Doktorun odasından elimde zarfla çıkarken kapının önünde ki hemşire mi sekreter mi ne olduğu belirsiz sarışın ablayla göz göze geldik. Yüzünde ki ifadeden o kadar tiksindim ki; “kaltak!” diye bağıracaktım az daha. Zaten o anda bana göre bu bok çukuru dünyada ki bütün kadınlar orospu, bütün erkekler de orospu çocuğuydu. Derin bir nefes alıp, başımın üzerinde duran güneş gözlüğümü taktım ve sensörlü kapıdan dışarı çıktım.
Hastanenin kapısının önünde duran taksilerden birine el ettim. Binerken zarf hala elimdeydi. Taksici amcaya işyerinin adını söyledim. Öğle tatili bitmeden yetişirsem belki yemek yiyebilirim diye hesaplıyordum. Sanki yemek yiyecek halim kalmış gibi… Ama taksiye bindikten beş dakika sonra işe gidemeyeceğim gerçeğini kabul etmek zorunda kaldım. Deliler gibi ağlamak veya hiçbir şey yapmadan sadece bir bankta oturmak gibi manasız ve gereksiz şeyler yapmak daha çok ilgimi çekiyordu. Taksici amcaya “Biz Beşiktaş a devam edelim buradan” dedim. Adamın da canına minnet “tamam abla” dedi.
Kabul edelim ki bu, beklenen bir şeydi. Genetik olarak buna zaten hazırlıklı olmak gerekiyordu ama genetik olarak hazır olmam; mental olarak da hazır olduğum anlamına gelmiyor. Olayın kendisi sürpriz olmasa da zamanlaması kesinlikle sürpriz. Hayatımı artık bir düzene soktuğumu sandığım, içinde ki fazlalıkları temizlediğim, boşlukları doldurmaya çalıştığım, bir şeyler yapmak için uğraştığım bir sırada; buna en son ihtiyacım olduğu anda… Ya ben ne saçmalıyorum? Buna ne zaman ya da nasıl ihtiyacı olur ki zaten bir insanın! Taksi, stadın oradan dönüp aşağı doğru inerken bana fenalık gelmişti bile. “Burada inebilir miyim ben?” dedim hızla. Sanki o arabanın içinde on saniye daha durursam infilak edecekmiş gibiydim. Taksiden iner inmez derin bir nefes aldım. Sonra bir daha, bir daha… Nefesim ve kalp atışım düzene girene kadar birkaç dakika daha dikildim Dolmabahçe sarayının kapısının önünde ki kaldırımda. Etrafıma bakındım, ya çarşıya doğru yürüyecektim ya da Ortaköy’e gidecektim. İkisini de istemedi canım. Ben de Taksim’e gitmeye karar verdim. Ne kadar kalabalığın içine girersem o kadar kaybolurum diye umdum. Koca yeşil çantamdan kulaklığımı çıkardığım sırada müzik denen şeye tahammülüm olmadığını hissettim. Çünkü çok savunmasız bir haldeydim ve bu haldeyken her şarkı bana bir şey hatırlatacaktı. En son ihtiyacım olan şey de; hayaletlerdi.
Yokuş yukarı yürürken öğleden sonranın sıcağından olacak, nefesim kesildi. Ellerimi dizlerime koyup birkaç saniye soluklandım, sonra devam ettim.
Meydana geldiğimde saat 4 falandı sanırım. Kızılkayalar’ın önünde durup ne tarafa yürüyeceğime karar vermeye çalıştım. Aslında gitmek istediğim yer mi, gitmem gereken yer mi diye kendimi yerken fark ettim ki gidecek yerim var mı ki?
Yukarı doğru yürüsem; yürüyemezdim. Yürüyecek yerim yoktu. Koşarak çıktığım kapılardan tekrar girecek halim yoktu. Hem beni tanıyan değil, tanımayan insanlara ihtiyacım vardı. Geçmişimi, ırsi şanssızlıklarımı bilmeyen birilerine anlatmam lazımdı. Benim ağlamama dayanabilecek, ağlasam da umursamayacak, beni o kadar tanımayan birilerine ihtiyacım vardı. Benim de görür görmez yanında kendimi koyvermeyeceğim birilerine ihtiyacım vardı.
Adamı tanımıyordum, hem de hiç. O da beni tanımıyordu, hem de hiç. İki kere feysbuktan konuşmuşluğumuz vardı o kadar. Yani ne anlatırsam anlatayım, sokaktan geçen herhangi bir kadının anlatacağından daha fazla etkilemezdi onu. Ben de Galata’ya doğru yürüdüm.
Ah o kule var ya o kule… Şu İstanbul’da hiçbir yer, köprü bile bana kendimi bu taştan silindir kadar iyi hissettirmedi. Bakkaldan radyo sesi geliyordu. Tarkan çalıyordu “inci tanem” mi neydi o şarkı, o işte. İçeri girip iki Efes istedim. Siyah poşete koyup verdi. Kuleyi ortalayan banka oturup telefonumu çıkardım. Adamın telefonu yok ki bende! Girdim feysbuktan mesaj atayım diye, bir baktım telefon numarası da var. Ben de mesaj attım: “bir tane biram var, kulenin dibindeyim.” Elinde içkiyle, tek başınayken kendisini davet eden bir kadına hayır diyecek erkeklerin sayısı kaçtır? Azdır. Ve neyse ki o da azınlıktan değildi, zaten oracıkta olan evinden aşağı indi ve geldi.
“nasıl tanıdın beni?” dedim. Hiç görmemişti çünkü. Eliyle saçımı işaret etti, “kuyruğundan” dedi. “ve bir de burada tek başına bir bankta oturan başka kız olmamasından…” Güldüm.
Biraları açarken anlatmaya başladım. Arka cebime tıkıştırdığım beyaz A4 kağıtta neler yazdığını ve bunların bana neye mal olacağını anlattım. Dinledi, sadece dinledi ve birasını içti. Sonra, anlatacaklarım bitti. Söyleyeceklerim de… Durdum, önüme baktım. Hala ağlamadığım için şaşkın, konuşmaktan yorgun öylece durdum. “ne yapacaksın şimdi?” diye sordu. Yüzüne bakmadan “kimseye söylemeyeceğim. Bana sürekli soru soracak, aldığım nefesi sayacak kimseye söylemeyeceğim” dedim. Güldü. Saçmaladığımı biliyordu, ben de biliyordum. Ama hayatımda bir kere baya baya inat edecektim. Bir an vardı biliyordum, artık kimseden saklayamayacağım; işte o ana kadar kimseye söylemeyecektim. Biten biranın şişesiyle beraber ayağa kalktı “yukarı gelmek ister misin?” dedi. Güldüm. Haliç manzarası… “hayır” dedim. “peki sen bilirsin” dedi. Tam arkasını dönüp gidecekken durdu, ben elimde ki şişeyi çeviriyordum “Siktir et ya!” dedi. “ciddiyim, siktir et!”
Güldüm. “Di mi ya” dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder