29 Mart 2011 Salı

EVLENİNCE DAMACANA OLAN BİRA KUTUSU

Başını sarı dolmuşun camına yaslayıp, sızlayan alt dudağını ısıran kız! Aloo, kime diyorum ben? Uyandın mı? Uyandın değil mi? Ben de öyle tahmin etmiştim. Şimdi, önce sana söyleyeceğimi söyleyim: tatlar gider, kokular geçer, kimsenin elinin izi, kimsenin elinde kalmaz. Neymiş: Her şey ve herkes geçermiş. Doğru mu? Ha araştırdın, soruşturdun da ne oldu? Ne öğrendin: Evlenmiş. Hem de o kızla evlenmiş! Bak aslında buna sevinmelisin. En azından zamanında o duvara yumruk atıp elini kanatmana, Alsancak ta ki masadan neredeyse koşarak kalkıp bir arka sokakta ki şark köşesi minderlerinde hıçkıra hıçkıra ağladığına değmiş. En azından bak o "şerefsiz" bile bu hayatta bir konuda istikrarlı olabiliyormuş. En azından bak o "adi" bile birilerine sadık kalabiliyormuş. Yıllardır başının üzerinde ışıklı reklam tabelası gibi taşıdığın "o" cümleyi kuran o "adam"; birilerine eş, koca ve hatta baba olabiliyormuş. Hamile miymiş? Galiba hamileymiş...
Ya işte saf kızım benim, neymiş? Senin hani o başını omzuna yaslayıp uyuduğun bira kutusu var ya; o artık aile boyu su şişesi olmuş. Damacana olmuş hatta!
O zaman ne yapıyoruz? Ne yapacağız, son bilmem kaç yıldır ne yapıyorsak yine onu yapıyoruz. Devam ediyoruz hayatımıza. Kaldır başını bir bak dışarı, dolunay var. Gördün değil mi? Hem sen dememiş miydin "Bu dolunay zamanları, vücudumuzun dörtte üçü su olduğundan, met-cezire uğruyoruz. Dengemiz ondan şaşıyor" diye. Tamam işte, bak açıklaması da var her şeyin.
Hani "madem artık bitti, özgürce bok atabilirim" gibi değil ama yine de sana bir şey daha söylemem gerek: amma büyütmüşsün sen bu adamı gözünde kızım ya! Gördün değil mi daha doğrusu okudun değil mi son yazdıklarını. Bu mu senin "her şeyi konuşabildiğin" adam? Ya sen ne konuşuyordun o zamanlar bu adamla tam olarak? Ben şöyle bir baktımda, hiç bir şey konuşamazsın şu anda. Hatta o konuşmaya başladığında; takriben ikinci cümleden sonra baygınlık geçirirsin. İnsan aşık olunca sadece kör değil aynı zamanda sağır ve sığ oluyor olmalı.
"Tabi şimdi böyle atıp tutmak kolay, neredeydin o zamanlar" diyebilirsin ama aslında diyemezsin çünkü ben hep buradaydım. Sen beni hiç dinlemedin ki! Bağırdım, çağırdım duymadın. Ne desem kulaklarını tıkadın. Beni itekledin ben de aklın başına gelene kadar kenara çekilmeyi daha uygun buldum. Sanırım bu, çok doğru bir karar da değildi. Belki de ısrar etmeliydim. Bu kadar derin yara alacağını düşünmemiştim. Ben bir kaç sıyrıkla atlatırsın diye umuyordum ama sen abarttın! Yardın kendini resmen, kemiklerin görünüyordu. Ne yapacağımı bilemedim seni ik gördüğümde, neyle kapatacaktım o yarayı, ne bastıracaktım bilemedim. Zaten ne koyarsam koyayım üstü kapanmıyordu ki...
Of neyse ne! Koyma başını yine o cama, uyuklama bakayım. Neredeyse geldik zaten. Sen bu köprüden her geçişinde bir tuhaf oluyorsun biliyorum. Hatırlıyor musun sen İstanbul'a ilk taşındığında her yerde kar vardı. Bursa dan geçiyorduk da karlar altında; radyoda "ölürüm hasretinle" çalıyordu, Grup 84 mü neydi o? Şimdi ne zaman başını yaslayıp cama, burnunun direği sızlasa, gözlerin dolsa o karlı manzara geliyor gözlerimin önüne. Artık o kadar kar yağmıyor değil mi buraya... Ben o bakışı biliyorum, yapma. İçine çekme kokusunu o ellerin, çekme dedim!

24 Mart 2011 Perşembe

KAYIP

 Odanın halısız zemininde boylu boyunca yatan siyah renkli, parlak külotlu çorap; buraya nasıl geldiğini hatırlıyor musun? Soruyorum, çünkü ben hatırlamıyorum. Dün gece, bir saate kadar şimdi yer yer morluklarla bezeli bacaklarımdaydın ama ya sonra? Da neyden sonra? Bir sonra için, bir önce lazım ama bende ikisi de yok. İpin koptuğu yer hakkındaysa en ufak bir fikrim yok. O zaman yeniden başımı beyaz yastığıma koyup, yeniden gözlerimi kapamalı ve hatırlamaya çalışmalıyım. Yastık kılıfının köşesinde ki kırmızı, biri küçük biri orta boy iki damlanın kan olup olmadığını merak etmeye devam etmeliyim. Sırf cevaplarından korkuyorum diye, bu ve benzeri soruları sormaktan kaçınmamalıyım: ben, yatağıma nasıl geldim? Taksi, dolmuş, otobüs... Ama bunlardan herhangi biri ile gelebilmem için bile önce bunlara binmiş, sonra inmiş hatta aralarda bir de para vermiş olmalıyım. İnsan bilinci kapalıyken sadece otomatik vücut hareketlerini devam ettiriyor olmalı diyeceğim ki; yürümek, oturmak, kalkmak gibi ama dolmuş/taksi/otobüs şoförüne "sahilden" demek bir refleks olmasa gerek? O zaman beni buraya kadar biri getirmiş olabilir mi? Olamaz. Getirebilecek tek "biri" ni bırakıp çıktım o yüksek tavanlı, beyaz binadan.


Eski Beyoğlu evleri, her biri artık ofise dönüşmüş evler... Ben çıkıp giderken yerinden kalkmaya bile zahmet etmeyen "biri" nin beni evime kadar getirmiş, soymuş ve yatağıma yatırmış olması imkansız. İşte tam burada yine bu bacaklarımda ki yer yer yer işgal eden morluklara takılıyor gözüm. Nedir bunlar değil derdim, nedendir bunlar? Yani neyden olmuş olabilir? Sanki biri eline bir kepçe alıp orantısız boşluklar bırakarak bacaklarıma vurmuş gibi. Yuvarlakla oval arası lekeler. İçlere doğru yeşilleşen, dışlara doğru mor ve en dışında sarımsı bir halka ile çevrili lekeler. İşaret parmağımla yeşilimsi ortasına bastırınca inliyorum. İnlememem mümkün değil çünkü parmağımın değdiği yer sanki derim değil, derimin altı, sinirlerimin geçtiği bir yerler. Tek bir morluğa dokunmam hepsini acıtmaya yetiyor. Az da değiller ki! Tek bacağımda kalçamdan bileğime kuş bakışı en az sekiz tane var. Bahsi geçen sol bacağım olur; sağ bacağımda rakam beş civarına düşüyor.

O eski Beyoğlu evlerini tavanları neden o kadar yüksek oluyor(muş)? İnsana nedensiz bir ferahlık veriyor. Duvarlar da beyaz zaten sanki Beyoğlu eskiden revirler sokağıymış gibi. Ahşap, gıcırdayan zeminler, tavana kadar uzayan kulplu kapılar. Demir yatak başları olmalı o kapıların örttüğü odalarda. Başka türlü yatak konmaz! Yatak da gıcırdamalı ama sessiz sessiz. Olur ya hani, sadece sağa sola dönerken hissedilen ama duyulmayan türden bir gıcırtı. Sanki yatağın aidiyetini arttırır cinsten bir şey, bir his bu. Şimdi benim sırt üstü uzandığım bu yataksa modern zaman bazalarından. Yerden bilmem kaç santim yüksek, elimi sarkıtsam zemine değemem. Yastığımı, yatağın siyah deri başlığına yaslayıp, ben de ona yaslanıyorum. Bakıyorum üzerimde sadece elbisemin içine giydiğim siyah ipek kombinezon, elimde kolumda kulağımda hiç bir şey yok. Küpe, yüzük, bilezik, kolye, hiç bir şey! Hepsi kaymış düşmüş sanki bir yerlere. Yere eğilip bakıyorum, kırmızı tabanlı siyah topuklu ayakkabılarım, yerde yan yatarak V şekli yapmışlar. En azından onlar gelmiş benimle. Bir de neden sonra gözüme ilişen, ta yatağın diğer ucunun köşesi hizasında yerde toparlak olmuş fuşya rengi elbisem.

Biraz su içip kendime gelmek için yanı başımda duran sehpada ki bardağa uzanıyorum. Uzanıyorum ama suyu içemiyorum çünkü içinde iki yüzük ve bir çift küpe yüzüyor. Elimde ki uzun cam bardağa afallamış bir halde bakıyorum. Bunları bunun içine ben mi koydum? İyi ama neden böyle bir şey yapayım ki? Hani yatmadan önce parmağımdan ve kulağımdan çıkarıp, nereye attığıma bakmadan sehpaya attım desem; hepsini birden bardağın içine isabet ettirmem zor değil mi? Gerçi bardağın ağzı biraz genişce, o yüzden olabilir de ama... Bardağı aynen yerine bırakıyorum ama bırakırken sağ elimin iki tırnağının kırık olduğunu fark ediyorum. Kenardan kırk beş derece eğimle kırıldıkları yerden siyah ojelerim soyulup açılmış. Nefret ederim tırnaklarımın kırılmasından! Beni hiç bir şey o anda yataktan kaldıramaz sanıyordum ama işte şimdi, sırf törpü için kalkmam gerekiyor. Bu şekilde bir dakika daha kalamam bu yatakta. Kalkmak için davranıyorum, ama yok, kalkamıyorum. Sırtım yastığa dayalı, iki elim iki yanımda, öylece kalakalıyorum yatakta. Bir Tarantino filmi sahnesi gibi, siyah ojeli ayak tırnaklarıma bakıyorum oturduğum yerden. Oynatmaya çalışıyorum, bir gayret baş parmağım anlamsız bir kıvrılma ile bana cevap veriyor. Ama yok, daha büyük bir hareket için hazır değil, görebiliyorum. Yeniden sehpada ki altın yüklü bardağı alıp, iki yudum su içiyorum. Tadı daha tuhaf olur zannetsem de değil, belki tad almayı da yarım yamalak beceriyorum şu anda, bilmiyorum ki... Uyandığımdan beri ilk defa, ciddi anlamda korkuyorum. O ana kadar akşamdan kalma, hafıza kaybına uğramış, kafamı bir yere çarpmış ya da komple kendimi bir yere çarpmış olma ihtimallerini kafamdan geçirsem de şimdi gerçekten ne olduğunu bilmek istiyorum! Bana ne olduğunu, neden ve nasıl bu hale geldiğimi bilmek istiyorum! Hatırlamak istiyorum!

23 Mart 2011 Çarşamba

IŞINLA BENİ SCOTTY!

Koruma kalkanları devrede!

Bu komut; benim sevgili beynimin, sevgili vücuduma en çok verdiği komut olabilir. Bir de kadar hızlı gerçekleşiyor ki; ben bile şaşırıyorum.
Her şey yolundaymış ya da normalmiş gibi yapmak çok da zor değil. Özellikle de bunu çok uzun zamandır yapıyorsanız. Ama bu, tek hamlede, benim beynime onlarca soru doluşmasına engel olmuyor işte! Dışarıdan ne kadar kontrollü duruyorsa bünye, içeriden de bir o kadar kontrolü kaybetmiş vaziyette çırpınıyor. O zaman başlıyorum ben o kapanma seslerini duymaya; iniyor kapılar birer birer. Eğer ben elimi kolumu koyacak yer bulamıyorsam, yönsüz bir şekilde (bkz: başı kesik tavuk) sağda solda dolanıyorsam biline ki iç çırpınmalar başlamış. Savaşıyorum yine bir şeylerle içten içe... Sessiz sedasız savaşmayı becerebiliyorum bir zamandır. Asker yığmadan, bir kaç tetikçi hamlesiyle hatta susturucu kullanarak durduruyorum gelmekte olanları. Gel gör ki yoruluyorum. Sessiz halletmek, çıngar çıkarmaktan daha zor ve daha meşakkatli.
Ha tabi bir yolu daha var: bırakmak. Ama ben ne zaman ki o kalkanları geç çalıştırsam yahut bin (bir de değil) cesaret "boşver kalkanı falan, ne olacaksa olsun" desem; yüz üstü bile değil, gayet kıç üstü oturuyorum. Sonra gelsin hayıflanmalar... Pişmanlık duymamayı öğrendim en azından. Çünkü faydasıı olmadığını öğrendim. Olan biten her şeyi, biz bizzat kendimiz yapıyorsak, yani kimse bize silah, top, tüfek, bazuka filan dayamıyorsa, o zaman sonuçları da göze alıyoruz demektir. Ve kabul edelim ki çoğu zaman da o sonucu ta başından biliyoruz. Ama ben zaten çok becerikli sayılmam, tecrübeli hiç sayılmam. İşte bu yüzden de ne zaman o kalkanları indirsem gelecek olanı göremiyorum. Gördüğümü sandığım şey, çok sıcak bir havada uzağa baktığınızda oynaşan silüetler gibi, tan anlaşılamayan resimler oluyor. Sonra ben onları bir şeylere yoruyorum. Kabak tadında bir rüya yorumu kadar başarılı oluyorum!
Neye ihtiyacım olduğunu biliyorum: sabır. Bende yeterince var da etrafımda yeterince var mı, bilmiyorum. Böyle zamanlar için tek bir cümlem var: Işınla beni Scotty! Ben bir gezip geleceğim.

12 Mart 2011 Cumartesi

barika'nın kuyusu: 8,9...

barika'nın kuyusu: 8,9...: "Bu hayatta ödümün patladığı iki şey var: biri çekirgeler. Yazarken bile tel tel geriliyorum. Nedenini bilmiyorum, mantıklı bir açıklama..."

8,9...

Bu hayatta ödümün patladığı iki şey var: biri çekirgeler. Yazarken bile tel tel geriliyorum. Nedenini bilmiyorum, mantıklı bir açıklaması yok ama sevmiyorum. Korkuyorum. Ben korkuyorum ya, yıllar önce bir kır yürüyüşünde ayağımı bastığım yerden irice bir tanesi sıçrayıp tam alnıma çarpmıştı. Nasıl oldu da bayılmadım o gün bilmiyorum. Ama mesela şu anda bunları yazarken kaşınıyorum. Of hem de nasıl!
Her neyse ikincisi de: deprem. O kadar korkuyorum ki; donup kalıyorum. Hatta kalakalıyorum. Böyle çizgil filmlerde soğuktan donan karakter gibi kalıp halinde bir yerden bir yere taşınabilirim mesela. Tamam vakt-i zamanında yaşadığım yer nedeniyle depreme biraz bağışıklık kazanmış olmalıyım ama yapmayın, insanlar bağışıklık kazanırlarsa onun adı zaten korku olmaz.
Ben taşınmadan hemen önce, şehirde aynı gün içinde ard arda 5 şiddetlerinde depremler olmuştu. Ben kendimi bir yere atamadığım, daha ziyade ellerim masanın ahşabına, kıçım da koltuğa kaynamış bir halde olduğum yerde oturduğum için, arkadaşım beni resmen sürükleyerek dışarı çıkarmıştı. Bin bir zorlukla merdivenlerden inip nihayet sokağa çıktığımızda dışarı attığım ilk adımın tam önünde gri, kocaman bir çekirge duruyordu. Tanrının beni sınadığı günlerden biri! Sanırsın orman kenarında çalışıyoruz. Yahut kırsal alanda. Ya orası şehrin en işlek caddesi. Göbeği, kalbi, vesairesi. Ne işi var elim kadar zıplama meraklısı gereksiz hayvanın orada? Ya da neden o gün? Artçı kalp krizi geçirmiştim resmen.
Neden anlattım bunları? Çünkü benim hayal gücümün bile sınırlandığı bir yer Japonya da ki deprem. Yani ben hayal edemiyorum bir yer nasıl bu kadar büyük bir şiddetle sallanabilir? Her Türk gibi sakın ha "ya bizde..." ile başlayan cümleler kurmayın, gerek yok. Olmaz öyle şey. Tanrı her ülkenin dağına göre kar veriyor. Bakınız: neden bizim ülkemizde tsunami ya da hortum-kasırga felaketleri yaşanmaz? Onlar yaşanacak olsa bizim ülkeyi hiç kurmamıza gerek yoktu da ondan. İşte bizim baş edemeyeceğimiz kardan neyse ki bize yağmıyor da ama bu da her dağa fazla gelecek bir kar kardeşim ya!
Bununla ilgili gördüğüm en iç acıtan ama en sade vurguyu bir illüstratör yapmış. Ben bugün tanıdım, tanımayanlarda tanısın: Aled Lewis. Buyurun buradan bakın resme: http://aledknowsbest.com/post/3789083303

11 Mart 2011 Cuma

SENE SONU GELMEDEN

Çok kararsız kaldığım zamanlar oldu. Bitiremediğim şeyler yüzünden… Normalde her şeyin bir kullanma süresi vardır evet ve ben bazılarının ki geçtiği halde hala kullanmaya çalışıyorum. Artık akıp koktuğu halde yani. Burnumu tıkayıp, yutuyorum.


Yahu saçma sapan şeyleri özlüyorum. Bu akşam birden aynanın önünde rimeli sürerken elim o kadar titriyor ki ben bile inanamıyorum kendime! Veya bordo ojeyi yamalarken neredeyse değil parmağıma elime sürüyorum mereti! Hala mı heyecanlanıyorum yoksa kendimi mi zorluyorum? Yok zorlamıyorum. Zorla heyecanlanamıyor zaten insan. Geçen sefer böyle olmamıştım sanırım, yoksa olmuş muydum? Yine elim ayağım boşalmış mıydı böyle? Of bir de şu hiçbir şey yokmuş gibi yapma faslı var ya; asıl o yoruyor işte. Dik dur, bakma, dönme, her lafa atlama, çok konuşma, soru sorma, ilgilenme… Nefes da almayayım istersen! Tövbe tövbe.

Öyle olmuyor ama işte. Kafanın içinde ki büyük ihtimalle mantık denen şey, sana sürekli şunu diyor: saçmalıyorsun Barika! Abartıyorsun Barika! Yuh artık hala mı Barika? Bir yıl oldu neredeyse, hala mı?

Hala ulan! Var mı itirazı olan? Ben böyle bildiğiniz takıntılı, kendi kendine eziyet etmeye meraklı, manyağın biriyim. Nefret ediyorum, sinir oluyorum, kızıyorum, eeeh yeter diyorum sonra da kıyamıyorum. Sesine, sözüne, yüzüne kıyamıyorum. Cümleler içinde ki kelimelerin bazılarının hatıra yaratmasından nefret ediyorum! Ediyorum ama önüne geçemiyorum. Ama bir tek bana bir şey ifade ediyor ya, bunu biliyorum, en çok da ona bozuluyorum. Susacağım diyorum ama konuşuyorum, dayanamıyorum. Ta yutağıma kadar dizilmiş her şey, mide zaten dolu. Lanet olasıcalar, dizim dizim diziliyorlar boğazıma, yol oluyorlar. Yutamıyorum tabi bende, yutkunamıyorum.

Gideceğim ulan tamam! Yine gideceğim, yine geleceğim, bir şeyler değişecek bir şeyler değişmeyecek. Al işte bak Candan çalıyor tam şu anda, Mühim değil : bitti buraya kadarmış dedim, unuttum bile dedim, avuttum kendimi sözde… Ne bu şimdi, işaret mi? Değil tabi ki! O şarkı, benim yaptığım çalma listesinin içinde bir şarkı, Tanrı koymadı playlistime, ben koydum.

Ben o sabah, arabanın camına başımı yaslayıp midem neredeyse ağzımda saatlerce yol gittim. Başka bir dilde, başka milletlerden insanlara dert anlattım ki ana dilimi bile konuşacak halde değildim. Ben o gün, sadece bir dilim elma ve yarım fincan kahveden fazlasını ağzıma süremedim. Öğk, arabeskin de dibini görmüştüm. Ne yalan söyleyeyim ki? Bedbaht ve berbat bir haldeydim. Uyumamıştım, uyuduğumu sandığım sürece “onu” uyumuştum, sabahın bir saati bir telefonla apar topar uyanmıştım. O gün, bana kim ne sorsa ben değil, benim “zor zamanlar versiyonum” cevap verdi. O versiyon ki daha önce de anlar-durumlar kurtardı. Annem ilaçlar yüzünden ağırlaştığında ve ben toplantı odasında ağlarken, çalan telefonda ki kumaşçıya renk anlatan da o versiyondu, ben değildim. O günde tüm günü ben değil o idare etti. Asıl ben, gayet içeri çekilip, sabah duş yapacak dahi vakti kalmayan bir saatte uyandığı içini, üzerine sinen kokuyu her nefeste almak zorunda kalarak hesap yapıyordu. Her dakikayı, her anı, bir tür işkence kaseti izler gibi kare kare, kanırtarak yeniden gözünün önüne getirip, anlamaya çalışıyordu. Ki anlayamıyordu. Çünkü o kadar basitti ki bu kadar basit olmasını kabul edemediği için başka başka, alengirli sebepler arıyordu. Ama yoktu! Yok! Sonradan onun ağzından da pardon klavyesinden de öğreneceği gibi, öyle derin-manalı bir sebep yoktu. Hatta sebep bile yoktu.

Tamam ya! Geçmiş, geçmişte kalsın. Yok, önce bir “geçmiş olsun”, önce bir geçsin. Hayal kurmak için önce ona bir ihtiyacın olmasın ya da hayal kurduğun anlarda adı aklına bir şekilde gelmesin, ondan sonra. Ondan sonra bir bakmışsın oooo, ama dur haksızlık yapmayalım. O kadar kötü değildim, bu sefer sanki biraz daha mı iyiydim? Yoksa yazdıkça mı iyi oldum? Yazmaya başlarken saçma bir ruh hali içindeydim ama geçti şimdi. Bak yukarıda yazdıklarım bir fazla, bir ağır, bir abartılı geldi! Silsem diyeceğim, yok, kalsın. O da benim, bu da benim. Ben böyleyim. Sac ekmeği gibi, bir öyle bir böyle. Bu konularda dengesizim. Yoktan konu yaratırım hatta ünitelere bölerim, sömestre kadar sürer. İkinci yarı yıldayım ama ben şimdi. Ara karnem zayıf dolu. Yaza kadar kurtarmam lazım.

10 Mart 2011 Perşembe

BLOK

Yazmamaya karar vermiştim bloglar açılana kadar. Sonra dedim ki ne önemi var? Aklımdan her gün onlarca cümle geçiyor hatta bazen baya baya paragraflar yazıyorum kafamdan ama sonra hepsi uçup gidiyor. Benim meşhur "dory" hafızamdan tersi beklenemez zaten.
Hava burada 20 küsur derece,  beni yemeseler bile etrafımda dönen sivrisinekler var, arka fonda Aylin Aslım "aşk geri gelir" diyor. Bilmem gelir mi? Gitti yine. Zaten böyle bir kaç senede bir gelip gitmezse olmaz. Komik olan; gittiğinde sanki hiç burada değilmiş gibi oluyor. Sanki hiç gelmemiş, hiç ayağını bacağını orta sehpaya uzatıp oturmamış, kanepeye yayılmamış, yemeklerin üstünden hiç tırtıklamamış gibi oluyor. Bir zamanlar var olduğu yerde şimdi hiçbir şey yok ama bir zamandır artık rahatsız da etmiyor bu boşluk. Ha sanki ben değilim kendine ait her şeyi kendinden öteye iteleyen zamanında. Bu ne hızlı silmedir yahu! Demiştim muhatabına da; benden beklenmedik bir hızda silebilirim silmeye karar verdiklerimi. Silmem gerekenleri değil, çünkü; gerekçeden öte benim bizzat kendi kararım gerekiyor silebilmek için.
Yoksa hala aynı yerde olduğumuz, hala etrafında döndüğümüz, hala "acaba" lar yüklü hikayelerimiz var, yok değil. Belki bir gün onları da silmeye karar veririm. Benim eşiklerimin yükseklikleri biraz tuhaftır, malum.
Ama mesela ben Digitürk ü sildim defterden! Buraya nasıl atladık demeyin atladık işte. Düğüm yeri biraz garip durdu evet ama bağladım ben tamam, çekiştirmeyin artık, açılmaz, sağlam. Yahu, ayıp değil mi? Ne yapalım yani? Onlarca konu, yüzlerce cümle, binlerce kelime içimizde mi dursun? Göğe mi bağıralım? Hani "söz uçar, yazı kalır" dı. Yoksa ondan mı oldu aslında bunlar. Böyle bir zamandan beri insanlar şunun bunun, onun bunun hakkında yazıyorlar diye mi oldu? Ya da ben paranoyak mı oldum? Yahu, olacak iş mi bu? Bak yine sinirlendim. Sildim zaten kardeşim! İptal ediyorum! Siz de edin. Ettirin. Etmeyeni bloklayın. Hayır blog değil, bildiğiniz blok...

2 Mart 2011 Çarşamba

SAÇMALAYAN YAZI

Barcelona, Arsenal’e yenildi ya; nasıl garip geldi, biliyor musun? Zaten Barca nın taraftarları maç izlemiyorlarmış artık sıkıntıdan. Ben olsam diyeceğim; olamam, ben Beşiktaşlıyım. Hala acıların çocuğu, güya vefakar ve cefakar ama yol yol ve yer yer enayi. Enayi yerine konmakla ilgili bir problemimiz var zaten. Bir de demezler mi “beğenmeyen stada gelmesin” diye. Biz beğenmediklerimize “gelmeyin” desek, stadın vip kısmında in-cin top oynar.
Oscarları verdiler. Valla ne yalan söyleyeyim, ben baya şaşırdım. Bütün o görkemli ve gişeli filmler dururken neden Zoraki Kral ‘a verdiler dersin ödülü? Her şeye sahip olabilecekken bir şeylere sahip olamadığı için hayatı aksayan insanların bu aksaklığın üstesinden gelişini mi yoksa cesaret, azim, sevgi, sabır ve bıdı bıdı ile aşılamayacak engel yoktur olgusunu izlemeyi mi seviyoruz? Hiç sıkılmadık bu hikayeden ve hiç de sıkılmayacağız. Nerdeyse hepsi buradan yola çıkmamış mıydı zaten: True Grit, King’s Speech, The Fighter. Bu çok dokunaklı ve ilham verici bir hikaye, orası kesin. Bizi bir şekilde bir yerimizden yakalıyor işte.
Kesin olan bir başka şey de bir gün o kırmızı halının kenarında durup çığlıklar atarak yıldızlara bağırmayı deneyeceğim. Robert Downey JR geçerken, halıyı altından çekeceğim ki düşsün bende halıyla beraber onu da çekebileyim kendime doğru. O kırmızı halıdan geçen sevgili sinemacı kuzenimse bana el sallamakla yetinecek. “Ah tanrım, nereden nereye geldik” diyeceğim bende. Ve Cate Blanchett neden bu kadar güzel? Yahut nasıl olup da bu kadar güzel? O berbat elbisenin içinde bile ışıldayabiliyorsa bir kadın, gerçekten çok ama çok güzel olmalı. Bir de hiç zorlanmadan sempatik olabilmeli Sandra Bullock gibi mesela. Zaten zorlanınca sempatik olunamıyor, daha çok çıngırak yutmuş gibi gereksiz her yerde, gereksiz her şeyi yaparak sadece rahatsızlık veriyor insan. Bu kadar çok ötmemek lazım!
Blogları kapatıyorlar; tek tek değil canım, toptan. Neden önemli? Çünkü bu da bir blog: bkz: okuyorsunuz. Ama ondan önemlisi, bu, benim hayatımın bir parçası. Günlük, sırdaş, oda, hücre, ev, yatak, meydan, sahne… Hepsi. Elimden alabilme yetkisini ne Digitürk e ne de bir başkasına veremezsiniz. Ben vermedim. E benim bloğum, yetkiyi de ben vermedim, kim verdi? Babası kim bu çocukların yahu!
Darmadağınık yazdım çünkü kafamda darmadağınık oldu. İş, güç, bi dünya saçmalık. Ha benim bu dağınık kafamı bir şişe beyaz şarap eşliğinde aralayabilen arkadaşlar da oldu, olmadı değil. Hatta bir de üzerinde Kıvanç Tatlıtuğ yatan (resim olarak yahu) bir pasta ile bana sürpriz yapan arkadaşlar bile oldu! (Ah insan, o pastayı kesmeye neresinden başlayacağını sapıtıyor. E yatıyor adam öyle, boylu boyunca kremalar içinde, ne yapayım?) Velhasıl kelam, şanslı bir kulum bu dünyada aslında.

1 Mart 2011 Salı

BLOGLARI KAPATAN VE KAPATTIRAN "MEDENİ" ZİHNİYETE METHİYEDİR!

NE SÖYLEYECEĞİMİZE, NEREDE VE NASIL SÖYLEYECEĞİMİZE
NE DÜŞÜNECEĞİMİZE YA DA NE HAKKINDA DÜŞÜNECEĞİMİZE
NEYE İNANIP NEYE İNANMAYACAĞIMIZA
NEREDE DURACAĞIMIZA
NE ZAMAN KOŞACAĞIMIZA
KİME AĞZIMIZ DOLUSU KÜFÜR EDİP
KİMİ BAĞRIMIZA BASACAĞIMIZA
KİME DİŞ BİLEYİP
KİME METHİYELER DÜZECEĞİMİZE
BİZİM YERİMİZE
KİM VE NASIL KARAR VEREBİLİR?
EN BASİT VE EN TEMEL ÖZGÜRLÜKLER BİLE PEŞİNDE KOŞULMASI GEREKEN HAKLAR HALİNE GELİYORSA EĞER, KİM İFADE SERBESTLİĞİNDEN BAHSEDEBİLİR
GÖRDÜKLERİMİZİ, DUYDUKLARIMIZI, YAŞADIKLARIMIZI, İNANDIKLARIMIZI, DÜŞÜNDÜKLERİMİZİ, HİSSETTİKLERİMİZİ PAYLAŞMAYACAKSAK;
BERABER YAŞAMAMIZIN NEDENİ NEDİR?
HEPİMİZİ BİR F TİPİNE KAPATIN!
HEPİMİZ TEK TİP, SİZ NE İSTİYORSANIZ, ONDAN OLALIM!
AMA SİZ KİMSİNİZ? NESİNİZ?
BANA "MUASIR MEDENİYET SEVİYESİ" DENEN ŞEYİN NERESİNDE OLDUĞUMUZU KİM SÖYLEYEBİLİR?