22 Aralık 2008 Pazartesi

SİYAH TAKIM ELBİSE

SİYAH TAKIM ELBİSE

On beş katlı merkez binanın beşinci katında durmuş, yeni cilalandığı için parlayan merdivenlere bakıyordum. Tam o anda, o merdivenlerden yuvarlansam, kafamı sertçe zemine vursam ve komaya girip birkaç günlük derin bir uykuya dalsam diye düşündüm. Hiçbir şey düşünmeden, hiç kimse için endişelenmeden, sadece uyusam. Rüya bile görmeden.
Kendi odam bu kattaydı ama yukarı, büyük patronun yanına çıkmam ve bir rapor teslim etmem gerekiyordu. Bu çok “çekici” düşüncelerimden sıyrılıp asansöre doğru yürüdüm. Asansör tabi ki her zaman ki gibi çoktan üst katlara doğru yola çıkmıştı bile. Gayet sakin bir halde, işaret parmağımı yukarı tuşunun üzerinde sabitleyerek beklemeye başladım. Yaklaşık beş dakika sonra asansör benim katıma ulaşıp açıldığında içi boştu. Bindim ve yüzümü kapıya döndüm. Tam kapılar kapanmak üzereyken biri seslendi ve bende düğmeye basıp kapıyı yeniden açtım.
Baştan aşağı siyah olan takım elbisesinin rengini, boynuna doladığı gri atkı bozuyordu. Ensesini kapatacak kadar uzun saçlarını geriye yatırmıştı. Neden bilmem ben öylece onun yüzüne bakarken O gülümsedi ve “merhaba” dedi. Gelip tam yanımda durdu ve kapı kapandı. Sonra kat düğmelerinin olduğu panoya baktı, “sanırım aynı kata çıkıyoruz” dedi. Yüzüne baktım, gülümsedi, tam dudaklarının kenarında ince çizgiler vardı. Bende gülümsemek istedim ama yapamadım. Sanki çarpılmış gibiydim. Daha önce hiç hissetmediğim kadar şiddetli bir şey hissediyordum. Ben bu adamla değil on kat, bir kat dahi çıkamazdım. Bu daracık, küçücük asansörde, böyle yan yana olmazdı. Bir şey vardı ama bir türlü adlandıramamıştım. Onun yanında kalamayacağıma emindim sadece. Biri sanki ipek beyaz gömleğimin içine kor atmış gibiydi. Tüm vücudumdan alev yükseliyordu. Menopoza girecek yaşta da değildim ki! Hem bu menopoz denen şeye birkaç saniye içinde girilmiyordu herhalde. Elimle önüme düşen saçlarımı itekledim. Daha sekizinci kattaydık. Allahım daha yedi kat vardı! Da bana ne oluyordu? Zorlamanın anlamı yoktu, eğilip onuncu katın düğmesine bastım ve kapıya doğru bir adım attım. Asansör, onuncu kata gelip kapıları açıldığında neredeyse koşarak dışarı çıktım. Arkamdan “iyi günler” gibi bir şeyler dediğini duymuştum ama cevap verecek halde değildim. Hakkımda istediğini düşünebilirdi. Koridora çıkınca, gördüğüm ilk pencereyi açıp kafamı dışarı uzattım. Hava, en iyi ihtimalle eksi iki derece filandı ama bu soğuk bana gerçekten iyi gelmişti. Derin derin nefes aldım ve bir süre bekledim. Tam o anda, on beşinci kata falan çıkamazdım. Önce O’nun gitmesi lazımdı.
On-on beş dakika katlarda oyalandıktan sonra yeniden asansöre binip yukarı çıktım. Büyük patronun sekreteri beni görünce dikkatlice yüzüme baktı ve ben, masasının önünde ki koltuğa otururken:
- İyi misin sen? Dedi.
- Neden sordun?
- Yüzün bir tuhaf görünüyor.
- Bilmem, galiba bende bir tür klostrofobi falan var, dedim sinirle gülerek.
- Neden o?
- Asansörde bir anda üzerime resmen ateş düşmüş gibi oldum.
Biz orada oturmuş benim klostrofobik mi yoksa panik atak mı olduğumu tartışırken büyük patronun kapısı açıldı ve O çıktı. Afallamıştım. Oturduğumuz masanın önünden geçerken bir an durdu ve bizim sekretere bakıp:
- Yardımlarınız için çok teşekkür ederim Suna hanım. Bu arada bu üzerinizde ki mavi bluzu daha önce görmemiştim sanırım. Bu renk gözlerinizi ortaya çıkarmış, bence daha sık giymelisiniz, dedi gülümseyerek.
Suna büyülenmiş gibi adama bakıyordu. Adam:
- Umarım yeniden görüşürüz, hoşçakalın, dedikten sonra bir anda bana dönüp:
- İyi günler, dedi. Cevap vermedim, aslında veremedim. Ses… Sesinde bir şey vardı. Sözcükleri söyleyişinde...
Bizim kızın eriyip bir pelte halinde maun masaya yayılacağını sandım çünkü adama öyle bakıyordu. Ve adam arkasını dönüp odadan çıktı. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra sekreter:
- Aman yarabbi, gördün mü adamı? Nasıl ama? Dedi.
- Gördüm de sana ne oldu onu anlamadım, dedim gülerek.
- Ne olmuş ki bana?
- Neredeyse adamın içine düşecektin, daha ne olsun!
- Valla bence mahzuru yok, düşebilirim.
- Kim bu? diye sordum.
- Patronun bir arkadaşı. Arada bir uğrar buraya. Neredeyse ayda bir filan.
- Ne iş yapar?
- Emin değilim ama bir tür işadamı işte ne bileyim.
Yeniden çıktığı kapıdan baktım:
- Anladım ama tuhaf biri, dedim kendimin ancak duyabileceği bir sesle.


Bu olayın üzerinden bir iki hafta geçmişti. Kız arkadaşlarımdan biri, doğum gününü kutlamak için bir yemek düzenliyordu ve mutlaka tanışmamı istediği yeni erkek arkadaşını teşhir edebilmek için beni de ısrarla çağırıyordu. Aslında bu yemeğin amacı da onun doğum gününü kutlamaktan çok bu, bir nevi gruba kabul töreni sayılan görüşmeyi yapmaktı. Bu adamın bizlerin onayına sunulması, arkadaşımıza davranışlarının incelenmesi ve hakkında hüküm verilmesi gerekiyordu. Gecenin sonunda parmaklar ya yukarı kalkardı ya da aşağı inerdi. Yani gitmeye mecburdum, bu bir tür görevdi.
Gece yemeğin düzenlendiği restauranta gittiğimde; beklenen çift hariç, herkes çoktan gelmiş ve yerleşmişti bile. Ben de arkada, köşedeki sandalyelerden birine geçip yanımdakilerle muhabbet etmeye başladım. Çok olmamıştı ki –daha birinci kadehin yarısındaydım- masadan alkış sesleri yükseldi. Arkadaşım, yanında erkek arkadaşıyla masaya gelmişti. Onları görünce yerimden kalkmadım adeta fırladım. Bacağım masaya çarptı ve kadehim devrildi. Bembeyaz masa örtüsü kırmızı şarabı hızla emiyordu. Aceleyle elimde ki peçeteyi masaya yaydım.
O’ydu. Üzerinde yine siyah bir takım elbise vardı. Bu sefer gri atkısı yoktu ama siyah gömleğinin kollarında pırlanta düğmeler parlıyordu. Saçları yine geriye taranmıştı ama öyle kafatasına yapışacak şekilde değil. Yüzünün iki yanına birer tutam düşüyordu. Masada ki herkesle gülümseyerek el sıkıştı. Sıra bana gelmeden masadan kaçmalıydım. Bu his o kadar güçlüydü ki; korktum. Ben sağıma soluma bakınıp kaçacak yer ararken onlar yanıma gelmişlerdi bile.
- İşte Ela da burada, dedi arkadaşım beni göstererek.
Adam, elini uzattı gülümseyerek. Yine o ince çizgiler…
- Merhaba.
Söylenebilecek kibar, normal, sıradan şeyler aradım ama dudaklarım kurumuştu hatta ağzımın içi bile çorak bir haldeydi. Nereden geldiğinden emin olamadığım bir sıcak hava dalgası son hızla tüm bedenime yayılıyordu. Yutkundum ama o kadar kurumuştu ki boğazım, canım yandı. Güç bela elimi uzattım ve “merhaba” diye mırıldandım. Elimi tuttu ve o anda biri vücut sıcaklığımı ölçse elli derece bulabilirdi. Ayaklarım titriyordu, O ise gözlerini bana dikmiş gülümsüyor ve elimi sıkıyordu. Bitmesi için dua etmekten başka çarem yoktu. Ben tam içimden “Tanrım…” dediğimde sanki bende ki ateş onu yakmış gibi hızla elini çekiverdi. Yüzüme baktı ama gülümsemesi kaybolmuştu.
Bütün akşam o kadar kibar, nazik, hoş sohbetti ki artık kendimden şüphelenmeye başlamıştım. Çünkü bu adamda bir tuhaflık olduğunu düşünen sadece bendim büyük ihtimalle. Bakışlarında, sesinde, bir yerlerde yanlış bir şeyler vardı. Yanlış da değil; nasıl anlatılır, garip bir şeyler vardı. Bir ara yerinden kalkıp benim yanıma gelen sevgili arkadaşım merakla:
- Evet, dedi, ne düşünüyorsun?
- Bilmem, hoş bir adam. Nerde tanıştın?
- Bir hafta önce barda, hani sen de gelecektin gelememiştin ya bizimle, işte o akşam tanıştık.
“İyi ki gelmemişim” dedim içimden. Kız o kadar hevesli ve mutlu görünüyordu ki ona gerçekte ne hissettiğimi nasıl söyleyebilirdim? Onun yerine:
- Ne iş yapıyor? Dedim.
- Aile şirketi varmış. Çok zengin.
- Ne üzerineymiş bu şirket?
- Çok emin değilim ama ticaret üzerine olduğunu biliyorum, dedi.
Aferin, dedim –yine- içimden. İnsan nasıl araştırmazdı ki birlikte olduğu adamın ne iş yaptığını? Hele de adam, böyle bir adamsa yani tuhaf, güven vermeyen, insanı irkilten bir adamsa. Ne ticareti yapabilirdi ki bu adam? İnsan, kadın, uyuşturucu, silah? Tekrar baktım ve O’na en uygununun insan ticareti olduğuna karar verdim. Nedenini bilemiyorum. Belki tıpkı fareli köyün kavalcısı gibi kolayca herkesi peşine takabilecek kadar kibar ve güler yüzlü görünse de aynı zamanda o “herkes” i bir uçurumdan aşağı yuvarlayabilecek kadar da duygusuz olduğunu hissetmemdendi. Ama dediğim gibi o akşam, o masada, bu şekilde düşünen sadece bendim ve eminim bir tekine bile ağzımı açıp düşüncelerimi söylesem beni taşlarlardı. Hepsi gözlerine tül inmiş gibi bir şey görmeden O’ na bakıyorlardı. Erkeklerin hepsiyle çoktan ahbap olmuştu bile ama özellikle kadınların hali hepten garipti. Sanki hayatlarında ilk defa erkek görüyor gibiydiler. Ya da sanki Adonis, o gece sadece bizim için Olimpos’tan inip; masamıza gelmiş gibi davranıyorlardı. Elleri kah saçlarında, kah boyunlarında, dudaklarını ısırarak ona bakıyor, onu dinliyorlardı. Ama işin asıl ilginç tarafı arkadaşımın bunların hiçbirinin farkında olmayışıydı. Çünkü onunda onlardan bir farkı yoktu. Kıskanacak kadar bile kendinde değildi. Sanki hipnotize edilmiş ve sadece şehvete programlanmış, hayvansal tarafları neredeyse dışarı fırlamış bir kadınlar ordusu vardı o gece masada. Bir an önce bir bahane bulup oradan kaçmaktan başka bir derdim yoktu. Ben böyle kendi kendime firar planları yaparken, O, bir anda yanımda bitiverdi. Ben hareket edemeden yanımdaki sandalyeye oturmuştu bile. Şimdi yan yanaydık. “Sağım solum ebe”ydi yani…
- Sizinle bir iki hafta önce karşılaşmamış mıydık? Diye sordu.
Bunu nasıl hatırlamıştı ki?
- Pek iyi görünmüyordunuz o gün asansörde. Ama sonra sizi Suna’nın yanında gördüğümde daha iyi görünüyordunuz.
- Evet, dedim. Tansiyonum düşmüştü de biraz.
Yüzünden bir şey geçti, görmüştüm, emindim ama neydi? Gülümsedi:
- Anlıyorum, dedi.
Neyi anlıyordu? Adam bende inanılmaz bir paranoya yaratıyordu. Yavaşça eğildi ve:
- Yakın arkadaşsınız değil mi Serra ile? Dedi.
- Sayılırız, dedim. Neden?
Yine gülümsedi:
- Sizin için önemini merak ettiğim için sordum.
Ağzımı açıp bir şey söylemek üzereydim ki birden etrafımızı insanların sardığını fark ettim. Serra, yanında masanın diğer kadınları ile etrafımızda nerdeyse bir çember oluşturmak üzereydi. Abartmadan söylersek; yerde yatan geyik ölüsüne yürüyen sırtlan sürüsüne benziyorlardı. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi unutmuştum o yüzden, manasızca onlara baktım sadece. O ise ayağa kalktı ve elini Serra’nın beline sardı. Diğer kadınlarda arkasında sıralandığı halde hala bana bakıyordu. Oturduğum yerde kımıldamadan bende O’na bakıyordum. Sonra birden gözlerini benden ayırmadan Serra’yı dudaklarından öptü. Bu kadarı fazlaydı benim için. Alev, yeniden bütün vücudumu sarmıştı. Bir gayret yerimden kalktım, artık beni kimse orada tutamazdı. Hala birbirimize bakıyorduk. Elimi Serra’ya uzattım:
- Ben kaçıyorum hayatım, geç oldu, dedim.
- Daha erken değil mi Ela? Nereye? Buradan da bir yerlere gidecektik.
- Ben ancak evime gidebilirim hayatım. Yarın halletmem gereken işler var, erken kalkacağım.
Külliyen yalandı. Kötü de bir yalancıydım aslında ama o anda Serra’ya “yarın sabah erkenden Mars’a uçacağım” desem bile tepki vermeyebilirdi. Ama O, yalan söylediğimi anlamıştı. Başını alayla, yavaşça iki yana sallarken yüzünde ince kenarlı gülümsemesi vardı. Çantamı alıp, masadan ayrıldım. Ben kapıya giderken sırtlan sürüsü çoktan geyiğin etrafını sarmıştı bile.

O gecenin etkisinden birkaç gün kurtulamadım. Bir tür “Zombilerin Dönüşü” tarzı bir film sahnesi izlemiş ya da cesur bir kitaptan bir bölüm okumuş olmalıydım, gerçek olamayacak kadar saçma ve tuhaftı çünkü. Hatta bir an için Süskind’in Koku kitabının en sonunda ki sahne gelmişti aklıma. Hani karakterin, kendi icat ettiği o olağanüstü etkileri olan parfümün şişesini üzerine boca ettikten sonra olanlar. Ama O’nu parçalara ayırmadıklarını biliyordum çünkü yeniden gördüğümde hala tek parçaydı.

Geceden bir hafta sonra işyerinde ki kızlarla beraber bir kulübe gitmeye karar vermiştik. Kız kıza içip dans edeceğimiz bir akşam planlamıştık ve kesinlikle hepimizin buna ihtiyacı vardı. Biz, büyük şehirlerin bekar, çalışan, yalnız yaşayan kadınları… Birbirimize muhtaçtık. Birbirimizden nefret eder, birbirimizin arkasından konuşur ama birbirimizi görmeden de yapamazdık çünkü muhtaçtık. Ailelerimiz bizi anlamıyordu, erkekler her şey için yeterli değildi. Bize, biz lazımdık.
Kulübün büyük kapısında duran iki tane çam yarması korumanın arasından geçip içeri girdiğimizde bir kere daha neden kulüplerden hoşlanmadığımı hatırlamıştım: Kulak zarımı tehdit eden yükseklikte, müzik olduğunu sandığım bir ritm bombardımanı. Bunun yanında dans etmek dışında her şey için uygun bir ortam. Dans etme eylemi ile kamufle edilen bir pazarlama ve pazarlık mekanı. Hatta hafif çapta fuhuş… Ama madem buradaydım, eğlenmekten başka çarem yoktu. Pistin çok uzağında olmayan bir masamız vardı. Kızlar hallerinden memnun bir halde çantalarını yerleştirdiler ve içkilerimizi söyledik. Etrafıma bakındım, bizim gibi gelen bir sürü kadın vardı. Bir de bizim gibi gelen bir sürü adam. Eşleşme kümeleri ilkesine göre hepimize bir tane düşmesi gerekiyordu. Garsonun uzun bir bardakla getirdiği votka-elmadan bir yudum almıştım ki kızlardan biri kolumdan tutup beni sarsalamaya başladı:
- Ay şuraya bak!
- Nereye bakayım?
- Piste bak, bak, siyahlı olana bir bakar mısın ya?
- Ne var anlamıyorum ki?
- Off Ela ya, adam inanılmaz bir şey!
Gözlerimi kısıp loş pistteki siyahlı adamı görmeye çalıştım. Bütün masa bir anda kendini piste atmıştı bile. Bende ister istemez peşlerinden gittim. Bahsedilen siyahlı adamın etrafında dans ediyorlardı. Çaktırmadan adamı bende görmek istiyordum ama o kadar çok insan vardı ki etrafta. Neyse ki uğraşmama gerek kalmadı; adam, figür icabı benim olduğum tarafa doğru dönünce yeniden başladı kabus: O’ydu.
İnanmaz ya da inanmak istemez gözlerle bakıyordum. Olduğum yere çivilenmiştim. O ise; biri önünde kalçasını ona sürterek kıvrılan, biri de arkasında, kollarını onun göğsünde dolaştıran iki kadınla dans ediyordu. O, beni görmeden pistten inmeliydim ama yine hareket kabiliyetim kısıtlanmış bir haldeydim. Sanki ayaklarıma beton dökülmüştü. Ve beni fark etti. Fark ettiği anda, önünde, beli neredeyse O’nun dizlerine değecek kadar eğilmiş olan kadını kolundan tutup, kenara doğru çekti, kendine yol açtı ve bana doğru yürümeye başladı. Kaçamayacaktım –ki- kaçamadım da.

Elini uzatıp elimi tuttu ve “Ela hanım” dedi. Yüzüne baktım. Gülümsüyordu. Hep gülümsüyordu zaten… Yine bütün vücudum alev topu olmuştu bile. Sadece O’nun tuttuğu elim buz kesilmişti. Hafifçe öptüğü elimi bırakmadan devam etti:
- Burada olacağınızı biliyordum.
- Anlamadım?
- Bu akşam, burada toplanacağınızdan Suna bahetmişti. Geçen gün şirketteydim de…
- Peki, size ne bundan?
Allahım ne kabalıktı! Ben böyle şeyler sormazdım ki insanlara. Bu adam, beni buna zorluyordu. Kendimi savunmak zorundaydım ve o anda en iyi savunma yolu, saldırmak gibi görünmüştü bana ama karşı atak beklediğimden daha şiddetli oldu:
- Sizi görmek için buradayım ben.
- Anlamadım?
Evet, bunu tekrar edip duruyordum çünkü gerçekten anlamıyordum. Gözlerini bana dikmiş, elimi hala bırakmadan bekliyordu. Ne diyecektim? Ne demekti ki bu? Benim için… Neden ben?
Biraz daha yaklaştı. Müzik de iyice hızlanmaya başlamıştı. O saçma sapan ritim, sanki bir noktaya ulaşması gerekiyormuş gibi hızlanarak devam ediyordu. Kulağıma doğru eğildi:
- Korkma, dedi. Sana zarar vermeye niyetim yok.
Vücudumda ne kadar kan varsa çekiliverdi bir anda. Bayılmamalıydım. Kendimi geri çekerek yüzüne baktım:
- Saçmalamayın lütfen ne zarar vermesi? İsteseniz bile bana zarar veremezsiniz ki zaten.
Hiç bir şey söylemeden sadece tek kaşını kaldırarak baktı bana. Ne saçma bir durumdu bu! Kendini kim zannediyordu bu adam? Ya da ne?
O sırada az önce dans ettiği kızlardan biri koluna yapıştı, ama gerçekten yapıştı. Kızın uzun parmakları adamın kolunu öyle bir sarmıştı ki… Karşılık olarak, elimi bırakmadan kafasını kadına çevirdi. Bakışlarını ben görememiştim ama her nasıl baktıysa kadın bir anda geri çekildi ve başını önüne eğdi. Hiçbir şey söylemiyordu ama kadın geri geri adım atmaya başlamıştı. Ne olduğunu anlamak için O’nun yüzüne doğru eğilmek istedim ama tam o anda kafasını yeniden bana doğru çevirince burun buruna geldik. O kadar yakınımda duruyordu ki nefesimi tuttum. O ise sadece bakıyordu. Bir milim bile kıpırdamadı. Zaten bir milim bile kıpırdasa yüzü yüzüme yapışırdı. Kaç saniye beni öyle tuttu emin değilim, tuttu diyorum çünkü kıpırdayamıyordum. Felç olmuş gibiydim, sadece O’na bakıyordum. Sonra neden bilmem geri doğru bir adım attı. Ben de içimden “Allahım sana şükürler olsun” dedim ve o anda elimi bıraktı. Hiçbir şey söylemeden neredeyse koşarak pistten indim ve alt kattaki tuvalete gittim. Zangır zangır titriyordum. Ellerimi lavabonun kenarlarına dayadım ve yüzümü kaldırıp önümde duran büyük aynaya baktım. Bütün yüzüm bembeyazdı.
Ben hayatımda, kimsenin yanında bu kadar karmakarışık hissetmemiştim. Korkuyordum, nefret ediyordum ama mıknatıs gibi çekiliyordum adama. Bana söylediği her kelime beni tedirgin ediyordu, sanki tehdit ediliyormuşum gibi hissediyordum ama nefesi ya da sesi, ne olduğundan emin olmadığım bir şey de beni neredeyse tahrik ediyordu.
Yüzüme birkaç kez soğuk su çarptım, kirpiklerimde ki rimeller gözaltlarıma inmişti. Berbat görünüyordum ama umurumda değildi. O anda tek istediğim şey oradan çıkıp evime gitmek ve başımı yorganın altına sokmaktı. Ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyordum çünkü bunu yapabilmek için öncelikle o tuvaletten çıkmalı, oraya yani O’nun olduğu mekana geri dönmeliydim. Saçmalıyordum! Bu neyin korkusuydu ki? Canımı mı alacaktı? Kendi kendimi teskin ede ede tuvaletten çıkıp üst kata, bizimkilerin olduğu masaya gittim. Kızların hepsi masadaydı ve bir sessizlik vardı. Halimi kimse fark etmediği için şanslıydım aslında. Ama merak etmiştim:
- Hayırdır kızlar, bir şey mi oldu?
- Gitti… dedi bir tanesi.
- Kim?
- Siyahlı adam.
Etrafa bakındım. Gerçekten de yoktu. Beraber dans ettiği kadınlarda yoktu; gitmişlerdi. Müritlerini toplamış ve ortamı terk etmişti.

Bu olayın etkisi, ilkinden fazla sürdü. Her nasıl olduysa beynime kazınmıştı sanki bu adam. Durup dururken aklıma geliyor, geldiği zamanda çakılıp kalıyordu. İlk birkaç gün boyunca kendimle savaştıktan sonra durum biraz daha normale dönmeye başlamıştı. Bu süreçte sürekli her şey, tüm akıl sağlığım normalmiş gibi davranmak için o kadar çaba harcamıştım ki hafta sonu geldiğinde tek düşünebildiğim evde yatmak hatta bütün hafta sonu o yataktan çıkmamaktı. Çok yorulmuştum. Zavallı bünyem bu kadar yalanı kaldıramıyordu.

Onu son görüşümün üzerinden bir ay geçmişti ve artık her şey daha normaldi; aklıma gelmiyor, gelse de artık takılıp kalmıyordu. Şirkette inanılmaz bir yoğunluk vardı ve bunun da yardımıyla zaten fazla düşünmeye vaktim kalmıyordu. İş, böyle zamanlarda yani bir şey düşünmemeniz gereken zamanlarda tam bir kurtarıcıydı. Tabi burada sır: özel hayatınızı işe taşımak yerine, işinizi özel hayatınıza taşımaktaydı. Tamam, ikisi de doğru değil belki ama ben her zaman ikincisini seçmişimdir. Bu, her şeyi kolaylaştırır bence. Ya da belki de ben biraz iş kolik olduğum için bana öyle geliyordur.
Saat gece ona gelmek üzereydi ve ben hala ofisteydim. Daha da kaç saat kalacağımı bilmiyordum çünkü ertesi güne yetişmesi gereken kitap kalınlığında bir raporum vardı. Önümde ki bilgisayardan kafamı her kaldırışımda etraf gözüme daha bulanık görünüyordu. Bir fincan kahve almak için mutfağa gitmeye karar vermiştim. O sırada hala şirkette olduğu, attığı maillerden belli olan Suna’yı aradım; biraz dedikodu kafamı dağıtabilirdi. Ama telefonu cevap vermiyordu. Bende yukarı çıkıp bakmaya karar verdim. Asansöre bindim ve on beşinci katın düğmesine bastım. Kapılar açıldığında bütün ışıkların sönük olduğunu fark ettim. Sadece koridorun en sonunda Suna’nın masasının olduğu yerde ışık vardı. Hızlı adımlarla o tarafa doğru yürüdüm. Bilgisayarı açıktı ama kendisi ortalarda yoktu. Masasının önünde ki koltuğa oturdum ve beklemeye başladım, nasıl olsa üç beş dakika içinde yerine gelirdi. Oturduğum masanın arka tarafında kalan karanlık toplantı odasından bir takırtı gelince merakla kafamı çevirdim ama yerimden kalkmadım. Dosyalardan biri düşmüş ya da panolardan biri devrilmiş olabilirdi. Yeniden önüme dönmüştüm ki o odanın kapısı açıldı ve O çıktı! Oturduğum sandalyeye çivilenmiştim. Bir an için hayal gördüğümü sandım ama bana doğru geldi, tam önümde durdu, eğilerek iki elini sandalyemin iki tarafına koydu. Tam anlamıyla kafeslemişti beni. Gözlerini yüzüme dikmiş; gözlerime, dudaklarıma, yüzümün her yerine dikkatlice bakıyordu. Allahım hayal değil kabus olmalıydı! Bir cesaret:
- Neye bakıyorsun? Dedim.
- Bu cesaretin nereden geldiğine bakıyorum. Hala sende, diğerlerinden farklı olanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Bir şey anlamamıştım. Ne cesaretinden bahsediyordu ki? Korkudan titriyordum! Ama ona pabuç bırakmayacaktım. Gözlerimi hiç kaçırmadan:
- Anlayamadığım bir şey var, dedim.
- Nedir?
- Arkadaşımla birliktesin, beni neden bu kadar merak ediyorsun? Bende merak etmeni gerektirecek ne var anlamıyorum! Neden beni rahat bırakmıyorsun?
- Seni rahatsız mı ediyorum?
- Evet
- İyi, dedi.
- Ne demek iyi?
- İyi, istediğim de bu zaten.
- Beni rahatsız etmek mi?
- Hayır, daha ziyade huzurunu kaçırmak.
Bunu söylerken gülümsüyordu ama bu sevecen ya da şefkatli ya da arkadaş canlısı bir gülümseme değildi. Buz gibiydi ve aynı zamanda alev saçıyordu. Nasıl bilmiyorum…Gerçekten bir psikopat olmalıydı, başka da bir açıklaması yoktu.
Sonra geri çekildi, benden uzaklaştı ve bir iki saniye daha ayakta dikilmiş bir halde bakmayı sürdürdü. Gözlerimi bir saniye bile çekmedim. O çekene kadar da çekmeyecektim. Korkuyordum, evet ama onun bunu bilmesine gerek yoktu. Sonra aniden arkasını döndü ve koridor boyunca yürüyüp asansöre gitti.
Tam ense kökümden, topuzumun bittiği yerden, bir ter damlası sırtıma doğru süzüldü. Siyah renkli, şifon bluzun altından yolunu bulup kuyruk sokumuma kadar indi.
Ve Suna, boynunda kocaman bir morluk ve üzerinde düğmeleri yanlış iliklenmiş bir gömlekle; onun az önce çıktığı odadan dışarı çıktı.

Ateş, buz, gerçek, hayal, doğru, yanlış hepsini karmakarışık eden, birbirine karıştıran bir adam. İnsan, onunla konuşurken ya da onun yanındayken sanki cehennemin kapısındaymış gibi tedirgin ama içeri girmek için bir kedi kadar sabırsız. Yatağımda dönüp dururken kabusla rüya arası bir şeydi gördüğüm. Bir türlü gözlerimi açamıyordum. Bana doğru geliyordu. Bense kaçmak istedikçe daha çok sabitleniyordum yerime. Ellerini her yerimde gezdiriyordu ve ben “hayır” bile diyemiyordum. Sonunda neredeyse kıvranarak uykudan fırladığımda saat sabahın üçüydü. Nefes nefese kalmıştım. Masanın yanında ki lambaya uzanıp açmamla çığlığı basmam bir oldu: oradaydı, karşımdaydı! Camın önünde duran koltukta, bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Gayri ihtiyari üzerimde ki beyaz çarşafı çeneme kadar çektim. Bu hareketime sadece güldü. Telefonum hemen sehpanın üzerindeydi. Uzanıp telaşla aldım.
- Bırak onu, dedi.
- Polisi arayacağım!
- Hayır, aramayacaksın.
Durdum, gayet ikna edici bir ses tonu ve gayet emin bir bakış vardı ortada.
- Aramayacaksın çünkü merak ediyorsun. Nasıl burada olduğumu ama daha önce “neden” burada olduğumu. Ve polisi ararsan bunların hiçbirini öğrenemezsin. Üstelik sana zarar vermek isteseydim bunu çoktan yapardım. Elime geçen fırsatları bırakalım, ben fırsat yaratırdım zaten.
Telefonu yavaşça yerine bıraktım, doğrulup arkama yaslandım ve gözlerimi yüzüne diktim.
- Ne istiyorsun?
- Seni!
Yutkundum. Bu duymaktan korktuğum cevaptı ama duyunca fark ettim ki bu, duymak istediğim cevaptı.
- Anlamıyorum, neden ben?
- Çünkü sen uygun olansın.
- Pardon? Neye uygun? Bu nasıl bir saçmalık?
- Sabırlı olursan anlatabilirim, dedi.
Kollarımı kavuşturdum:
- Evet, dedim, başla bakalım.
- Lanete inanır mısın?
- Hayır.
- O zaman sandığımdan biraz daha zor olacak anlaman. Her neyse…


“Bu doğuştan gelen bir lanet. Sizin Tanrı ya da Allah dediğiniz, o yaratan ve yaşatan olduğuna inandığınız güce karşı verilen bir savaşın ortasında doğdum ben. Tüm “bu iyilik yap iyilik bul, iyi ol kazan, diğer yanağını da sen dön” saçmalıklarına karşı gerçeği, acı ama sadece olanca yalınlığıyla gerçeği savunan bir inanışla yetiştirildim. Yaratılışımızdan gelen yapıtaşlarını inkar etmeyerek büyütüldüm. Bizler için kötü olan ya da günah olan yoktur çünkü zaten bize ait, içimizde duran bir şeyi; sanki bizim değilmiş gibi cezalandırmak o kadar saçma ki. Bencillik, kibir, şehvet, ihtiras... Bunlar olmadan insan, insan değildir. Sadece bir kukladır. İplerini kendinden büyük olduğunu sandığı bir güce teslim etmiş ve onun korkusuyla hareket eden bir kukla. Ama ortada asla bir kukla oynatıcısı yoktur. Ne Tanrı ne de Şeytan! Mutlak olan sadece insandır. Bu düzeni yaratan da insanın kendisidir. Kukla oynatıcısını yaratan da… Hayat dediğimiz süreçte yaptığımız her şeyden sadece biz sorumluyuz ve o yüzden de karşılığını sadece biz alırız. İyi veya kötü, karşılığında ne varsa biz alırız. Çünkü neden olan insandır, sonuca sahip olan da insan olacaktır.
Bu anlattıklarımı diğerlerinin anlamalarını bekliyor değilim, kabul etmelerini ise zaten bir seçenek olarak bile değerlendirmem. İşte “lanet” den kastım da tam olarak bu. Siz inançlı olan, ama aslında sadece inkara sığınmış tembellerin bizlerden farklı olduklarını çok önceleri öğrendim. Daha büyürken olaylara verdiğim tepkiler, insanlara sunduğum öneriler yüzünden hep anlaşılmaz ve kabul edilemez olandım. Etrafımdakiler beni anlamıyor ve nedense benden çekiniyorlardı. Ama bir şey daha fark ettim; bu katıksız dürüstlük ve acımasızlık –ki bu onların yakıştırmasıydı- aslında hoşlarına gidiyordu. Onların asla yapmadığı dahası yapamayacağını yaptığım için bana bir tür saygı duyuyorlardı.
Nasıl “yaratan” olduğu sanılan, üzerine bir sürü anlam atfedilenle ilgim yoksa şeytan denilenle de yok. Bu konuda çok suçlandım. Özellikle de kadınlar tarafından. Ama dediğim gibi benim inandığım tek şey; insan. Elinde etrafında ki her şeyi değiştirme, yönetme, idare etme gücü zaten olan insan. Neden başka bir güce daha ihtiyacı olsun ki?”

Küçük dilimi yutmak üzereydim. Beklediğim konuşma bu değildi. Beni kadın olarak istiyor olabileceğini düşünmüştüm. Gecenin ortasında, yatak odamda, karşımda ki sandalyede oturmuş, gözlerini bana dikmiş, inandığım her şeyi yıkmaya hazırlanan bu adamı neden dinlediğimi ise bilmiyordum. Oturduğum yerde sırtım ürpermiş, saçlarımın diplerine kadar üşümüştüm bir anda. Üzerimde ki uzunca, beyaz tişört beni ısıtacak kadar yer kaplamıyordu vücudumda; bende battaniyeme biraz daha sarındım. O ise devam etti:

“Peki neden böyledir insan? Çünkü bu rahatlıktır. Sorumluluğu, aslında kendisine ait olan sorumluluğu, yine kendi yarattığı kavramlara atar. Kadere, günaha, sevaba, kitaba, dine. Ve bahaneler üretir. Her an. Ve böylece kaçabilir, rahatına bakabilir. Olurda içlerinden birileri yani bizim gibiler gerçekleri kabullenip bunları ortaya çıkarmaya kalkarsa dışlamak ister. Oyunu bozmalarını engellemek ister. Ama bilir ki haklı olan onlardır. O yüzden aslında korkar ve çekinir de. Bütün bu ikilem içinde tek avantajları çoğunlukta olmaları. Bu nasıl oldu, ne zaman oldu bilemeyiz, başlangıcı hangi döneme rastlar bilemeyiz. Ama bu, insanların işlerine geldi ve zaman içinde hepsi bunu seçtiler. Bizler, mutlak gerçekçiler, azınlıkta kaldık.
Bana inanmadığını, tüm bunların sana mantıklı gelmediğini biliyorum ama sen çıkarı için bu düzene uyanlardan değilsin. Sen sadece gördüğünü uyguluyorsun. Aslında hayata dair gerçeklerin farkındasın ve eminim bir yerlerde bir uyumsuzluk olduğunun da, ama dediğim gibi bildiğin tek yol bu, o yüzden bu yoldan gidiyorsun.
İşte bu yüzden senin peşindeyim. Sen, beni anlayabilecek olanlardansın. Daha seni gördüğüm ilk an hissettim bunu hatta neredeyse gördüm. Ve sen de daha beni ilk gördüğün an bir şeylerin farklı olduğunu anladın. Çünkü sen, diğerleri gibi değilsin. Bir kitap kadar açıksın. Gizlediğin, sakladığın bir şey yok. Ve ben bunu nerede görsem tanırım: yani kesin dürüstlüğü. Az bulunan nadir ve değerli bir taş gibidir. Çamurun içinde bile parlar ve ışıltısına gidersin. Bende senin ışıltına geldim.
Asansöre bindiğimde benden neden kaçtın? Çünkü bir şeylerin tuhaf olduğunu sende hissettin. Algıların bu kadar açık olmasaydı, sende tıpkı diğerleri gibi sadece zevk için peşime takılırdın. Ama sen tam tersini yapıp benden kaçtın. O akşam asansörden sonra seni üst katta gördüğümde gözlerinin içine baktım ve yanılmadığımı anladım. Çünkü sende doğrudan benim gözlerime baktın. Karşılaştığımız her seferde baktın. Asla gözlerini çekmedin, kaçırmadın. Çünkü saklayacak bir şeyi olmayanların güveni var sende. Sen çok güçlüsün ve çok hazır. Sadece elinden tutulmalı. Bende üzerime düşeni yaptım, böyle bir kaynağı bulmuşken asla kaçıramazdım. Sen, bize gerekendin. Saflarımıza güç katacak olandın. Gerçeklerle sorunun yok ya da acıyla. Seni bulmak belki tesadüftü ama kaybetmek aptallık olurdu. O yüzden seni takip ettim. Çevrene girdim. Arkadaşınla yattım ve senin hakkında bir şeyler öğrendim. Yanılmadığımı anlamama yetecek kadarını yani. Ve sonunda artık konuşmamız gerektiğine karar verdiğimde; bu akşam, ben Suna’ya istediğini verdim o da bana istediğimi verdi: senin ev adresini.”

Tamam, artık fazla olmaya başlamıştı. Elimden tutup beni “gerçek âlem” e taşıyacağını anlatan, Matrix bozması bu adam huzurumu kaçırıyordu.

“Korktuğunu ve huzursuz olduğunu biliyorum. Ama merak etme sana asla fiziksel bir zarar vermem. Duygusal olaraksa, zaten sen her şeye dayanabilecek yeterliliktesin. Seni bununla da tehdit etmem. Sana sadece o hep kullandığın ve hep güvendiğin mantığını dinlemeni söylüyorum. Anlattığım hiç bir şeyin sana aslında ters gelmediğini, beni çürütmek istesen de bunu yapamayacağını, çünkü haklı olduğumu bildiğini biliyorum. O yüzden, bence zorlamayalım birbirimizi.”

Sonunda dayanamayıp sordum:
- Neyine güveniyorsun bu kadar anlamıyorum? Polisi aramayacağımı, çığlıklar atıp bütün mahalleyi ayağa kaldırmayacağımı ya da mutfaktan bir bıçak kapıp boğazına saplamayacağımı nereden biliyorsun?
- Biliyorum.
- Nasıl? Sence ben her akşam evine yabancı adamların girip, hayat felsefesini yerle bir etmeye çalıştığı biri miyim? Çok mu normal bu olanlar sence?
- Biliyorum, çünkü bir süredir buradayım ve sen bunların hiçbirini yapmadın. Onun yerine uslu uslu oturup beni dinledin. Tıpkı benim de senden beklediğim gibi.
- Gerçekten inanılmazsın ve gerçekten yanılıyorsun!
- Hangi konuda?
- Her konuda! En çok da benim hakkımda. Beni tanımıyorsun. Beni sadece üç dört kere, birkaç dakika gördün. Tamam, kabul ediyorum bende başından beri her karşılaşmamızda çok tuhaflar şeyler hissettim, hatta belki senin garipliğinden etkilendim ama bu, bütün bu anlattıkların çok fazla. Çok ütopik, garip, saçma! Benden tarikatına katılmamı bekliyor olamazsın gerçekten!
- Tarikat mı? Bu çok aşağılayıcı bir terim oldu. Ben gerçeklerin tarafına geçme ya da kendini kurtarma hareketi demeyi tercih ederim. Bunu benim için ya da bizim için değil önce kendin için yapmalısın. Sen bu değilsin! Bu yaşadığın sana öğretilen hayat, senin yazdığın değil. Kendi hayatını kendin yazmalısın. Ben, sadece sana yol göstermeyi öneriyorum.
- Öneriyorsun?
- Aslında ısrar ediyorum. Ve evet, seni tanıyorum. Seninle günler ya da aylar geçirmeme gerek yok. Birinin gözlerine, doğrudan içine baktığında eğer açık bir resim görüyorsan -ki bu pek sık olmaz- daha fazla kanıta ihtiyacın yoktur. Çünkü yanında saatlerce de kalsan yıllarca da, gördüğün resim değişmez. O yüzden seni tanıyorum, ne olduğunu biliyorum. Bu yüzden benimle gelmeni istiyorum. Bunu yapabilecek yetenektesin. O yüzdende ısrar ediyorum.
Battaniyeyi üzerimden attım ve yataktan fırladım. Şimdi tam önünde ayakta dikiliyordum.
- Şimdi beni iyi dinle! Bir filmin ya da bir kitabın içinde filan değiliz. Bütün bunlar oyun mu, şaka mı ne bilmiyorum! Ve senin varlığını inkar etmen, inandığım, içinde yaşadığım bu düzenin var olmadığı anlamına gelmez! Buraya, evime gelip; ta yatak odama kadar girip beni tehdit edemezsin!
O da ayağa kalktı. İki adım attı ve benimle aynı hizada neredeyse dibimde durdu.
- Ama sorgulamana yeter, dedi sakin bir sesle.
- Neyi sorgulamamama, düzeni mi? Sence sorguluyoramı benziyorum?
- Savunuyorsun. Savunabilmen için önce kafanda tartman ve sorgulaman gerekir.
- Ve sonuçta da sana saçmaladığını söylüyorum!
- Senin gibi bir kadına yakışmayacak, basit bir yorum oldu bu.
Sakinliğini hiç elden bırakmıyordu. Ben, üzerimde sadece kocaman beyaz bir tişört; o üzerinde siyah takım elbisesi, aramızda üç santimden biraz fazla mesafeyle karşı karşıya durmuş; onun şeytan, tanrı, kader, düzen ne varsa alaşağı etmesini engellemeye çalışıyordum. Ama çabamın boşa olduğu içi dipsiz gözlerinden belliydi. Taşıdığı inanca, değerlere saplanmış haldeydi. Karşısına geçip savaştığı insanlara benzediği yer de burasıydı işte: bu körü körüne bağlılık. O bize bir şans vermiyordu. Oysa bir konuda haklıydı, ben ona şans veriyordum. Değerlendirmiştim söylediklerini, istemeden de olsa yapmıştım bunu. Haklı olabilir miydi? Bunun değerlere inancımın sağlamlığıyla ilgisi yoktu sadece benim her şeyin sorgulanabileceğine olan inancımla ilgisi vardı. Ama asıl sorun şimdi ne yapacağımızdı.
- Sanırım anlatamadım, dedim. Ben sandığın kadın değilim, üzgünüm.
- Bunu bir kadın-erkek meselesinden fazlası olduğunun farkındasındır umarım.
- Elbette farkındayım, dedim gerisin geri yürüyerek.
Şimdi yeniden yatağımın yanındaydım.
- Başta bunu sandığımı itiraf etmeliyim. Yani benim bir kadın olarak peşime düştüğünü. Ama görünen o ki durum çok daha vahim.
- Vahim?
- Evet, sadece cinsel isteklere, şehvete, hayvani içgüdülere kapılıp gelmiş olsaydın, her şey daha kolaydı. Ki kadınlarla ilişkin göz önüne alınırsa…
- Pek bir ilişkim olduğu söylenemez. İlişki dediğimiz şeyi ancak kendisinin farkında olan bir kadınla yaşayabilirim. O etrafımda gördüklerin sadece birer tatmin aracı.
- Sana ışığa giden pervaneler gibi geliyorlar.
- Basit beklentileri ve basit zevkleri olan kadınlar için ben çok daha fazlasıyım. Ve bunu seziyorlar. Siz kadınların doğal bir yeteneği işte bu, dedi yine ince çizgileriyle gülümseyerek.
Sinirlerim bozulmuştu artık. Burada durmuş bu zırdeli adamla tartıştığıma inanamıyordum. Delirmiş olmalıydım! Şimdiye kadar çoktan polisi aramış, bu herifi tutuklatmış, ifademi vermiş ve yeniden evime dönmüş olmalıydım.
- Sana amacımı söylemiştim, dedi.
- Ne zaman?
- Huzurunu kaçırmak istediğimi söylediğimi hatırlamıyor musun?
Düşündüm ve hatırladım. Haklıydı.
- Yani beni reddediyorsun, dedi.
- Evet.
- Aslında sana neleri yaşatabileceğimin farkındasın değil mi? Hiçbir tampon, sınır, eşik, duvar olmadan tüm duyguları. Acı, kin, nefret, tutku, hırs, kibir… Bir düşün; yaşadıklarının gidebileceği yeri, hissedeceklerini, tadacağın keskinliği, yoğunluğu bir düşün.
Bunları söylerken neredeyse gözlerinden alev fışkırıyordu. Bu kadar sağlam bir inançtan ve inandırıcılıktan kaçmak için bir o kadar sağlam bir inanca sahip olmaktan başka şansınız olamazdı.
- Neden bu listede aşk, şefkat, merhamet yok? Neden illa günahlar ya da kötü huylar bana teklif ettiklerin? Diye sordum.
- Çünkü yaşamadıkların, özgür bırakmadıkların onlar! Ve gerçekte insanı, insan yapanda onlar. Doğumumuzdan itibaren biz benciliz. Bir bebeğin annesiyle ilişkisini düşün. Hangi bebek annesine merhamet eder? Senin saydıkların bizleri yumuşatmaktan, sınırlamaktan başka bir işe yaramayan hisler. Onlar parçamız değil demiyorum, ben doğayı inkar edemem hele de ona taparken. Sadece asıl parçaların, büyük parçaların, işe yarayan parçaların onlar olmadığını söylüyorum.
- İnsan acımasız ve kötüdür nokta. Bu mu söylediğin? Ne fark etti? Şimdi de sen sınırladın kendini!
Durdu, gözleri parlamıştı. Gülümseyerek:
- İşte bu yüzden peşinden geldim, dedi. Sorgulayabildiğin için, bana cevap verebildiğin için.
- Ama sen bana cevap vermedin?
- Hayır, kendimi sınırlamadım. Hepsini tarttım ve içlerinde bu hayatta işe yarayanları gördüm. Aslında bizi insan yapanları. Hayvanlardan ya da diğer canlılardan bizi ayıran şeyler, o parçalar çünkü!
Bu seferde ben durdum. Tükeniyordum. Kendi haklılığımdan ya da kendi doğrularımdan şüphem yoktu ama bu o kadar soyut ve o kadar değişken bir konuydu ki; ortak ve mutlak tek bir doğruya ulaşamazdık. Boşa konuşuyorduk; neden konuşuyorduk? Gitmeliydi ve bu saçmalığa bir son vermeliydik. İyice karabasana dönüşmek üzereydi çünkü!
- Bu kadar yeter! Dedim sinirle.
- Yani?
- Yani artık ben bir şey yapmadan git buradan! Bu gece burada olanları da arkadaşıma anlatmayacağım. Bilmesini istemiyorum!
- Fark etmez, onunla işim bitti. İstediğini anlatabilirsin. Ama seninle; hayır. Senden bu kadar çabuk vazgeçmeyeceğim. Ben sabırlı bir adamım ama sadece buna değecek şeyler için. Bir gün fikrin değişecek, biliyorum. Zaman geçtikçe ve inançlarının boş, benimse haklı olduğumu gördükçe değişecek. İşte ben o zaman yeniden geleceğim. Ama o zamana kadar da gözüm hep üzerinde, unutma, dedi.
- Her ne istiyorsan onu düşün! Ama yeter ki git artık…
Eliyle önüne düşen saçlarını geriye attı. Üzerinde ki siyah ceketi düzeltti, bana doğru birkaç adım attı. Eğilip kulağıma fısıldadı:
- Görüşmek üzere.
Sesimi bile çıkaramadım, sadece gözlerimi kapattım. Birkaç saniye bekledim. Soluğu benden uzaklaşana kadar bekledim. Yavaşça gözlerimi araladığımda artık yoktu, gitmişti. Nereden ya da nasıl bilemiyorum ama çok çabuk…

KASIM 2008

15 Aralık 2008 Pazartesi

AHŞAP DÖŞEME

AHŞAP DÖŞEME

O kadar koyuydu ki ağır ağır yere yayılan kanın rengi; neredeyse siyahtı. Öyle sıvı, akışkan bir hali de yoktu; yoğundu. Sanki önüne ayağını koysa dağılmayıp orada kalacaktı. Tahta döşemenin üzerinde kalacak lekeyi düşündü. Kan lekesini tahta döşemeden çıkaran bir şey var mıydı ki acaba? Ya da varsa da bu ürün nasıl sorulup alınırdı marketten? “Pardon ben az önce eski erkek arkadaşımı öldürdüm ve akan o pis kanının daha birkaç ay önce yaptırdığım tahta döşemelerde leke bırakmasını istemiyorum. Bunun için elinizde bir temizlik ürünü var mı?”

Akacak kan miktarını en aza indirecek kesim metotları biliyordu, evet, ama derdi iz bırakmamak ya da az kan dökmek değil aksine onun içinde ki o “pis kan” ın yavaş yavaş bedenini terk edişini görmekti. O yüzden aslında kanın akması ile ilgili hiçbir sorunu yoktu. Hatta eserini seyreden bir ressam gibi bir sandalye oturmuş, eline bir bardak meyve suyu almış, kanın mutfağın döşemesinde çizdiği şekillere bakıyordu. Gerçekten de iz kalacak gibiydi.

“Yalnız kalmakla, yalnız yaşamakla ilgili hiç sorunlarım olmadı. Annem öldüğünde beş yaşındaydım. Babam bir kız çocuğu ile baş edemeyeceğine kanaat getirip beni daha ilkokuldan yatılı okula gönderdi. Ve ben üniversiteden mezun olana kadar hep yatılı olarak okudum. Normalde yatılı okullarda, sürekli, gece gündüz, hep insanların içinde kalan birinin sosyal ve arkadaş canlısı bir mahlûkat olması beklenebilir ama bende tam tersi oldu. Sanırım çok fazla insan içinde olmaktan artık onlardan inanılmaz derecede sıkıldım ve çoğundan da hoşlanmıyorum. Aslında insanlara karşı çok uzun zamandır pek bir şey hissetmiyorum desem daha doğru olur. Sevmek, hoşlanmak, beğenmek, güvenmek, bağlanmak, aşık olmak, özlemek, bütün bunlar benim için gereksiz kavramlar oldu zaman içinde. İnsanların hayatımda var olmaları ya da olmamaları benim için çok fark etmiyor. İnsanlara belki de o yüzden, hiç belli bir seviyeden fazla yaklaşamadım. Buna gerek de duymadım zaten. Ben kendime yetiyordum. Yıllar içinde ben istemesem bile hep bir şekilde benimle ilgilenen insanlar olmuştu etrafımda. Nedense zaten insan ilişkilerinde böyle saçma ve anlayamadığım bir ters ilişki kuralı vardı: birisi ne kadar az ilgi istiyorsa ona tam tersi o kadar çok ilgi gösteriliyordu. Yani siz ne kadar insanlardan kaçarsanız onlar o kadar etrafınızda olmaya uğraşıyorlardı. Ben, kimi kendimden uzak tutmaya çalıştıysam eteğime o kadar yapıştı. Bu okulda da böyleydi, iş hayatında da böyle oldu hatta varlığı ne kadar şüphelide olsa yine de var olan aşk hayatımda da. Ama iş, aşk hayatına gelince; adamı istemeyen bir kadınla buna rağmen kadını isteyen bir adam arasında ki ilişki çok da sağlıklı olmayabiliyor. Hem fiziken hem de ruhen. Ve bu iki şekilde de incinen hiçbir zaman ben olmadım.

Babam beni başından defettiğinde yedi yaşındaydım. Bana annem olmadan sadece iki sene katlanabilmişti. O zaman zarfında da yanımda sürekli anneannem ve teyzem vardı. Babam sürekli çalışırdı, eve geç gelirdi, hafta sonları şehir dışında toplantıları olurdu. Bayramdan bayrama, tatillerde evde olurdu sadece ve bu da iki sene içinde bir Kurban bir Ramazan toplamda dört bayram yapıyordu. Ondan sonra ki senelerde bayramlarda da pek görüşmedik. Ben mümkün olduğunca az eve geliyordum. Ev dediğimiz yerin benim için hiçbir anlamı yoktu. Babam dediğim adamsa benim için çok fazla tanımadığım, kendisinden hiç şefkat görmediğim, sadece konumu itibariyle saygısızlık etmekten çekineceğim ama bunun dışında başka bir his beslemediğim bir adamdı.
Anneannem ve teyzem benim tatillerde eve gelmem için hep ısrar ettiler. Özellikle de anneannem, öldüğü güne kadar bu hayatta beni en çok arayan soran, bana en çok sevgi gösteren insan olmuştu. Anneannem öldükten sonra görevini teyzem devraldı. Bana para gönderme, mektup yazma, eşya yollama, hal hatır sorma, tatil zamanı eve gelmem için ısrar etme görevini. Beni sevdiğine emindim. Beni severdi evet… Yani öyle söylerdi. Ama ben gitmedikçe onlar da beni pek ziyarete gelmezdi. Benim varlığım hiçbir zaman tam olarak o evde olmadığı için eksikliğimin hissedilmesi de mümkün değildi aslında.
Galiba bu tuhaf kızın biraz uzakta kalmasının kimseye bir zararı yoktu. Tuhaftım çünkü gerçekten yabani bir havam vardı. Kimseye sevgi gösterdiğim, kimseye biraz yakınlık beslediğim görülmemişti. Annem öldükten sonra hayatta en yakınında durduğum insan anneannemdi ama cenazesinde bir damla bile gözyaşı dökememiştim. Saçmalıktı çünkü. Yine birini sevmek ve yine engel olamayacağın o son yüzünden kaybetmek. O zaman, yani herkesi her an kaybedebileceksek; bağlanmanın ne anlamı vardı. Bağlanmak dediğimiz şey, sadece acı çekmemize neden oluyordu; başka bir şeye değil. Çocukken oyuncaklarını sahiplenmek gibi bir şey değildi çünkü insanları sahiplenmek. Oyuncaklarınız siz onları kırıp atmadıkça sizinle kalabilirdi ama insanlar, onlarda tam tersi, onlar sizi kırıp atmadıkça onlarla kalabilirdiniz.
Anneannem ölünce de teyzem yanaşmıştı bana ve bende ona yanaşmıştım. Genç kız oluyordum; on dört yaşındaydım. Nedenini anlayamadığım tonlarca problemi olan, onlarca on dört yaşında kızla beraber yaşıyordum ve bunalıma girmeme neden oluyorlardı. Bütün gün saçma sapan adamlara besledikleri bir takım hisler yüzünden çektikleri acıları, vücutlarında ki değişimler yüzünden yaşadıkları telaşları, aileleri ile olan sorunlarını dinlemekten yorulmuştum. Hiçbir dertleri olmasa; saçı düz olanlar neden kıvırcık olmadığına, kıvırcık olanlarda neden düz olmadığına takılıyordu. Kirpiklerinin boyu, ağda zamanlarının gelişinin sıklığı, adet dönemlerinin düzensizliği, saçlarının rengi, kaşlarının inceliği vs vs… Var olan her şey onlar için problem olabiliyordu. Bu konuda sınır tanımıyorlardı ama yarısı cumhurbaşkanının ismini bilmezdi! Kalan yarısı da yanlış bilirdi. Bu yüzden de hepsine acıyarak bakıyordum tüm o boşlukları ve farkında olmayışları yüzünden. Ama zaman içinde öğrendim ki asıl mutluluk bu farkında olmayışta saklıydı. Aptallık; mutluluktu…
Daralmanın son sınırına her gelişimde teyzemi arıyordum, basit, kısa ve gayet gereksiz bir konuşma yapıyorduk. Nasılım, iyi miyim, derslerim nasıl, hava nasıl, gelecek miyim, gönderdiği kazak üzerime olmuş mu gibi sorular. Evet ve hayırdan çok fazlası olmayan cevaplar. Arada ona kızların saçmalıklarını anlatıyordum ki içimde ki tüm o daraltı azıcık aralansın. Beni çoğunlukla gülerek dinliyordu. On dört yaşında ve şikâyetçi bir kızdım. Aman ne kadar ilginç!
On beşinci doğum günüm için teyzem bana bir doğum günü yemeği yapmakta inanılmaz ısrarcı oldu. Ben de doğum gününü hiç kutlamamış biri olmama rağmen kabul ettim. Nedenini hala bilmiyorum ve bence oda bilmiyor. Kaderin insanlar için ne planladığını yaşayana kadar bilemeyiz. On beş yaşında öğrendiğim ilk şey bu oldu.
Basit bir yemek olacağına söz vermişti. Babam, o ve ben. Kimseyi çağırmayacaktı. Zaten çağırsa da kimse gelmezdi. Ailenin geri kalan üyeleri benim için sadece birer isimden ibaretti. O kadar. Enişte, hala, dayı, amca dediğimiz sıfatların bir anlamı yoktu. Bu sıfatları taşıyan kişilerin de bir anlamı yoktu. Teyzemle teyzem olduğu için değil; o, çaba gösterdiği ve kendimce onu sevdiğim için bir ilişkim vardı. Bir de sanki teyzem annemi hatırlatıyordu bana. Biraz ama hatırlatıyordu işte.
Doğum günümden bir gün önce, Cuma günü, son dersimin boş olduğunu öğrenince eve gitmeye karar verdim. Normalde teyzemi arayıp geldiğimi söylemeliydim ama şu doğum günü hevesine ben de fazla kapılmıştım galiba. Okuldan taksiye binip otogara gittim ve ilk otobüse bilet aldım. Gece saat on bire doğru eve varmıştım. Makul bir saat sayılırdı. Okula ilk başladığımda babam bana iki şey vermişti: bir banka hesap cüzdanı ve evin yedek anahtarı. Bunların ikisini birden kullandığım nadir zamanlardan biriydi o gece.
Apartmana girmeden aşağıdan baktım, salonun ışığı yanıyordu; demek babam evdeydi. İçeri girip üçüncü kata çıktım. Anahtarımla kapıyı açtım ve umduğumdan da az ses çıktı. Salonun ışıkları yanıyordu evet ama içeride kimse yoktu. Mutfaktan gelen tıkırtıları duyunca çantamı salonun kapısına bırakıp koridor boyunca mutfağa doğru yürüdüm. Kapıya yaklaşırken “Baba?” diye seslendim. Cevap olarak bir cam şangırtısı gelince hızla içeri daldım. On beş yaşında öğrendiğim şeylerden biri de ne olursa olsun palas pandıras bir odaya dalmamak oldu.
Teyzemin babama doladığı bacaklarını çözüp, mutfak tezgâhından inmesini ve babamın, içeri giren biri olduğunu anlayıp tezgâhtan ve teyzemden uzaklaşmasını bekledim. Ama en komik olan; içeri girenin ben olduğumu anladıklarında yüzlerinin aldığı ifadeydi. Bana gelince; gördüklerimi zihnimde birleştirip, anlamlandırmam için birkaç saniye gerekti. Gerçi bu birkaç saniye bana birkaç dakika hatta birkaç saat gibi gelmişti ve kendime geldiğimde ne kadar uzun süredir orada dikildiğimi düşünüp endişelenmiştim. O anda endişelenmem gereken son şeyin orada dikili kaldığım süre olduğunun ayırtına varmam ise biraz daha zaman aldı.
Babam ve teyzem, işte o geçen süre zarfında üstlerini başlarını biraz toparlamıştı. Teyzem dağılan saçlarını bir eliyle atkuyruğu yapar gibi toplamış tutuyor; diğer eliyle de yerde ki büyük cam parçalarını ayıklıyordu. Onun da o anda endişelenmesi gereken tek şey o cam parçalarıymış gibi. Babam her zamanki soğukkanlı ve duygusuz ifadesinin tersine; üstünden daha çok dağılmış bir yüzle, öylece durmuş bana bakıyordu. Yeniden düşünebilmeye başladığımda ilk düşündüğüm şey, bunun ne kadar saçma bir an olduğu oldu. Belki de hayatımda ki en gereksiz, en saçma ve en kötü andı. Tabi bu şu ana kadardı…
Tek kelime etmedim, hiçbir şey söylemedim. Gerisin geri mutfaktan çıktım. Salonun kapısına bıraktığım çantamı aldım. Kendi anahtarımla açtığım kapıyı açıp çıktım. Anahtarıysa almadım bile, kapının üzerinde bıraktım. Merdivenlerden inerken arkamdan adımın seslenildiğini duydum, teyzemin sesiydi, ama durmadım, cevap vermedim. Ne yüzlerini görmek ne de konuşmak istiyordum. Ne konuşacaktım ki zaten? “Evin mutfağında birbirinizi becerirken sizi bastığım için özür dilerim” diyebilirdim ama açıkçası içimden gelmiyordu.
Sonuç; o gece ilk otobüsle okula geri döndüm ve mezun olana kadar da bir daha asla eve gitmedim. Liseden mezun olduktan sonra sadece yaz mevsimi olduğu, o sırada okul kapandığı ve artık zaten o okulda okumadığım, mezun olduğum için yani gidecek başka yerim olmadığı için mecburen eve dönmüştüm. Eve girdiğim ve babamla karşılaştığım o ilk an hayatımın en rahatsız edici anıydı. Ama babam için, benim için olduğundan daha rahatsız edici olmalıydı ki ben direkt ona bakarken o benim yüzüme bakamıyordu. Mezun olduğum için beni tebrik etti ve üniversite için fikrimi sordu. Bunu bana sorduğunda üniversite sınavına yaklaşık bir hafta kalmıştı. “Bu soru için biraz geç değil mi?” dedim. Zaten sadece sormuş olmuş olmak için sormuştu biliyordum ama yine de üstüne gitmek istiyordum. Bana karşı suçlu ve mahcuptu ve ben bundan sonsuz bir zevk alıyordum. “Haklısın” dedi. “Pek ilgilenemedim seninle”
Teyzemi becermekle meşgul olduğun için olabilir mi diyecektim ama dilimi tuttum. Bu kadar açık ve sert bir saldırı, uzun süreli ve vicdan azabı çektirecek işkencelerimi kısa tutmama neden olabilirdi; yani eğer konuyu bir seferde bu kadar açık bir şekilde açar ve konuşulmasına, babamın özür dilemesine ve açıklama yapmasına müsaade edersem ona artık eziyet etme hakkımı da kaybederdim. Sadece ve sadece bu yüzden yapmadım. Onun yerine “Önemli değil, ben hazırlandım zaten, sonuçlar gelince sana haber veririm” dedim ve konuyu kapattım.
Gerçekten hazırlanmıştım. Okulda o aptal kızların aptal muhabbetlerinden kaçabilmek için bana “inek” demelerine bile razıydım. Bütün gün ya ders çalışır ya da kitap okurdum. Okulun en başarılı öğrencisiydim ama bunun da benim için pek bir anlamı yoktu. Ben sadece geleceğimi garantiye almak derdindeydim. Bana bakacak ya da bakmasını istediğim bir ailem yoktu. Kendi başınaydım ve kendi başıma ayakta kalabilmemi sağlayacak donanımlara sahip olmak için çalışıyordum. Ondan fazlası gereksizdi benim için. O yüzden üniversite sınavından önce, mezun olunduğunda en kolay iş bulunabilecek fakülteleri tespit edip, sadece onların üzerine yoğunlaşmıştım. İçlerinden en zor okunan ama en kolay iş bulunan bölümü seçtim: tıp.
Tıp fakültesini kazandığımı duyduğunda babam geçen bunca yıl içinde ilk defa bana sarılmıştı. Sanki bu benden aslında beklemeyeceği kadar iyi bir sonuçmuş gibi bir his bırakmıştı bende bu sarılma. Ama bu sonuç, benim ondan kurtuluş biletimdi. Mezun olur olmaz onunla ilişkimi sonsuza kadar kesecektim. Sadece altı yıl daha ona katlanmalıydım. Tıp, okunması masraflı bir bölümdü.
Sonraki altı yıl yine evden uzakta geçti ama bu kez yaz tatillerinde dahi eve gitmedim. Çok iyi ve hevesli bir öğrenci olduğum için hocalarım hastanelerde bana iş buluyordu. Tabi bunda hepsine bir ailem olmadığını, şu hayatta tek başına kalmış ama akıllı ve çalışkan bir kız olduğumu anlatmamın da etkisi olmuş olabilirdi. Okulun yakınlarında bir de ev tutmuştum. Ev arkadaşım yoktu ve en başta karar verdiğim üzere olmayacaktı da. Bütün masrafları göze almıştım. Tek istediğim yalnız kalmaktı. Gündüzleri okula gidiyordum, akşamları hastanede ki işime. Genelde ya hastanelerin kafelerinde ya da mutfaklarında çalışıyordum. Geceleri ise ders çalışıyordum. Uyku denen şeyle arama büyük bir mesafe girmişti. Ve uykusuzluk bir süre sonra hayatımın temel gerçeklerinden biri oldu. Hala günde sadece iki ya da üç saat uyuyorum.
Tüm bu çabalarlarla kıt kanaat geçinerek de olsa altı yılda fakülteyi bitirdim. Ve iş uzmanlık alanı seçmeye gelince kişilik olarak ya da hayat görüşü olarak bana en ters gelecek bölümü seçtim ve çocuk doktoru oldum. Ama sevgi dolu, sürekli gülümseyen, gak deseler şeker guk deseler çikolata verip güya çocukların gönüllerini yapan ve bu halleriyle doktordan çok evde ki çocuğa kendini kabul ettirmeye çalışan bir üvey anneye benzeyen o kadın doktorlardan biri olmadım. Çocuğun derdi neyse bulur, teşhisimi koyar, tedavisini yapar, ilacını verir ve gönderirim. Yapmacık gülücüklerle ya da agucuk gurucuklarla değil de mümkün olduğunca sakince ve çocukları da sakinleştirerek çalışıyordum. Ailelerin de bundan başka bir isteği olacağını sanmıyorum ama tabi bütün bunlar arada kişilik problemleri nedeniyle çocuklarını ilgi manyağı yapmış ve etraflarında ki herkesten de buna uygun şekilde davranmasını bekleyen annelerle karşılaşmamı engellemiyordu. Bunlar da o bahsi geçen ilişkilerde ki ters kural gibi ben ne kadar az ilgi gösterirsem; çocuğu o kadar sık bana getirip ilgimi çekmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ufak bir güruhun arasında bu ilgisizliğimle meşhur olmuş hatta bu anneler arasında ilk kimin çocuğuna gülümseyeceğime dair bir rekabet konusu bile olmuştum. Baş edilmesi imkânsız kadınlardı. İmkânsızdı çünkü buna ne gücüm, ne isteğim, ne de zamanım vardı. Çocuklarına onların davrandığı gibi dünya güzeli, dünya tatlısı, dünya şekeri çocuklarmış gibi davranmamı sağlayamadıkları içinde hepsi içten içe bana düşmandı.
Uzak ve soğuk durmanın insanları daha çekici yaptığını öğrenmeye başlamam ta lise zamanına ulaşıyordu ama kesinleşmesi üniversite de oldu. Altı yıllık okul hayatım boyunca garip bir şekilde erkeklerin ilgisini çektim. Güzel bir kadın değilim. Tamam, çirkin değilim ama güzelde değilim. Herhangi bir özelliği olmayan sıradan bir tipim. Ne burnum çok güzel, ne dudaklarım çok dolgun, ne gözlerim yeşil. Sıradan siyah saçları ve sıradan kahverengi gözleri olan, ortalama bir boyda, ortalama bir kiloda bir kadın. Bende ilgilerini çekenin ne olduğunu merak edip duruyordum. Etrafta ki onca, elde edilmezi oynasa da elde edilebilmek için çaba gösteren; parmaklarını saçlarına dolayarak, gözlerini devirerek, arada çıngıraklı bir kahkaha atarak konuşan kadın varken, benim gibi etrafta gezmeyen, okulda en boş ve en sessiz, en ıssız yer neresiyse orada takılan, hiçbir organizasyona katılmayan, ders haricinde mümkün mertebe konuşmayan, insanların yüzüne bakmayan bir kızı neden çekici bulurlardı ki. Zor olanı oynadığımı sanıyorlardı ama ben zaten buydum. Bir şeyi oynamıyordum. Kazanılması gereken bir savaş, çözülmesi gereken bir bulmaca ya da açığa çıkarılması gereken bir sır değildim. Buydum işte, zaten ne görüyorlarsa oydum. Fazlasını bilmek isteyenler için hayal kırıklığından başka bir şey olamazdım.
Altı yıl boyunca tek tek hepsini reddettikten ve reddedilmeyi hazmedemeyenlerin tüm o tepkilerini ve bana zarar vermek isterken kendilerini daha çok incitmelerini izledikten sonra en sonunda benim ilgimi çekebilecek bir erkek olmadığına karar vermiştim. Aslında onlara şans vermiştim. Birkaç tanesine şans vermiştim. Sonuçta ben de bir insandım ve her ne kadar duygusal olarak bir şey hissetmesem de yani hissedemesem de frijit falan değildim, bir takım fiziksel ihtiyaçlarım vardı. Bir tıp öğrencisi olarak bunları reddedecek değildim. Ama ne öpüştüklerim ne de seviştiklerim bir anlam ya da bir iz bırakamadı bende. Sadece tatmin olmuşsam bunun verdiği haz, ötesi yok. Ötesine ihtiyacım da yoktu. Etrafımda ki kızların “ilişki” dedikleri o şeyin içine kendilerini hapsedip, hayatlarını kısıtlamalarını ve bir de üstüne üstlük bundan zevk almalarını anlayamıyordum. Eğer bunu sağlayan bir şeyler hissetmekse dediğim gibi zaten ihtiyacım da yoktu.
Sahip olduğum tek ilişki -ki eğer buna ilişki denebilirse- Turgut adında bir adamla olmuştu. Üniversitenin üçüncü sınıfında, bir derste, amfide yer kalmayıp ta benim yanıma oturduğunda tanışmıştık. Yanıma oturduğu o ders boyunca hiç konuşmadı. Ben de konuşmadım. Ama ilk defa, yanıma oturan bir adamdan rahatsız olmamıştım. Ondan sonra sanki gizli bir anlaşma yapmışız gibi o derste hep benim yanıma oturdu. Ve biz yine de haftalarca hiç konuşmadık. Finallerden önceki son ders benden birkaç sayfanın fotokopisini çekmek için defterimi istedi. Bende verdim. Ama geri getirmesi biraz zaman aldı. Bende onu beklemeden çekip gittim. Öteki ders alırım diye düşünmüştüm.
Telefon numaram sadece öğrenci işlerinde ki yetkililerde vardı. Ne sınıftan ne de okuldan kimseye telefon numaramı vermemiştim. Birkaç saat sonra, numarayı her nasıl bulmuşsa beni aradı ve defterimi geri vermek için evimin adresini istedi. O akşam Turgut defteri getirdiğinde ben sadece defteri alıp onu gönderecektim. Farklı bir şey olması da beklenemezdi ama gayet mantıksız bir şekilde ve gayet kendiliğinden defteri alırken elimi tuttu. Ben de onu içeri davet ettim. Ama çay içmeye değil…
İnsan vücudu tuhaf bir mekanizmadır ve belli miktarda elektrikle yüklüdür. Eğer sizinle bu elektriğin alışverişini doğru yapacak birine rastlarsanız ve yanlışlıkla da ona temas ederseniz üzerinizde ki o yükü atmadan rahatlayamazsınız. Turgut, tek başıma kaldığım o evi benden sonra en çok gören insan olmuştu. Pek çok konuda benim için ilkti ve pek çoğu içinde uzun zaman ilk kaldı. Hatta bazı şeyler için ilk ve son oldu. Birbirimizi incitecek ya da kıracak hiçbir şey yapmadık, aslında birbirimize hiç, birbirimizi incitecek kadar da yaklaşmadık. Yatakta mesafemiz hiç olmadı ama onunla ilişkim yataktan kalktıktan sonra diğer insanlardan daha farklı olmadı. Yine de kabul etmeliyim ki bana en çok yaklaşabilen ve kendi çapımda en azından bir şeyler hissedebildiğim, paylaşabildiğim tek insan da Turgut oldu.
Tanışmamız üçüncü sınıfta oldu ve mezun olana kadar da “ilişkimiz” devam etti. Hala da görüşüyorum onunla. Bazen sadece konuşmak için, bazen sadece yatmak için, bazen de ikisi birden… Yani hala hayatımda bir şekilde bir yer verdiğim bir iki insandan biri. Ama onunla ilişkimiz, ben bu yerde yatan herifle birlikte olmaya başladığım günden itibaren, sadece konuşmakla sınırlandırılmıştı. Çünkü ihanet, her türüyle, bu hayatta en nefret ettiğim şeydir. Ve ben asla başkasında onaylamadığım bir şeyi yapmam. Bu da kendine ihanettir ne de olsa.

Mezun olup uzmanlık sınavını da kazandığımda artık hayatla ilgili kaygılarımın çoğu bitmişti. Kendimi kurtarmıştım. Kuşağımın hayat amacını gerçekleştirmiştim: yırtmıştım. Çalışmaya başladığım ilk gün teyzem hastaneye çiçek gönderdi.
Teyzemle o geceden sonra yüz yüze gelmemiz yaklaşık bir yılı buldu. Uzunca bir zaman yani birkaç ay kadar beni arayamadı. Ben de onu aramadım. Aramamı gerektirecek herhangi bir şey yoktu. Arada babamı arayıp beni sorduğunu biliyordum çünkü bir keresinde paralel telefondan konuşmalarını dinlemiştim. Telefon açmak için ahizeyi kaldırdığımda teyzemin sesini duyunca kapatmadım. Ağlamaklı bir sesle babama “nasıl olduğumu” soruyordu. Kendimi yokladım, hayır, hiç bir şey hissetmiyordum, üzülmüyordum ya da kızgın değildim. Teyzem, benim için her ne ifade ediyorduysa; artık etmiyordu. Devamını dinlemek ilgimi çekmediği için yavaşça telefonu kapattım. Tıp fakültesini kazandığımı öğrendiğinde arayıp benimle konuşmak istemiş. Ama o gece evde değildim. Turgut gelmişti ve ben galonlarca içki içmiştim. Bünyemin ne kadar içkiye dayanabileceğini test eder gibi içmiştim. Çünkü o gün, benim özgürlüğümün başlayacağı gündü, kutlamalıydım. Ertesi sabah hala sarhoş ve az önce yataktan çıktığı her halinden belli olan bir halde eve girdiğimde babam, işe gitmek için evden çıkmak üzereydi. Beni görünce bir şey söylemek istedi ama sadece “yeni mi geliyorsun?” dedi. Aklımdan milyonlarca arsız cevap geçti ama sadece “evet, bir arkadaşımda kaldım” dedim. Bu, ben kurduğumda o kadar inandırıcılıktan uzak bir cümleydi ki. Bir arkadaşında kalmak… Ama babam sorgulamadı, sorgulamak istemedi. İkimiz koridorda durmuş, birbirimize bakıyorduk. Sonunda kapıya yönelirken “Lütfen bir daha ki sefere haber ver” dedi. Sanki umurundaydı…
Teyzemin sonunda dayanamayıp aylar sonra eve gelmesi de işte bu sabaha denk geliyor. Kapıyı kaç kere çaldı bilmiyorum ama ben sonunda uyanıp, kapıyı açtığımda yüzünde dehşete kapılmış bir ifade vardı; ilk söylediği “babanı aradım, evde yatıyor dedi, bir şey olmasından korktum” oldu. Babamı aradın? İyi, peki… Elim kapının kolunda, bir şey söylemeden bekliyordum. Yüzümün ifadesizliğinden o kadar emindim ki, teyzemin bana ne söyleyeceğini merak ediyordum. “İçeri girebilir miyim?”dedi. Kapıdan çekilip, geçmesi için ona yer açtım. Salonda karşılıklı koltuklara oturup birer kahve içtik. Konuyu tabi ki açmayacaktım. Babama yaptığımı ona da yapmak istiyordum ve açıklama yapmasına izin vermeye niyetim yoktu. Ölmüş kardeşinin kocasıyla yatıyordu, nasıl bir açıklama yapabilirdi ki? Biz de sadece kahve içtik ve sanki başımızdan bir şey geçmemiş gibi havadan sudan, üniversiteden, falandan filandan konuştuk. Bir zaman sonra gerçekten bu olay hiç yaşanmamış gibi oldu. Zaten çok şey paylaşan bir aile olmadığımız için oturup tartışacak, konuyu bir çözüme kavuşturacak halimizde yoktu. En iyisi yok saymaktı ve biz de öyle yaptık. İlişkileri devam etti mi net olarak bilmiyorum. Hiçbir zaman sormadım ya da merak etmedim. Çünkü bir kere ya da yüz kere yapmış olmalarının benim gözümde bir farkı yoktu. Önemli olan olayın niceliğinden ziyade niteliğiydi. Ama ben devam ettiklerini tahmin ediyorum. Yaşları ilerlemiş, basit karakterli, hayatta bir ayrıcalıkları olmayan, dışa kapalı bu iki insan, birbirine muhtaçtı. Birbirlerinden başkasını bulmak için ne şansları ne de takatleri vardı. O yüzden devam etmeleri hiç de anormal olmazdı. Hem ne kadar üzerinde konuşulmasa da yine de yakalanmaları bu işi ortaya çıkarmıştı ve bu da onları rahatlatmıştı. Sanki olay, açığa çıkınca meşrulaşmıştı.
Uzmanlık sınavına hazırlanırken aynı zamanda da bir hastanede pratisyen olarak çalışmaya başlamıştım. Hastana de olmak bana iyi geliyordu. Nedeni çok basitti aslında: etrafımda bana muhtaç insanların olması egomu inanılmaz ölçüde tatmin ediyordu. Hayattan diğer insanlardan farklı olarak para ya da seks aracılığıyla tatmin bekleyen bir yapım yoktu. Beslemem gereken tek tarafım egomdu. Daha sonraları bu uzmanlığımı seçerken neden cerrahiyi düşünmediğime dair çok pişman oldum. Çünkü asıl ego tatmin eden, asıl her şeyin hâkimi olmanıza en fazla izin veren dal oydu. Ama cerrah olmasam da ben, yine de bir şeylere hâkimiyet hissi veren bu mesleğin her dalında mutlu olabilirdim. Ve oldum da. Yani kendimce. Karşımda benden çektikleri sıkıntının adını koymamı bekleyen, bunu sonlandırmamı isteyen, ne desem yapmaya hazır insanlar vardı. Aileleri, canlarından fazla sevip korudukları o çocukları benim, yani hiç tanımadıkları bir kadının ellerine emanet ediyordu. Ve ben onlara ne istersem yapabilirdim. Ağzımdan çıkacak iki çift lafa bakardı. Zaman içinde uzmanlaştıkça, daha çok şey bildikçe, daha çok vaka görüp daha çok hastayı tedavi ettikçe iyice inandım ben olmadan bir şey yapamayacaklarına.
Ve tam bu ego fırtınasının ortasında rastladım bu yerde yatan domuza.
Sezen adında bir hastam vardı. Beş yaşlarında, sarı, kedi tüyü gibi bir tutam saçı olan, çilli, zayıfça bir kızdı. Alerjik astımı vardı ve neredeyse yeryüzünde ki her şeye alerjisi vardı. Annesi babası beraber getirirlerdi. İkisi de çocuğu çoktan ilgi manyağı yapmışlardı bile. Ufacık bir hırıltısında koşarak benim muayenehaneme geliyorlardı. Onları sorgulayacak ya da yargılayacak değildim, ne de olsa üzerlerinden para kazanıyordum. Ama bu onlara da hastalıklı kızlarına da sinir olduğum gerçeğini de değiştirmiyordu. Sezen sevimli bir kız falan değildi. O kadar mıymıntı ve pısırık bir çocuktu ki insanı çileden çıkarıyordu. Annesi bunun astımından kaynaklı özgüven eksikliği olabileceğine kanaat getirmiş ve beş yaşında ki bu kızı bir de psikologa götürmeye başlamıştı. Zaten oldum olası bu son dönem özellikle benim kuşağımda ki anneleri anlamakta zorlanırım. El kadar çocukları tutar; bale, voleybol, karate, Fransızca dersi, tenis, yüzme, jimnastik, su topu, çim hokeyi, ebru sanatı, resim, heykel, kilden tabak yapma, bok, püsür…bir dolu şeyin içine bir anda ve hepsini birden yapsınlar diye atarlar. Çocukta hiçbirini tam olarak öğrenemez, sonunda her şeyden yarım yamalak anlayan ukala bir şey olur çıkar. Ama annesinin tatmin olması yeterlidir. Kendi çocuğu diğerlerinin çocuklarından iki dil daha fazla biliyor ve onlar kara kalem çizerken bu, yağlı boya portre yapıyorsa daha ne isteyebilirler ki hayattan. Varsın çocuk, ambale olmuş bir kafayla hayatın asıl zevklerinden mahrum ve gerçeklerinden bihaber büyüsün. Ağaç gördüğünde ona tırmanması gerekirken olduğu yerden yaşını hesaplamaya çalışan çocuklar tanımıştım. Muayenehanemin camından bakıp, bahçedeki çam ağacının tarihini ve bitki dünyasında ki yerini bana anlatmaya kalkan altı yaşında ki botanikçiye büyük bir hayretle bakakalmış ve çıkarlarken annesinin elini sıkmıştım. Bir çocuğun çocukluğunu bu kadar net bir şekilde öldürmeyi başardığı için. Ama sanırım o, benim hareketimi bu şekilde anlamamıştır.
Ama Sezende bunlarda yoktu. O ukala bile olamamış bir çocuktu. Beyaza çalan yüzüyle romanlarda ki hastalıklı kızlara benziyordu. Evet, astımı vardı belki ama benim başka hastalarımda da astım vardı ve bunlar onun kadar astımlı astımlı gezmiyorlardı ortalarda. Sezen, adeta hastalığını seviyordu. Daha doğrusu bu hastalığın ona kazandırdığı imtiyazları. Koşmak zorunda değildi. İstemediği hiçbir şeyi yemezdi. Hiçbir şeyi hızlıca yapması beklenmiyordu; hatta bazen yapması bile beklenmiyordu. İstediği an tıkanıyor numarası yapıp duygu sömürüsü yapabilirdi. Ah ne kadar da çabuk yoruluyordu o minik bünyesi! Bu numaraları yutmayan tek bendim ve o da bunun farkında olduğu için, beni hiç kandıramadığı için benden nefret ediyordu. Bende onun tüm bu mıymıntı hallerinden nefret ediyordum.
İşte bu Sezen den bana zaten iyilik gelmeyeceğini beklemeliydim ama nedense en başta düşünemedim bunu ve onu bir seferinde annesi ile birlikte bana getiren aile dostları ile tanışma gafletinde bulundum.
Hakan, ilk tanışmada hemen elinizi sıkıca kavrayıveren ve gerçekten elinizi sıkan adamlardandı. Gözlerinizin içine bakarak konuşur ve sizi daima dinlerdi ya da dinlermiş gibi yapardı. Ama o kadar iyi yapardı ki; kesinlikle şüphelenmezdiniz. Hakan, tam bir güvenilecek adam abidesiydi. Geniş omuzlar, irice eller, açık bir alın. İmajı destekleyen kalın ama net bir ses tonu ve gayet düzgün bir konuşma. Ona bir an bakıp arabanızın ya da evinizin anahtarını verebilirdiniz. Benim muayenehaneme ilk girdiğinde çok keskin adımlarla yanıma gelmiş ve direkt elini uzatmıştı: “Merhaba ben Hakan, Sezen’in amcası sayılırım. Sonunda sizi görebilmek gerçekten çok hoş. Sezen ve anne babası sizden pek çok kere bahsettiler.”
Sezen benden mi bahsetti? Tanrı aşkına o çocuk, bu adama benim hakkımda ne anlatabilirdi ki? Hem de benden bu kadar nefret ederken.
Hakan elimi sıkıca tutmuş hafifçe sıkıp sallarken gözlerini de gözlerime dikmişti. Bir şey vardı ve bu şey, kesinlikle her taraftan hissedilebilecek kadar net bir haldeydi. “Merhaba” dedim bende. Yeterliydi. İşte biz Hakanla böyle tanıştık.
Ve sonra Hakan, Sezen’i birkaç kere daha getirdi. Her içeri girip elimi sıkışında o “bir şey” in dozajı artıyordu. En sonuncuda yanlarında anne yoktu. Sezen’in muayenesi bittikten sonra tam kapıdan çıkmadan Hakan yine benim elimi sıktı ama bu kez bana diktiği gözlerinde; beni soyduğunu, hemen paravanın arkasında duran yatağa yatırıp bacaklarımı ikiye ayırdığını o kadar net gördüm ki dilim damağım kurudu. Onlar çıktıktan sonra masama oturup bir bardak su içtim. Hemen o akşam beni aradı. Cep numaramı Sezen’in çantasında (hiç yanından ayırmadığı pembe renkli, payetli bir çantası vardı) taşıdığı kartımdan almıştı. Ertesi gün için akşam yemeği teklifini kabul ettim çünkü ikimizde o yemeğe neden çıktığımızı biliyorduk. Bunu tartacak, altını üstünü kazıyacak falan değildim. O erkekti bende kadındım ve evet birbirimizle ilgili planlarımız vardı. İnsanın vücuduna karşı koyması zordur. Bunun cinsiyetle ilgisi yoktur. Beden bir kere kararını vermişse, ne yapsanız kaçamazsınız. Bende denemedim bile.
Ertesi akşam yemeğinin sonucu düşündüğüm kadar şiddetli bir çarpışma oldu. Benim gibi hisleri olmayan birini bile sarsacak kadar şiddetli. Hakan, her nasılsa benim bedenimi benden iyi tanıyor gibiydi. Nereye dokunacağını daha doğrusu ne zaman nereye dokunacağını o kadar iyi biliyordu ki teslim olmamak için çok büyük çaba veriyordum. O da benim kendimi bırakmam için elinden geleni yapıyordu. Tüm bu savaş, bu çatışma o geceden itibaren uzun bir zaman sürdü. Ve o zaman içinde bir yerde Hakan, her nasılsa yatak odamdan oturma odama geçti.
Onunla konuşmaya başlamıştım. O benimle başından beri konuşuyordu. Ben sadece dinlerdim. Benim hayatıma dair asla bir şey konuşmazdık. Bana bazen haberlerden, gündelik olaylardan bahsederdi. Bazen bir filmden ya da bir sergiden, müşterilerinden, yeni mobilyalardan, ağaçlardan… İlgimi çekmediğini anladığı an kısa keser bırakırdı. Beni asla dinlemem ya da ona katılmam, cevap vermem, yorum yapmam için zorlamadı. Ben zaten ilgimi çekmeyen hiçbir konudan bahsetmezdim ki. Ama bir gün, beraber yemek yerken, birden kendimi okuduğum ve gerçekten çok sevdiğim bir kitaptan bahsederken buldum. Gözleri parlamıştı çünkü kazıdığı duvarda ona bir delik açmıştım. Sonra bir başka gün hastalarımdan konuştuk, sonra hastaneden, okuldan. Konular arttı, çoğaldı. Eğer o, o kadar sabırlı olmasaydı bu asla olmazdı.
Hakan’ın işi ahşap döşemeler ve mobilyalar üzerineydi. Bu iş aslında ona babasından kalmıştı ama severek yapıyordu. Şehirde birkaç mağazası ve şehrin biraz dışında dev bir atölyesi vardı. Evinin en alt katında ki bodrumda ise tiner ve boya kokan küçük bir atölyesi vardı; burada kendi tasarladığı ahşap eşyaları yapıyordu. Kendince anlam verdiği birkaç şey biriydi o özel tasarımlar. İçlerinde bir tane çocuk treni vardı ki görülmeye değerdi. İçine dört-beş yaşlarında bir çocuğun sığabileceği genişlikte iki vagonlu ahşap bir trendi bu ve duvar dibinde kıvrılmış duruyordu.
İlişkimizin –ki evet, artık bu bir ilişkiydi- yaklaşık altıncı ayı bitiyordu ki ben bu döşemeleri yenilemeye karar verdim. Hakan, tanıdığı işçileri ve malzeme ayarladı hemen. Sadece iki gün sürecekti ama ben evde inşaat halinde kalmak istemiyordum. Düzensizlik canımı sıkar çünkü. Hele de söz konusu benim evimse. Kazandığımın çoğunu bu eve yatırıp kendime görkemli bir sığınak yaratmıştım. Şehir merkezinden biraz uzakta, bir sitenin en üst katında dubleks bir daire. Her yer ses geçirmez malzeme ile kaplanmıştı. Yerden ısıtmalıydı ve tüm zeminler ahşaptı. Işıklandırmayı olabildiğince sade ve loş yapmıştım. Mobilyalarım sade ve azdı. Hiçbir yerde biblo, vazo, çerçeve gibi gereksiz ıvır zıvır yoktu. Yatak odasında Hakan’ın deli olduğu, neredeyse dört kişilik dev bir yatak vardı. Ve de üç kapaklı, her kapağı ayna kaplı bir dolap. O odada tüm zemin halı kaplıydı. Yatak odasına bitişik banyoda kocaman bir jakuzi vardı. Bu ev, benim sığınağım, mabedim, mağaram, yuvamdı.
Ve Hakan bana ilişkimizin en önemli teklifini yaptı: inşaatın süreceği o iki gün onda kalmamı istedi. Benim için kendi evim dışında bir yerde kalmak o kadar yorucu ve can sıkıcıydı ki en azından onunla kalmak belki daha kolay olabilirdi. Bende kabul ettim ve iki gün birlikte kaldık. Pek çok konuda çok verimli bir iki gün oldu bu ve ben bu zamanın sonunda en büyük hatamı yaptım: teslim oldum. Artık ona güveniyordum. Hatta galiba ben mutluydum. Sorgulamayı bırakmış, ipleri sıkmaktan, çekmekten vazgeçmiş ve ona ayak uydurmaya başlamıştım. Rahatlamıştım. İlk defa kendimi birine bu kadar bırakmıştım.
Her şey bu şekilde giderken biz artık bir yıla yaklaşıyorduk ve ben, uyuklamaya başlayıp süngü elimizden kaydığı an saldırıya uğrayacağımız gerçeğini unutmuştum. Saf, aptal bir haldeydim. Derken Sezen’in krizleri başladı ve biz de yeniden testlere başladık. Yeni bir şeye daha alerjisi olduğu kesindi. Ne olduğunu bulmamız gerekiyordu. Hali hazırda olan yüzlerce alerjisini ancak kontrol altında tutabiliyorduk, o yüzden bir tane daha çıkması hoş olmamıştı. Bunun anlamı yeni maruz kaldığı bir şey olduğuydu. Ona yeni gitmeye başladığı yerler olup olmadığını ya da yeni yediği bir şeyler olup olmadığını sordum. Bir hafta süren testler ve Sezen le yaptığım fena halde can sıkıcı konuşmalardan sonra sonunda yeni alerjisini buldum.

Hakan bu akşam yemek için bana geldiğinde eminim ki geceyi kendi yaptırdığı döşemelerimde cansız olarak bitireceğini düşünmemiştir. Ama işte hayat sürprizlerle dolu ve ne yazık ki hepsi de iyi değil. Kapıyı açıp onu içeri aldığımda, her şeye rağmen dilini ağzıma sokup beni öpmesine izin verdiğimde, arkamı dönüp mutfağa gidip, benimle gelmesini istediğimde de düşünmemiştir. O karşımdaki sandalyeye oturmuş benim salata hazırlamamı izlerken ona değil de halka halka dildiğim havuçlara bakarak “Sezen’in neye alerjisi varmış biliyor musun?” diye sorduğumda bile bir şey düşünmemiştir. Düşünmüş olsa cevabı ben söylemeden bilir; bacak bacak üstüne atmış bir halde karşımda oturacağı yerde kapıya koşması gerektiğini de tahmin ederdi. Ama yapmadı. Benden cevabı vermemi bekledi: “Neye varmış hayatım?”
“Tinere”
Yüzünde önce beliren anlamaz bakış, yavaşça “acaba” ya dönüştü ve ten rengi hafifçe açıldı. Son dildiğim havucun en son parçasını ağzıma atıp devam ettim bende:
“Annesiyle Hakan amcasının evine gittikleri zaman, onlar yukardayken o, aşağıda trene biniyormuş. Oradaki tuhaf kokuyu daha öncede fark etmiş aslında ama nedense o koku onu rahatsız etmiyormuş, hatta o kokuyu seviyormuş.”
Yavaşça sandalyeden kalkıldı, temkinli adımlarla tezgaha yaklaşıldı. İki elini benim kesme tahtamın önüne gelecek şekilde tezgaha dayadı ve gözlerini yüzüme dikti ve “Ben…” dedi. Elimdeki, o büyük mağazadan aldığımız keskin bıçağı sağdan sola sallayıverince sesi kesildi. Dinlemek istediğimi de nereden çıkarmıştı ki? Açıklamaya ihtiyacım yoktu ki. Ben zaten anlamıştım, ne dinleyecektim şimdi? Bir sürü boş laf.
Boğazında ki derin yarıktan fışkıran kana kendide inanamadı. Bir anda tüm havuçların, marulların, turpların üzeri kıpkırmızı olmuştu. İki eliyle kendi boğazını kavradı sanki tutunca o kan akmayacakmış gibi. Gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu. Elimdeki bıçağı bırakmadan tezgahın arkasından dolanıp onun karşısına doğru geldim. Ben ilerlerken o kaçmak ister gibi geri geri gitti ama sendeledi ve yere düştü. Ayaklarını sağa sola çarpıp yerde kıvranırken; mutfak halısı ayaklarının altında tortop oldu. Elimde ki bıçağı arkamdaki tezgaha bıraktım. Hakan’ın üzerinden eğilip kafasının arka sağında duran sandalyeyi aldım ve karşısına doğru, mutfağın ortasına koydum.
Oturmadan önce gidip buzdolabından kendime meyve suyu çıkarıp bir bardağa doldurdum, sandalyeye oturdum. Ne de olsa Şah damarıydı kestiğim ve o kadar kolay bitmeyecekti.

son
haziran-ekim 2008