25 Şubat 2011 Cuma

barika'nın kuyusu: AHL Yİ SEVİYORUM!

barika'nın kuyusu: AHL Yİ SEVİYORUM!: "O kadar çok söylendim ki oraya buraya gitmek hakkında ve o kadar çok plan yaptım ki şu 30 yaşına girme geyiğiyle ilgili; sonunda Tanrı beni ..."

AHL Yİ SEVİYORUM!

O kadar çok söylendim ki oraya buraya gitmek hakkında ve o kadar çok plan yaptım ki şu 30 yaşına girme geyiğiyle ilgili; sonunda Tanrı beni cezalandırdı. "E yeter ama evladım" kabilinden bir ceza indirip beni kendi doğum günümde, hava alanında tek başıma kalmaya mahkum etti!
Evet, şimdi bu yeni düzenleme ile ben neredeyse iki yıldır "ah nası kutlasak" planı yaptığım 30 (yazıyla otuz) yaşıma, hava alanında tek başıma ve Bangladeş uçağı beklerken gireceğim. Mutsuzum!!!
Bir kere daha ispatlanmıştır ki, bir şeyin üzerine ne kadar düşerseniz, ne kadar plan mlan yapmaya çalışırsanız ya da daha doğrusu (özne: ben) çalışırsam o iş sarpa sarıyor. Bana yaramıyor öyle planlı programlı işler yapmaya çalışmak.
Ama ben de balık burcu, doğum gününe takık bir insanım işte ne yapayım. Hani kardeşim olacak ezikböceğin lafına bakılırsa zaten 30, yazıyla otuz yaşıma girerken fazla göz önünde olmasam iyi olurmuş. Bak sen! Hem bir dakika, hani otuz kadınların en güzel yıllarının başlangıcıydı. Kırkımıza girince tepeye çıkmış olacaktık. O yüzden öyle kaçmaya falan çalışmaya gerek yok. Hem ben karar verdim, o gece hava alanında kimi görsem "merhaba, biliyor musunuz ben az önce 30 yaşıma girdim!" diyeceğim. Ha siz "yok biz geliriz, seni hayatta yalnız bırakmayız" derseniz o başka. Ama işte, siz gelmeyecekseniz ben orada kendi partimi kendim yapacağım artık. Toplayacağım yer hizmetleri, gök hizmetleri, free duty elemanları, biletçiler, güvenlikçiler, gece gece sağa sola uçmak zorunda kalan seyyahlar, birilerini uğurlamaya gelmiş yakınlar, akrabalar, pilotlar, hostesler, hostlar, teknik ekip artık kim varsa şu koca Atatürk Hava Limanında, işte onlarla beraber kutlayacağız. Tamamdır. Al bak yine plan yapıyorum. Hey Allahım ya, anlatamıyorum kendime galiba???
Olsun, önemli olan; bize batan ama artık değiştiremeyeceğimiz belli olan konularda kabullenme, "n'apalım, olan olmuş" düsturundan yola çıkarak keyfini çıkarmaya çalışmaktır. Yahut bilinen kısa adıyla: kendini avutmaktır!

24 Şubat 2011 Perşembe

EZİYET

Utanmaz adam...
Daha gözünün içine bakarken ürperirsin. Nenemgillerin lafıyla "niyeti bozuktur" bunun. Bilirsin ki bir halt yiyecek. Öyle bir halt ki; sen de içinde boğulacaksın. Amma bile isteye. Beraber yiyeceksiniz o haltı. Zaten halt; tek başına yenilen bir şey değildir. İş, yemek değil; yutmak. Hazmetmek.
Arsız adam...
Eğilip senin kulağına bir şeyler söylediği o saniyeler var ya; hani aslında dakikalar yahut saatler kadar ağır gelen; o zamandan bilirsin. Bilirsin ki bu işin sonu iyi değil. Çünkü adam "iyi" değil. Ha bile bile devam edersin o ayrı. Çünkü cazibesi, tehlikesinde saklı.
Hınzır adam, muzır adam...
Gülümsemesi çarpıktır bir kere, böyle yandan yandan. Gülümseme zor iştir; gülmeye ya da sırıtmaya benzemez. Hınzırca gülümsemekse daha da zordur. Yapamayanda yılışık bir sırıtma gibi durur. Ama yok, bu adam, gözünün içine baka baka sana gülümser. Tam kafanın arkasında bir yerde çanlar çalmaya başlar. Ne çanı, alarm alarm! Ama anlayana... Dinleyene...
Hain adam...
Seni tam sen ona bağlandığında, bağımlı olduğunda bırakır ki acısı keskin olsun. Yattığın yerden tavana bakarken, midenden başlayarak ayak parmaklarına kadar inen kramplar geçiresin, gözlerini her kapattığında bir resim, her nefes aldığında bir koku yüzünden kontrolünü yitirme sınırına gelesin diye yapar. Aklından çıkaramayasın, unutamayasın diye yapar.Yapar ki lanet edesin. Herkes dualarla ayakta duruyorsa o, arkasından edilen lanetlerle ayakta durur. Onlardan beslenir.
Yarım bırakır, tam ortasında çekilir ki sen sonunu görememekten, dibine kadar zevkini çıkaramamaktan muzdarip, aç bilaç yalanarak arkasından bakasın. Ama, ama...diye sayıklayarak, yalvaran bir ruh hali içinde onu bekleyesin. Çok beklersin! Onun işi, gitmek.
Eziyet, ettiğinde mi edildiğinde mi, edene mi edilene mi zevk... Hiç bunu karıştırdığın olmadı mı? Eziyet çekmekten kim zevk alır demeden önce, zaman içinde aynı hataları kaç kere yaptığına, aynı adamlara kaç kere tutulduğuna, kaç kere bile bile canını yakacak adamların peşinden gittiğine bir bak. Bir saniyelik zevk için saatlerce açı çekmeye gerçekten razı olamayacak olsan; toplamda bir kaç günlük mutluluk için senelerdir kendini kanırtmazdın.

21 Şubat 2011 Pazartesi

REKLAM ARASI

Sürekli bir yerlere gitmenin, bir yerlerden dönmenin, kıçını bir türlü bir yere sabitleyememenin bir takım yan etkileri var tabi ki. Hani bir zaman yazıların birinde söylemiştim; aidiyet duygum zayıflıyor diye. Bu, o yan etkilerden biri işte. Bir yerde kalmak yahut bir yerde olmamak arasında fark kalmıyor. Uçak, İstanbul hava alanına indiğinde “eve döndüm” hissi gelip kucağıma yerleşmeyince bana da bir tedirginlik geliyor: “ne oluyoruz yahu?” Nereliyim ben? Bilmem…
Sonra bakmışım başka başka aidiyetlikler de inceliyor inceliyor, hop kopuveriyor. Geride his mis kalmadan. Pişmanlık dahi hissetmeden. Ha o zaman bir kere daha bir tedirginlik geliyor: “normal mi şimdi bu?” Bilmem, normal mi yoksa anormal mi?
Eksikliğini hissettiğim şeyler tuhaflaşıyor. Evle barkla, eşle dostla ilişkim sürekli değişiyor. Taşlar yer değiştiriyor. Sadece işim –ki neredeyse tüm hayatımı kaplıyor- yetermiş gibi geliyor. Sonra birden koca bir delik beliriyor önümde kara delik gibi kapkara, bu sefer hiçbir şey yetmiyor.
Ya bende migren mi başlıyor? Migren öyle Pazar sineması gibi başlayabilen bir şey mi bilmiyorum ama günlerdir süren ve nereden ya da neden geldiğini bilmediğim bu ağrı, ensemden girip girip; alnımdan çıkı çıkıveriyor. Yok, aslında çıkmıyor. Orada öylece kalıyor, yapışmış.
Kızıyorum hepsine. Beni, hayatımda olacaklarına inandırıp sonra bir gece ansızın ayakkabılarını ellerine alıp, çıt çıkarmadan kedi gibi sessizce gidenlerin hepsine kızgın kızgın söyleniyorum. E neden tuttunuz o zaman elimi? Ne gerek vardı? Ben, elimi biri tutmadan yaşamak konusunda gayet iyiydim yıllardır. Öyle sahil kenarlarında, kayalıklarda çenemi dizime yaslayıp söz vermeleri dinleyip “söz ulan benden de” iç sesi yapmasam da olurdu. Asansöre binmem bir daha ben o mavi taşlı kolyeyle. Elimi de asla masanın altında bırakmam. Üstünde dursun. Neme lazım tutar mutar birisi, bende inanırım falan. Sonra da böyle yaşlanmış ama söylenmekten bir türlü vazgeçememiş teyzeler gibi kızgın kızgın başım ağrıyor. Hem zaten ben de yaşlanıyorum işte ne olmuş! (Yok daha yeni başlıyoruz. Bu sene ki neredeyse tüm yazıların içine, dışına, sağına soluna otuzuna girmeyi hazmetmeye çalışmamı sokacağım. Elimde değil ben sokmasam kendisi giriyor.)
Mimiklerimin ve gülmelerimin kurbanı olan yüzümde ki çizgilerle, kardeşimin inatla estetik yaptırmak istediği burnumla, gerekenden yüksek ve bazen baya baya tiz olan sesimle barışmışım (o kadar ki şarkı söylemeye bile cüret ediyorum); resim çizemesem de karalamaktan, edebi değeri olsun olmasın yazmaktan vazgeçmemişim, ya aslında ben en çok kendime yetmeye karar vermişim. En azından bunu tutmuşum, buna çabalamışım. Değmeyecek şeyler için dikkatimi dağıtmayın o zaman! Reklam arası uzayınca filmden kopuyor insan. Uzatmayın!

19 Şubat 2011 Cumartesi

KAPIDA Kİ İKİ VALİZ

Kapıda valizler var, iki tane valiz, biri siyah biri de kahverengi.

Bundan üç yıl önce tamamen tesadüf eseri karşılaştık. Bir arkadaşımın arkadaşının doğum gününde. Zaten insanın başına hangi bela sarılırsa ya arkadaşlarının doğum günlerinde ya da düğünlerinde sarılır. Her neyse, açık kumral saçları ve mavi gözleri vardı ama konumuz bu değildi. Konumuz; onun her şeye hakim olma isteğinden kaynaklı baskınlığı ve bu baskınlığı kurmasına yetecek kadar zeki oluşu idi. Bir şeyler başarmış olmanın ve sonunda bir şey olmuş olmanın getirdiği kendine güven, sürekli doyurularak semirtilen ego ama her nasılsa bunlara taban tabana zıt bir sempatiklik. İnanılmaz bir sıcaklık! İnsanın alıp içine sokası (hayır hayır, ruhen, lütfen) geliyor. O koca ellerini savura savura hararetle bir şeyler anlatırken hiç bıkmadan ama gerçekten hiç bıkmadan dinleyesi geliyor. Ya insanın içinden ne yapacağını bilemeyip her şeyi yapası geliyor! Sonuç, a-aa aşık olmuşum. Hem de nasıl, hem de nasıl… Yahu ilk kadeh rakı ile üçüncü kadeh rakı arasında, masada aramızda ki üç sandalye ve bir metrelik mesafeye rağmen, neredeyse ağzımın suyu akarak adama bakarken a-aa ben, olmuşum. O sırada o bana, İtalyanların çalışma sisteminin bizim çalışma sistemimizden ayrıldığı yerleri anlatıyor. Ama ben içimden “bir sussa da ben şu adamı doya doya bir öpsem” diyorum. Ayıp! Adam ciddi ciddi konuşuyor o kadar ki gözleri parlıyor. Mavi gözlerin parlayınca neye benzediğini bilen var mı? Ama ben, o gözlerin yok yani onun gözlerinin parlayışını biliyorum. İşinden bahsederken o parıltının yüzünde çakışını da…
Tamam işte, olmuştu. Ben bulmuştum. Aramadan taramadan, avucuma düşmüştü, önüme çıkmıştı, karşımda bitivermişti. Sanki gökten zembille inivermişti. Beşinci kadeh rakıda ben ona “ya ben seni bir kere öpsem ne olur” deyivermiştim. Dumur olmuştu. Ha söyleyeyim “olmaz” demişti. Ben onu ancak o geceden iki ay sonra onun İtalya dan döndüğü gün hava alanında öpmüştüm. Tam bir hafta göremeyince deliler gibi özlediğimi fark edip, “eh yeter” i çekip, onun tüm o frene basalım aman ağır gidelim havalarına rağmen hava alanının ortasında boynuna atlayıp öpüvermiştim. Değil boynuna atlamamı; o gün onu karşılamaya gelmemi bile beklemiyordu adam.
Çok sevdim. Gerçekten… Her şeyini sevdim. Kızgınlıklarını, hoşnutsuzluklarını, sinirlendiğinde gözlerini iri iri açıp iki eli havada “bir dakika” ile başlayan cümlelerini, denize ve otomobillere olan tutkusunu, yemek masasında davul çalmasını, işe bir kere daldı mı saatlerce aramamasını, ahkam kesmelerini, her şeyini. Çünkü aynı adamdı benim elimi masanın altından hiç bırakmayan, başka biriyle konuşurken arada bana bakıp gizlice göz kırpan, bir Pazar sabahı teknede kahvaltı ettiğim, o dalarken dipten bana midye çıkarsın diye beklediğim.
Öfkesi şiddetliydi ve bazen pişmanlık doluydu ama inandıkları için kırdıklarının önemi yoktu. Yanlış ya da doğru, bir şeylere inanmasına inanıyordum ben de en çok. O kadar zordu ki inandıkları olan birini bulmak. Güveniyordum. O kadar zordu ki birine güvenebileceğini bilmek. O masanın altında da üstünde de elimi bırakmayacaktı biliyordum.
E ne oldu? Olan oldu…
Siyah valizde kıyafetleri var, kahverengi olanda kitapları, cd leri, posterleri. Hala küçük erkek çocukları gibi kapıların arkalarına astığı bilgisayar oyunu posterleri, araba resimleri… O koca şirketin, o koca bilmem nelerden sorumlu müdürünün, kocaman posterleri. Salonda, cam kenarında ki kırmızısı solmuş kahverengi koltuğun üzerinde deri ceketi var; banyoda ki kirli sepetinde Slayer tişörtü. Yatak odasında ki aynanın önünde deri bilekliği var, çıkarken o kirli tişört hariç hepsini toplayıp çıkacak. Bilekliğini takacak yine sağ koluna, deri ceketini giyecek. O iki valizi alıp cebinde ki anahtarı portmantoda ki anahtarlığa asacak. Dün akşam eve geldiğinde üzerinde füme takım elbisesi vardı. İçim sızlıyor, omuzlarına, kollarına, bileklerine baktıkça vücudum sızlıyor, bacaklarım uyuşuyor hala ona bakarken ama içim sızlıyor. Kolunun iç kısmında, uzun kollu gömleklerin sakladığı dövmeyi gördükçe dudaklarım sızlıyor. Sızım sızım sızlıyor her bir yerim. Son bir kez çıkacak bu evden ondan sonra da bir daha gelmeyecek. Ben de gelmeyeceğim. Şimdi o gelmeyince ben ne yapayım bu evde? Neden geleyim? Neden artık duvarların içinde geçip onu takip edeyim? Bir senedir yanında ki yastıkta yatıyorum ondan habersiz. Elim elini koyduğu yerde, elinin tam yanında. Hayatından çıktım sanıyor ya, yanılıyor aslında. Ben o uçaktan çıkamadım, o enkazdan çıkamadım ama onun hayatından da çıkamadım.
Çok sevdim. Her şeyini çok sevdim. O kadar çok sevdim ki; gidemedim.

OTOBÜS GÜNLÜĞÜ 1

Sevgili blog, sana bu satırları Kamil Koç un İzmir otobüsünde 35 numaralı (şirin tesadüf) koltuktan yazıyorum. Allahım bana acıdı ve dolu otobüste bir tek bana yanı boş koltuk düştü ki bileti otobüsün kalkmasından sadece yarım saat önce almıştım. Tabi bakalım bu saltanat nereye kadar sürecek? Yolda hangi duraktan yanıma bir piyango düşecek? Merakla bekliyoruz, devamı az sonra...
Otobüslerde internet uygulamasına geçilmesi bu memlekete ne kattı dersen, bana eğlence çıktı işte. Ona buna feysbuktan sataşıp, "şu anda Susurlukta ayran hüpletiyorum" gibi manasız durum cümleleri kurabiliyorum mesela. Neredeyse 8 (normalde 7 ama bunlar Bursa da falanda durduğu için mecburen 8) saat süren yolculuğun iki şıkkı var: birincisi; genelde yaptığım gibi İstanbul il sınırında uyumaya başlar (Balıkesir de hafifçe gözünü aralasan da kalkmaz) ve İzmir-Bornova da uyanırsın. ikincisi; aklına bir şeyler -ki biz onlara düşünce diyoruz- gelir, son dönemlerin hesabını yapmaya başlar, kurdukça kurar, görmediğin ayrıntılarda boğulur, nah uyursun. Hele bir de kulağında kulaklık, listende Emre Aydın varsa öğürecek hale gelirsin klip gibi düşünmekten. Ama bu sefer yapmadım öyle bir hata. Sürekli bir Hayko Cepkin ve Vega yüklemesi vardı zaten bünyede son bir haftadır, onların tortusu bile yetiyor şu anda bana.
Önümüzde ki 15 günden sonra 30, yazıyla otuz yaşına girecek bir insan olmanın halet-i ruhiyesi geldi oturdu bile.(Evet bu konuyu zırt pırt gündeme getireceğim çünkü kendimi buna alıştırmaya çalışıyorum). Dün akşam Asmalı dönüşü kuzenime de belirttiğim gibi: "ya otuzumuza geldik de elle tutulur ne yaptık acaba?". Of bu soru ve bu sorunun cevabı çok rahatsız ediyor beni! Arpa boyu bir cevabım var çünkü. O yüzden hemen atlıyorum.
Yolcunun yahut eskilerin dediği gibi "seferi" nin duası kabul olurmuş. Ah Gamzem bu sana bir şeyler hatırlattı mı? Bir adam dilemiştim seninle beraber bundan yıllar önce bir otobüs yolculuğunda kaşına gözüne kadar tarif ederek ve tutmuştu gözünün rengine kadar ama karakterde bir şeyleri eksik dilemişim. Hatta temelde mümkünse hislerimiz karşılıklı olsun demeyi unutmuşum. (Ben bunu anlatmış da olabilirim, balıklığıma verin.) O yüzden lütfennnn ayrıntılı ve mantıklı dualar ediniz. Spesifik olarak isteklerinizi belirtiniz!
Acaba bu otobüsümüzün sinema koleksiyonunda ne var? (Bir saniye ne olur herkes yerine herkeş ve herkez denmesi yasaklansın. Hatta bu konuda bir kanun falan çıkarılsın. Bu konuyu bence içki yasağını 24 yaşa göre düzenleyen komisyona havale edebiliriz, tam onların kalemi. Çıkış noktamı soranlar için cevap: az ötemde telefonla konuşan vatandaş. "ya herkeşe söleeemiş ya herkeşe, ayıp ama yaaaa"). Bu arada feribota geldik sevgili blog, naber? Ben bu kuyrukta iki saat, rakamla 2 saat beklediğimi bilirim. Bu hafta normalde bilgisayara bakma kotamı doldurdum. Artık dibine geldiğim bir Perihan Mağden im var, onu okuyup akabinde mışıl mışıl uyuyacağım. O yüzden şimdilik son sözlerimi pardon sözcüklerimi yazıyorum ki otobüste zaten feribotumuzun zangırdayan zeminine yerleşti. Üşenmez de kıçımı kaldırabilsem çıkıp denize doğru şöyle bir esnerdim (yapabileceğim en sıkı eylem bu şu anda) ama inan olsun kalkamayacağım yerimden. Hem zaten bu külçe ağırlığında ki bilgisayarı bırakıp çıkmayayım diye yanıma alınca ağırlığından eziliyorum. Bir önceki sefer hava nasıl güzel, nasıl güneşli, ben elimi kolumu sallayarak yukarıdan Topçuların ufaktan ufaktan uzaklaşmasını izlemiştim. Ohh miss! Şimdi de uyuyacağım ben. Sallanan feribotta.

17 Şubat 2011 Perşembe

SOL BİLEĞİM

Tam olarak nasıl olduğunu ben de anlayamadım. O kadar hızlı oldu ki... Öyle her merak ettiğini deneyecek kadar canına susamış biri de değilim ki merak ettim de yaptım diyeyim. Bir an için elimdeydi; bir an için değildi.
Belki bu üç gündür ensemden girip kesintisiz süren baş ağrısı. Belki uykusuzluğum, yorgunluğum, sürekli ve uzun mesailerden kaynaklanan yer yön yitirmişliğim, dengesizliğim. Belki son yaptığım telefon konuşmasının üzerimde ki yadsınamaz etkisi. Belki de hepsi birden.
Banyo dolabını, ağrı kesici kutusunun dibini (artık sadece orada kaldığı için) yalamak için açtığımda gördüm O'ndan kalan son şey olan tıraş bıçağını. Onu neden bırakmışım ki burda ya da o neden bırakmış ki? Her şeyi almıştı, kalanları da ben vermiştim. Kitaplarını, resimlerini, bana aldığı o ışıklı küreyi de alıp bir poşete doldurmuş ve kapının önüne bırakmıştım. Sonra da kapıcı gelip onu alana kadar yere oturup, sırtım o poşetin üzerine kapadığım kapıya dayalı boş boş öylece kalakalmıştım.
Tıraş bıçağını, çöpe atmak için bardaktan almak isterken bardağı devirdim. Bıçak lavaboya, jileti de lavabonun kenarına düştü ayrıldı. Ben hala çöpe atmak amacındaydım o jileti lavabonun kenarından alırken. Sonra nasıl oldu, ne ara oldu bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Saniyede hatta saniyenin onda birinde bir hareket. Bir an sonra lavabonun beyaz fayansında bir küçük kırmızı damla vardı.
Yeniden aynaya baktığımda sanki rüyada gibiydim. Yani gördüğüm sahne gerçek değil de sanki rüyaydı. Yüzüm çarpılmış, bir elimde bir jilet, diğer elimde... Diğer elim kan içinde! Bileğimde ki bir çizgiden, kırmızı bir çizgiden yol yol kan akıyor. Nasıl yaptım ben bunu? Bir saniye öncesiydi ben bu jileti çöpe atıyordum.
Akan kanın vücudumdan çekilişini, sonra omzumdan koluma, oradan da bileğime inişini hatta vücudumdan çıkışını hissettiğimi söylesem? Hala aynanın önünde dikildiğim için yüzümün renginin nasıl yavaş yavaş beyaza doğru gittiğini de gördüğümü söylesem. Çok garip... Elimde ki jileti yavaşça yeniden lavabonun kenarına bıraktım. Sonra giderek çoğalan kanı durdurabilecekmişim gibi kesik bileğimi tuttum. Tuttum ama parmaklarımın arasından sızan kanla beraber tansiyonum da yerlere doğru inmiş olacak ki bünye, dizlerimin hizasından kırıldı. Pembe banyo paspasının üzerinde öylece kalakaldım. Tıpkı dış kapının önünde kalakaldığım gibi.
Yapılacak iş değil evet ama hele de yalnız yaşayan birinin yapacağı iş hiç değil. Kendimi öldüresim yoktu, gerçekten yoktu. Ya da aslında vardı da ben mi farkında değildim? Bu kadar mı kendimden uzak ve bihaberim? Çok yoğunum, çok işim var, çok meşgulüm of puf lar arasında bir yerlerde ben, kendimi bu kadar incitmiş olabilir miyim? Çok mu ihmal ettim? O kadar ki kendi kendine zarar vererek ilgimi çekmeye çalıştı. Ve evet, başardı da.
Pembe banyo paspasının üzerinde, dizlerimin üzerinde oturdum en az bir beş dakika. Neden sonra aklım biraz başıma geldi, hayır, kan kaybediyorum ciddi ciddi. Önce yavaşça ayağa kalktım sonra bileğimi duvarda asılı havluyla sarıp, yatak odasına cep telefonumu bulmaya gittim.
Bugün işyerinde "bileğine ne oldu?" diye soran herkese "hiç, kestim" dedim. Allahtan bunu basit, sıradan bir sakarlık olarak algıladıkları için kimse şüphelenmedi. Tabi ki tek bileğini keserek intihar edilemeyeceği mantığı da bunda etkili olmuş olabilir. Bana gelince, ben hala bunu nasıl ve neden yaptım kendime soruyorum. Ama o bana cevap vermiyor. Yorgunum diyor, meşgulüm diyor, zamanım yok of puf deyip benden kaçıyor.

14 Şubat 2011 Pazartesi

RÜZGAR GÜLÜ

Kırmızı-turuncu bir rüzgar gülü almıştım, bir zarfın içine koyup bir de not yazmıştım: "canın sıkıldıkça üfle, uçsun" diye. Sahibine hiç veremedim.
Bundan beş sene önce, ilk defa giydiğim siyah kadife elbisemle evden kaçtım ben. İki delişmen kız yardım etti bana. Sakladılar beni. Saat gece yarısı olduğunda da alladılar pulladılar, kendi elleriyle sokağa saldılar beni. Ben neler olacağını tahmin eder ama ne yapacağını bilmez halde indim sokağa. Elim ayağım titrerken...
Saçları beline kadar kocaman bir adamdı. Eğilip beni ilk öptüğünde, beni gerçekten ilk öpen adam olduğuna inanamadı. İkinci kere öpen de O oldu zaten. Sonra ben uyudum. Çorbacıdan belliydi, kara kaplı herşeyin cevabını bilen kitabı tutan çocuğun yüzünden belliydi bir elektrik sobasının önünde uzun saçlara dolanıp uyuyacağım. Uyudum. Uyuttu beni. Ben neye ve nasıl bu kadar güvendim ve nasıl olduda yanılmadım?
Sonra ben uyandım. Baktım neredeyse bal kabağı olacağım. Hava aydınlık, tertemiz. Beni uyuttuğu gibi uyandırdı, sonra da uğurladı. Bütün gün ne zaman nefes alsam kokusunu duydum. Dedim ki "kokun hala üzerimde". Ben dilimi tutamam ya işte. Tam o anda ne hissediyorsam, sanki gözeneklerimden fırlayıp çıkacakmış gibi olduğundan karşımda ki de bilsin diye tutamam. Hem bak zaman içinde ne zaman bir şeyleri içimde tutsam; onlar kedi tüyü kocakarı hikayelerinde ki gibi büyür büyür yumak olur, ur olur, kesip alsam yarası derin olur, kanar, diksem dikiş tutmaz, içinde makas kalır, yara kapanmaz. Kapansa da izi kalır; her yer iz iz olur.
Ben de kırmızı-turuncu bir rüzar gülü aldım. Otobüse bindim. Geçtiğim her yer kar kaplıydı. Başım cama dayalı uyudum. Kendimi yokladım. Canım yanmıyordu, acımıyordu, üzülmüyordum. Bak şu işe ki ben iyiydim. Bir şeyleri arkamda bırakmış gibi değildim. Arkada bırakacak kadar bir şeyim yoktu sadece bir hatıra yapmıştım kendime neyse ki sadece gülümseyerek anabildiğim.
Benimle berabe bindi otobüse rüzgar gülü. Benimle beraber geldi. Bir kitaplığın içinde kitapların arasına yerleşti, benimle yaşadı senelerce. Ben yerini unuttum, varlığını unuttum. Ne zaman ki rafları temizledim kırmızı-turuncu bir rüzgar gülü buldum. Üfledim, uçtu...

7 Şubat 2011 Pazartesi

SÜPÜRGE EDİLEN SAÇLAR

Bencillik: sanıyorum ki insanoğlunun en güçlü duygusu. En güçlü dürtüsü ya da dürtülerinin kaynağı. Yaptığı her şeyin nedeni. Kötülüklerin, iyiliklerin, her şeyin. Karşılıksız yere yapılan hiç bir iyilik yoktur bu dünyada. Çünkü bunu yaptığını söyleyenlerin en büyük karşılığı da tatmin duygusudur. Bu yüzden yapar insanlar onca iyiliği, yardımı. Gün bittiğinde kendine dönüp kendini tebrik etmeyi, aferinlemeyi sağlasın da; egosu beslenebilsin diye yapar. Bunu bilinçli olarak yaparsa anlatır; kime ne konuda, nasıl yardım ettiğini diline sakız eder ama gayet içgüdüsel olarak yaparsa; sonunda kendini iyi hissettiğinde anlar aslında neden yaptığını.
Bütün o "kendini feda etmeler, saçını süpürge etmeler, kendinden vazgeçmeler, yemeyip yedirmeler, içmeyip içirmeler" eninde sonunda "bak ben senin için neler yaptım" diyebilmek içindir. İstisnası sadece anneler için geçerlidir. O da bütün anneler için değil. İstisnaların bile istisnaları vardır...

4 Şubat 2011 Cuma

DENİZ MİSİN; LİMAN MI?

Ben bu cümleyi bir duvarda gördüm. Öyle alakasız bir şekilde, şehrin ortasında ki herhangi bir duvara yazılmıştı ve ben otobüsle önünden geçiyordum. Saniyenin onda birinde okuyup geçtiğim bir cümle olarak kalabilirdi normalde ama bazı cümleler de bu şekilde olmuyor işte.
Ben hangisiyim acaba diye düşündüm sonra. Yerimde duramamalarım, gitmelerim, gitmek istemelerim, açıldıkça daha da açılmaya meyilli oluşumdan bir tarafım deniz ama bazı şeyleri hayatımda sabitleme çabam, bana sığınacak olanı sonuna kadar koruma derdim, güvenilir biri olma kaygım yüzünden de bir tarafım liman. Bazen biri, bazen biri ağır basıyor da o yüzden karasızım. Herkeste benim kadar karışık, içiçe midir bilmiyorum. Mesela benim ezikböcek, limandır bana göre. Liman tarafı ağır basar yani.
Bir de hiç biri değil de sanki bir koca yelkenliymiş gibi duranlar var. Yelkenler ne kadar büyükse; o kadar denize bağımlılar limandan ziyade. Daha kaygısız, daha umarsız bir hal onların ki. Ne de olsa biri yoksa diğeri var. Denizde umduğunu bulamazsa limana kaçar; limanda sıkılırsa denize çıkar. Biz de onların gelişini de gidişini de sorgulamadan kabul ederiz. E kural bu, böyle işliyor. Ne kadar şikayet edersek edelim, kucağımız hep açık onlara. Ya maceralarını dinlemek için ya da o maceralara eşlik etmek için bekliyoruz. Kursağımızda bile kalsa hevesimiz hiç geçmiyor. Ama kabul etmek lazım, kocaman yelkenleri açılmışken o ihtişama kim karşı koyabilir. De abartmamak da lazım. Yani balıkçı kayığına da yelkenlinin yerini vermemek lazım. E bir zahmet aradaki farkı görmek lazım.