28 Kasım 2010 Pazar

SAHNEYİ BOŞALTIN, SIRAM GELDİ.

Endişeye mahal yok. Bu yazı bundan yaklaşık 1 ay önce yazılmıştır.

Hiç başıma gelmemiş şey kendimi yataktan kaldıramamak. Belimden aşağısı tutmadı, boynumdan yukarısı hareket etmedi. Korkmadım desem yalan olur. Hani hatırlıyorum gözümü açtığımı ama ne zaman yeniden kapattığımı hatırlamıyorum.
Hiç başıma gelmemiş şey bir sabahta 3 kere yeniden uyanmak ve her seferinde sıfırdan uyanır gibi olmak ve her seferinde yeniden dalıp gitmek. Kontrolsüz... Bayılmak gibi sanki.
Dişlerimi çok sıkmaktan çenemde ki ağrıya, belli saatlerde mideme saplanan sancıya alıştım artık. O meşhur ağrılarıma da. Ama hiç başıma gelmemiş şey gözümü açamamak. Belki 24 saatlik yemeksizlikten isyan etti de vücut; "yat aşağı" dedi benim onu her kaldırışımda. Ya da belki son zamanlarda ki düzensiz uykuların intikamını alıyordu benden.
Bundan iki yıl önce, evde yalnızken hastalandığım zaman geldi aklıma. Nasıl kendimi o yataktan kaldıramadığım. Sesimi duyurabileceğim biri zaten yoktu evde ama benim meşhur sesimin de duyulacak hali yoktu o sırada. Hastalık, yalnızken daha çekilmezdir. Ben bunu birine de söylemiştim sanırım. Neyse... Önemi yok. Bir tek o zaman korkmuştum bu kadar zamandan sonra. Burada bugün bana bir şey olsa kimin ruhu duyar demiştim kendi kendime. Hasta insanda normalden daha bozuk bir psikoloji ve daha melankolik bir yapı olduğunun ispatı olarak alabiliriz bunu sanırım. Çok uzun zamandır hasta olmamam da belki bu yüzdendir.
Tek başıma kalmaya başlamam aşağı yukarı 3 yıl öncesine denk geliyor. Hatta sanırım aştı bile. Çok az şeyden korkar olmamdan olsa gerek hiç zorlanmadım geceleri uyurken. Apartmana, 9.katta ki daireme kadar uzanan bir iskele kurulduğu o bir hafta hariç. Apartamanın dışı boyanana kadar her gece iskeleye çarpan ipleri, evime girmeye çalışan adamlar sanarak uyandım. Tek başıma yaşadığım bunca zamanda bir tek geceleri banyo yapmaya alışamadım. İnsanın en savunmasız olduğu zaman, o zaman çünkü. Tamamen çırılçıplak olmak bir yana, her anlamda her şeye hazırlıksız oluyor bence insan. Sanırım bu yüzden hala sabahları banyo yaparım. Sabah kaçta kalkacak olursam olayım; altı, beş hatta dört, hiç fark etmez, saatimi yarım saat erkene kurar; yine sabah banyoya girerim. Ve asla saçlarımı kurutmam. Kurutamam. O sıcak hava beni biraz daraltıyor da...
Tek başıma kalmamın aynı anda hem iyi hem kötü olduğu bir zaman dilimi bu. Hem yanımda birileri olsun isteyip hem de kimseyi istemediğim bir zaman. Zor olanlardan biri de bu kararsızlık, bu ne istediğini bilmezlik... Ama pek de bilmediğim, tanımadığım bir ruh hali değil. Hatta şifasını bile biliyorum.O yüzden de sadece bekliyorum. Zamanımı bekliyorum. Sonuçta herkesin bir sahne sırası var değil mi?

25 Kasım 2010 Perşembe

10 KAPLAN GÜCÜNDE ANNE DUASI

Jason Mraz dan Details in the Fabric. Bu aralar bana derman olan parça budur. Gelsin...

Bir kere daha kanıtlanmıştır ki anne duası, bu evrende ki en güçlü büyüdür. En güçlü duadır. Hiç bir şeyin engel olamayacağı, gerçekleşmesi zaruri tek dilektir. Ve fakat neden bilmem annem hiç böyle gönülden mal, mülk dilemediğinden olacak çulsuzluğum bakidir.
Demem o ki anneciğim, sen devam et dilin yettiğince bizler için dua etmeye. (bkz: iş, güç, kariyer, iyilik, sağlık vs.) Bugün de altını çizdiğim üzere; biz sana zaten hep duacıyız.

24 Kasım 2010 Çarşamba

HAYALET

Avaz avaz bağırasım var. Böyle baya yüksek bir yerlerden aşağıya doğru ya da bir kuyunun içine ya da dört duvarın dördüne birden aynı anda... Belki yeterince güçlü bağırırsam; tam boğazımda duran yumağı çözebilirim. Ama belki de sadece gırtlağımı parçalarım, o kadar. Yani belki de sadece kendimi kandırıyorumdur. Aslında canımın yandığı falan yoktur. O kadar uzun zaman yanmıştır ki, şimdi geçmiş olsa bile sırf ben artık onun varlığını kanıksadığımdan hala oradadır sanıyorumdur. Hani Fantom Uzuv diye bir hastalık varmış ya, insanlar bir uzuvlarını kaybettiklerinde beyin bunu reddedip; o organ hala varmış gibi davranabiliyormuş. Yani sağ elini kaybeden bir adamın inatla bardağı sağ eli ile kavramaya çalışmaya devam etmesi gibi. Hatta o organa ait acıyı bile çekmeye devam ediyorlarmış. Belki de bende de durum budur. Belki benim yanıklarım da artık sadece birer hayaldir. Belki bu boğazımda ki yumruyu ben yutalı çok olmuştur da ben hala o orada zannedip boşa nefesimi zorluyorumdur. Belki yutkunamamam artık ondan değil sadece bendendir.
Peki ayırt edebilmek için bir yöntem var mı?

22 Kasım 2010 Pazartesi

TATİLDE NELER YAPTIK KOMPOZİSYONU...

Sezen Aksu / Allahın varsa…
(Kurabiye gibi çocuklar dedi ya! Nasıl bir kadınsın sen?)


Uzun tatil, iyi bir şey değil ama bu tamamen benim şahsi kanaatim. Yani “saçmalama” ile başlayan tüm karşıt yanıtlarınızı sunabilirsiniz. Hele de böyle 10 günler sürenler hepten tuhaf. Sabahları 9 da kalk ( benim sevgili babam saat 9 oldu mu “hadi kalk kızım saat 11 oldu, bayramda bu kadar yatılır mı” nidası ile odaya girer çünkü babamın kullandığı saat dilimi başka bir meridyen ve paralelden geçiyor), güneşli balkonda kahvaltını yap, gazeteni oku, çayını iç, bilgisayarı aç sağa sola sataş, birkaç bir şey oku, sonra gelsin kahveler (sonra da neden bu midem hep ağrıyor benim de). Öğle yemeğine ne yesek konulu günlük tartışma programına müteakip (bu yüzden kilo alıyorum ben eve gidince. Yahu bizimkiler daha bir sofra toplanmadan ertesi öğüne dair plan yapmaya başlıyorlar. Ben ve sindirim sistemim kendilerine yetişemiyoruz!) televizyonda izleyecek bir şey var mı acaba çıkmazına gir. Ki yok! Allah için, evde oturanlara acımamak elde değil. Görsel medyanın durumu içler acısı…
O arada komşularla, arkadaşlarla herkesle dedikodunun dibine vur! Bayram bayram cehennemi garantile, yerini sağlamlaştır.
Büttttüüün bu ritüel hep devam etsin ama tamam mı? Şaka bir yana en garibi uzun aralardan sonra yeniden anne-babayla aynı evde olma kısmına adapte olmak. Evde hep birileri var. Ne yediğinle ne içtiğinle ilgilenen, gece iyi uyudun mu, üşüdün mü diye soran, sabah kahvaltısına tahin-pekmez yapan, her sabah senin için yumurta haşlayan, patates kızartan, sen istedin diye bir kazan aşure pişiren, geç kalıp otobüsü kaçırınca seni taa gelip Konak tan arabayla alan… Buna uyum sağlamaya başlarken biter bu düzen ve sonra sen elinde bir koca valiz, bir laptop, bir çuval boy çanta ve en son olarakta çantalı çift kişilik nevresim takımı ile sabahın 2 sinde, dımdızlak kalakalırsın Bostancı Gösteri Merkezi nin önünde. Olacak iş mi?
Ve tabi yıllar geçse de değişmediği için Allaha şükrettiğim dostlukları düzeni hiç bozulmadan yaşamak. Ancak birkaç ayda bir görsem de her seferinde o masadan sanki daha dün akşam kalkmışım gibi geri oturabildim. Oturabiliyorum. Yüzümde ki her çizgiyi, her mimiği bilen insanlara dert anlatmak zorunda kalmıyorum. Fütursuzca konuşuyorum, gülüyorum ve asla “acaba” lar doluşmuyor kafamın içine. Ki biz kavgalar, gürültüler, kırgınlıklar, kızgınlıklar atlattık. Ama bir yerde tutturduk kıvamı: biz asla birbirimizden vazgeçmedik!
Velhasıl kelam, uzun ev tatilleri insanda bir tür jet lag yaratıyor. Saat farkından ziyade düzen farkı nedeniyle. Ve ben her seferinde aidiyet sorunumu tekrarlıyorum bu aralar. Kendimi bir yoklamadır gidiyor. Nerede, nasıl olduğuma, kim olduğuma, nereye ait olduğuma ve aslında bir yere ait olup olmadığıma dair. Cevabını henüz veremediğim ve hatta her seferinde farklı cevaplar verdiğim bir soru yumağı bu.

19 Kasım 2010 Cuma

TASMA

Bir elektrik direğine bağlamıştım ipin ucunu. Ben dönene kadar orada beni beklemesi için...
Asla sözümü dinlemeyen, nerede ne yapacağı belli olmayan, uysallıktan nasibini almamış bir ruh halindeydi her zaman ki gibi. Biz oraya gelene kadar kaç kere yoldan geçenlere hırlamış, ben ne kadar çekiştirirsem çekiştireyim kaç kere uçlarından salyalar akan dişlerini gösterip etrafımızdakilere doğru kendini öne atmıştı. Her geçen gün zapt edilmesi daha zor bir hale geliyordu. Ama benim suçumdu.
Çok uzun bir zaman karanlıkta tuttum onu, aç bıraktım. Neredeyse ağlamaya varan yalvarışlarını duymazdan geldim. Derisi kemiklerine yapışmaya başladığında ve her bir kemiği artık tüyü dökülmüş o deriyle dahi sayılabilir hale geldiğinde bile insaf etmedim. Önünde artık örümcek ağı bağlamış o kaplar hep boş kaldı.
Hak ettiğini düşünmeseydim yapmazdım bunu. Bu kadar ileri gitmezdim. Basit bir ceza yeterli olurdu. Bir gün dışarı çıkma yasağı ya da ne bileyim bir öğünü atlamak gibi. Ama suçu büyüktü bana göre. En olmadık zamanda en olmadık insana saldırmıştı. Herkes olabilirdi ama O olamazdı. Ona değer vermiştim çünkü. Hayatımda ilk defa birisine bu kadar değer vermiştim. Kendimden bile sakınırken, ben bile dokunamazken nasıl olur da o sivri, beyaz dişlerini ona geçirebilmişti? Dişinin ilk girdiği yerden sızmaya başlayan kanın tadından delirip daha derine, daha derine nasıl inebilmişti? Ben o tasmayı yeniden yakalayıp onu dizginleyene kadar nasıl olmuştu da o baldırlar, o kasıklar bir hamlede paramparça oluvermişti?
Gözümün önünde elimden nasıl olupta kaçabilmişti?
Ben elimde tasma, tasmanın ucunda hala hırıldayan kanlı bir nefes, yerde parçalanmş etlerini toplamaya çalışan O... Manzara öyle iç kaldırıcı ve öyle ilkeldi ki; herkes aynı anda mağaralarına geri çekilmeliydi.
Tabi ki bir daha görmedim Onu, tabi ki topladı etlerini, liflerini çekti gitti hayatımdan. Sadece kendisi yaralandı, berelendi sandı ama hayır. Hem ben bu travmanın içinde kaldım hem tasmanın ucunda ki... Ama tek pişman olmayan da oydu çünkü onun öyle bir duygudan haberi bile yoktu.
Bir elektrik direğine bağlamıştım ipin ucunu. Ben dönene kadar beni orada beklesin diye... Dönüğümde hala oradaydı. Zor nefes alan bedenini, kirlenmiş ayaklarının üzerine yatırmış, yarı kapalı gözleri ile hala hırıldayarak oradaydı.

18 Kasım 2010 Perşembe

WILLIAM DA EVLENDİ, ARTIK SIRA HENRY DE...

Yazmayayım yazmayayım dedim ama dayanamadım. Bünyenin alışık olmadığı kadar fazla televiziya haberine boğulduğumdan olacak bu Prens William ın evliliği bana nedense pek bir koydu. Annesinin -ki çok severdim- cenazesini, annemle beraber ta kortejin başından itibaren canlı yayında izleyip, en son rekek kardeşinin kilisede ki tören konuşması esnasında bildiğimiz "yazzık ya" nidalarıyla ağladığımız William çocuk; büyüdü ve de sevdiği kızla evlenmeye karar verdi.
Annesi olarak bağrımıza bastığımız Lady Diana, çok uzun yıllar bizim için mutsuz evlilik, ilgisiz koca, mendebur kaynana gibi problemlerin ne kadar evrensel olduğunun ispatı oldu. Kadıncağız parmağında bilmem kaç karatlık elmas, üzerinde bilmem kaç poundluk ipek tayyörle gezerken biz, onun için için nasıl azap çektiğini bildik hep. Dünya tarihinde kendisiyle bu kadar empati kurulabilen kraliyet ailesi mensubu yoktur herhalde.
Çok ciddiyim, dün akşam en son Di'nin yüzüğünü taktığı o Kate denen kızla (ama kızı sevdim ben, güzel gülüyor çünkü) Wiliam ı yanyana görünce içim bir cız etti. Diana benim alt komşum hatta yok, yok üniversite yıllarından arkadaşımmış da ben de oğlunun mürüvvetini görmüşüm gibi hissettim. Londra dan bildiren bir arkadaşım "burada herkes bu haberi konuşuyor" dedi. Normaldir orası Londra da biz neden bunu konuşuyoruz iki gündür. Ya da ben neden yazıyorum şimdi bunun hakkında? Küreselleşme ile alakalı bir yorum yapılabilir bunun için ama bence asıl cevap; yıllar önce de İran şahı Pehlevi nin karısı Soraya yı prenses Süreyya olarak bağrına basan, Grace Kelly ölünce ah eden, Stephanie nin kötü yola düşmesine vah eden bir millet olmamızdadır.
Vesselam, severiz biz bu masal kahramanlarını.

17 Kasım 2010 Çarşamba

CEZANNE IN ELMA SEPETİ

Yerde ki cam kırıklarına basmamak için dikkat etmek zorundaydım. Bir seferde üç beş iri parçaya bölünüp kırılan eşyaları toplamak kolaydır da daha yere değer değmez binlerce parçaya ayrılıp etrafa tuz ve buz olarak dağılanları toplayamazsınız. Hem vakitsizlikten hem de bu gereksizlikten ötürü toplamadan çıkmıştım zemini kaplayan cam tabağı. Tabağın havada süzülüp yere düştüğü anı, ağır çekim bir film sahnesi gibi gözümün önüne getirdim. Ve o tabağın arkasında, onu az önce elinden çıkaran adamın yüzündeki bakışı da… O tabağın beni durduracağına kendisi de inanmamıştı fırlatırken ki yüzündeki o çaresizlikle karışık korku ifadesi de bundandı. Tabak tam ayağımın bir santim önünde yere düşüp anında parçalara ayrıldığında ben sadece bir kolumu kaldırıp yüzüme siper etmiştim.

Kırmızı tabanlı siyah topuklu ayakkabılarımın burnuyla önümde duran camları itekleyerek kendime yol araladım. Halının tüylerinin arasına karışanları da ayağımla eziyordum yürürken. O akşam iş bittikten sonra alınması gereken her şeyi almadan çıktığım için kendime kızmayı yeni bırakmıştım. Yarım bırakılacak iş miydi bu? Hem de böyle bir zamanda! Üzerinden günler geçince beyaz halıdaki kan izleri artık turuncuya çalan bir renk almıştı. Orta sehpayla büyük ikili koltuğun arasından ince siyah çorabımı bir yere takıp da kaçırmadan geçmek için uğraşırken koltuğun altından doğru görünen mavi bir dosya kenarı fark ettim. Bütün o itiş kakış sırasında elimden fırlayıp nereye gittiğini göremediğim dosya olsa gerekti. Orta sehpanın kenarına oturup, koltuğun altına doğru eğildim. Mavi dosyayı görünen ucundan çekip dışarı çıkardım.

“İyi ama neden?” demişti bana ağzının kenarından ve burnundan iğrenç salyaları ve sümükleri akarken. İlla nedenini bilmesi gerekirmiş gibi. Sanki nedenini bilmezmiş gibi! Bilmiyor olabilir miydi ki gerçekten? Kafamı iki yana salladım bir şeyleri yerine koymak ister gibi. Tabi ki olamazdı! İnsan onca berbat şey yaptıktan sonra bir gün bunların cezasını ödemeyeceğini ve her şeyin sanki normalmiş gibi gideceğini gerçekten düşünebilir miydi? Çalınan paraların hesabının sorulmayacağına inanarak o paralarla açılan şişelerden alkole bulanınca unutuyor muydu bu insanlar gerçekten o paralara sahip olmak için yaptıklarını? Marmara denizinin dibinde yatan yahut yatamayıp da karaya vuran, yüzeye çıkan vücut parçalarını bütün halinden bu haline getirenler; nasıl yiyebiliyordu bembeyaz porselen tabakların üzerine kanlarını yayarak o biftekleri? Yatağın kenarından bileği jiletli kolu sarkan o kadının kocası nasıl bu kadar rahat metresinin üzerinde, arkasında, önünde gidip gelebiliyordu? İnsan hafızası fil değil belki ama neden hep balık olmayı tercih ediyor? Yaptıklarını hafsalalarında tutamayacakları için hızla atıyorlar güya. Ama öyle kolay değil, onlar atsa bile safraları toplayanlar var dışarıda. Kaplarca, leğenlerce hatta varillerce safra… Bu dünyanın düzeninde hiçbir şey kaybolmaz ya, hani yediğin elmanın koçanı bile içindeki çekirdeği, düştüğü toprağa bağışlar çürümeden önce; işte o hesap ihanetler, merhametsizlikler, yalanlar, dolanlar, kalpazanlıklar, tüm günahlar da dillendirilmiyor diye yok olmaz. Havaya karışır o pis nefesler veyahut denize karışır lağımlarından akıp.

Oturduğum sehpadan kalkıp elimde ki mavi dosyayı kapının girişinde bıraktığım siyah deri çantama koydum. Sımsıkı toplanıp atkuyruğu yapılmış saçlarımı, topladığım yerinden ucuna doğru elimle sıvazladım. Siyah deri eldivenlerimin avuçlarında kalan sarı saç tellerine baktım. Yaşlanıyorum, artık bir seferde daha çok saç geliyor elime. Kendime kızdım. Bu saçları topuz yapmalıydım! Perdeleri çekilmiş camı açıp elimde ki saçları dışarı, durduğumuz dokuzuncu kattan aşağı doğru bıraktım ama rüzgar aşağı değil karşıya doğru taşıdı onları. Birkaç saniye ne yöne doğru gittiklerine baktıktan sonra pencereyi kapatıp, perdenin kıvrımlarını düzelttim. Salonun cam tarafında ki bölümünü kat edip kapısından koridora çıktım. Yatak odası, koridorun sonunda açık kapısıyla beni bekliyordu.

“Yaşlanıyorsun” demişti O da bana. Elini ilk omzuma attığında on beş yaşındaydım. Evden kaçalı bir ay olmuştu. Maçka’da bir parkta yatıyordum geceleri. Adamın biri bana musallat olunca şarap şişesini kırıp sağ kaşının ortasından çenesine kadar uzanan bir yarık açmıştım. Karakolda beni gecenin üçünde tokada boğan gece amirinin ardından polis memurunun biri nezarethaneye götürene kadar sağımı solumu mıncıkladığından her yerim mosmordu. Tam nezarethanenin kapısında beni kalçamdan avuçlayıp içeri itekleyince; ben de anası başta olmak üzere ailesinde ki tüm kadınları uzvum olmadığı halde bir eyleme kattım. Buna karşılık önce o, sağ yanağıma tokadı indirdi; sonra da ben tam iki kaşının ortasına kafayı indirdim. O gürültülü hareketin içinde bir elin omzumdan beni yakalayıp geri çektiğini fark ettim. İşte on beş yaşında omzuma attığı o el beni önce o karakoldan, sonra Maçka parkından çıkarıp; yatılı bir okula yerleştirdi. Ben mezun olana kadar gelmedi ziyaretime ama bana her ay düzenli olarak para gönderdi ve her yaz tatilinde beni bir spor kampına yazdırdı. Üniversiteye kadar ben uzak doğu sporlarından yüzmeye kadar her çeşit sporla haşır neşir oldum. Üniversite sınavına gireceğim günün bir öncesi gece yurtta ki yatağımdan beni kaldırıp yurt müdürünün odasına aldılar. Üzerimde geceliğimle sabahlığım, ayağımda terliklerle müdürün masasının önünde ki deri koltukta otururken içeri girdi. Bugün bile bir gram eksilmeyen göbeği ile karşımda ki koltuğa oturdu. O gece bana bir zarf verdi. İçinde önümdeki en az on yılı planlayan talimatların olduğu bir zarf. Bu onu iki sene sonrasına kadar son görüşüm oldu.

Yatak odasında, yatağın başında bir Cezanne tablosunun kopyası duruyordu. Hani şu elma sepeti olan. Kırmızı tabanlı siyah topuklu ayakkabılarımı çıkarıp, beyaz işlemeli pike yaka örtüsünün üzerine bastım. Cezanne kopyasını yavaşça yerinden çıkarıp yatağın üzerine koyunca, sümüklü ibnenin kasası da önümde duruyordu. Ağzımı bozmayı bırakalı yıllar olmuştu ama bu herife o kadar kinliydim ki… Kulağımı kasaya yapıştırıp rakamları çevirmeye başladım. Yeterince tık sesinden sonra son açılma refleksi de geldi kasadan ve kapağı açtım. İçinde bir mavi dosya daha vardı. Her zamanki gibi içinde ne olduğuna, o kağıtlarda ne yazdığına bakmadım dahi. Ben sadece toplardım. Zamanında dağılmış ya da dağıtılmış olan parçaları toplar; birileri birleştirip kullanabilsin diye o birilerine verirdim. Ben incelemezdim. Elimde ikinci mavi dosyayı tuttuğum halde yataktan inip ayakkabılarımı giydim. Pike örtünün bozulan yerlerini düzelttim, odadan çıktım. O dosyayı da siyah deri çantaya, kardeşinin yanına koydum. Çantayı yerden alıp, omzuma taktım. Girerken kullandığım aslından kopyalanmış anahtarı kilitten çıkarıp dışarı çıktım. Ağır çelik kapıyı yavaşça çekip kapattım. Birkaç saniye orada öylece dikildim. Apartmanın şıkları söndü. Birkaç saniye daha bekledim. Hiç ses yoktu. Sonra geri doğru bir adım attım ve sensörlü kat ışığı beni fark edip yandı. Sessizliği yarıp geçen topuk seslerime rağmen hala katta duran asansöre bindim.

15 Kasım 2010 Pazartesi

barika'nın kuyusu: AMAN ALLAHIM, BEN NE YAPTIM!?

barika'nın kuyusu: AMAN ALLAHIM, BEN NE YAPTIM!?: "Bir yazı yazdım, ortalık birbirine girdi (bkz: Kusmak). Hayır, benim takıldığım; insanların kafasında 'acaba?' oluşması. Acaba yapar mıydım ..."

AMAN ALLAHIM, BEN NE YAPTIM!?

Bir yazı yazdım, ortalık birbirine girdi (bkz: Kusmak). Hayır, benim takıldığım; insanların kafasında "acaba?" oluşması. Acaba yapar mıydım böyle bir şeyi? Valla dürüst olalım: bilmiyorum. Kafam o kadar bozuk ve canım o kadar sıkkındı ki bunu yazarken; eğer yazmak yerine o akşam gerçekten çıkıp bir bara gitmiş olsaydım ne olurdu, bilmem. Bundan iki yıl önce olması gerekirken bile bir şey olmadıysa sanırım yine olmazdı. Neden? Çünkü:
Benim otokontrol mekanizmam, bütün hislerimden, isteklerimden, tutkularımdan ve arzularımdan güçlü olabiliyor. Aşkından öldüğüm bir adama, tam aşkından öldüğüm sırada "hayır" demiştim -ki iyi ki demişim- de kendime inanamamıştım. Ama neden sonra zamanın bir yerinde, benim içimden başka birinin çıkmasına neden olan bir adama tam ne diyeceğimi düşündüğüm sırada O, bütün soruları geri çekti -ki iyi ki çekmiş-, ben de cevabımı kendime sakladım. Ve hatta başka bir zaman diliminde benim daha soru bana sorulmadan "evet" dediğim bir an vardır ki orada da ortada soru yokmuş aslında... Böyle arka arkaya dizince onlarca örnekmiş gibi durmasına da lüzum yok; toplamı bir seferde saydık sadece. Kendince doğruları olan her şanssız insan gibi ben de onların efendisi olmaktan kölesi olmaya doğru geçiş yaptım sonunda galiba.
Kısacası tamam, bu bir yer ve zaman sorunsalı bence. Doğru cevap diye bir şey yok ama doğru soru diye bir şey var. Doğru soruları soran bir adam varsa eğer bu yer kürenin durduğum yere yakın bir yerinde; ben de kendimce cevap verebilirim belki.

11 Kasım 2010 Perşembe

barika'nın kuyusu: YÜZÜK 2-son

barika'nın kuyusu: YÜZÜK 2-son: "Mayıs 2010 – Şimal Yemek masasında onunla karşılıklı oturmuş menüye bakarlarken aslında aklındakileri toparlamaya çalışıyordu. Dilinin ucun..."

YÜZÜK 2-son

Mayıs 2010 – Şimal

Yemek masasında onunla karşılıklı oturmuş menüye bakarlarken aslında aklındakileri toparlamaya çalışıyordu. Dilinin ucuna gelen onlarca hoyrat, yaban ve keskin cümleyi evirip çeviriyor, kendini bu sefer daha sakin konuşabilmek için zorluyordu. “çorba içer miyiz?” dediğini duyunca homurdanarak “hayır” dedi, sonra da pişman oldu. Bilerek yapmıyordu ama! Canı yanıyordu. Yaralı hayvan halindendi hırçınlığı, elinde değildi. İstemiyordu çorba filan içmek! O gidince sonra nasıl içecekti bu çorbaları. O kadar kızgındı ki ona…
Bir hafta önce aramıştı Doğu onu teklifle ilgili. “Şimal inanamayacaksın olanlara. Adamlar bana yurt dışı ofisin yöneticiliğini teklif ettiler!” İnsan aynı anda hem sevinçten hem üzüntüden spazm geçirebilir mi? Elbette! Bu teklifi aylardır beklediğini, onun için ne kadar önemli olduğunu hepsini biliyordu. Ama aynı zamanda bunun onun kendisinden binlerce kilometre uzağa gitmesi demek olduğunu da biliyordu.
“Ne yiyeceksin?” Kafasını menüden kaldırdığında o iri, laciverte çalan gözleri gördü. Son on sekiz yıldır baktığı o gözleri… “bilmem” dedi omzunu silkerek.

Eylül 1995 – Doğu

İçinden akıp giden sıcacık bir şey yüzünden tüyleri diken diken olmuştu. Elini oradan çekmek mi yoksa çekmemek mi asıl faciaya yol açacak şeydi, onu bilemiyordu. O ise hiçbir şey olmamış gibi diğer eliyle kayanın üzerine serdiği çekirdekleri yiyordu. Ne kadar öyle oturdular farkında değildi; neden sonra elini çekiverdi o küçük beyaz elin altından. “benim eve gitmem lazım” deyip apar topar kalkıverdi yerinden. Pantolonun arkasını çırpaladıktan sonra yerde duran çantasını alıp omzuna attı. Şimal oturduğu yerden kafasını kaldırıp ona baktı “niye ki?” dedi. “ne demek niye ya? Bundan kaçacak değilim ya!” Kızın gülümsediğini gördü. Kaçamazdı tabi. O eve gidip; o insanlarla ve olanlarla yüzleşmesi gerekiyordu. Bir şey diyecek mi diye bekledi ama boşuna, başka bir şey demedi kız. Tam arkasını dönecekti ki aynı el yapışıverdi eline. Başını çevirdi, Şimal yeşil gözlerini yüzüne dikmişti, saçları güneşte turuncudan sarıya doğru yol alıyordu. “Ben ciddiydim. Ne zaman bir eve ihtiyacın olursa ben varım, unutma” dedi. Ne diyeceğini bilemedi; sadece kızı, tuttuğu elinden çekip o kayadan kaldırdı.

Mayıs 2010 – Şimal

“Ne diktin şimdi gözlerini bana?” dedi bir hışımla. Doğu’nun yüzünde o bilmiş gülümseme ile gözlerini dikip kendisine bakmasından hiç hoşlanmamıştı. Ne vardı yani? Bir şey yemek istemiyordu ya da ne yemek istediğini bilmiyordu, olamaz mıydı? Onun gibi “herşey” i bilmek zorunda mıydı? “ne var dedim ya” dedi, sesi yükselmişti. Eli uzanıp masanın üzerinde ki elini bulduğunda çekmek için çok geç kalmıştı. “o kadar mı kötü?” dedi Doğu. Binlerce şey üşüşüverdi aklına. Bu soruyu ne kadar çok sormuşlardı birbirlerine. Yan yana durdukları sürece cevap hep “yok, değil sanırım” olmuştu çünkü birinden biri bunu diğerine sorduğu anda bile her şey olduğundan iyi görünmeye başlıyordu. Ama bu sefer işe yaramadı. Alt dudağında istemsiz bir sarkma ile “evet” dedi. Doğunun iç geçirişini izledi. Eli, elini sıkıyordu. “biliyorum” dedi adam, “biliyorum ama ne yapacağımı bilmiyorum. Sen söyle o zaman?” Bu da ne demekti şimdi? Gitme kal mı demeliydi? Nasıl derdi? Ne yapacağını ona söyleyemezdi ki. Kalması için, gitmemesi için yalvarabilirdi bile ama nasıl yapardı? Nasıl gitme derdi? Elini çekti o elin içinden, yirminci doğum gününde ona aldığı yüzüğün yeşil taşıyla oynamaya başladı, sonra da normal bir şey söylermiş gibi “bilmiyor musun? Saçmalama Doğu, gayet iyi biliyorsun ki gideceksin. Bu kadar basit!” Laciverte çalan gözler bir anda neredeyse siyah büründü. Yüzünde ki gölge o kadar belirgindi ki rahatsız oldu. Ona daha fazla bakarsa dayanamayabilirdi, hızla menüyü eline alıp t, biraz tekrar açtı, bakındıktan sonra “ben de makarna yiyeyim bari” dedi. Ama onun hala kendisine baktığını biliyordu.

Eylül 1995 – Doğu

Şimdi ikisi aynı kayanın üzerinde, aralarında sadece bir karışlık mesafeyle karşı karşıya dikiliyorlardı. Nefes alışverişleri düzensiz, ne yapacakları belirsiz bir halde birbirlerine bakıyorlardı. O kadar ani çekmişti ki onu tam önüne, ne kız ne kendisi hesaplayamamıştı bu kadar yakınına geleceğini. Üç sene önce lisenin birinci sınıfında tanıştığı, bir hafta boyunca aynı sırada oturduğu halde inadından konuşmadığı, sonra sonra nasıl bilinmez hayatına usulca sızmasına izin verdiği kız; her fazladan adımda, her yanlış temasta, saçının örgülerini her çözüşünde, ona sinirlenip beyaz yüzünde çilleri kaybolana kadar her kızarışında ne olduğunu bilmediği saçma sapan bir şeyler hissettiği kız, bu kız… Şimdi burnunun ucunda burnu duran bu kız.
Derken, Doğu bir adım geri attı. Şimal durdu. O bir adım daha geri attı ve kız yine de olduğu yerde kaldı. Eli hala onun elinde ama şimdi mesafe bir metre olmuş halde duruyordu. Yeşil gözlerin nasıl koyulaştığını, o burnunun ucunun nasıl kızarmaya başladığını gördü ama inatsa o da inattı ve bir ileri adım atamadı.

Mayıs 2010 – Şimal

Tatlılar geldiğinde masada ki sessizlik artı o kadar büyümüştü ki neredeyse restorandan dışarı taşacaktı. Makarna ile salatanın yanında Doğu ona teklifi açıklamış, anlatmış, aklına takılması muhtemel her şeyi daha o sormadan söylemişti. Teklifin hiçbir falsosu, yanlışı yoktu. Maaş, ev, ofis, sorumluluk, yer, zaman her şey doğruydu. Bahane arıyordu ama her türlü bulma çabası boşa gidiyordu. Canı yanmaya başlamıştı. Sanki oradan çıktıkları anda gidiverecekti. Buraya kadardı, bir daha göremeyecekti sanki onu. Bir anda nefesi daraldı, yapamayacaktı, daha fazla orada oturamayacaktı. Tatlı kaşığını tiramisusuna sapladı, sandalyesini itip ayağa kalktı. “başım döndü ben biraz hava alacağım” deyip hızla kapıya doğru yürüdü. Döner kapıdan geçip açık havaya çıktığında derin bir nefes aldı. Akşam serinliği iyi gelmişti. Derin derin birkaç nefes daha aldı. Aklını toparlamaktan başka kaygısı yoktu. Onun karşısında daha fazla bu şekilde oturamazdı. Sadece kafa karıştırıyordu, farkındaydı ve buna hakkı yoktu. Bırakmalıydı ki kararını rahatça versin. Hayatının son 18 yılında hep O varmış, her boş zamanında, her derdinde, her sevincinde O varmışsa ne olmuş? İçtiği her fincan kahvede, her kadeh rakıda, her kase çorbada o varsa ne olmuş? Babaannesinin cenazesinde omzunda, kız kardeşinin düğününde kolunda ağlamışsa ne olmuş? İlk işe girdiğinde koştuğu O’ysa, ilk maaşıyla sabaha kadar içtiği O’ysa, ilk terfisinde kapının önüne üstü açık kiralık bir araba çekip onu Boğaz’a kaçıran O’ysa ne olmuş? Bu kadar yıl sonra bile hala ona…

Eylül 1995 – Doğu

Bunun bir anlamı yok ki dedi içinden. Şimdi geri adım atmasa bile sonunda atması gerekecek. Ne olmuş yani? Sanki olacak mı? Sanki şimdi az önce durduğu yerde durup o dudaklara yapışsa bir şey değişecek mi? Her şeyi berbat etmekten başka ne işe yarayacak bu? Bu kız onu istemiyor ki! O kimseyi istemiyor bu hayatta! Tuhaf şey işte, ne olacak! Ne yapabilir ki? Üç senedir kendisiyle savaşmasına neden olan şey orada tam karşısında ama ne yapabilir ki? Sürekli çekirdek yiyen, karmakarışık saçlarıyla kavgası bitmeyen, her yaz birkaç tane artan çillerinin sayısını ezbere bildiği bu kıza ne daha doğrusu bu kızla ne yapabilir ki? Ya dalga geçerse onunla ki O herkesle ve her şeyle dalga geçebilir. O zaman ne olacak? Hem onun gibi bir cadıyla ne yapacak ki? Baş edilebilir mi ki sanki onunla? Ne olacak şimdi ona…

Mayıs 2010 – Şimal

“Üşüyeceksin” diyen sesinden önce geldi omzunda ki eller. İrkilse de belli etmedi, arkasını dönmedi. Dönerse ne olacağından korktuğunda dönemedi. Ama o eller tuttuğu omuzlarından kendisine çevirdi, indirdiği elleri ellerini buldu ve o lacivert gözler dikildi yüzüne. “Ben nereye gidersem gideyim, nerede olursam olayım senin yanındayım. Bunu biliyorsun değil mi?” Cevap vermedi, hiçbir şey söylemedi, yüzünde bir çizgi dahi oynamadı. Put gibi dikiliyordu sadece. Doğu devam etti “ne zaman bir eve ihtiyacın olursa ben varım, unutma” Buraya kadardı işte, ne diyeceğini bilemedi; sadece adamı, tuttuğu ellerinden çekti kendine.

Eylül 1995 – Doğu

Tuttuğu eli bıraktı, hala omzunda duran çantasını düzeltti. “Sağol” dedi, “aklımda tutarım”. Çilli kızın kısılan gözlerine rağmen geri bir adım daha attı. Sonra da arkasını döndü, kayalardan sekti, kızı çekirdekleri ve güneşle beraber bırakıp otobüs durağına doğru hızlı hızlı yürümeye başladı.

Mayıs 2010 – Şimal

Sarıldığı adamı yavaşça bırakıp geri geri bir adım attı. Yüzünde neye benzediğinden emin olmadığı bir ifadeyle “sen bana bakma, biraz abarttım galiba. Her şey güzel olacak eminim ben” dedi. Sonra bir geri adım daha attı, başını restoranın kapısına çevirip güldü “hadi içeri girelim, tatlıları mundar ettik. Sen de bana bir şarap ısmarlarsın artık”. Ona bakan lacivert soru işaretlerine rağmen restorana doğru yürümeye başladı.

10 Kasım 2010 Çarşamba

barika'nın kuyusu: YÜZÜK 1

barika'nın kuyusu: YÜZÜK 1: "Eylül 1995 - Doğu Deniz kenarında ki kayalardan birine oturmuş, avucunda biriktirdiği çakıl taşlarını suya fırlatıyordu. Okulu asmaya kar..."

YÜZÜK 1

Eylül 1995 - Doğu

Deniz kenarında ki kayalardan birine oturmuş, avucunda biriktirdiği çakıl taşlarını suya fırlatıyordu. Okulu asmaya karar verdiği andan itibaren aklına gelen ilk şey deniz kenarına gitmek olmuştu. Beyaz gömleğinin düğmeleri açık, içinde ki siyah tişörtü pantolonunun üzerine çıkmış, lacivert kravatı çoktan çantasına tıkılmış bir halde sahilden geçen ilk otobüse binmişti. Arkasından avaz avaz bağıran kızıl belaya rağmen hem de! Tanıştıkları ilk gün anlamıştı onun başına nasıl bir bela olacağını.
Tam koridoru dönerken, köşede kafa kafaya çarpıştığının kim olduğunu görmek için gözlerini araladığında görmüştü ilk onu. Bembeyaz yüzünde çilleri, halat gibi iki kalın örgüyle toplanmış turuncuya çalan kızıl saçları ve canının acısından yaşarmış yeşil gözleri ile masal kitaplarında çizilen resimlere benziyordu karşısında ki. “Uff” demişti kız alnını ovalayarak “ne kalın kafan varmış ya! Afallamış bir halde ona bakmıştı. Kalın kafalı mı demişti şimdi bu çilli şey ona? “sen kendine bak” demişti sinirle. Kız, cevap bile vermeden yanından geçip gitmişti. Sonra ilk derste sevgili öğretmeni ikisini yan yana oturtmaya karar verince ikisi de oldukları yerde ayağa fırlayıp itiraz etmişlerdi. Öğretmen, karşısında durmuş hararetle birbirini şikâyet eden bu iki çocuğa ve alınlarının ortasında ki kırmızı şişliğe bakıp; gülmemek için dudaklarını ısırmıştı.

Mayıs 2010 – Şimal

Ufacık bir çizik insanın canını bu kadar yakar mı ya, diye hayıflandı içinden. Altı üstü ufacık bir kağıt kesiği ama bas baya sızlıyordu işte. Hepsi o kara çıyanın yüzündendi. Ona sinirlenip masada ne kadar kağıt, kitap, defter varsa yere fırlatmasa elini çizmeyecekti. Yan masada oturan arkadaşı ağzı açık onu seyrediyordu. Henüz bir şey söylememişti çünkü büyük ihtimalle sakinleşmesini bekliyordu. Dudaklarıyla ufacık yarasında ki kanı emdi. Sonra da sandalyesine çöktü. O kadar sinirliydi ki, yorulmuştu. Kendi sinirinden yorulmuştu. Çaresizlik bastırmaya başlıyordu şimdi de. Ne derse desin bir şeyi değiştiremeyeceğini bilmenin çaresizliği. Omuzları çöktü. Dirseklerini dizlerine dayadı, başını avuçlarının arasına aldı.
Bu teklif, onun için o kadar çok şey demekti ki. Kariyer, para, nüfuz, eğitim, fırsat, fırsat, fırsat. Ama aynı zamanda binlerce kilometre demekti. Gitmek, ayrılmak, bölünmek, dağılmak demekti. Teknolojiden, uçaklardan, olanaklardan ondan bundan bahsedip avutmaya çalışacaktı ama avunamazdı ki. Hangi teknoloji onun boynuna yüzünü gömüp uyumanın yerini tutabilirdi ki? Kendi kendini ikna edemiyordu bir türlü. Onun için mutlu olması gerekiyordu ama olamıyordu. O kadar bencildi ki konu O olunca. Konuşması gerekiyordu. Daha fazla kaçamazdı. Masanın üzerine bakıp telefonunu görmeye çalıştı ama göremedi. Ayağa kalktı, masanın üzerinde değildi. Yerde ki yığına baktı. Oralarda bir yerde olabilirdi, emin değildi. Dizlerini yere koyup, kağıtları aralamaya başladı.

Eylül 1995 – Doğu

Ne yapması gerektiğine karar veremediği zamanlarda gelirdi deniz kenarına. Düşüncelerini temizlesin, berraklaştırsın diye. Şimdi de tutup en büyük kararı ona bıraktıkları için buradaydı. Annesine ve babasına olan kızgınlığı o kadar büyüktü ki aklına geldikçe gözleri yaşarıyordu. “biz boşanıyoruz, ikimizden birini seçip onunla kalmalısın” demek bu kadar kolay mıydı gerçekten? Avucunda ki son çakıl taşını da hırsla fırlattı suya. Seçmeyecekti! İkisini de bırakıp kendi başına yaşayacaktı. Nasıl olsa o sene üniversite sınavına girecekti, hiçbirinin de yanında kalmasına gerek yoktu. Yazardı şehir dışında bir üniversite, ikisini de görmekten kurtulurdu. Tam da bu zamanda, sınavlara hazırlanırken yapılacak şey miydi bu? Hiç mi düşünmüyorlardı onu? Elinin tersiye gözlerini sildi, burnunu çekti. Tam o sırada sesini duydu Şimal’in: “ne o ağlıyor musun yoksa?”
Cevap vermedi hatta dönüp bakmadı bile. Kız beklemeden önünde ki iki kayadan sekti, onun oturduğu kayaya ulaşınca elinde ki çantayı yere bıraktı. İki elini beline dayadığını tam önüne vuran gölgesinden seçebiliyordu. “bi soru sorduk de mi?” dedi sabırsızca. Kafasını kaldırıp baktı, kızgın bir ifade vermeye çalıştığı yüzünde ki endişeyi okuyabiliyordu. Garip bir zevk alıyordu bu kızın onun için kaygılanmasından. Hiçbir şey söylemeden kafasını yeniden denize çevirdi. Kız, ellerini indirip yavaşça yanına oturdu. İkisinin de yüzleri denize dönüktü artık. “ne kadar kötü peki?” dedi kız. “boşanıyorlar” diye cevap verdi Doğu.

Mayıs 2010 – Şimal

Telefonun üçüncü çalışında karşı taraf açtı: “efendim Şimal?” Derin bir nefes aldı, yutkundu, sonra elinden geldiğince sakin bir sesle: “akşam işten çıkınca bir yerde yemek yiyebilir miyiz Doğu, konuşmamız lazım” dedi. İtiraz etmeyeceğini biliyordu. İki dakikalık bir konuşmadan sonra yer ve saat konusunda anlaşmışlardı. Telefonu kapattıktan sonra o darmadağın yığını yeniden masanın üzerine taşıdı sonra da yan masada ki arkadaşına dönüp dil çıkardı. Etrafında ki herkese biraz çatlak hatta fena halde çatlak insan imajı vermeyi seviyordu. Bu sayede ne derse desin, ne yaparsa yapsın onu yargılamak yerine “huyu bu” demelerini sağlıyordu. Bu yolu keşfettiği zamanlar okul zamanlarıydı ve hep işe yaramıştı. Doğu, nefret ederdi bu huyundan; hiçbir şeyin sorumluluğunu almamasından, hep deliye yatmasından. Ne olmuş! O da Doğu’nun bir sürü şeyinden nefret ediyordu. Hatta o anda bizzat Doğu’dan nefret ediyordu. Ki ondan nefret etmek pek becerebildiği bir şey değildi.

Eylül 1995 – Doğu

“ne demek boşanıyorlar?” Ne anladıysan o demek işte demişti cevap olarak. Şimal, yanında beyaz çoraplı ayaklarını ileri doğru uzatmış halde oturuyordu. Cebinden bir avuç çekirdek çıkarıp ona uzattı. İstemem anlamında kafasını sallayınca da omuzlarını silkip avucunda ki çekirdekleri yemeye başladı. Çitlediği kabukları tükürerek denize doğru atıyordu. Birkaç dakika hiçbir şey konuşmadan oturdular. Sonra kız birden “peki sen şimdi kiminle kalacaksın?” diye soruverdi. Bilmiyordu ki… Bu saçma soruya onlar sorduğunda da cevap verememişti. Aslında nasıl cevap vermesi gerektiğini bilemiyordu. Çünkü neden illa birini seçmesi gerektiğini anlayamıyordu. Her ikisiyle de paylaştıkları her ikisine de hissettikleri farklıydı; nasıl ayırabilir ya da nasıl birinden vazgeçebilirdi ki? İkisine birden ihtiyacı varken neden birinden feragat etmek zorundaydı? Gözlerine hücum eden şeyden kurtulmak için hırsla oturduğu kayaya vurdu. Eli acımıştı ama yine de kaldırmadı elini kayadan. Bembeyaz, küçük bir el kapattı elinin üzerini; sonra da fısıldadı: “boşver, sende bizde kalırsın”

8 Kasım 2010 Pazartesi

KUSMAK

İşaret parmağımı itebildiğim kadar ileri ittim. Önce tırnağımın küçük dilimi sıyırışını hissettim sonra da o bildik kasılmayı; midemin aşağılarından gelen ve engellenemeyen kasılmayı. Ağzıma doğru yükselen o ekşi tadı da tanıyordum. İki elimle tutundum klozetin iki tarafına ve içeride ne varsa boşalttım. Kustum. Ta çocukluğundan beri yardım olmadan kusamam. Mide bulantısından kıvranıp yattığım çok saatler bilirim ama şimdi ne o kadar zamanım vardı ne de o kadar sabrım. Tuvaletin aynasında durmuş bembeyaz yüzüne bakıyordum. Elimi yüzümü o aptal sensörlü musluklarda yıkamak eziyetini yeni bitirmiştim. Alnımın kenarlarından şakaklarıma, oradan da yuvarlanıp çeneme inen damlacıklara takıldı gözüm. Elimin tersiyle çenemi sildim. Sonra da yine sensörlü kağıt havlu veren makineden bir parça koparıp yüzümü sildim. Berbat görünüyordum çünkü berbat hissediyordum.
İnsanlar bunu nasıl bu kadar kolay yapabiliyorlardı? Nasıl hiç tanımadıkları insanlarla aynı yatağa girebiliyorlardı? Bunu bu dünyada milyonlarca insan, milyonlarca defa yapmıştı; peki hepsi de ertesi sabah kusmuş muydu? Yoksa bu ilk seferdi diye mi bu kadar mide bulandırıcıydı? Bir daha ki sefere barın birinden tanımadığım bir adamla çıkıp yatınca ertesi gün kendimi bu kadar kötü hissetmeyecek miydim? İnsan buna alışabilir miydi? Bir dakika! Bir daha ki sefer olacak mıydı? Bu, alışkanlık yapan bir şey miydi?
Adam, benden daha beter durumda olmalıydı. Acaba? Gece tam o anda, anladığında yüzünde beliren ifadeyi odanın karanlığına rağmen o kadar net görmüştüm ki. Dua etmiştim içimden: ”Lütfen, lütfen durmasın. Buraya kadar geldim, buna tekrar katlanamam, lütfen burada bu işi bitirsin.” Neyse ki adam sarhoştu. Anladığı şeyi aslında yanlış anladığını düşündü ki ben de o öyle düşünebilsin diye o anda yapabileceğim her türlü hamleyi yaptım. Konuyu açmadan kapamak zorundaydım.
Ellerim lavabonun kenarlarında, hala aynaya bakıyordum. Belki baktıkça yüzümde ki beyazlık yerini biraz daha insan rengine bırakır diye umuyordum. Hayatımda hiç sigara içmemiştim, tadını dahi bilmiyordum ama o anda canım o kadar sigara istiyordu ki! İnsanın canı hiç tatmadığı bir şeyi isteyebilir mi? Kendimi başkalarının sigara dumanlarının içime çekerken yakaladığım anları düşündüm. Yıllar içinde fark etmeden tiryaki olmuştum bile belki de.
Bara ilk girdiğimde aklında olan bu değildi. Hiçbir zaman o niyetle gitmezdim ki zaten. Hatta bunun niyeti nasıl olurdu ondan bile emin değildim. Sadece artık düşünmek istemiyordum. Tek başıma barda ki taburelerden birine oturmuştum. Tanıdık kimseyi istemiyordum yanımda çünkü tanıdık demek, konuşmak demekti. Ama konuşmak falan istemiyordum artık. Yeterine insanla, yeterince konuşmuştum. Onun ne kadar hain, ne kadar yalancı, ne kadar adi olduğunu sayıklayan kız arkadaşlarıma da; ” boşver, zaten adam değildi kızım” diyen erkek arkadaşlarıma da artık tahammülüm yoktu. Madem herkes başından beri bu kadar iyi gözlemlere ve keskin yargılara sahipti de neden bunca zamandır susmuşlardı? Ya da herkes görmüştü de; ben nasıl kaçırmıştım tüm bunları?
Ne kadar zaman sonra fark etmiştim barın en son ucunda ki taburede oturan adamı hatırlamıyorum. Hatırladığım bir anda elimde ki bira bardağını hafifçe kaldırıp, adama çarpık bir gülümseme yollayışımdı. O kadar basit yaratıklardı ki erkekler! Sadece bir el hareketi, sadece bir bakış, sadece bir dudak kıvrılması bile ilgilerini çekmeye hatta onları harekete geçirmeye yetiyordu. Yine öyle olmuştu işte. Adamın taburesinden kalkıp; yanımda ki tabureye geçmesi sadece saniyeler almıştı ve adam daha o aşamada bile yalpalıyordu. Elimde olmadan gülmüştüm ama adam bunu da üzerine alınıp sırıtmıştı. İlk pişmanlık anı orasıydı işte. Sırıtan adamlardan nefret ederim. Gülümsemek ya da gülmek değil, sırıtmak. İçinde yılışık ve yapışkan bir şeyler barındıran bir şeydir sırıtmak.
Alnımı önümde duran aynanın soğuk yüzüne yasladım. Sırlı cam, tenimin ateşinden buğulanacaktı neredeyse. Alev alev yanıyordu vücudum. Sanki berbat bir virüs bütün vücudumu ele geçirmişti. Hastalık kapmış olabilir miydim? Allah aşkına ilk seferde bunu başarmış olabilir miydim gerçekten? Bende bu şans varken evet, olabilirdi. Hem bu riski göze almamış mıydım? Bu riski o anda düşünmüş müydüm? Gerçekçi olmak lazımdı. Normalde asla tek başına bara gitmeyen, tek başına içmeyen ve barlardan adamlarla çıkmayan biri, bir gecede bunların hepsini yapabiliyorsa zaten düşünmeyi bırakmış olmalıydı.
Adam, fazla konuşmuyordu. Bunun için bile o anda ona hayran olabilirdim. Konuşmamak… Elinde ki bira şişesini her içişinden sonra sertçe tezgaha vurup bana dönüyor ve sadece iki-üç kelimelik sorular soruyordu ve bunlara aldığı iki-üç kelimelik cevapları kabul ediyordu. Ve inanılmaz bir hızla içiyordu. Hiç onun kadar hızlı ve onun kadar çok içen bir adam görmemiştim. Ve elleri o kadar, o kadar erkek eliydi ki… İlk ellerine bakarım hep erkeklerin. Kadın eli gibi zarif, ince parmaklardan, küçük ellerden, şekilsiz ellerden hoşlanmam. Erkek eli diye bir kavram vardır. Hani tuttuğunda kavrayacağına emin olduğunuz ellerden bahsediyorum. Benim kaçıncı biramdı emin değildim ama sadece onun bira şişesini tutan ellerine bakıyordum. Sanki aklımı okumuş gibi bir anda o ellerden birini benim bacağıma koydu, kulağıma doğru eğildi ve “ben tuvalete gidiyorum, sakın bir yere kaçma” dedi. Dediği şeyin manasızlığı, elini koyup bastırdığı bacağımda ki alev topu yüzünden önemini yitirmişti. Tezgahta önümde duran bardağı kafama diktim.
Bu tuvalette kaç dakikadır duruyordum acaba? Birazdan odada ki kızlardan biri çıkıp gelecek, “canım neyin var, iyi misin?” cümlesi ile başlayan, benim için endişelendikleri yanılgısı yaratmak istese de içerdiği merak her şeyi bastıran bir konuşma yapacaktı bana. Normalde kocaman bir günaydınla işe başlayan bu kızın, bütün sabah neden hiç konuşmadığını merak ediyorlardı. Emindim. Ben de bir sürü şey merak ediyordum. Ne halt etmeye bu sabah işe gelmiştim ki? Evde kalıp yatmalı ve o yorganın altından hiç çıkmamalıydım. Yaptığım saçmalıkla yüzleşmeden normal hayat dönmeye çalışmamalıydım. Ama işte ben ve benim yersiz “ben iyiyim” davranışlarım. Yoksa davranış bozukluğum mu demeliyim.
Bana göre yüzüncü biraydı içtiğimiz. Ve o el uzun zamandır bacağımdaydı artık. Diğer else tezgahta ki bira şişesini kavrıyordu hala. Hangi cümleden sonra olduğuna emin değilim ama neden bilmem artık kurduğu cümlelerin yarısını benim kulağıma söylüyordu. Aslında mekanda ki ses sisteminde ya da ses seviyesinde hiçbir değişiklik yoktu ve ben o zaman zarfı içinde bir tür duyma kaybı falan yaşamamıştım ama sanırım bu da bir tür ritüeldi. Sakin olmalıydım. Burada anormal bir şey yoktu. Elimi, bacağımın üzerinde duran elinin üzerine koydum. Bunun anlamını ikimiz de biliyorduk. Düşünün ben bile biliyordum. Bu, “tamam” demekti. Adam, vizeyi almıştı.
Sabah değildi daha uyandığımda. Hala geceydi, hala karanlıktı. Üzerimde örtülü duran pikenin altında, benim karnımın üzerinde bir kol vardı. Pikeyi yavaşça kaldırıp baktım, o kolun devamında bira şişesi tutan el vardı. Başımı çevirip yana doğru baktım ve omuzlarına gelen saçları dağılmış, yüz üstü ama diğer tarafa dönük yatan bir adam gördüm. Ve sızı bir anda geldi. Saplandı sanki. Bacak aramda ki mi yoksa burnumun direğinde ki mi daha yoğundu bilemedim. Orada bir saniye daha yatarsam hıçkırarak ağlayacaktım ki; bu hiç hoş bir uyanma şekli olmazdı yanımdaki için. Önce pikeyi kaldırdım yavaşça, sonra da üzerimde ki kolu. Onca alkol ve her şeyi bitirmiş, rahatlamış bir adamın uykusunda olmasının da yardımıyla beni hissetmedi. Zaten benimle o anda ilgilenmesini gerektirecek hiçbir ilişki kalmamıştı aramızda. Benim kadar duygusal bir salak bile bunu bilecek kadar haberdardı bu işlerden. Karanlık odada cep telefonumun ışığıyla eşyalarımı bulup, yerlerden topladığım giysilerimi giyip, karanlık odadan çıkmam, karanlık koridordan kedi gibi geçip dış kapıyı bulmam, oradan da açıp apartmanın içine çıkmam toplamda sadece beş dakikamı almıştı. İşin bana göre en zor tarafına gelmiştik. Sensörlü kat lambası beni kaale alıp yandı, söndü. Elimi salladım yukarı doğru, yeniden yandı, söndü. Üçüncü de artık hareket etmek zorunda olduğumdan, dış kapıyı yavaşça kendime çektim. Kapının kilidinin yuvasına oturduğu o kapanış sesini duymamla merdivenlerden koşa koşa inmem bir oldu.
Tuvalette kalma rekorumu kırmama ramak kalmıştı ki kapının açıldığını duydum. Çalıştığım katta ama başka odalardan birinde ki kızlardan biri içeri girdi ve bana gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. O tuvaletlerden birine girip kapıyı kapatınca bende diğerine girip kapıyı üzerime kapattım. Klozetin kapağını kapatıp üzerine oturdum. Yok, biraz daha kalacaktım burada. Daha ofise gidemezdim. Başım ağrıyordu, midem bulanmıyordu artık ama çok iyi durumda da değildi. Kahve mi içsem yoksa soda mı bilemedim. Belki de sadece ılık su içmeliydim. Peki doktora gitmeli miydim? Ya hamile kalmışsam? İlk seferde insan hemen hamile kalır mıydı canım? Ben de bu şans varken ben kalırdım. Bir tür Avrupa filminin içinde gibiydim.
Binadan çıktığımda kendime ilk sorduğum soru: ben neredeyim? Oldu. Normalde bile yeri, yönü benim kadar karıştıran biri, gecenin bir vakti o kafa ve o ruh hali ile kendini bilmediği bir sokakta bulursa ne yapar? Önce kısa süreli bir panik, sonra acaba nereden taksi bulurum hesabı yapar. Bende öyle yaptım, telefonumun saatine baktım, dörttü. Acaba Anadolu da mı Avrupa da mıydım? Taksiyi hatırlamaya çalıştım, buraya nasıl gelmiştim, köprüden geçmiş miydik biz? Ben köprüyü hiç gözümden kaçırmazdım. Geçmiş olsak bilirdim. O zaman hala Avrupadaydık. Arnavut kaldırımından bir yokuşun başında duruyordum. Aşağı doğru baktım, sadece karanlık vardı. Yukarı doğru baktım, sokak lambasının ışığında bir sokak tabelası çarptı gözüme. Tabelaya doğru yürüyüp adını okudum ama bana hiçbir şey ifade etmedi. Etmezdi de, edemezdi. Yıllara rağmen hala bu şehirde ne nerededir bilmiyordum ki! Hala elimde tuttuğum kot ceketimi üzerime giyip lambaların ışığında yürümeye başladım. Elbet her sokak bir caddeye çıkardı.
Kahve içecektim. En iyisi buydu. Hatta bir de yanına kaşarlı poğaça alacaktım çünkü acıkmıştım. En son ne zaman yemek yediğimi düşündüm ve bir gece önce barda yediğim fıstıklardan başka bir şey gelmedi aklıma. Bu durumda epeydir mideme bir şey girmemişti ki zaten girmiş olanları da ben bu sabah çıkarmıştım. Boş mideyle yeterince sağlıklı düşünemiyordum ama zaten düşünecek ne vardı ki? Adamı bir daha hayatım boyunca görmeyebilirdim. Ya da o bara bir daha gitmeyebilirdim. Zaten o yüzden normalde gitmediğim bir yer seçmemiş miydim? Birileriyle karşılaşma riski olmayan bir yer. Kimlerin takıldığını dahi bilmediğim bir yer. İşe de yaramıştı işte. Hiç tanımadığım bir adam bulmuştum. Nerede kopmuştu benim ipim tam olarak?
Caddeye benzeyen bir yere çıkmıştım sonunda. Cadde değildi de daha çok birkaç sokağın kesiştiği bir büyük sokak gibiydi. Geçen arabaların sesini duyup gelmiştim buraya ama nedense o anda korkuvermiştim. Gecenin dördünde tek başına oralardan dikilen bir kadın olarak, oluşabilecek her türlü terslikten ben sorumlu olacakmışım gibi hissetmiştim çünkü. Lambanın ışığından biraz daha uzağa, loşluğa doğru geçtim. Gözünü sevdiğimin taksileri bu şehirde her saat ve her yerde çalışmaz mıydı? Da burası neresiydi? Ya buradan taksi geçmeyen bir yerde idiysem? Yok, değildi. Uzaktan o sarı tepe lambasını gördüğüme şu hayatımda hiç o kadar sevinmemişimdir.
Eve geldiğimde saat beş olmuştu bile. Çünkü tahmin ettiğim gibi köprüyü geçmemiştim. Ve tahmin edemediğim bir şekilde Galata nın aşağı sokaklarından birindeydim. Taksinin arkasında kafamı koltuğa dayamış bir halde köprüden aşağı uzanan manzaraya bakıyordum. Taksinin camı hafif aralıktı ve rüzgarı içime çekiyordum ki beni biraz ayıltsın. Başımda ki ağırlık, giysilerimde ki sigara kokusu ve hala süregelen sızı yüzünden berbat bir haldeydim. Ve beklendiği üzere ayıldığım her saniyede pişmanlık sızısı da ince bir bulut gibi geliyordu yavaş yavaş. Sonunda taksiden inip eve girdiğimde üzerimdekileri çıkaramadım bile. Öylece, örtüsünü de açmadan yattım yatağın üzerine. Ayak ucumda duran katlı battaniyeyi de çekip üzerime örttüm. Zaten en fazla bir saat uyuyacaktım. Değmeyecekti yatmama bile ama kendi yatağımda yatma hissine ihtiyacım vardı. Bütün o şeyler hiç olmamış gibi kendi yatağımda uyanmaya ihtiyacım vardı. Cenin pozisyonu almış bir halde o battaniyenin altına yattım. Alnımı dizlerime dayadım ve içimden O’na lanet okudum! Sebebi O’ydu. Bütün bu şuursuzluğun nedeni O’ydu.
Ne olacak sanki demiştim en sonunda. Bunca yıl, bu kadar yaş ve bu kadar kaçıştan sonra ne kazandım? Hiç! Ne oldu, kimi, neyi bekledim? Bekledim de ne buldum? Hiç! Sonunda da barın birinde tanıştığım adamın birinin yatağına gidivermiştim işte. Öylece bitirivermiştim bir gecede! Her şeyi. Onun benden aldıklarına karşılık bende asla geri dönülemeyecek olanı yapmıştım kendime. Artık benim de bir farkım yoktu ondan. Şimdi eşittik işte! Artık adil dövüşebilirdik…

6 Kasım 2010 Cumartesi

BEŞ BİLİNMEYENLİ DENKLEM

Bu yazıda ki kişi, yer ve zamanların bazıları hayal ürünü; bazıları hayat ürünüdür.

Beş bilinmeyenli bir denklemden daha zor bir adamla beraberdim. Asabiyetini bir tür giysi gibi üzerinde taşıyan bir adam. Öyle ki, sokaktan geçen herhangi birine herhangi bir nedenle sinirlenip, sinirini atmasının tek yolu da yine o şanssızdan geçtiği için peşine düşüp, lafını söyleyip, kavgasını edip, gerekirse dayağını da yiyip gelebilirdi. Üzerinde ki tek giysi asabiyet değildi. Bunun ve kalan her şeyin üzerine giydiği bir de egosu vardı. Ona göre televizyonda ki herkes aptal, radyoda konuşan herkes cahil, bütün kadınlar ya zevksiz, ya orospu ya da salak, bütün erkekler kaba, görgüsüz, hain ve soysuz olabilirdi. Bütün çocukları gürültücü bulur ve onlarla aynı ortamda geçirdiği onuncu dakikadan sonra gözü seğirmeye başlardı. Kendisine çok soru sorulmasından, sorduğu sorulara istediği cevapları alamamaktan daha fazla nefret etmezdi. Tanımların yanlış kullanılmasına, kelimelerin yanlış telaffuz edilmesine, terimlerin fuzuli kullanılmasına tahammül edemezdi. Hakkında bilgi sahibi olmadıkları konular hakkında konuşan insanları aşağılamaktan, aptal olduğunu düşündüğü insanları ezmekten çekinmezdi.

Ona göre hayat, tecrübelerden ve bilgiden ibaretti. İkisine de ya da ikisinden birine sahip olmayanların bu konuda hiçbir bahanesini haklı bulmazdı. Çünkü ona göre bilgi bu kadar ulaşılabilir bir haldeyken ona sahip olmamanın açıklaması olamazdı. Tecrübe ise ancak korkmadıkça elde edilirdi ki o, korkak insanlardan da nefret ederdi. Başını belaya sokmaktan hiç kaçınmamış, başı belada olandan asla uzak durmamıştı. Kırılmadık kemiği, çürümedik organı kalmayıncaya kadar dayak da yemişti; kaldırmayıncaya kadar dayak da atmıştı. Sigaraları ucuca eklediği gibi kitapları da arka arkaya bağlamış; ama sonunda ikisinin dumanın içinde boğulmuştu.

Ne şiddet tutkusu, ne şiddetli egosu, ne izler, ne dikişler, ne yaralar hiç biri değil. Hayal kırıklığı… Bu kadar konu başlığı ve bu kadar paragraftan sonra, etrafında kelimelerden bir hale olan bir adamın 88 katlı bir binadan düşen bir taş kadar hayal kırıklığı yaratacağını kim bilebilirdi ki? Geri alıyorum. Hayal kırıklıklarını karşımızdakiler yaratmıyor. Biz yaratıyoruz. Onlara olmadıkları insanların resimlerini yapıştırıp, doldurmadıkları çerçevelerin içine koyuyoruz. Sonra bir rüzgarla o çerçeve düşüp kırılınca da oturup çocuk gibi ağlıyoruz.

Bir kilisede dua etmiştim adamın biri için. Elimde tek mum vardı. Biri onun adına biri benim adıma iki dileği aynı mumla yakma gafletine düştüm. Halbuki kimsenin dileğinin dumanı, kimseninkine karışmamalı. Zaten olmadı da. Aynı dileği dilemiştim ikimiz içinde ama ne o huzur bulabildi ne de ben. Huzursuzlukta bulaşıcıdır belki de. Ama umarım kalıcı değildir. Hani yoksa ben onda sadece bir tırnak izi bırakabilmişken; o bana bunu bulaştırdıysa haksızlık oluyor.

Şimdi bakıyorum da benden aldıkları sadece huzur değil, tahammülümü de almış. Bu artık kalabalıklarda kalamayışlarım, birçoğuna dayanamayışlarım, eve kaçışlarım… Ayıp olmuyor mu? Bu yaştan sonra insanın karakterine, hayatına bu kadar tesir edilir mi? Geri alıyorum. İnsan hayatına bu kadar tesir ettirir mi?

Beş bilinmeyenli bir denklemden daha karışık bir adamla beraberdim ve bu beraberlikte en az denklem kadar karışıktı. Alt alta yazınca eksiler, artılardan fazlaydı sanki ama neye göre. Hologramlı kartlar gibi, oynattıkça gördüğüm resim değişiyordu. Bazen artıya bazen eksiye doğru. Çocukken de severdim o kartları, elimden bırakamazdım. Onu da bırakamadım, o beni bıraktı. Bunu söylemek zordur değil mi? Beni o terk etti, beni o bıraktı, beni istemedi. Falan filan. Ben takıntılı bir manyak gibi başka isimlerle, başka yüzlerle yine de takip ettim onu. Önce sadece uzun vadeli bir intikam planı gibiydi ama bir yerde yitirdi anlamını. Lanet olsun ki sadece onun yaşayıp yaşamadığını bilmek yeterli oldu o aşamada. Hala nefes aldığını bilmek ya da alabildiğini ki önemlidir nefes alabilmek, o da bilir.

Geri dönecek bir yol, söylenecek bir söz, devredilecek bir mülk, ödenecek bir borç kalmadı. Benim bile kendimle ilgili hayal etmediklerimden bana biçtiği bir rol vardı ve o da kayboldu. Yani o da dönüp baksa bir kere daha, bıraktığı kadını bulamayacak. En başta başladığımız yerde duran, onun ilgisini çeken ve canlı tutan o kürklü kadını bulamayacak. Hem zaten bende eğreti durmuştu, kabul edelim. Ama ayak uydurmayı seçtim. Aslında senaryoyu yazanda oyunu yöneten de oydu ama benmişim gibi yaptırmasına izin verdim. Ben de aptala yattım ki yatabildiğim tek şeydir. O yüzden diyorum ya hayal kırıklığını aslında biz yaratıyoruz. Ben olmadığım bir şey olamıyorsam, olmasını istediğim şey o mu diye zorlamak neden? Değilse değildir ki değildi de…

E şimdi bende paragraflarca ve satırlarca yazabiliyorum. Bana en azından ilhamdır diye kendimi avutabilirim. Onlarca hikaye çıkarabiliriz buradan ki aslında malzeme baya zayıf. Besleyip semirtmek için pek vakit olmadı, böyle cılız kaldı işte yavrucak. Buna rağmen, kaburgaları sayılan bir eşeğe yük vururken ne kadar tereddüt ederse sahibi; bende o kadar ettim onu sonuna kadar zorlamaktan.

5 Kasım 2010 Cuma

barika'nın kuyusu: ANNE TELEFONUNUN ETTİKLERİ...

barika'nın kuyusu: ANNE TELEFONUNUN ETTİKLERİ...: "İnsanın elini kolunu bağlayıp, boğazını düğümleyen telefon konuşmaları: annem aradı sabah, ağlayan bir sesle 'kızım, özledim seni' dedi. Sün..."

ANNE TELEFONUNUN ETTİKLERİ...

İnsanın elini kolunu bağlayıp, boğazını düğümleyen telefon konuşmaları: annem aradı sabah, ağlayan bir sesle "kızım, özledim seni" dedi. Süngü düştü yine, kalkan indi, açıklar daha da açıldı, yaralar kaşındı. Annem, bende seni özledim. Sert bir yüzle ve sert bir sesle bana "saçmalama" demeni özledim. Ben ne kadar itiraz edersem edeyim kendimi savunmak için; ta en derinden bilirim ki sen haklısındır ve ben saçmalıyorumdur. Çünkü nasıl ve neden bilmem ama sen hep haklısındır. Hani o kızı ilk bizim kapıda gördüğünde sadece 3 saniyede "gözüm tutmadı benim bunu" demiştin de bende sana nasıl kızmıştım. Bir yıl sonra o kızın kazığını yiyip, hayatımda sildiğim ilk insan olarak tarihe geçtiğinde aklıma geldi o lafın. Sen hep anladın, gözünden anladın insanların ne mal olduklarını. Ben de hep yanıldım.
Neyi senden saklamaya çalıştıysam sen bildin, buldun, gördün. Hadi benim beceriksizliğim bir tarafa, bir de senin annelik hislerinle savaşmak benim neyime... Salonun ortasında çarşaf katlarken, o sıralarda çocuğun birinden hoşlandığımı keşfetmiş kadınsın sen! Hem de konu o bile değilken... Hayal kırıklıklarından öğreniyor insan en çok şeyi annem. Ne anlatılanlar, ne zaman, ne yaş, hiçbirinden onlardan öğrendiği kadar çok şey öğrenmiyor insan. Hem sen, hem ben iyi biliyoruz bunu.
Neyse bak, bundan bir hafta sonra bir sabah kahvaltısında buluşacağız inşallah. Sen şimdiden hazırla benim zeytinyağlı, kekikli domatesimi. Hadi bakayım...

4 Kasım 2010 Perşembe

PATATES

Bir dakika, bir dakika... Kaldığımız yerden devam ediyoruz, evet de bunu çok mu kolay yapıyoruz sanıyorsun? Var olan bir şeyi yok saymanın ya da yokmuş gibi yapmanın nasıl bir performans sanatı olduğundan haberin var mı? Adam, masada tam karşında oturuyordur, o anda senin aklından geçen ayağa kalkıp, yanına gidip şap diye dudaklarına yapışmaktır ama kendini "patatesi uzatır mısın?" derken bulursun. Sensin patates! Bir silkelen bir kendine gel, çocuk musun sen ki; söylemesen de anlasınlar istiyorsun. Yok öyle yağma! Paşa paşa o kıymetli ağzını açıp, derdin neyse söyleyeceksin ama muhatabına. Derdinin kaynağı hariç, herkese derdini anlatınca bin tane çözüm bulabilirsin ama genelde bu çözümler; o konuşanların geçmiş tecrübelerinden ve şu hayata dair bildiklerinden yola çıkılarak hazırlanmış paketlerdir. E her paket de sana uymayabilir, denemeye bile gerek yok. Zaten kabul edelim, sana bin kişi bin şey anlatsa bile sen binini de dinlemez, kendi bildiğini yaparsın. Sadece laf kalabalığı işte...
Bir bakalım; durumu 14 sene sonra itiraf etmekle 3 ay sonra açıklığa kavuşturmak arasında ki fark nedir? İkisini de yaptığına göre sen söyle.

3 Kasım 2010 Çarşamba

MUTLULUĞUN RESMİ

Sanılanın aksine küçük şeylerden mutlu olmak hiç de zor bir şey değil! Kendini kandırmaktan ya da Placebo etkisi yaratmaktan bahsetmiyorum; gerçekten mutlu olmak diyorum. İnsanlar kendilerini mutlu olmanın belli koşulları olduğuna inandırabilir: para, kariyer, iş, çocuk, koca, sevgili, aşk vs vs... Bu adı geçenler asla hep beraber oturup da siz gelin onları alın diye beklemez ki zaten genelde bunlar hep beraber oturmazlar. Denklemde birbirini götüren pay ve paydalar gibi; çocuk kariyeri, para aşkı, iş kocayı götürebilir mesela denklemde. Asıl bu, kendini kandırmaktır yani hepsini birden beklemek. Hem kabul edelim, hayat o zaman çok sıkıcı olmaz mıydı? Neden İskandinav ülkelerinde intihar oranı bu kadar yüksek sanıyorsunuz?
Bundan ziyade; sabah şöyle sıcak koyu bir kahve, taze çilek, yemekte sürpriz tatlı, kış ortasında güneşli bir gün, akşam saat yedi de açık bir köprü trafiği, mandalina, uzun zamandır sesini duymayıp da duymak istediğin birinden gelen telefon, bol soslu mantı, taaa bilmem hangi ülkede ki bir adamdan aylar sonra gelen bir mail, hele de yazın akşam üstüne doğru soğuk bir bira, su her türlü su, deniz, ırmak, göl, pasaporta basılan bir vize daha, kabak çekirdeği, müzenin birinde bir Van Gogh tablosunun önünde dikilmek, sabah kahvaltısı, yemekten sonra çay, imzalı bir Murathan Mungan kitabı... Bende upuzun bir liste var, yaz yaz bitmez. Hatta mesela bu akşam, buz gibi rakı yanında şalgam suyu, tabakta beyaz peynirle... Muhabbetine doyum olmaz. İkinizinde.

2 Kasım 2010 Salı

barika'nın kuyusu: ZAMANE

barika'nın kuyusu: ZAMANE: "Bir keresinde adamın biri bana 'çok konuşuyorsun ama hiçbir şey anlatmıyorsun' demişti. Çok konuşuyorum evet, hatta üstüne üstlük yüksek ses..."

ZAMANE

Bir keresinde adamın biri bana "çok konuşuyorsun ama hiçbir şey anlatmıyorsun" demişti. Çok konuşuyorum evet, hatta üstüne üstlük yüksek sesle konuşuyorum. Mesela o yüzden hiç bir barda sesimi duyurma konusunda sıkıntı yaşamışlığım yok ama aynı sebepten kimseye gizli gizli bir şey de söyleyemem. Ve evet, aslında tüm o laf kalabalığının arasında can alıcı cümleleri kurmuyorum. Çünkü o cümleler için vize gerekiyor. Bir zaman geliyor, karşımdakine dilimin bağı hepten çözülüveriyor. Bu seferde zembereği boşalmış gibi neyim var neyim yok döküveriyorum ortaya. Hep diyorum ya bende ayar yok!

Bu da geçmişten gelen bir ders aslında. Zamanında ortalıklarda açık kitap gibi gezip tüm hayatımı anlatıyordum da ne oluyordu; hiç! Kimsenin gerçekte kimsenin derdi ile ilgilendiği yok. Ya da kimin neyle ilgilendiği ile... Çıkarlarımıza hizmet eden bir yanı olmadığı sürece karşımızdakinin hayatını bilmemize gerek yok, içimizi sıkacaksa anlatacaklarını dinlememizin bir anlamı yok, bize bir fayda sağlamayacaksa neyle ilgilendiğini bilmesek de olur. Muhabbeti güzelse adamın içmeye gideriz, sağda solda tanıdığı çoksa eğer dışarı çıkabiliriz, arabası varsa altında karşıya geçeriz, güzel kız arkadaşları varsa ortamına gireriz, cebinde parası varsa arar bir yerlere davet ederiz, gece "iş çıkacak" kızlardansa bir yemek yeriz, biz kendimizi garantiye almadan birşeycikler yapmayız. Biz buyuz; en basitinden insanız. Önce çıkarımız sonra egomuz, yer kalırsa en köşede bir yerde durur gururumuz.

1 Kasım 2010 Pazartesi

SİTEM

En fenası şu: kimseye kaybetme korkusu vermemişken, herkesi kaybetme korkusu yaşamak. Etrafımda ki herkes benden eminken yani benim hiçbir yere gitmeyeceğimden, her şeye rağmen kalacağımdan bu kadar eminken; ben hiç kimseden emin değilim. Sanki herkes, her an çekip gidebilirmiş gibi. Ben herkesin avucunun içinde dururken; herkes benim elimin üzerinde sanki.
Hep “ben” korktum o yüzden. Kırmaktan, üzmekten, sabır tüketmekten, can sıkmaktan, can yakmaktan korktum. Yılmaz Türk askeri pozunda, “ ben hiçbir şeyden yüksünmem” ayaklarında sabır gösterince herkese; birileri de benim için elbet savaşır zannettim. Birileri de zamanı ya da yeri gelince benim için elini taşın altına sokar zannettim. Çok da değil hani sadece ederi kadar değerim olsun yeter. Ama varsa da bir değerim, bilinsin. Bileyim. Birinin yüzünde aşağı doğru kıvrılan tek çizgiye dahi içim kaynıyor da; ya ben olduğum gibi bükülüversem orta yerimden?
Yükseklerde gözüm yok ama yerimi bileyim. Zaten köklerimi kaybettim ben. Tam olarak nerede ve ne zaman emin değilim. Sanırım yavaş yavaş çekildiler toprağın altından. Şimdi her an savrulabilir bir halde ayakta durmam da o yüzden. Sağlam basmaya çalışıyorum yerime ama bazen sallanıveriyor işte ayağımın altında ki toprak. O zamanda elimi kolumu koyacak yer arıyorum deli gibi. Çok zor… Yıllarca o toprağa gömdüğün köklerden mahrum kalmak çok zor. Tüm o aidiyetsizlik çok zor. Yerini bilememek çok zor. O yüzden benim sandığım yerden aşağı düşünce kırılmadık kemik kalmıyor insanın vücudunda. Toprak her zaman o kadar yumuşak değil. Ve bazen gerekenden daha yükseğe çıkıyor insan farkında olmadan.