6 Mayıs 2010 Perşembe

ÇUKUR

ÇUKUR
Bir çukura düşmüştüm. Hem de orada olduğunu bile bile. O yüzden bunun sadece sakarlık olduğunu söylemek yanlış olur. Çukurun ne kadar derin, yaralarımın ne kadar çok olduğunu anlamak zaman aldı. İlk çarpmanın şiddeti ve şaşkınlığından olsa gerek… Anladığımda ise iş işten geçmişti.
Sadece kafamı kaldırdığımda gördüğüm gökyüzü vardı. Onun dışında dört yanım toprakla çevriliydi. İçinden kökler geçen, solucanlar yürüyen, nemli ve koyu bir toprak. Yağmur zamanı çamur olup üzerime akan, güneş zamanı kuruyup toz toz üzerime dökülen toprak.
Önceleri hiç ses yoktu. Hiçbir yerde bir fısıltı bile yoktu. Benim çukurum sanki ıssız bir yerde bir çukurdu. Ama değildi. Hatırlıyordum, ben düşmeden önce etrafımda bir şeyler vardı emindim. Tek başıma sadece kendi sesimle oturdum o çukurda. Günlerce, aylarca. Yaralarım yavaş yavaş kendiliğinden iyileşti ama ben rahat durmadım ki! Bağlanan her kabuğu kaldırdım, kopardım. Her seferinde yeniden kanattım. Güya daha çabuk bitsin gitsin diye koparıyordum ama bu seferde iz kalıyordu işte hepsinden. Yaralarımla uğraşmaktan çıkış yolu aramak aklıma gelmiyordu. Bir de alışmış mıydım yoksa kabullenmiş miydim neydim? Zaman geçtikçe oradan çıkışım daha imkansız görünüyordu bana.
Sonra bir gece o kadar çok yağmur yağdı ki, sanki bütün toprak çamur oldu beni yutmak için. Ben çırpındıkça daha çok yuttu beni, ben debelendikçe daha çok tuttu. Sabaha karşı o kadar yorulmuş ve o kadar berelenmiştim ki. Yeniden güneş çıkması ve her şeyin kuruması günler aldı. Canım çok yandı ve ilk defa, düşmemden beri ilk defa bu kadar korktum çukurdan.
Sonra bir öğle vakti, toprağın derinlerinden sesler gelmeye başladı. Küçük küçük atılan adım sesleri. Ürktüm, beklerken sırtımı çukurun duvarlarından birine verdim, gözlerimi sesin geldiği duvara çevirdim. Gelenin iyi bir şey olmadığından emin olarak diktim gözümü toprağa. Sonra irice, kara kuyruklu bir böcek çıktı toprağın içinden. Sanki hep oradaymış gibi sakin sakin uzattı başını, bakındı etrafına. Beni fark etmesin, bana zarar vermesin diye sindim iyice duvara, arkamdan da çıkabileceğinden de korkarak. Ama bana dokunmadı. Beni gördü, fark etti ama görmezden geldi. Yavaş yavaş gövdesini de çıkarıp topraktan; yukarı doğru yürüdü. En son çukurun çıkışından bir kere daha baktı aşağı doğru, sanki bana baktı; sonra da devam etti gitti, çıktı çukurdan.
İşte bu günlerden sonra bir sabah seslere uyandım. Sesler vardı. Çukurun etrafından gelen bir sürü ses. Gülen, konuşan, bağıran sesler. Hatta koku vardı, kokular vardı. Dışarıda kesin bir şeyler vardı. Bir anda o kadar çıkmak istedim ki çukurdan, kendime inanamadım. Evimmiş gibi yaşıyordum orada aylardır ama şimdi o kadar boğucu görünüyordu ki, çıkmalıydım, o seslerin yanına gitmeliydim. O kadar uzun zamandır yalnızdım ki unutmuştum sesleri. Tek sorun nasıl çıkacaktım? Çok derindeydim. Gerçi yağan yağmur altımı toprakla doldurmuştu, yaklaştırmıştı beni biraz çıkışa ama ben yine de derindeydim. Çıkan böcek kazırken duvarı, altımı toprakla doldurmuştu, biraz daha yaklaştırmıştı beni çıkışa ama hala derindeydim. Sağa baktım, sola baktım, her yerini elledim duvarların ama bir yol bulamadım. Sonra kazmaya başladım duvarları. Ellerimle, avuç avuç toprak attım aşağı, ayaklarımın altına. Beni yükseltsin, çıkarsın buradan diye yine çukurdan yardım istedim. Ama yetmedi. Ellerim berelendi, derileri soyuldu, avuçlarım yarıldı ama yetmedi. Çaresiz oturdum yarattığım tümseğin üzerinde. Günlerce oturdum. Bekledim.
Sonra bir sabah vakti, tam yüzümün hizasında bir ip sallanırken gözlerimi açtım. İnanamadım gördüğüme. Beni oradan çıkaracak bir ipin varlığını o kadar uzun zaman önce reddetmiştim ki, anlayamadım önce ne olduğunu. Korkarak dokundum sallanan bu ipe. Ama kaçmadı, gitmedi, tam önüme yılan gibi kıvrılıp düşmedi. Ben de tutundum bir hevesle. Hiç düşünmedim bile nereden geldiğini, çıkarsın beni yeterdi. Yeterdi durduğum bu çukurda. Ben bu heyecanla tutununca ipe; o da beni hızla çekti yukarı doğru. O da beklemedi bile, bakmadı bile tutunan kim bu ipin ucuna. Çekti beni en yukarı, dışarı, güneşe, gökyüzüne. Çıkarken baktım aşağıda kalan çukura bir kere daha, beni aylarca içinde tutan çukura. Çukurun değildi ki suç, ona düşen bendim. O sadece beni içerde tutmuştu her çukurun yapacağı gibi.
En sonunda çıktığımda, hiç bakmadan önüme bir hızla basınca ayağımı toprağa; az daha yeni bir çukura düşüyordum. Hayretle fark ettim; iki çukurun ortasında daracık bir toprak parçasında durduğumu ve ipin ucunun boş olduğunu. Kafamı uzatıp içini görmeye çalıştım diğer çukurun ama o da derindi belli ki. Hemen geri çektim kendimi.
Gözlerimi ovuşturdum, ayaklarımı bacaklarımı açtım, yürümeyi hatırlamak için yerimde bir iki adım attım. Sonra etrafa baktım. Yemyeşil bir çayırın ortasındaydım. Hem de uçsuz bucaksız alabildiğine yeşil bir çayır. Issızlıkta değildim, her şeyin ortasında bir yerdeydim. Üzerinde durduğum o daracık parçadan uzanan, daracık kısacık bir yoldan, o geniş çayıra bağlandım. Ve sesler renklendi. Kokular şekillendi. Rüzgar esti, güneş ısıttı. Ve ben yürüdüm, ileri doğru; yönü olmayan bir ileri doğru yürüdüm.