!

Ha bunlar karşıdan gelen ataklar, bir de takımın kontra atakları var ki sonuç komple sıfır. Guiza'dan beterim şut çekme konusunda. Vurduğum semaya gidiyor! En son vukuatla bünyede alkol varken telefonu en yakın toprak parçasına gömmem gerektiğini bir kere daha öğrendim. Benim ayağımın fotoğrafının elin adamının telefonunda ne işi var!

Böyle söyleyince tuhaf oldu, açıklamaya kalksam daha da tuhaf olacak. Zaten ben de sabah kendime açıklamaya çalıştım olmadı. Bu arada sabahın beşinde kendilerinden bu konu ile ilgili ayrıca açıklama istediğim bir oda dolusu şeker insana sabırları için teşekkürü bir borç bilirim (onlar kendini bildi). Bu açıklanması zor olayı temizlemek için o şahsa yaptığım açıklama da havası kaçmış uçan balon gibi fiyyy diye büzüldü, kayboldu gitti. Kendini tekrar gördüğümde ben de kaybolup gideceğim sanırım...

Neyse, gördüğünüz gibi şehir ya da ülke fark etmeksizin Barika'nın kafa karıştıran maceraları devam ediyor. Bu arada; kumar ve aşkta kazanma arasındaki ters orantıyı da bozmuş olabilirim. Şöyle ki; rulet masasından kar-zarar olmadan nötr kalktım ama aşkta kesin kaybettim. Bu durumda teori ne tarafa yatmış oldu bilemedim...

Not: Üstteki resim havası kaçmış balonu temsil etmektedir, sevgiler
 

2 Ağustos 2015 Pazar

BARİKA ÇEŞME'DE...


 


Ramazan nedeniyle necefli maşrapa ile ara verdiğimiz yayınımıza geri dönüyoruz. Hoş geldin ya şehr-i Ağustos! Her ayı sıcak olan memleketimiz Bangladeş için çok anlamlı olmasa da Türkiye ahalisi için sıcaklar hakkında şikayetlenme ve iki gün öncesine kadar "ay yaz da bi türlü gelemedi" diye sitem eden kendileri değilmiş gibi bu sefer de sıcağa sayıp sövme zamanı olduğu için anlamlı olabilir.
Bayram tatili sayesinde ülkemizin güzel (ama kalabalık) kıyılarındaki güzel (ama kalabalık) tatil beldelerindeki kalabalığın içindeki gurbetçi kontenjanında @ezikböcek le beraber yerlerimizi aldık. Ve canımızdan bezdik! En azından ben bezdim.

Çeşme'yi severim, herkes bilir. Ilıca, Paşa Limanı, merkez fark etmez denizini, sokaklarını, kumrusunu... Ama bu sefer beni yordu. Neden derseniz: Gerçek bir işgal görmek istiyorsanız bayram zamanı Çeşme'ye gitmenizi tavsiye ederim. Ülkenin dört bir yanından -ülkenin çünkü %100 Türk turist popülasyonu olan tek tatil yöremiz olabilir- ama özellikle İstanbul'dan kelimenin gerçek anlamıyla insan akmıştı beldeye. Güya trafikten ve kalabalıktan kaçıp tatile gelen bu İstanbullu küçük burjuva ahalisi burada kendi trafiğini ve kalabalığını yaratarak tatilimizi baya ironik hale getirdi. Bu arada Çeşme derken çevresini de buna dahil ediyoruz, atlamayın. Akşam olduğunda ise Çeşme nefes alınabilecek bir hale geliyor, merak etmeyin çünkü bütün kadro paket halinde Alaçatı'ya taşınıyor!

Hayatımın on beşi yılında İzmir'de yaşadığım için bazılarınız daha kollukla yüzerken ben Altın Yunus'ta akşam yemeği yiyordum (ay çok havalı oldu).Yani Alaçatı'nın sadece bir "rüzgarlı bayır" olduğu zamanları hatırlıyorum. İnanılmaz bir reklam-pazarlama, kulaktan kulağa yayma becerisi ile Alaçatı son bir kaç senede eskinin Bodrum'u oluverdi. Gece yarısı bile olsa sokaklarında yürümek için insan trafiğinin azalmasını beklemeniz gerekiyor. Bu beklemenin en iyi yolu da bulduğunuz ilk bara çöküp içmeye başlamak. Size abartıyormuşum gelen ama aslında abartmadığım bu kalabalığın oluşmasında temel etken tabi ki bayram tatili. Aklı olan bu yörelere bayram tatili gibi herkesin aynı anda ipinden salındığı zamanlarda gelmez. Gelirse de benim gibi bir kaç gün içinde insan nefreti ile dolup taşabilir.

Ha diyelim oldu da bizim hatamıza düşüp bu güruha karıştınız. Önerilerimiz:

1: En uzaktaki plajı bulun! Altınkum gibi suyu soğuk olduğu için herkes giremez dediğimiz yerde bile plajın kapısından insanları "yerimiz kalmadı" diye çeviriyorlardı o yüzden siz daha da ileri gidin. Yani Çeşme'de kalıyoruz diye elinizi korkak alıştırmayın Foça'ya kadar yolunuz var, gidin!

2: Akşamları bir yerlerde bi şeyler içecekseniz ya akşam saat 4 de bir yere oturup başlayın ya da gece 1 de çıkın. İkisinin arasındaki zaman diliminde yer bulamayabilirsiniz.

3: Sabırlı olun. Benim diyen hümanisti yoldan çıkaran, benim diyen Türk milliyetçisini insanından soğutan bir görüntü oluyor, aldanmayın. Kalabalıktan o, ülkemizin güzel mozaiğinden. Endişe etmeyin, geçecek.

4: Hayal gücünüzü serbest bırakın. Ülkenizde yaşayan insanların sıkıcı olduğunu düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Meğersem biz küçük bir Amsterdammışız da haberimiz yokmuş ya da küçük bir İbiza! Memlekette bu kadar marjinal tip varmış da ben neden habersizmişim. Elektronik müzik festivali olan beachlerden birinin açık otoparkında arabaların kapıları açık, son ses müzikle ve kaportalarındaki içki servisi ile kendi partilerini veren tiplerden; plajdaki barın üzerinden saçlarını savurarak dans eden kızlara kadar... (Tamam bir gece önce mekandaki barmenin içkiyi şişeyle üzerine dökerek içirdiği bendim ve içki su gibi aktı deyimini canlandırmış olabilirim ama olsun, bu genel bir yorum) Dövme ve saç şekilleri konusu ise ayrı bir yazı konusu olabilecek kadar genişti, burada girmeye gerek yok. Yani ülkenin durumundaki sıkıcılığı unutmanız çok kolay burada.

Genel önerilerimiz bunlar. Bunun dışında kendinizi kafanızda hortlayacak "ya bu nasıl bir hayat farkı, burada nasıl yaşıyor insanlar orada nasıl" karşılaştırmaları için hazırlayın. Bu beldeler ülkedeki gelir ve yaşam seviyesi farkını suratınıza lodostan hızlı çarpıyor. Lodos demişken, bu memleketin esmeyen yeri olmadığı için lodosla barışın.

Yazının kıssadan hissesi Çeşme'ye bayramda gitmeyin. O canım kıyıların, denizin, balığın, rakının, gün batımının, gece yarısı kumru yemenin tadını çıkarmak istiyorsanız bayram hariç herhangi bir zaman gidin. Herhangi bir zaman...

 

29 Haziran 2015 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: YİNE Mİ DÖVÜŞ BARİKA?

Barika'nın kuyusu: YİNE Mİ DÖVÜŞ BARİKA?: Bundan bilmem kaç ay önce bir kickbox işine kalkıştığımı hatırlıyor musunuz? Hatırlamadıysanız hatırlatayım: http://barikaninkuyusu....

YİNE Mİ DÖVÜŞ BARİKA?




Bundan bilmem kaç ay önce bir kickbox işine kalkıştığımı hatırlıyor musunuz? Hatırlamadıysanız hatırlatayım:

http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2011/12/barika-kickboksta.html


Şimdi, Bengal diyarlarında kendime daha "tatlı" bir uğraş buldum: Muay Thai.

"Ne ola ki o" konulu sorularınız için bkz: Vakt-i zamanında (sanıyoruz 1300'lerde) Tayland dolaylarında ortaya çıkmış bir dövüş sanatıdır. El, dirsek, diz, tekme içermekte, bu hareketleri yaparken azıcık kalçanızı döndürmeniz gerekmekte, kombosunu hızlı yapmaya kalkarsanız iflahınız kesilmektedir. Filipinli hocamız, biz Türklerin gaz ile çalıştığından habersiz olarak Eye of Tiger çalmak sureti ile beni yeterince motive etmektedir.

Özellikle son zamanlarda sinir sistemimin üzerinde ne kadar baskı oluştuysa kendilerini hocamızın tuttuğu minderlere bırakıverdim. Baya iyi geldi. Acı her şeyin ilacı...

İlk derste zamansızlıktan her işini halledemeyen bizlerden 2 kişi mevuttu: Süt beyaz, Avrupalı bir erkek arkadaşımız ve ben. Dolayısıyla ilk dersini alan ben için bulunmaz fırsat oldu, hocadan istediğim kadar "git duvara kendi başına tekrarla" uyarısı alabildim. Yeteneğim su götürmez! Sorun şu: sol ayak öne sağ yumruk ileri gibi komutlar, benim yön sistemi tamamen arızalı olan beynimde boş birer sinyal olarak hiçbir nörona çarpmadan diğer kulağımdan çıkıyor. Ben de bana göre sol olan ayağımı öne atıp bana göre sağ olan yumruğumu sallıyorum ama bu, genelde literatürdeki karşılığına uymuyor. Neyse, ne zamanki iş tekme atmaya geldi, kendime güvenim de geldi. Övünmek gibi olmasın bacağımı baya yükseğe kaldırıp kendimden uzun adamın ağzının ortasına tekme atabilecek potansiyelim var. Şimdi alçaktan ama hızlı vurmayı da öğreniyorum; yaktım çıranızı.

Sonuç olarak eğlenceli, bol efor isteyen, insana stresi falan unutturan güzel bir uğraş. Bu hafta iki dersim var bana şans dileyin. İlk derste çıplak ayak ve bacakla tekme atmaktan bacaklarım öğle saati şezlongda uyuyakalmış şehirli turist gibi kızarıp yandı. Ama ne demişti Mickey abimiz: "Acı yok Rocky!"

Not: Resimdeki "şirin" abimiz Tony Jaa olup kendisi Taylandlı bir Muay Thai dövüşçüsü ve aynı zamanda dublördür. Görüldüğü üzere dövüş sanatları sanılanın aksine genel kültürünüzü de geliştirmektedir.

15 Haziran 2015 Pazartesi

BANGLA FUNK DANCE??




Deli kızın günlüğünden herkese yeniden merhaba! (o da ne güzel şarkıdır...)

Şu anda masamda duran çubuk kraker (ki kendisine iki hafta önce çaresiz bir şekilde ihtiyacım vardı; e neticede bu da mide) bu Pazartesi sabahımın keyfi oldu. Yazdığım iletiyi ciddiye alıp üşenmeden te buralara çubuk kraker taşıyan arkadaşlarıma selam olsun. Çok tatlı insanlarsınız vesselam.

Benim size bilmem kaç kere anlattığım meşum ve meşhur muson yağmurlarının sezonunda olduğumuz için sağımız solumuz su, çamur falan ama benim takıldığım nokta şu: bu kadar çok yağmur yağan ve hemen arkasından da bu kadar hızlı güneş açan bir memlekette ben neden hiç gökkuşağı göremiyorum? Sorarım size sayın İsveçli bilim adamları. İsveçli demişken size yeni platonik (evet, yine) aşkımı da anlatmak isterim ama anlatacak kadar bile bir şey yok elimde. Henüz... Bekleme yap ticari.

Konuya geleyim;

Bu hafta sonu kendime bir kere daha ispatladım ki bazı müzik türleri hakikaten bana göre değil. Bknz: club müzikleri, house ve türevleri, elektronik müzikler ve adını bilmediğim şu herkesin çılgınlar gibi dans ettiği ama benim iki şarkı arasındaki geçişi bile ayıramadığım dım tıs temposu sabit tüm müzikler. Şimdi bunlara yeni bir tane daha ekliyoruz: Bangladesh usulü funk-dance!

O ne demeyin valla ben de yeni öğrendim. Biraz Hint, biraz Bangla hatta bence baya bir Afrika karışımı, sözü pek olmayan bana ise sözü hiç geçmeyen bir müzik. Açık olayım: yeterince içerseniz, hatta daha fazlasını çekerseniz katlanabileceğiniz aksi takdirde benim gibi "madem geldik boş boş oturmayalım" diye dans edeceğiniz (daha doğrusu etmeye çalışacağınız) bir müzik arkadaşımız. Çok mu ağır oldu? Olmadı. Bugüne bugün falanca festivalde Underworld (ki 90'ların en ünlü elektronik müzik gruplarındandır, bknz: Trainspotting soundtrack)'den taksi tutup kaçmış (tabi ki @obsesifmakinist ile) biri olarak gayet yerinde oldu. Az bile söyledim.

O yüzden çok zorlamamak lazım. Şunun şurasında dinleyebildiğim bir David Guetta bir de sevimli diye Armin Van Buuren var. Hadi Chemical Brothers ve Fat Boy Slim'i de koyalım, sonuçta bizim kuşağımızın adamları ama o kadar. Yoksa yok efendim beyaz geceler, yok efendim dj bilmem kim, yok efendim Hollanda'dan gelen Van bilmem kaçıncı dj lere sabrım yok. Vakt-i zamanında bu memlekette (bknz: Bangladeş) yanlışlıkla lokal dj lerin bir partisinde mahsur kalmışlığım(ız) da var, evlere şenlik.

Demem o ki, yöresel müziklere itirazımız tabi ki yok, ne haddimize ama mesajına aykırılığından ötürü "Batsın Bu Dünya" 'ya yapılan remix'e  ne kadar karşıysak bunlara da o kadar uzağız. Hele dans kulüplerinde bir Çav Bella çalınması dönemi var ki nice anarşistin, militanın, devrimcinin kemikleri sızladı. Ayıp diyorum, başka da bir şey demiyorum.

Ps: o kadar konuştuk bari en güzellerinden eski bir David Guetta ile bitirelim:

https://www.youtube.com/watch?v=zudbz4hOcbc



 

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: KAZA KURŞUNU

Barika'nın kuyusu: KAZA KURŞUNU: Elimde telefon, aynı mesajı defalarca yazdım yazdım sildim, yazdım yazdım sildim. İyi de bunu söylemenin kolay bir yolu yok ki! Bodoslama g...

KAZA KURŞUNU

Elimde telefon, aynı mesajı defalarca yazdım yazdım sildim, yazdım yazdım sildim. İyi de bunu söylemenin kolay bir yolu yok ki! Bodoslama gireyim de bitsin dedim:

"Ben hamileyim"

Ama gönderemedim. Adama bu böyle mi söylenir? E peki nasıl söylenir?
Söylemedim.
Söyleyemedim... Telefonu gerisin geri yatağın üzerine koydum.

Ertesi gün hapı denen şey aslında hafıza hapı bence. "Bir gece önce kafan neredeydi?" sorusuna cevap veremeyenler için. Benim cevabım vardı ama soru o değildi. Korkutmasaydı beni bu kadar ben de bu kadar korkmazdım. Ha diyeceksin nereni kırdı, kalbimden başka bir yerimi değil diyecek sana içimdeki küçük Bergen. Ama kırdı yalan değil.

Daha ilk tanıştığımız günden -ki nereden baksan yıllar oldu- itibaren bir "olmaz bu iş" koydu aramıza. Olmaz ama yan cebime koy. Koydum. Adamın yan cebinde senelerimi geçirdim. Cepler doldu boşaldı; ben yerimden kıpırdamadım. Ha diyeceksin neye yaradı? Yaramadı, yaraladı diyecek sana içimdeki küçük.... ne küçüğü allasen; eşek kadar kadın! Bile isteye lades benimkisi.

Bir kere bir yerde okumuştum: "En mükemmel aşklar en beklenmedik adamla en beklenmedik zamanda yaşanandır" diye. Hadi oradan! "En beklenmedik adam" tanımlamasının nedeni adında saklı: beklenmedik çünkü oluru yok. Olurumuz yoktu, haklıydı. Dünyanın iki ucundan bakıyorduk ortasına. Hem de en uzak iki ucundan. Şu dünyada önem verdiğimiz her şey, herkes, her madde, cisim, insan, kişi, olay, mekan, zaman akla gelebilecek tüm bileşenler farklıydı. İnandıklarıma inanmıyor, inandıklarına inanmıyordum. Bu halimize de inanamıyordum. Yani bu kadar uzağımda duran bir adamı içime sokacak kadar yakınımda isteme halime...

Altlı üstlü boğuştuk, kelimenin her haliyle. Yarısı var bende yarısı yok. Kendimle de çok savaştım bak, yalan yok. Zamanında "ne işim olur" dediğim her şey onunla "işim" oluyordu. Ona ait her şey, bana da ait oluyordu. Evinin salonundaki kanepesine kırlent almaya gidiyordum, aklım almıyordu. Gel gör ki o kırlente kafasını, bacağıma bir kolunu koyup o kanepede uzandığı(mız) zamanlarda bile "olmaz" diyordu. Ben de "tabi ki olmaz" diyordum. Daha nelerdi...

O böyle sürekli bir "geçerken uğradım" havası çalarken benim "demir atalım" havası istemem pek de mantıklı daha doğrusu pek de akılcı yahut en iyisi pek de gerçekçi olmuyordu. Neticede yıllar öğretmişti ki en baştan tutulmayan el, havada kalmaya mahkumdu.

İşte o yüzden, elimdeki çubukta çubuklar çıkınca hopladı yüreğim. Ama sevinçten değil... Küçük esmer çocuklar hayal edecek kadar bile izin veremedi korkum -ya da belki de mantığım yahut aklıselim kalan bir yerlerim- annelik içgüdüme. Olmaz'dı, öyle demiştik biz. Olmaz'dık biz. Olmayacaktık madem de e bu neden olmuştu? Ben "amin" falan demeyi bırak, etmemiştim bile bu olmayacak duayı.

Telefonu tekrar elime aldım, yazayım da sana ne yazayım. Kendime anlatamamışım, kendimi ikna edememişim sana ne diyeyim. Bodoslama gireyim de konuya bitsin:

"Ben de istemezdim ama valla hamileyim" diyecektim, diyordum ki telefonuma mesaj geldi:

"Yarına müşteriler geliyor, bu akşamki programı iptal edebilir miyiz?"

İlk yazdığımı sildim, yenisini yazdım:

"Olur, sorun değil, zaten benim de doktor randevum vardı"

Gönderdim.

Kaza kurşunu mübarek, öldürmeyecekti elbet ama izi kalırdı.

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Barika'nın kuyusu: AY DÖNÜMÜ

Barika'nın kuyusu: AY DÖNÜMÜ:     Mabel Matiz, Ayşegül Aldinç’e bir şarkı yapmış: https://www.youtube.com/watch?v=IhEsVL4Msrg Yapan güzel , söyleyen güzel, öyle...

AY DÖNÜMÜ


 
 
Mabel Matiz, Ayşegül Aldinç’e bir şarkı yapmış: https://www.youtube.com/watch?v=IhEsVL4Msrg
Yapan güzel , söyleyen güzel, öyle bir şey çıkmış işte. Gurbetçi moduna girmeyeceğim, daha çok erken ama bildirmek isterim ki ilk ayı bitirdik.

Öyle bir yağmur yağıyor ki burada; insan suyuna kapılıp okyanusa sürükleneceğiz sanıyor. Dün gece hiç durmadan yağdı yine. Bazen de öyle bir şimşek çakıyor, gök öyle bir gürlüyor ki otuzumdan sonra ben bile dönüp birine sarılsam diyorum. Da orası ayrı mesele…

Evde savaş sesi, silah ve çatışma sesi ve birbirini öldüren adamların kan revan içindeki görüntüsü eksik. Neticede PS başında oturan bir erkek çocuğu yok bu evde. Kimin aklına gelirdi o savaş oyunlarının sesinin eksikliğini hissedeceğim… Bana B.B.King’in öldüğünü watsaptan haber verecek tek insan da o erkek çocuğum, ezikböcek’im zaten.
Ve bana kendi izlediği diziyi izlemem için baskı yapacak tek kişi de obsesifmakinist (ki artık hepiniz tanıyorsunuz)!  Birbirimize canlı yayın yapıyoruz zırt pırt. “Kim nerede nasıl yatıyor” a kadar fotoğraf çekip göndermenin sonu vallahi iyi değil! Bu hafta sonu da Cunda’dan, bir rakı masasından canlı yayın bekliyorum. O ve Yaso’dan… Beraber şarkı söyleyeceğiz, söz verdim.

Yirmi yıl sonra yeniden elime Sofi’nin Dünyası’nı aldım. İlk okuduğumda lisedeydim ve üç ayda okumuştum. Hayatımda hiçbir kitabı bu kadar uzun okumadım! Bitirdiğimde aklımda kalan, aklımın bir patates olduğuydu. Ben kimdim, neydim, neye inanacak, nasıl düşünecektim? Şimdi yaş otuz dört, sene iki bin on beş, yer Bangladeş. Bakalım ne kadar ilerlemiş kafamız, ne kadar biriktirmişiz bu yıllarda. Bazı konularda hiç ama hiç ilerlemediğimi burada bile test edip onaylıyorum ama benim için bile umut var lan!

Bir ev arkadaşıyla yaşamayı da öğreniyorum. Tek başına yaşadığım sekiz yıldan sonra, evde –kardeşimden başka- birinin daha olmasına alışmaya çalışıyorum. O da sağ olsun ben alışayım diye geldiğimden beri bana kısır yapıyor. Bu konuda kısır bir döngüye girmek üzereyiz. Ama şimdilik iyiyiz…

Gözüm renklere de alışıyor. Ömrünü siyah, gri, antrasit (o ne demeyin ama) renklerin içinde geçiren biri olarak bütün bu sarılar, fuşyalar, morlar, turuncular bana fazla geliyor bazen. Sanki bu ülkenin üzerinde papağan patlamış gibi ama dedim ya göz alışıyor. Ne zamanki üzerimde sarı bir etek, pembe bir tişört görürsünüz işte o zaman korkun.

Merak edenler için toplu cevap: İyiyim, merak etmeyin. Zaten iyi olmayacak gibi olduğumda bile iyi olurum bilirsiniz. Ayrıca “iyi” olmamıza yardımcı olan tüm Bengal eşrafına da (onlar kendini bilir) teşekkürü bir borç biliriz. Sayelerinde telefonumda hiç olmadığı kadar grup konuşması var…

 Not: Bugün de gözleme yapılacak evde diyeceğim, inanmayacaksınız.

8 Mayıs 2015 Cuma

Barika'nın kuyusu: ONUNCU AYIN PAZAR'I

Barika'nın kuyusu: ONUNCU AYIN PAZAR'I: İnsanın iyelik duygusu öyle güçlü ki... Sahip olduklarına sahip olmayanları anlamaktaki empatisi bu yüzden bu kadar zayıf belki de. H...

ONUNCU AYIN PAZAR'I





İnsanın iyelik duygusu öyle güçlü ki... Sahip olduklarına sahip olmayanları anlamaktaki empatisi bu yüzden bu kadar zayıf belki de. Hele bazı sahiplikler öylesine doğal, öylesine normal ki; yokluğu ile ilgili değil empati hayal bile kurmak zor. Zormuş... Ve evet gerçekten bazı şeyleri insan yaşamadan anlayamıyormuş...

10. aydayız ve Pazar günü başka bir "ilk" imiz; o gün ben ne televizyon, ne sosyal medya, ne telefon açmayacağım Anoş; o yüzden gel şimdiden halleşelim biz.
Sen seversin böyle günleri, bilirim o yüzden es de geçmeyeceğim. Doğum günlerini, yılbaşlarını, bayramları... Seni aramamız için bahane edebileceğin, edebileceğimiz her günü.

Geçen sene kaçıncı hastane maceramızdı bilmiyorum, "böyle mi planlamıştık" demiştin bana. Kapalı kutulara sıkıştırdığım, ağzını sıkıca kapattığım onca konuşmanın birinde demiştin bana bunu. Planlamamıştık tabi... Hani diyordum ya hep "hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir" diye. Plan yapmıyorum artık Anoş... Hiç.

İstemiyorsam söylüyorum. İstiyorsam da etime batana kadar üzerine gidiyorum. Onlar beni istememiş; umursamıyorum. Canımın yanmasından korkmuyorum çünkü canım çok yanmıyor artık. Artık her şey olabilir, herkes gidebilir biliyorum. Bu beni daha mı güçlü yapıyor daha mı savunmasız; bilmiyorum.

Seni dinliyorum. Yıllar sonra en son geldiğimiz o noktada bana "Hayatını yaşa, boş ver" demiştin ya hani, valla deniyorum. Gün saymamaya çalışıyorum. Çok şey bildiğimi unutmaya çalışıyorum. Ama yorulmuyorum, merak etme.

Bana hep güvendin biliyorum. Ayakta duracağıma inandın biliyorum. Yine yanılmayacaksın. Ben, biz, okyanus falan dinlemeden ayakta duruyoruz, duracağız, merak etme.

Çok kilo vermiyorum. Çok yemek de yemiyorum. Tamam hala içiyorum ama valla daha az içiyorum. Merak etme.

Yemek yaparken önce soğanları kavuruyorum, pirinci atmadan önce yıkıyorum, sarımsağı unutmuyorum, merak etme.

Hala kısacık etekler giyiyorum ama gayet "edepli" oturup kalkıyorum, merak etme.

Sağıma soluma -ki bilmem bilirsin-, etrafımdaki insanlara, nerede kimle oturup kalktığıma dikkat ediyorum. Hala elime geçeni okuyorum. Hala yazıyorum. Bak senin için de yazıyorum, merak etme.

İşime bakıyorum, önüme bakıyorum, kimsenin eline değil kendi elime bakıyorum, merak etme.

Bana öğrettiklerini unutmuyorum Anoş, merak etme. Hiçbir söylediğini de...

Anneler Gününü de...

Kutlu olsun...

Huzurun olsun...





 

29 Nisan 2015 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: NEPAL'İN ARDINDAN

Barika'nın kuyusu: NEPAL'İN ARDINDAN: Bendenizin korktuğu iki şey var bu hayatta: en azından bildiğim kadarıyla... biri ismi lazım değil o zıplayan, yeşil haşerat; diğeri de...

NEPAL'İN ARDINDAN



Bendenizin korktuğu iki şey var bu hayatta: en azından bildiğim kadarıyla... biri ismi lazım değil o zıplayan, yeşil haşerat; diğeri de deprem.

Bir kaç yıl içinde çok şiddetli bir deprem beklenen İstanbul'dan ayrılalı iki hafta olmuşken geçenlerde dibimizde duran Nepal'de 7,9 şiddetinde bir felaket oldu. Ha biz de Bangladeş'te sallandık. Sallanmışız... İnsan beyni tuhaf şey; istemediği şeyleri inkar edebiliyor, ondan olacak ben bir dirhem bir sallanma hissetmedim ama ofiscek hop diye dışarı çıkıverdik.

Depremden sonraki en sinir bozucu şey deprem hakkında konuşmak. Hepimiz bir sürü görüp ya da bazılarımız bir tane ama yeterince görüp geldiği için anlatacak çok şeyimiz oluyor. Konuşurken diyorum da içimden ne gerek var diye ama işte... Baksana, kaçsan da kurtulamıyorsun. Bir gerilimli fay hattından çıkıp diğerinin ortasına oturduk bile.

Bundan bir ay önce yani buraya gelmeden önce "giderim ya" diye plan yaptığım sevgili Nepal, hepi topu 30 milyon nüfuslu bir ülke. Eski bir krallık ve tüm krallıklar gibi geçmişi entrika ve katliam dolu. En son 2001'deki prensleri hem ailesinden 11 kişiyi katledip hem de en son kendisini öldürünce kraliyete olan güven(!) daha da azalmış. Zaman içinde kraliyet ve atadığı hükümetler, Maocu ekipler birbirini ve tabi halkı da yediği için sürekli bir istikrarsızlık ve iç savaş havası hakim ülkede. Şöyle ki; Kasım 96' da başlayan iç savaş 2006'da bittiğinde 13.000 kişi ölmüştü Nepal'de...

Ama Nepal'in ilgimi çeken kısmı bu hareketli(!) hayatı değil Everest ve Katmandu'ydu elbette. İşte o onlarca Budist ve Hindu tapınağına ev sahipliği yapan, Unesco'nun koruma altına aldığı Katmandu'da şimdi taş taş üstünde kalmadı... Bu kadar yakınında olunca insan bir uçağa atlayıp gitse de iki taşı yerinden kaldırsa diye düşünüyor. Nasıl gidilir, nereye gidilir, neredeki taşın ucundan tutulur diye gerçekçi sorular sormaya başlayınca ise kalakalıyorsunuz. O yüzden yine de bir şeyler yapmak isteyenler için linkte bahsi geçen kuruluşlar birer alternatif olabilir:

http://edition.cnn.com/2015/04/25/world/nepal-earthquake-how-to-help/index.html?fb_action_ids=10153009647474475&fb_action_types=og.shares

Ha bu arada, ben yine de gideceğim Nepal'e bir gün, fikrim değişmedi. Her mihrabı yıkılandan, her acı çekenden kaçsaydık; dünyada barınacak yer bulmak zor olurdu.

Not: Yine de bir sonraki gideceğim ülkeyi seçerken dikkat edip ağzımı açmasam daha iyi olur sanırım...

 

24 Nisan 2015 Cuma

Barika'nın kuyusu: TROPİK HABERLER

Barika'nın kuyusu: TROPİK HABERLER: Ve beklenen yazıya geldik gençler; "e gittin de sorması ayıp ne yapıyorsun oralarda" konulu yazımıza başlayalım: Rüzgarı...

TROPİK HABERLER





Ve beklenen yazıya geldik gençler; "e gittin de sorması ayıp ne yapıyorsun oralarda" konulu yazımıza başlayalım:

Rüzgarın ağaçları yerlere yatırabildiğini, gerçek gök gürültüsünü aslında bugüne kadar duymadığımı  ve insanı yataktan zıplatan gök gürültüsü diye bir şeyin olduğunu, beyaz şarapla da Sangria yapıldığını ve gayet de güzel olduğunu, Filipinlilerin dövme yapabildiğini, hatta elle çizerek yaptıklarını, beni de sinek ısırabildiğini öğrendiğim Bangladeş'ten herkese selamlar!

Yukarıda bahsi geçen olaylara ayrıntılı olarak gireceğiz ama şimdilik her şeyin ayrıntısına girmesem iyi olur. Beni bilirsiniz, ayrıntılarına girdiğim işlerde başımı derde sokmakta üstüme yoktur.

Memleket (ki artık burası) bıraktığım gibi. Üzerine bu yıllar içinde defalarca yazı yazdım, takip edenler bilir. Hala sıcak, tozlu, kalabalık, üstüne mevsim itibariyle yağmurlu. Ama hala beni çeken bir tarafı var çözemediğim. Onu bu kadar hızlı benimsememe, kabul etmeme neden olan bir şey var. Yıllardır vardı ki olmasa pılımı pırtımı toplayıp (gerçi hepsini toplayamadım ama) buraya taşınma kararını bu kadar hızlı veremezdim. Şimdilik kararımı sorgulamama neden olacak bir durum yok, asayiş berkemal. Maç bile izleyebiliyorum yahu, daha ne olsun!

Burada kocaman, rahat bir evimiz, bahçede maymunlarımız, ne olduğunu bilmediğim ama ötmeye başladı mı susmadığı ve inanılmaz kötü bir sesi olduğu için ümüğünü sıkmak istediğim kuşlarımız, arada tıkır tıkır ses çıkaran süleymancıklarımız, çift değil üç kişilik cibinlikli, çok seksi yataklarımız ve HBO kanalımız var.

Bunların dışında kelime öğrenmeye çalışıyorum, kendime bir yıl verdim belki konuşabilirim diye. Okuma-yazma konusunda ise umudum yok. Bizim ilkokuldayken defter kenarına süs diye çizdiğimiz şekiller gibi birbirine geçmiş, kuyruklu bir yazıları var. Hatta bazı kelimeler o kadar bitişik ki Urfa yöresinden halay ekibi gibi görünüyorlar. Latin alfabesinin gözünü seveyim!

Tropik meyve düşkünlüğüm burada gözünü doyuruyor. Ananasmış, papayaymış, muzmuş ve tabi ki mangoymuş; sürüsüne bereket. Ayrıca suyunu içmediğim meyve zıkkım da kalmadı sanırım: karpuz suyu, papaya suyu, Hindistan cevizi suyu derken mesaneyi genişletiyoruz; tövbe tövbe...

Sosyal çevre diyeceksiniz biliyorum, demeyin, gerek yok. Yok öyle değil, iyi durumdayız yani o anlamda gerek yok. Çevrenin çapı çok büyük olmasa da yeterince sosyal. Üstelik burada uluslararası rezalet çıkarma şansınız da var; neticede her ülkeden insan var elimizde! Buyrun burdan yakın.

Şimdilik böyle, ilerleyen günlerde yeniden görüşeceğiz, daha çok hikaye var ve olacak da... Esen kalın...

(Bu arada eski bir arkadaşa not -ki kendini bilir- : beyaz şarap ve beyaz leblebi bulabildiğin bir ülkede yaşanmaz mı?)



 

31 Mart 2015 Salı

Barika'nın kuyusu: AĞAÇTAKİ SİNCAP

Barika'nın kuyusu: AĞAÇTAKİ SİNCAP:   Hepimizin (yani aşağı yukarı hepimizin) bildiği ama hepimizin (istisnasız) unuttuğu bir şeyi hatırlatabilir miyim: sadece bir haya...

AĞAÇTAKİ SİNCAP


 
Hepimizin (yani aşağı yukarı hepimizin) bildiği ama hepimizin (istisnasız) unuttuğu bir şeyi hatırlatabilir miyim: sadece bir hayatınız var!
Reenkarnasyona inanmıyorsanız, yani bundan üç yüz sene önce Mısır’da bir köle ve bundan elli yıl sonra da Sivas’ta muhtar olacağınıza inancınız yoksa (hatta belki varsa bile) durum bu. Ayrıca uyarayım, bildiğim kadarıyla reenkarnasyon size insan olarak dönme garantisi vermiyor. Bir sonraki hayatınızda ağaçta bir sincap ta olabilirsiniz.

Yani demem o ki; elimizdeki somut verilere göre bu dünyaya bir kere geliyoruz. Daha fenası elimizde ölümden sonraki hayat için de somut bir veri yok. Yine inanç meselesi ile idare ediyoruz. Ama yakınlarından birilerini kaybetmiş olanlar beni daha iyi anlayacaktır ki bu süreci de fena halde sorguladığınız zamanlar oluyor… Bu durumda onun da garantisi yok.

Şimdi, madem elimizde bir tane hayat var, üstüne üstlük bir de ne kadar süreceğine dair fikrimiz yok (yani kazayı, afeti falanı geçtim Türkiye’de yaşıyoruz; sokakta yürürken bile hayati tehlikeniz yangına giden bir itfaiyeci ile eşit); e o zaman ne diye sanki kedi gibi dokuz kere gelecekmişsinizcesine (şemsi paşa pasajı) davranıyorsunuz? Soruyorum ey ahali, size bu vakti kim verdi?
Canınızı sıkan, içinizi daraltan, ruhunuzu körelten şeylere saplanıp kalacak kadar vaktiniz olduğunu nereden çıkardınız?

Mesela; berbat bir kitabı nefret etiğiniz halde okumaya çalışıp, bitirmek için inat ederken; raflarda bekleyen onlarca sizin için yazılmış gibi okuyacağınız kitabı erteleyince ne kazanıyorsunuz? Hiç! Ne kaybediyorsunuz? Zaman! Bakın ne kadar kolay bir denklem… Ya da kötü, sevmediğiniz bir şarkı çıktığında radyo kanalını mı değiştirirsiniz yoksa kulaklarınız düşsün diye inatla dinlemeye devam mı edersiniz? Tam da aynı şey işte.

Siz mazoşist tavırlarla kan kusup kızılcık şerbeti içer gibi davranmasanız da merak etmeyin, sizin de payınıza kendiliğinden düşecek kadar çile var hayatta. Daha fazlasını arayacağınız şey de bu yüzden dert değildir sanırım… Yani deri elbiseleriniz, kelepçe ve kırbacınız varsa ayrı, ona da saygımız var. Yok mu, o zaman gerek de yok.
Bir kutu jiletle kendimizi keseceğimiz yaşları geçtik. Kesilecek yerlerimiz hali hazırda kesildi. Deri eskidikçe yaralar daha zor kapanır. Süreler uzar. İzler kalır. Etmeyin eylemeyin. Hele bi çıkıverin o çemberden göreceksiniz; çıplak değilsiniz! Korkmayın, yedi buçuk milyar insanız, yalnız kalmayız…

 

 

 

 

 

19 Şubat 2015 Perşembe

Barika'nın kuyusu: 5958 KM'nin SIRRI

Barika'nın kuyusu: 5958 KM'nin SIRRI: Beklenen açıklama: Bundan bir zaman önce size 5958 km lik bir yazı yazmıştım hani: http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/01/5958-km...

5958 KM'nin SIRRI

Beklenen açıklama:

Bundan bir zaman önce size 5958 km lik bir yazı yazmıştım hani: http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/01/5958-km.html

Sonra yazdınız, görünce sordunuz (bak böyle şanslı insanlar da var) ya; hah işte orası Bangladeş...

Senelerdir gelip gittiğim, size defalarca hikayeler yazdığım, anlattığım, bu işe başlayana kadar haritada yerini bile bilmezken şimdi orada yaşayan arkadaşlar edindiğim bir ülke oldu. Şimdi de yaşayacağım ülke oluyor.

Zamanlama manidar... Neden derseniz; nüfusuna kayıtlı olduğum bu ülke tarafımızca yaşanıl(a)maz hale getirilmişken;

Her günümüz bir sinir harbi, bir depresyon dalgası ile hırpalanırken,

Artık aşktır meşktir, bu topraklarda umudumuz kalmamışken (ciddiyim la!)

Son zamanların en yoğun karı yağmışken

Behzat Ç bitmiş, televizyonda izleyecek bir şey kalmamışken

İnönü Stadı (evet, oranın adı İnönü Stadı!) hala bit(e)memişken

Gideyim ben de, ne yapayım.

Tamam bütün bu numaralar bir yana, bu karar, cesaret işi diyorsunuz ya bana; değil aslında.

Bence konfor, insanın hayallerinin ya da geleceğinin en büyük düşmanıdır. Gizli düşman... Yaptığınız işin, alacağınız maaşın, gideceğiniz tatilin belli olduğu, günden güne, seneden seneye değişmediği bir hayat; evet, rahattır. Düşünmek zorunda kalmazsınız ya da hesaplamak. Ne olacağı başından bellidir. Eski Brezilya dizilerinde nasıl fakir hizmetçi kızın aslında evin zengin babasının gayri meşru çocuğu olduğu ve sonunda zengin olup diğer zengin çocukla evleneceği başından belli ise; sizin de hayatınız aşağı yukarı bellidir. O konforlu alanı yıkıp dışına çıkmadan bir halt yiyemezsiniz. Bir halt yiyemeden de bir halt olamazsınız. Ha ben bir halt mı olacağım; yok, öyle bir iddiam yok ama bakacağız işte. Belki oluruz. Belki olamayız. Denemeden bilemeyiz ki...
Sırf yeniden kendini anlatmaya üşendiği için artık rutine bağlasa da ilişki, sevgilisinden bir türlü ayrılamayanlar vardır ya hani. Dünyanın geri kalanından -ki nereden baksan 8 milyar insan- kalbini güm güm attıracak olan insan gelip geçiyordur belki ve o durdurmuyordur bile onu. O hesap.

Hani sizin de hayatınızda "lan yapsak nasıl olur" dediğiniz bir şey varsa diye diyorum, hesabı diyorum, isteyin diyorum.

Bu yaşa kadar "denemeden bilemeyiz ki bir deneyelim" diye pişmiş deniz anası yemişliğim bile varken (yemeyin, berbat bir şey) bu şansı denememek de olmazdı. Endişeler, acabalar elbette ki var; olmasa eğlenceli olmazdı. Bırakılıp gidileceklere, arkada kalacaklara bir burukluk elbette ki var, olmasa özlemek nedir unuturduk.

Demem o ki gençler (ve diğerleri), bundan bir buçuk ay kadar sonra "Bangladeş'e Yerleşen Türk Kızın Günlüğü" diye bir blog açarsam şaşırmayın ama beni taşlayın! Şaka şaka, buradan devam, kaldığımız ama bırakmadığımız yerden.








 

16 Şubat 2015 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: KARABASAN

Barika'nın kuyusu: KARABASAN: Güzel bir hafta sonu hayalim vardı; evde ayaklarımı uzatıp battaniyenin altında Oscar adayı filmleri izleyip çay içmek gibi. Hatta altına k...

KARABASAN

Güzel bir hafta sonu hayalim vardı; evde ayaklarımı uzatıp battaniyenin altında Oscar adayı filmleri izleyip çay içmek gibi. Hatta altına kekler dizili çikolatalı puding bile yapmıştım. Ama...

İçinizin acısı yüzünden dünyanın en basit zevklerini bile kursağınızda bırakan şeye "insan olmak" denir. Hani bilmeyenler için. Hani nasıl ırkından ve dininden önce neysen, cinsiyetinden de önce olduğun şey. Ondan ötürüdür ki önce bir insanın bir insana bunu nasıl yaptığı sorusuyla geçirirsin o hafta sonunu. Sonra bir alt basamağa inersin.

Bir "dinci" gazetenin dangoz yazarının sadece kendi eşrafına yaranmak için kurduğu iğrenç cümledeki tek doğru taraf; bunun sadece bizim ülkemize özgü bir durum olmadığı. İnsanlığın yaradılışından itibaren süregelen ve gelişen ve ne yazık ki ve en acısı yer yer kadınlar tarafından da desteklenen "kadın konumlandırması" nedeniyle buradayız. Burada; bir dere yatağında yatan, bir güzelce kızın cesedinin başında...

Bizim ülkemize özgü olarak da, tüm bu konumlandırmaların ve hatta var olan derin cehaletin yetmediğine inanmışız gibi bir de kadınla erkeğin bir arada olduğu her alanı daraltmaya çalışıyoruz. Birlikte okumalarının, oturmalarının, konuşmalarının, gülmelerinin, yaşamalarının, birlikte olmalarının "anormal" olduğunu bağırıyoruz. Sonra ne mi oluyor? İnanıyorlar! Bir kadının, bir erkekle aynı ortamda olmasının anormal olduğuna, daha fenası o kadının anormal olduğuna inanıyorlar. Sokakların, caddelerin, şehirlerin, mekanların kendilerine ait olduğuna inanıyorlar. Ama değil. Ne cehaleti belinden aşağı inmiş adamların, ne de onların paçalarından tutan gaddar kadınların; bu sokaklar, bu caddeler bizim!

Kendinizi kötü, yanlış hissettirmelerine izin vermeyin. Yanlış olanın ne olduğunu biliyoruz. Giydikleriniz, söyledikleriniz, gittiğiniz yerler, saatler, kişiler için sizi yargılamalarına izin vermeyin. Ne olursa olsun siz hatalı çıkacaksınız diye sizi korkutmalarına, korkutup sindirmelerine izin vermeyin. Sinmeyin!

Sadece kendi etrafımdaki üç metre karelik alana sığan bir kaç kadın bile yüzde yüz oranla taciz hikayelerinden bahsederken; bu, bizden kilometrelerce ötede bir varlıkmış gibi davranmaya gerek yok. Hepimiz bu işin içindeyiz. Boğazımıza kadar battık. Çıkışımız da ancak beraber olacak.

Erkeklik taslamanıza, erkek olarak bizi kendinizden korumak için önlemler uydurmanıza değil; birbirimizi birbirimizden korumak zorunda olmadığımız normalliğe ihtiyacımız var. O yüzden tecritten başka bir şey olmayan "ayrı toplu taşıma araçları" projeleri gibi günü kurtarıp asıl sorunu -hala- yok sayan icatlar çıkarmayın!

Biz kadınlar da iki yüzlülüklerimizden sıyrılalım. Kadını ilk yargılayan hep bir kadındır. Birbirimizin kıyafetlerini, yürüyüşlerini, konuşmalarını, söylediklerini dideler dururuz. Tatlı tatlı atışmalardan bahsetmiyorum; yargılamalardan, ayıplamalardan, "cık cık" nidalarından bahsediyorum. İçinizdeki "pencere önünde oturmuş etrafı kolaçan eden mahalle arası teyzesi" ni yok edin diyorum. Tek bir kadın bile, başka bir kadın için "e ama o da" diye başlayan bir cümle kuruyorsa; o dava kaybedilmiş bir davadır.

Kendini bir anda "kadın koruması" ilan edenlere prim vermeyin. Onlar hala kadını "korunacak bir varlık"; erkekleri de "dinginlenemez sapkınlar" olarak ilan etmekten başka bir işe yaramıyorlar. Günlük hayatta kimse, sırf birilerinden korunmak için yerini ya da işini ya da yolunu ya da bindiği aracı değiştirmek zorunda değil! Olmamalı. Zaten, hikaye bu.

Ve artık idamdan konuşmayın çünkü can acısıyla atılan bu idam çığlıklarını, salyaları akarak bekleyenler var. Ve o bekleyenler sanmayın ki adalet için bekliyorlar. İran'da kendi tecavüzcüsünü öldürdüğü için asılan 26 yaşındaki Reyhani Cabbari'yi unutmayın. Ve sanmayın ki cana karşı can alarak adalet sağlıyorsunuz. Bu bir çırpıda verebileceğiniz kadar basit bir karar değil, acınıza aldanmayın.

Karabasan gibi günler bunlar, evet. Pek çok kadın için de sakladıkları sandıkları dürtüyor. Ama bassın, dürtsün, bu sayede birilerini silkelesin; silkelesin çünkü düşen her çürük meyve kardır bu hayatta...



 

2 Şubat 2015 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: CAM GÜZELİ

Barika'nın kuyusu: CAM GÜZELİ: Cumartesi, sabaha karşı 3... Beni bulduklarında üzerimde hiçbir şey yokmuş. Ne bir çanta, ne bir cüzdan, ne de kimliğimi gösterebilecek b...

CAM GÜZELİ

Cumartesi, sabaha karşı 3...

Beni bulduklarında üzerimde hiçbir şey yokmuş. Ne bir çanta, ne bir cüzdan, ne de kimliğimi gösterebilecek başka herhangi bir şey. Bu kimlik sorununu uyandığımda bana sorduklarında da benim söyleyecek bir şeyim yoktu.

Cumartesi, akşam üzeri 5...

Beni arayıp "benimle bir yemek yer misin" dediğinde elimde paspas, mutfağın yerlerini siliyordum. Akşam akşam ne yer silmesi derseniz sıkıntıdan derim. En yakın arkadaşım sevgilisi ile program yapmıştı ve ben bir cumartesi gecesini daha bir çiftin yanındaki fasulye olarak geçirmeyecektim. Madem öyle temizlik yaparak geçirirdim. Tabi o beni aramasaydı. Ki o beni genelde aramazdı. Ben onu arardım. O zamanlarda da canı isterse bana cevap verirdi. Ama bunu bu hale ben getirmiştim. Bütün ilişkilerin başlangıç kuralı: ilk arayan; hep arar.
Sabırsızlığım bir yana, dayanıksızlığım da var. Erkeklere değil, onun gibi erkeklere. Çocukluğumdan beri, benden uzak duranın peşinde düştüm hep. Çıkılması en zor ağacın, üzerinden atlanması en zor kayanın, sınıftaki en sessiz çocuğun. Sonraki yıllarda büyüyüp koca kadın olurken de hep benden en uzak olan adamın peşinden koştum. En kibirlisinin, en soğuk duranının, en az konuşanının... O da bunların hepsiydi. Benim ideal erkeğim gibiydi. Üstelik sakalı da vardı.
Paspası bırakıp banyo yapmam, çekmecenin önünde durup hangi siyah çamaşırı giyeceğime karar vermemeden daha kısa sürdü. Dantelli mi, saten mi, ince mi, kalın mı...

Cumartesi, akşam 7...

"Seni 7'de alırım" cümlesindeki 7'de kapımın önündeydi. Beyaz, kendi türünün son modeli arabası yeni yıkanmış olacak ki parlıyordu. Gerçi o akşam yağmur bekleniyordu ama bunu ona söylesem "bir daha yıkanır o zaman" derdi. Siyah takımı ve beyaz arabası ile bana hayatımı özetler gibiydi. İyi ve kötü... Gri renge inanmayan bir kadın için net resimlerdi bunlar. O yüzden sanırım hep bir şeyleri netleştirmeye çalışıyordum. Ve bu bir tek onda işe yaramıyordu sanki. Bana asla gerçek bir cümle kurmuyordu.
Balkondaki masa; biz gelene kadar tutulmuş, biz gelince donanmış, bizimle beraber bir dolup bir boşalmaya başlamıştı. Şişeler, bardaklar, tabaklar, kadehler, servisler hepsi, biz oturduğumuz andan itibaren hareket etmeye başlamıştı. Kadehimi hiç boş görmedim, onun kadehini hiç görmedim. Ama kim ne zaman ne dolduruyor, onu da göremedim. Sadece hep parladıklarını hatırlıyorum, hep ışıldadıklarını.
Alkol en büyük katalizördür. Eylemleri birbirine bağlayıp denklemi çözebilmek için. De her denklemin sonucu iyi bir şey çıkacak diye bir şey yok. Tarih, işe yaramamış teorilerle dolu.

Cumartesi, gece yarısı 12...

Külkedisi masalının en güzel yeri, her şeyin gece yarısı olduğunda balkabağına dönüşeceğini bilmenin verdiği gerilim. O Külkedisi olacak saf, prensin kollarında huşu ile dans ederken biz masalı okuyanlar gerim gerim geriliriz. Ya saati unutur da yakışıklı prensin kollarında paçavraya dönüşürse?
Modern zamanlarda o "kadından anlayan erkek yazar" ların iddia ettiği gibi modern masallar yok. Evet belki aramızda hala Külkedisi gibi aptallık sınırında saf kızlar var ama prensler yok. Ya da herkes masalın sonunda evine dönecek diye bir şey de yok.
"Kahve içelim" dediğimde gülümsedi. "Başın mı döndü?" derken masanın üzerinden elimi tutuyordu. "Sanırım, biraz yani..." diye mırıldandım. Güçsüz ya da muhtaç görünmemek üzerine aldığım onlarca yıllık eğitim ve uygulama sonucu oluşan bilinç, sendelediğinde bile dans eder gibi görünmeyi sağlamıştı. Elimi tutmayan diğer elini havaya kaldırıp parmağını şıklattı. Kahve beklerken, yuvarlak bir sürahide gelen kırmızı içeceği görünce alt dudağımı ısırdım. Dayanmak lazımdı, neticede Külkedisi değildik ya.

Cumartesi, sabaha karşı 3...

Birisinin beyninizdeki bütün ışıkları söndürdüğünü düşünün. Bütün hücrelerin mitokondrilerini aldıklarını. Sizi karanlık bir boşlukta yer çekimsiz ortama bıraktıklarını düşünün. Tam bir boşluk hissi ile. İşte onun gibi bir şeyin içinden uyandım bu odaya. Beyaz gömlekli ya da önlüklü, emin değilim, sarı saçlarını arkasından toplamış pembe rujlu bir kadın bana adımı sordu; söyledim. Tarihi sordu ki bu çok anlamsız bir soruydu. Tarih... Ay ve gün mü yani. Zordu, çok zordu. Düşünmek için elimle saçımı karıştırırken saniyelik bir acı duydum. Elimi çektim, kanıyordu. Kanayan başım mı elim mi anlamadım. Tekrar saçıma soktum elimi ve sebebi buldum; bir kenarı diğer iki kenarından fazlaca uzun, tuhaf üçgenlikte bir cam parçası. Cam parçasını elimde evirip çevirdikten sonra başucumda duran komodinin üzerine, diğerlerinin yanına koydum. Eteğimin kıvrımlarından, ceplerimden çıkanların yanına. Bir cam deryasında yüzmüş olmalıydım; içimden, kıyafetlerimden çıkan bu kadar camın başka bir açıklaması olamazdı.
Pembe rujlu kadın tekrar geldi, elinde küçük plastik bir bardakta kırmızı bir sıvı vardı. Neden bilmem inanılmaz bir mide bulantısı ile öğürdüm onu görünce. Anlamsız bir ifade ile yüzüme baktı. "İyi misiniz?" dedi. Cevabını bilmediğim sorular sormakta iyisiniz demek istedim ama onun yerine çarşafa kustum. Kusmuğumun tam ortasına ağzımdan bir cam parçası düştü.

31 Ocak Cumartesi, sabaha karşı saat 2,30 sularında ambulansla hastanemize getirilen B.K., yapılan ilk muayene sonrası ağır kafa travması teşhisiyle hastanemize yatırılmıştır. Kendisine sorulan sorulara yanıt veremeyen hastaya, durumunu düzenlemek için ilaç verilmek istenmiş ama hasta ilaç tedavisini reddetmiştir. 01 Şubat Pazar günü sabah 10 sularında aniden fenalaşan ve sürekli kusmaya başlayan hasta, ameliyata alınmış; yapılan operasyonda midesinin içinden toplamda elli grama denk gelecek şekilde küçük cam parçaları çıkarılmıştır. Hastanın bu cisimleri nasıl yuttuğuna dair bir nedene ulaşılamamış, kendisinden de travma nedeniyle bir cevap alınamamıştır. Hastayı getiren ambulans görevlileri, kendilerine gelen isimsiz bir ihbar telefonu ile hastayı Sarıyer istikametinde, sahil kenarında beyaz bir araba içinde bulduklarını; arabada başka kimse olmadığını, arabanın bütün camlarının ise sağlam olduğunu bildirmişlerdir. Hasta, herhangi bir yakını kendisine ulaşana kadar hastanemizin psikiyatri koğuşunda tutulacaktır.