10 Mart 2010 Çarşamba

DAĞ VE TAVŞAN

Aşk denen şeyin mayasında var sanırım acı çekmek. Yani acı çekmeden aşk, yeterince aşk olmuyor galiba. Sanıyorum ve galiba çünkü yine de yüzde yüz emin değilim. Dışarıda bir yerde salt mutlulukla aşk yaşayan insanlar olabilir. Gökkuşağı, kelebekler ve çiçekler arasında büyüyen aşklar da var olabilir. De bana denk gelmemiştir belki. Aslında benim bu olaya bu kadar karamsar ve mazoşizme yakın bir şekilde bakmamın nedeni pekala karşılıksız bir aşkla boğuşmam da olabilir.
Bu gibi vakalarda, kişi kendi kendine sorun çıkarır, sinirlenir, küser, tavır yapar, affeder ve barışır. Tüm bu olaylar olurken, karşı taraf olanlardan, kendisine tavşan küsmüş bir dağ kadar habersizdir. İşin kötüsü tavşan, dağın olanı biteni kendiliğinden anlamasını bekler, anlamadığı için tekrar kızar, küser, tavır yapar vs vs... Halbuki hatırlamalıdır ki "normal" ilişkilerde bile tavşan ve dağın birbiri ile iletişimi aşağı yukarı yine böyledir. Yani çok eski ve çok doğru bir atasözünün de söylediği gibi: derdini söylemeyen; derman bulamaz.
Ama karşılıksız aşklarda ki altın kurallardan biri de der ki: ne olursa olsun söyleme! Kendi anlarsa anlasın ama sen yol gösterme. Sıkı sıkı sakla ki anlamasın ama anlamıyor diye kızabilirsin o ayrı! Bu ikilemin içinde kalan tavşanın kuyruğunu da alıp deliğine saklanmaktan ve sakinleşene kadar orada kalmaktan başka seçeneği yoktur. O arada da dağ, tavşanın değil neden deliğine kaçtığını, deliğine mi kaçtığını dahi fark edemeyecek kadar diğer işleriyle meşgul olacağından sorun çıkmayacakıtr. Hayır, bu cümlede herhangi bir sitem yoktur. Her dağın başka "dağsal" problemleri olabilir. Kabul edebilirim. Benim de "tavşansal" problemlerim var!
Tavşan zamanı gelip deliğinden çıktığında, derdi her ne idiyse arınmış ve atlatmış olacaktır. Olmalıdır. Olmalıdır ki dağ, bir terslik fark edip soru sormasın. Yoksa az önce yukarıda belirtilen altın kuralın uygulanması gerekir: ne olursa olsun söyleme! Cevap veremeyeceği bir soru sorulan her insan gibi kıvranmak istemiyorsa yeterince iyileşmeden deliğinden çıkmasın. Ha dağ, yeterince yüksek ve büyük bir dağsa ortada bir sorun olduğunu zaten fark etmeyecektir bile. Bu durumlarda endişelenmek yersizdir. En azından bunun için endişelenmek...
Daha ziyade bir tavşan deliğinde kaç çentik vardır bunun için endişelenmek gerekir.

8 Mart 2010 Pazartesi

VAZGEÇİŞ

Eğer içimizden geçenleri, içimizden geçtiği anda ve içimizden geçtiği şekilde söyleseydik ne olurdu? Kaçta kaçı felaketle sonuçlanırdı?
Hep bir filtre vardır aklımızla ya da içimizle ağzımız arasında. Geleni geldiği gibi çıkarmayız dışarı. Tutarız önce; sonra eğeriz, bükeriz, kırarız, törpüleriz öyle salarız dışarı. Çünkü cesaret ister: her aklına geleni aklına geldiği gibi söylemek cesaret ister. Karşındakini kırmaktan, yarmaktan, canını yakmaktan korkmamamayı ister. Bir de hepsinden öte, kaybetme korkusu olmasın ister. Her şeyi filtrelememizin nedeni bu zaten: kaybetme korkusu. Ya giderse, ya bırakırsa, ya kırılıp dökülür de toplayamazsak? Elimizden öylece kayıverirse?
Bizi biz olmaktan çıkarır belki bu duraklamalar, her lafı tartmalar, süzmeler ama en azından o kaybetme riskinden korumuşuz oluruz kendimizi. Yani kendimizi korumak için kendimizi feda ederiz bir nevi.