23 Ekim 2012 Salı

Barika'nın kuyusu: HERYERDEYİZ MAŞALLAH

Barika'nın kuyusu: HERYERDEYİZ MAŞALLAH: Bilenler bilmeyenlere anlatabilir ama ben zaten anlatıyorum : http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/10/meshur-oluyoruz.html Bu ya...

HER YERDEYİZ MAŞALLAH




Bilenler bilmeyenlere anlatabilir ama ben zaten anlatıyorum : http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/10/meshur-oluyoruz.html

Bu yazıdan sonra pek tabi ki iş, yazıda kalmadı. Can ciğer arkadaşlar sağolsun çalışıyorlar, çalıştıklarını da belgeliyorlar. Bize de onları buraya taşımak kalıyor. Siz de yakında sağda solda görürseniz şaşırmayın. Mesela Caddebostan Starbucks'ın (ya ben bu kelimeyi her yazışımda tedirgin oluyorum yanlış mı doğru mu diye) erkek tuvaletinin tuvalet kağıdı zımbırtısının üzerinde ya da İzmir Ekonomi Üniversitesi'nin sınıflarından birinde bir sıranın üzerinde olabilir. İlk kurşunu atan Fıratıma (hatırladınız mı? http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/07/gel-gel-sarisinim.html  ) teşekkürü bir borç biliriz.

Bu maceranın kanıtlarını Twitter hesabından (@barikaninkuyusu) takip edebilirsiniz hatta siz de dahil olabilirsiniz. Zira herbişeyi paylaşıyoruz. Çok eğlenceli yahu!

Not: Bayramda şehirler arası çalışıyoruz, haberiniz olsun

21 Ekim 2012 Pazar

Barika'nın kuyusu: EKMEK BIÇAĞI

Barika'nın kuyusu: EKMEK BIÇAĞI: Kan akana kadar her şey yolundaydı; ne zaman ki kan döküldü her şey yolundan çıktı. Onu ilk gördüğümde on altı yaşındaydım, o da on sekiz...

EKMEK BIÇAĞI

Kan akana kadar her şey yolundaydı; ne zaman ki kan döküldü her şey yolundan çıktı.

Onu ilk gördüğümde on altı yaşındaydım, o da on sekiz. Hiçbir şeyi olmayan iki kişi ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydik. Elimden tutabileceğine inanmasaydım, o gece iki katlı evimizin arka kapısından sessizce çıkmaz, mahallenin aşağısında ki yolun başında onunla buluşmaz, gözüm kapalı nefes nefese bir gece boyunca onunla sokaklarda koşmazdım.

Bana ilk vurduğunda on yedi yaşındaydım; o da on dokuz. Berbat bir evin, yer yer yeşilden sarıya çalan duvarına çarpmıştım kafamı. Vurduğum yerden kaşım açılmış, kan yanağımdan çeneme akarken ikimiz de neye uğradığımızı şaşırmıştık. Çünkü kan akana kadar her şey yolundaydı. Ne zaman ki kan döküldü, her şey yolundan çıktı.

İkincisinde ben on sekiz yaşındaydım; o da yirmi. İkincisi birincisi kadar sert değildi ve kan dökülmemişti. Sol gözümün etrafında ki morluk ise dördüncü gününde sarıya dönmüş ve yedinci gününde sadece siyah bir iz haline gelmişti. O berbat evin yeşil duvarları artık sarıya çalmıyordu; hatta ev, eskisi kadar berbat bile değildi. Bizse iyi olacak kadar gençtik hala. Yani her şey yolundaydı.

Üçüncüsünde ben hala on sekiz yaşındaydım; o da hala yirmi. Duvarlar olması gereken yerde, tavanlar olması gereken yerde, eşyalar olması gereken yerde ve ben de yerdeydim. Ocakta ki çaydanlık kadar masumdum ama ocakta ki çaydanlık yüzünden yerdeydim. Oysa çaydanlık hala ocaktaydı.
Üçünüsünden sonrasının zamanlarını hatılamıyorum. Artık berbat olmayan evin, artık beyaz olan duvarlarının bazı yerlerindeki izler; silinebilen boyaların harikalığı sayesinde kalıcı olmuyordu. Hiç kan akmıyordu. Hiçbir yer kanamıyordu. Mor, mavi, yeşil, sarı, gri hatta siyah vardı ama kırmızı yoktu. O yüzden her şey yolundaydı. Bizim herşeyimizin yolu da buydu.

Artık saymayı bıraktığım için kaçıncısı olduğunu bilmediğim sonuncusunda ise artık hiçbir şey olması gerektiği yerde değildi. Duvarlar, raflar, kitaplar, resimler, tabaklar, bardaklar, çaydanlık, ben... Sadece mutfak tezgahının üstünde ki ekmek bıçağı olması gereken yerdeydi. Yerindeydi.

Son sekiz yıldır, hastanede ki doktor,anestezi uzmanı, röntgenleri çeken hastabakıcı, sağlık ocağındaki hemşire, karşı komşu, alt komşu, yan komşu, bakkal, marketteki kasiyer kız, altın günündeki on iki kadın, yokuşun aşağısındaki karakolun polisleri, gece devriyesindeki polisler, ana yolun kenarındaki trafik polisleri, annem, babam, annesi, babası, kardeşim, kardeşleri, halalar, amcalar, dayılar, teyzeler hiç kimse olması gereken yerde değildi. Kimse bir ekmek bıçağı kadar olamamıştı. Bir tek o yerindeydi.

Kan akana kadar her şey yolundaydı; ne zaman ki kan döküldü her şey yolundan çıktı.




17 Ekim 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: MEŞHUR OLUYORUZ

Barika'nın kuyusu: MEŞHUR OLUYORUZ: Sevgili blog, Seni meşhur etmenin yolunu buldum lan! Lan kelimesi burada biraz amiyane oldu sanırım. O zaman baştan alalım: Seni meşhur...

MEŞHUR OLUYORUZ

Sevgili blog,

Seni meşhur etmenin yolunu buldum lan! Lan kelimesi burada biraz amiyane oldu sanırım. O zaman baştan alalım:

Seni meşhur etmenin yolunu buldum kuzum. Hayır; canım, cicim, hayatım, aşkım falan diyeceğim ama beni bu kelimelerin içini boşaltmakla suçlayanlar var. Bu konuda da aslında diyeceklerim var. Bir dakika hatta yeri gelmişken diyeyim:

Acı ama gerçek; bu otuzunu geçmiş hatuna bugüne kadar kimse içi dolu olarak, sözlük anlamıyla falan "aşkım, hayatım" demedi. Maruz kalmadığı bu anlamı kendisi de başkalarına içini doldurarak söyleyemedi. Bu durumda bu hatun için hem "aşkım" hem "hayatım" birer hitap kelimesinden ibaret kaldı. Hala da öyledir. O yüzdendir ki; yakınımda olan insanlara (yakınımda dedim farkındaysanız) gayet rahat ve cinsiyetine bakmaksızın "hayatım, canım, bebeğim" derim. Diyorum. Dedim. "Aşkım" ı ise demem. Yok artık, o kadar da değil. (Tam burada itiraz etme hakkı tarafımda saklı bir kişi var, o kendini bilir) Öyle işte...

Gelelim seni meşhur etmenin yoluna: adını duvarlara yazacağım. Şarkı sözü gibi oldu ama kastımız şu (aslında kastım ama bu yazıyı okuyan herkesi de bu işe dahil ettim az önce. e sizde bir ucundan tutarsınız artık); bundan sonra gittiğimiz bütün mekanlarda, sokaklarda, caddelerde; masalara, duvarlara, kapılara, pencerelere adını yazacağım(z).
Ne olacak, herkes "ne ki lan bu?" diyecek, senin adını arama motorlarına yazıp; sanal alemin diline pelesenk edecekler. Ve ta ta ta tammm; ünlüyüz!
Andy Warhol'un eski, ünlü hatta artık eprimiş lafı gibi: "Bir gün herkes on beş dakikalığına ünlü olacak" Pop Art işte, ne yaparsın.

Hazır mısın blog?

16 Ekim 2012 Salı

Barika'nın kuyusu: TEST

Barika'nın kuyusu: TEST: Size beni üç kelimeyle tarif edin desem ne derdiniz? Ben edemedim. Bir şeyler eksik, bir şeyler fazla kaldı. Beyin MR mın tamamen tem...

TEST



Size beni üç kelimeyle tarif edin desem ne derdiniz? Ben edemedim. Bir şeyler eksik, bir şeyler fazla kaldı.

Beyin MR mın tamamen temiz çıkmasını mantıksız gösterecek şiddette bir baş ağrısı ve benim diyecek hamileye taş çıkartacak bir turşu özlemi ile yazıyorum size bu satırları.
Bu akşam da bu çekmecede alkol bulundurmadığıma pişman olduğum akşamlardan biri.

Sürekli birilerine bir şeyler ispatlamak zorunda kalmak can sıkıcı. Hali hazırda yaptığın işlerden yetkinliğini kişi kendi sorgulamalı evet, ama başkaları da zırt pırt sorgulamasın; olmaz mı?

Sevgiline onu sevdiğini, patronuna çalıştığını, arkadaşına ona güvendiğini, annene yemek yediğini ispatlamak zorunda kalmak daraltmıyor mu? Sevmesem seni neden öpeyim? Çalışmasam anlamaz mısınız? Güvenmesem yanında ne işim var ya da yanımda? Yemek yemesem baya belli olurdu anne, maşallahım var.

Bekaret testi bile yanıltılabilir bu dünyada evet ama bazı testler kendileri lüzumsuz yanıltıclıkta zaten. Test etmeyin birbirinizi! Aramızda ite kaka, güç bela sınıf geçen çok. Az değildi nüfusumuz bütünleme sınavlarında. Etmeyin, eylemeyin. Zaman kaybı. Şahsen ben her an şıkları kaydıracakmışım gibi geliyor. İkide bir de hayatlarımızı kaydırmamız bu yüzden olabilir mesela.

Bırakın kalemleri, kağıtları topluyorlar.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: KIŞ TEMİZLİĞİ

Barika'nın kuyusu: KIŞ TEMİZLİĞİ: Bir süredir aklımda olup, aynı süredir de bir türlü yazamadığım bir şey vardı; yazayım da kış temizliği olsun. Ben artık aşık değili...

KIŞ TEMİZLİĞİ



Bir süredir aklımda olup, aynı süredir de bir türlü yazamadığım bir şey vardı; yazayım da kış temizliği olsun.


Ben artık aşık değilim! Valla lan! Çekti gitti benden. Ne zaman, emin değilim, orasını kaçırdım; ama bir sabah uyandığımda göğsümde oturan gergedan yoktu. Ve uyumadan öncelerimle, uyandığım anlarım temizlenmişti. Kafamın içinde dört dönen isimler yoktu. Kimse cirit falan atmıyordu. Bu normalde iyi bir haber benim için. Ama aşk için kötü haber. Burada da tutunamadı.

Bitiyorsa bu, tutunamadığındandır. Ve bende bile tutunamıyorsa bilin ki çok fena kanırtmıştır. Bilin ki gitmeye çok meraklıdır. Gideyim diye baya bir asılmıştır. Yoksa bırakmazdım. Bırakamazdım ki! Senelerce bırakamadım; hem de fare gibi üfleyerek etimi yediği halde. Üç numaraya mı pabuç bırakacaktım? Bırakmayacaktım. Eğer bir akşam yüksek tavanın altında geçmişin hayaletini görmeseydim…

Ben normalde hayaletlere inanmam ama o akşam gördüm. Resmen vücut buldu karşımda. Bir adım geri sıçrayacaktım ama tuttum kendimi. Açıklayamazdım ki gördüğüm şeyi. Ben de sustum, zaten ağzımın ortasına tokat atılmış gibiydi. Susmayıp ne yapacaktım.

Sonra bir daha gördüm o hayaleti. Meydanda bir yerlerde. Açık havada da görünce baya bir korktum. Bana yeniden musallat olamayacak kadar uzaktaydı oysaki. Nasıl gelebilmişti ki bu kadar yakınıma? Neyse ki onu benden başkası görmüyordu, her hayalet gören kişi gibi yalnızdım. Ve doğal olarak bu konuda sessizdim.

Onun sayesinde içimde biriktirdiğim ne varsa uçtu gitti. Öd kesem patladı, ödüm koptu korkudan. Yeniden onunla karşılaşma korkusundan. Sayesinde de her şey o açılan delikten uzay boşluğuna uçtu.

Bin bir gürültüyle çağıl çağıl gelen ve gürül gürül akan bir şeyin nasıl bu kadar sessizce çekip gittiğini ise hiç anlamıyorum. Görememişim bile gidişini. Su dediğin öylece çekilir mi?

Arkasından eski korkular, güvensizlikler, bahaneler saklandıkları yerden kafalarını uzatmaya başlıyorlar. Farkındayım. Azıcık yüz versem çıkacaklar. Ama yok, artık yerim yok onlara. Bir de onlarla uğraşamam. Zaten zor topladım ortalığı, gelmeleriyle dağıtmaları bir oluyor.

Şimdi yaz bitti kış geliyor. Siz bana kasvet masvet, karanlık, soğuk diyeceksiniz. Bense size temiz ve serin sabahlara uyanılan yorgan altı deliksiz uykular diyeceğim. Hadi bakalım, galiba daha güzel bir kış geçireceğiz.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: CUMA GECESİ OLANLAR

Barika'nın kuyusu: CUMA GECESİ OLANLAR: Bazı sabahlar vardır, uyandığınız andan itibaren gerçek dışı bir şeyler olacağını bilirsiniz. Çünkü gözünüzü sanki bir Amerikan filmine açm...

CUMA GECESİ OLANLAR

Bazı sabahlar vardır, uyandığınız andan itibaren gerçek dışı bir şeyler olacağını bilirsiniz. Çünkü gözünüzü sanki bir Amerikan filmine açmışsınız gibidir. Bu cumartesi sabahı, o sabahlardan biriydi.


Gözümü açtığım andan itibaren yaptığım ilk şey bir önce ki yani uykuya yattığım gecenin sonunu hatırlamaya çalışmak oldu. Yatağa nasıl geldiğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Pijamalarımı nasıl giydiğim – örtüyü açıp kontrol etmiştim-, kapıyı kilitleyip kilitlemediğim, aslında en başta o kapıyı nasıl açtığım… Hatta daha da başa sarıp kapıya kadar nasıl geldim, onu hatırlamaya zorladım kendimi, bulamadım. Sadece nedenini bilmediğim bir şekilde odada bir gölgenin varlığını hissediyordum. Odada, evde, etrafımda bir gölge var gibiydi.

Sırt üstü yatmış tavana bakar halde bunları düşünürken günlerden Cumartesi olduğunu ve işe gitmek zorunda olmadığımı fark edip tavana karşı sırıttım. Tavan, sırıtmamla pek ilgilenmedi ama nedense aynı anda bende korkunç bir mide kazıntısı başladı. Açtım! Üzerimde ki örtüyü ayaklarımla itekleyerek üzerimden attım, leopar desenli pembe kurdeleli pijamam ve beyaz tişörtümle çift kişilik –ama sadece sağ tarafını kullandığım- yatağımdan kalktım. Pembe terliklerimi gözlerim kapalı bile olsa bulup giyebilirdim, yine giydim. Odadan çıkıp mutfağa gidene kadar ve mutfaktan elimde bir bardak su ile hole gelene kadar her şey normaldi. Sonrası; hiç beklenmedik bir “günaydın” sesi...

Benim evimde salonun kapısı bir hole açılır. Aslında bütün kapılar (hepi topu üç kapıdır bahsettiğim) bu hole açılır. Salonun kapısı yazın asla kapanmaz. Kışın da mecburiyetten kapanır çünkü evin ortasından bir hava akımı geçer. İşte o kapısı hole doğru açık salonun, duvar dibinde ki kanepesinde yatan bir adam vardı. Baya baya, benim evimin salonunda yatan bir adam vardı! Neden bilmem gözüm duvarda ki saate kaydı, on bire yirmi vardı. Ha bir de fosur fosur uyumuştu öyle mi? De bu adam kimdi?

Tanıyanlar, aynı masaya oturanlar bilir ki ben kötü içmem, çok iyi içmesem de iyi içerim ama kötü içmem. İki birada masada uyuyan, iki kadeh rakıda feleği şaşan kızlardan değilimdir. Sarhoş olmuşsan ya çok içmişimdir ya da çok gerginimdir. E ben şimdi bir önceki gece ne yapmıştım? Ne yapmış olabilirdim? Daha önemlisi şimdi ne yapacaktım?

Adam sanki her şey çok normalmiş, kendisi üzerinde yattığı kanepenin hemen önünde duran kahverengi sehpa gibi bu evin parçasıymışçasına yan dönmüş; bir elini yanağına dayamış bana “günaydın” diyordu. Elimdeki su bardağını fırlatıp evden kaçabilirdim, elimdeki su bardağını fırlatıp onu bu evden kaçırabilirdim, elimdeki su bardağı ile öylece kalabilirdim. Elimdeki su bardağından bir yudum aldım ki konuşabileyim.

“Sen kimsin?” dedim. Cumartesi sabahı saat on bire yirmi kala, benim evimin salonunda ki kanepede yatan adam sen kimsin! O anda neden bilmem gözüm yan koltukta yatan kot pantolona kaydı. O pantolon burada yatıyorsa, o adam o yatakta neyle yatıyordu? “Tufan ben” dedi. “Gerçi bunu sana daha önce de söylemiştim ama…” ve müstehzi bir gülümseme. “Sen kimsin de bana müstehzi müstehzi gülümsüyorsun lan!” diyecektim demedim. Hayır, bir de adamın altında bir çarşaf, başının altında bir yastık, hatta üzerinde de bir pike olduğunu görünce zaten sustum. Kendisine yatak yaptığım bir adama “sen kim oluyorsun lan!” demek çok saçma geldi o an.

Ne zaman bir şeyleri hatırlamaya çalışsam gözlerimi kısarım. İstemsiz yaptığım bir şey. Gözlerimi bir Japon’la yarışacak hale gelene kadar kıstım. Nafile… Bırak gözümü, kendimi kıssam hatırlayacak gibi değildim. O da anlamış olacak ki gülümsemekten sırıtmaya dönen ve beni daha da sinirlendiren bir yüz ifadesiyle “Beni hatırlıyor musun?” dedi. Bu,” beni hatırlamıyor musun” cümlesinden iyiydi. Çünkü “hatırlamıyor musun” demesi; hatırlamam gerektiği halde hatırlamadığım için şaşırdığını, hatırlamam gerekecek ne yapmış olabileceğimizi düşünmem gerektiğini falan gösterecekti bana. Sudan bir yudum daha alıp “Yani…” dedim. Artık bunu nereye çekerse. Sonuçta ben sorusuna cevap vermiştim ve muallak bir cevap diye yok sayacak hali yoktu herhalde. Hart diye üzerinde ki pikeyi açıverince ben de geriye doğru iki adım sıçradım. Sıçradığımı görünce gülmeye başladı. Altında siyah bir boxer vardı. Siyah boxerdan mıdır nedendir bilmem; sonunda adama bakmayı başarabildim. Yani alıcı gözüyle mi denir, işte öyle. Bir seksen-seksen beş boylarında, zayıf, açık kumral saçlı, siyah tişört ve siyah boxerla uyuyan ve tanımadığı bir kadının evinde kalan bir adama göre baya yakışıklı denebilecek bir adamdı. Ama salonda yatmıştı, kanepede. Bir yudum su daha içtim.

Koltukta ki pantolonuna dokunmadan, öylece kalkıp, salonun perdelerini sıyırdı, camı açtı ve dışarıda ki havadan derin bir nefes aldı. Sonra lütfedip bana döndü ve “şu yüzünde ki ifadeyi görsen, gülmekten ölürsün” dedi. Meraktan öldüğümü de anlamış mıdır diyecektim ki devam etti: “Seni korkutmak gibi bir niyetim yok, bir de sabah sabah senle uğraşamayacak kadar başım ağrıyor. Zaten bütün gece seninle yeterince uğraştım.”

Yutkundum. Acaba pijamam nasıl duruyordu? Ah keşke siyah olanları giyip uyumuş olsaydım!

“Uğraştım derken, uğraştık” dedi ve benim tansiyonum yediden beşe düştü. Yuh artık, uğraştık ne demek? Banyoda ya da arka odada da mı birileri var yoksa? Kafamda ki dehşet yüzüme vurmuş olacak ki “Dur dur, panik olma” dedi gülerek. Gülünce bu adamın tek yanağında gamze mi oluyordu?

“Dün akşam aynı bardaydık” dedi. Barı hatırlıyordum; Balo Sokak’tan içeri girince sağda bir yerlerde. “Arkadaşların vardı yanında” vardı, üç kişiydik. İki kız, bir erkek. “Biz de kapı tarafında bir yerdeydik” De ben seni görmemiştim? “Siz tam çıkmak üzereyken, aynı anda kapıdan içeri kalabalık bir grup girdi. Sen iri yarı bir adamla çarpışıp dengeni kaybettin, düşerken de kafanı benim önümde duran masaya vurdun”.

Yok artık! Elimi kafa götürdüm. “Yok, alnına doğru” dedi. Elimi indirdim ve yumruyu hissettim. Hissetmemle “ay” şeklinde bir çığlık atmam bir oldu. Bana doğru atılıp “yavaş yavaş” dedi. Eliyle elimi tutup alnımdan çekti. Yumruma bakarak “Aslında biraz inmiş” dedi. “Peki sonra ne oldu?” dedim.

“Sonra sen olduğun yere yığıldın, tam ayaklarımın dibine. Seni tutup kaldırmayı denedim ama kendinden geçmiştin. Seni kucaklayıp dışarı çıkardım. Arkadaşların dışarıdaydı ve seni bekliyorlardı. Sanırım birine takılıp kaldığını falan zannetmişler ama benim kucağımda dışarı çıktığını görünce ikisinin de suratlarını görmeliydin” Yine gülmeye başlamıştı. İster istemez ben de güldüm çünkü gözümün önüne Büşra’nın suratı geldi.

Sonrası onun anlattığına göre şöyleydi: beni açık havada bir on dakika uğraştıktan sonra ayıltmışlar, bana ayran içirmişler (onu ben de anlamamıştım) ve kendime gelmemi beklemişlerdi. Ayılınca bu Tufan olacak adam, yarı sarhoş ve Beylikdüzü’nde oturan Büşra ve Ahmet’i eve gönderip, beni evime bırakmaya talip olmuştu. Onlar da hangi akla hizmet bilinmez, kabul etmişlerdi. (Gerçi ben Büşra’nın hangi akla hizmet ettiğini tahmin ediyordum ama neyse…) Artık nasıl yaptığımı bilmiyorum ama benim tarifimle taksiye binip eve kadar gelmişiz. Çantamdan anahtarı bulup ona vermişim, o da kapıyı açmış. Beni yatak odasına götürüp…

“Dur bir dakika!”dedim. Elimdeki sur bardağını, sehpaya bırakırken yutkunuyordum. Doğrulup, yüzüne baktım. Tek yanağında ki gamze ile bana bakıyordu. Yine yutkundum. “Bu pijamalar?” dedim mırıldayarak.

“Onları kendin giydin” dedi. “Kendi kendine giyindin, bana yatağının altında ki bazadan yastık çarşaf çıkarıp verdin, “git sen de salonda yat bu saatte eve falan dönülmez” dedin. Bende de sana yok ya diyecek hal yoktu çünkü beni baya yormuştun. Ben de şu kanepeye yatıverdim işte”

İçimden geçen bir serinlik, bir ferahlık, bir uçuntu, bir esinti ki anlatılmaz. Bir de nasıl bir pişmanlık. A-a sabah sabah, hayatında ilk defa gördüğün adam için, daha neler! “Teşekkürler” dedim. “Galiba baya yormuşum seni gerçekten”

“Benim anlamadığım aslında baya aklı başında görünüyordun sen dün gece. Nasıl oldu da hatırlayamadın”

“Aslında hatırladım ama biraz bulanıktı” dedim. Dedim de bana nedense hiç inanmamış gibi baktı. Ben de durdum. Uyandığımdan hatta onun uyandığından beri yapmam gereken şeyi yaptım. Bu sabahın en başından beri yapılması gereken, söylenmesi daha doğrusu sorulması gereken şey buydu. Daha fazla oyalanmamızın, beklememizin bir anlamı yoktu:

“Aç mısın?”

8 Ekim 2012 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: KONUMUZ ALEX DEĞİL

Barika'nın kuyusu: KONUMUZ ALEX DEĞİL: Daha önce erkekler hakkında yazdığım (bkz: ) hasta ve aç erkeğe katlanılmaz serisine ekleyiniz: bir zamandır çişini tuttuğu halde araba...

KONUMUZ ALEX DEĞİL



Daha önce erkekler hakkında yazdığım (bkz: ) hasta ve aç erkeğe katlanılmaz serisine ekleyiniz: bir zamandır çişini tuttuğu halde araba kullanan erkek. Aman diyeyim! Ama konumuz bu değil:


Şu sıralar Alex’in basın toplantısı devam etmekte ve ben bir kere daha takımlar üstü oyuncuların varlığını kabul etmiş bulunmaktayım.

Yıllar önce aynı bende aynı hissi yaratan bir Hagi vardı. Kendi takımımda oynasın oynamasın, öyle bir adam bu ülkede top oynuyor diye mutlu olmuştum. Tecrübesinden, tarzından, yeteneğinden öte duruşunda ve sahiplenişinde bir şeyler vardı. Bizim de onu sahiplenmemize neden olan bir şeyler…

Sonra benim için Nouma geldi. Tamam, ben zaten Beşiktaşlıyım ve doğal olarak kendisine zaafım vardı ama kabul edin; onda da bir şeytan tüyü vardı. Hala var. Daha önce yazmıştım ama belki kaçıran vardır diye söyleyeyim, o tombala çektiği maçta stattaydım ve doğal olarak kopan kıyameti ancak eve gidince fark edebildik. O yüzden huyu güzeldi demeyeyim ama onda da o bahsettiğim sahiplenme vardı. Sadece takımını değil, sanki herkesi tutuyor gibiydi. Bir gece yarısı, Taksim’de bir barda pat diye kolunu tutuverdiğimde de aynı şey olmuştu. Önce bir “deli miyim” diye bakmış, sonra gülmeye başlamıştı. (benim sevgi göstermekle ilgili sorunlarım var sanırım…)

Sonra Alex geldi. Aslında bana gelmedi. Ben uzun bir zaman sırf Fenerbahçe’ye antipatim yüzünden onu da diğerleri ile aynı kefeye koydum. Diğerleri derken de bir sevimsizlik yaptım bak farkındaysanız. Neyse, işte zaman içinde baktık ki Alex’te de var o takımını, sahasını, seyircisini sahiplenme, başka takımlara ve taraftarlara saygı gösterme, abuk subuk demeçler vermeme, barda pavyonda sabahlayıp sahada uyumama, o formayı iş icabı değil baya baya isteyerek, severek giyme, var işte.

E ne oldu? Fazla geldi. Gelir. Bize göre değil bunlar. Bize havalı, cakalı, sansasyonel, hakemle dalaşan, takım arkadaşıyla itişen hatta yumruklaşan, magazin haberlerine malzeme olan adamlar lazım. Bütün bunları ise yetenekleri paçalarından aktığı için değil, egoları paçalarından aktığı için yapmaları lazım. Bizim onlara ihtiyacımız var. Çünkü onları daha kolay harcarız. Üç gün el üstünde tutar, dördüncü gün yere çakarız. Ve onlar da bunu iyi bildiği için o üç günlerini olabildiğince saçma bir saltanat havasında geçirirler.

Ama Alex sadece futbolcuların değil, idarecilerin de ne “mal” olduğunu görmemizi sağladı. Mesele hiçbir zaman futbolcu değildi burada; performans da değildi. Hepsinin üzerinde, bir kere daha, erkeklerin her zaman yaptığı üzere fiziksel performanslarından da öte egolarıydı. Bu kez de eline yetkiyi bir şekilde geçirmiş ama bu yetkinin hazımsızlığından kurtulamamış bir ahali insan; kendilerinden çok sevilen ve dolayısıyla kendilerinden çok tutulan bir adama katlanamadılar. Ne oldu? Olan oldu da asıl ben size olacak olanı söyleyeyim: unutacağız. Heykelini değil abidesini de dikseniz, unutacağız. Çünkü biz unuturuz. İyiyle kötüyü aynı hızla unuturuz. Balık hafızamız, bir süre sonra kimin şerefli kimin şerefsiz olacağını ayıramayacak kadar hızlı siler yaşananları.

O yüzden bugün Alex, yarın Ahmet, bundan bir zaman önce İbrahim Üzülmez falan filan. Giden gider, kalan sağlar bizimdir.

5 Ekim 2012 Cuma

Barika'nın kuyusu: KAZ

Barika'nın kuyusu: KAZ: Normalde burada gündemden dem vurmak adetim değildir, bilirsiniz. Ben daha çok kendimden dem vurmak, kendime vurmak için yazıyouım bu b...

KAZ



Normalde burada gündemden dem vurmak adetim değildir, bilirsiniz. Ben daha çok kendimden dem vurmak, kendime vurmak için yazıyouım bu blogu. Ama bir iç sıkıntısıdır gidiyor ve ben içimi sıkan her şeyi yazdım size. Ayrıcalığın lüzumu yok.
Şöyle ağız dolusu küfredesim var, bağırasım falan var ama seviyemi korumaya çalışıyorum. Hanımefedilik de yok serde ama olanı da yitirmeyeyim diye; o kadar.

Arkasından Atatürk resmini kaldırıp "hoca" nın Türkçe Olimpiyatları'nın amblemini bastıkları 1 Tl lik demir paradan geçti elime geçen gün. Adam para üstü olarak umarsızca verdi, ben de aldım. Bir baktım, Kenya'dan gelip "Oynama şıkıdım şıkıdım" söyleyen çocuklara ithafen yapılmış bir para var elimde.

Önce Haydarpaşa, sonra Taksim Meydanı, Çamlıca Tepesi hatta Atatürk Orman Çiftliği derken birileri kedi gibi bölgesini işaretliyor. Koktu her yer! Atatürk Orman Çiftliği'nin arkasından o birileri "Anıtkabir'de ki kalksın biz yatıcaz!" derse şaşırmayabiliriz.

Biz tipik memur çocuğu, orta sınıf, sıradan ailelerin; normal bir hayat sürmeye çalışan çocukları, Özal'dan "yırtıp, hayatta kalma"yı, Demirel'den inkar etmeyi ve İnönü'den her şeye rağmen yine de bir parça saf kalabilmeyi öğrenmiş 90'ların kayıp, sağlıksız ve dengesiz kuşağı... Gece yarılarından sabah beşlere kadar büyüklerimizin Körfez Savaşı dediği, bizim içinse Scut ve Patriot füzeleri, Çöl Ayısı gibi kelimelerin sokak oyunlarına malzeme olduğu bir şeyleri televizyondan izlediğimiz zamanlardan; bu zamanlara geldik. Geldik de ne oldu?

Şimdi de "ileri demokrasi" diye bize yutturmaya çalıştıkları saçmalığı bir de utanmadan başkalarına mı bulaştırmak istiyorlar? Gerçekten mi? Valla mı ya? Yok artık! Bahçemizde oynayacak yer kalmadı, sizinkine dalabilir miyiz? Ne de olsa komşunun bahçesi komşuya kaz görünür.

Bir gün bize ayrılan sürenin sonuna geleceğiz. O zamana kadar yapımda ve yayında emeği geçen herkes için dua ediyorum. Sezenlerin Sezeni demiş ki zamanında:
"Bugün dua ettim hepimiz için; yüce Tanrı insanı affetsin"

http://www.youtube.com/watch?v=S_rgsuSUUcU



3 Ekim 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: DALDAN DALA BEKLEMEK

Barika'nın kuyusu: DALDAN DALA BEKLEMEK: Beklemek kadar insanı yoran bir eylem daha yok. Aslına bakarsanız beklemek bir eylem değil bence; eylemsizlik. Zaten o yüzden bu kadar ...

DALDAN DALA BEKLEMEK



Beklemek kadar insanı yoran bir eylem daha yok. Aslına bakarsanız beklemek bir eylem değil bence; eylemsizlik. Zaten o yüzden bu kadar yoruyor. En fenası da bir insanı değil de bir insandan bir şey beklemek.


Benim gibi biraz sabırsız, biraz(!) çatlak ve biraz tez canlı iseniz kimseden bir şey bekleyemezsiniz. Kalkar kendiniz yaparsınız. Misal, bizim evde bulaşıkları ben yıkarım. Çünkü #ezikböcek ten beklersem ev üç güne kalmaz kokar, tabakta kurumuş yemeklerde yeni yaşam formları oluşur, o yaşam formları ev hayvanı boyutuna gelir ve yeni yasa tasarısı olur da geçerse itlaf edilirler, ben de travma geçiririm.

Travma demişken… Neyse, demeyelim. Biz geçen gün bir masa dolusu insan baya bir dedik çünkü.

Ben yine saçma sapan rüyalar gördüm. Suya anlatacağım ama kabus değil. Sadece artık görülmemesi gereken rüyalar. Demek ki sadece bilinç üstünden atmak yetmiyor, bilinç altında da temizlemek lazım. Ama zaten benim bilinç altım çöplük gibi bir şey, geçenlerde Tuluğ Çizgen’den bahsediyordum rüyamda ki adını en son ne zaman duydum bilmiyorum. (Bkz: Perihan Abla’da ki Meraklı Melahat) İşte yine öyle bir gecenin sabahında uyandım ve resmen yanağımda bir sıcaklık, burnumda da bir koku vardı. Çünkü rüyamda yüzümü birinin boynuna gömmüştüm. Allah beni ıslah etsin diyor, bir sonraki paragrafa geçiyorum.

Beklemekten oraya sonra da buraya nasıl atladığımı soracaksınız az önce bilinçaltımla ilgili kurduğum cümle size yol gösterebilir. Benim aklım daldan dala çalışır. O yüzden konuşurken de daldan dala geçerim. Bir şey anlatırken aklıma başka bir şey gelir. Beklemekle rüyam arasında ki bağlantı ise tamamen öznesinden kaynaklı, geçelim.

Ama ben şimdi çoktan olması gereken bir şeyi, takıldığı yerlerden kurtulsun diye bekliyorum. Konu her zaman aşk-meşk değil gençler. Bu hayatta bir de iş-güç var. Yani zamanı gelince almanız gerekenleri almanız lazım. Alamıyorsanız alacak yer bulmanız lazım. Verdiğiniz emeğin kıymetini bilin. Sorumluluk iyidir, hoştur, candır. O olmadan iş olmaz, iş yapılmaz. Meslek hayatında kariyerin yolu sorumluluk bilincinden geçer ama abartmayın. Abartıyorsanız da o abartının karşılığını isteyin. Bak biz otuzlarımıza geldik ancak soruyoruz bazı şeyleri. Siz siz olun, uyanık olun. Gözü açık olun. Ama uyanık olacağız derken hin olmayın, cin olup adam çarpmayın. Kendinizi kurtarmak için beraberinizdekileri satmayın. Çünkü eninde sonunda bir vakit gelecek ve o insanlara ihtiyacınız olacak. Ve işte o zaman o iş sizin g*tünüzde patlar, demedi demeyin.

Beklemekle ilgili bir de, bazen bazı şeyler beklediğiniz kadar kötü olmayınca yani olmadığını gördüğünüzde hissettiğiniz rahatlık var ya… Çok acayip. Bir tür huzur. Serinlik gibi…

Bir zaman önce korkmuştum. Kendi kendime. Birilerine “ben korkuyorum” diyeceğim bir şey değildi. Beyin MR nın sonucunu beklerken sakız çiğner gibi rahattım ama bu değil; bui başka bir şeylerdi. Ama şimdi yatıştı. Durdu. Bitmedi biliyorum ama bir ara verdi belki. Ben kopacak bir fırtınadan ürküyordum, bulutlar dağıldı. İki günlüğüne bile olsa bana dağılmış gibi geldi.

Yani demem o ki, beklemek hoş değil. Ben ki evliya sabrı gösteririm pek çok şeye, bana bile bazen hoş değil. Bekletmeyin be! Az makyaj yapın, elinize geçeni giyin, evden iki dakika erken çıkın, otobüs yerine taksiye binin, önceden telefon edin ama bekletmeyin. Beklemeyin. Aklınızdakiler dağılmayacak siz onları dökmeden. Beklemeyin, dökün. Dökülün. Bir toplayan çıkar elbet. Çıkmazsa de mazgallardan iner; aşağıda birleşirsiniz yeniden.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: BARİKA'NIN ÇORAPLARI 4.BÖLÜM

Barika'nın kuyusu: BARİKA'NIN ÇORAPLARI 4.BÖLÜM: Kaçıranlar ve yeniden okumak isteyenler için geçmiş bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/02/barikanin-coraplari-3bolum.html...

BARİKA'NIN ÇORAPLARI 4.BÖLÜM



Kaçıranlar ve yeniden okumak isteyenler için geçmiş bölüm:
http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/02/barikanin-coraplari-3bolum.html


Benim diyen dizi böyle uzun sezon arası vermez. Ama bahsettiğimiz Barika olunca, “arkası yarın” dediğimiz şeyden ziyade; bir sıkıcı, bir tuhaf, bir garip girdabın içinde kalıyoruz. Zaten hatunun hali iyi değil söyleyelim. Neyse, siz izleyin anacım, baaaayyyy…

“Tabi ki kahramanımızın başına Paris’te bir halt gelmedi. Çay sıra gidip su sıra geldiği bu seyahatten ve hemen arkasından devam eden birkaç yüz seyahatten de eli boş dönen Barika, en sonunda bir hafta sonu kaçamağı için yakın adalardan birine gider. Kendisi ile beraber yanında kendisinden daha şanslı olduklarını sandığı beş kadın da götüren kahramanımız; onlarca zamandan sonra adanın ünlü yel değirmenlerinin gölgesinde tesadüfen bir önce ki bölümde “nasip değilmiş” diye peşini bıraktığı “isimsiz” le karşılaşır. İçinden “yok artık, çüş!” dediği tepkisini dışından “A-a senin burada ne işin var” diye yansıtır ve ayaküstü kısa bir sohbet ederler. Ardından “isimsiz” le akşam yemek yedikleri restoranda da karşılaşan ama bu sefer korkusundan kendisini göstermeden kenardan kenardan oradan kaçan kızımız, adadan şehre döner dönmez bu hikayeyi unutur. Ama hikaye onu unutmaz…

Bu olaydan aylar sonra bir gece yarısı mesajı ile “isimsiz” hayatına giriverir. İlerleyen günlerini konuşarak, gülüşerek, yazışarak geçirirlerken Barika, karşısında ki adamın bir sevgilisi olduğu gerçeği ile yüzleşmek ve buna göre davranmak zorundadır. Ama bu gerçekle adam değil de neden kendisi yüzleşmek zorundadır, onu anlamamaktadır.

Her geçen gün aklının kayma ihtimali daha yüksek olan bu adamdan sıyrılmanın bir yolunu düşünürken beklenen olur ve adam kendi kendini onun hayatından sıyırır. Daha ne olduğunu anlayacak vakti dahi olmadan Barika, bunun nedeninin “isimsiz” in bir süredir yurt dışında olan kız arkadaşının dönmesi olduğunu öğrenecek ve önce adama sonra kendisine küfrederek bu sayfayı da tarihin tozlu raflarına gömecektir.

Bu arada yüzüncü kere reddedildiği halde Barika, güreşe doymayan bir pehlivandan bile inatçı olduğu için “güneş gözlüğü” ile yeniden görüşmeye başlar. En başta baş edemeyeceğini, yapamayacağını sandığı için her seferinde nefesini tuttuğu bu görüşmelerin bir zaman sonra rutine dönüştüğünü, hayatının bir parçası olduğunu hatta nefesinin düzene girdiğini fark etmiştir. Buna bir süre kendisi bile inanamaz. Her zaman ki gibi içinden çıkamayacağını düşündüğü o çukurdan yine çıkabilmiştir. Kendisiyle gurur duyan Barika’nın “güneş gözlüğü” ile halledemediği artık tek bir sorunu kalmıştır. Ve o sorun kalbinde ya da kafasında değil tamamen başka bir yerindedir. Zaten aslında sorun da değildir. Daha doğrusu bu uzun zamandır istediği ama ona bir türlü istediğini söyleyemediği bir şeydir.

O sırada başka bir yerde, kahramanımızı bir sürpriz beklemektedir. Göğsünde kartal dövmesi olan ve bu, vücudunda ki tek dövmesi olmayan yeni eleman, sıfırdan olaya dahil olmuştur. Beklenmeyen bir anda ve beklenmeyen bir yerden çıkan “eleman” ile önce bir fincan kahve ile başlayan muhabbetleri zamanla birkaç bardak biraya doğru ilerler. Her masa muhabbetinde başka bir yerden bakmaya çalıştığı “eleman” dan ne beklediğini bilemeyen kahramanımız, son masa muhabbetinde -yine- hayal kırıklığına uğrar. Bir süredir “eleman” ın bir işler çevirdiğinin farkında olan ama bir türlü ne olduğunu çözemeyen kızımız, bir telefon mesajı ile düğümü çözer. Ortada yine aslında programda olmayan bir kız vardır. “Yok artık ya!” şeklinde ki tepkisini tabi ki ona belli etmeyen Barika, ilk defa intikam almayı kafasına koymuştur.

Makus talihini bir türlü yenemeyen kahramanımız bakalım ilerleyen bölümlerde ne yapacak? Artık arkadaş olduğu “güneş gözlüğü” ne ondan ne istediğini söyleyebilecek mi? “eleman” dan hıncını çıkaracak fırsatı olacak mı? “isimsiz” yeniden ortaya çıkacak mı? Yoksa sonunda aklı selim ve mümkünse bekar bir adamla karşılaşabilecek mi?