28 Ağustos 2010 Cumartesi

KAĞIT KESİĞİ

Tam bir ay sonra yeniden başladığım "yer" deyim. Filmi geri sarmışım gibi. Sanki o kağıt elimi hiç kesmemiş gibi. Parmağımın üzerinde o incecik ama kendinden beklenmeyecek kadar çok sızlayan çizik hiç olmamış gibi. Böyle olsaydı keşke, olmamış gibi. Ama çizildi işte bir kere. Şu lanet olası sızısı geçene kadar da orada kalacak. O kadar küçük ki bazen unutuyorum varlığını; ta ki elim suya değene kadar. Bir anda öyle bir yanıveriyor ki o küçücük çizik; varlığı inkar edilemez hale geliyor. Bakıyorum ve her seferinde şaşırıyorum nasıl olupta bu kadar canımı yaktığına. Hep öyle değil midir zaten, hep görünen fazlası yok mudur? Ummadık taştan olmaz mı hep en fena yarıklar? Tamam, yok , olmamış olsaydı diye bir şey yok! Şu hayatta tek cümleye inandım olanca kaderci duruşuna rağmen: her işte bir hayır vardır. Her kesik, her yarık bir derstir. Nefes al... Nefes al...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

YANKI

Herkesi olduğu gibi kabul edebilmek. Ama gerçekten kabul edebilmek. Kabul edermiş gibi yapıp değişmesini beklemek ya da değiştirmeye çalışmak değil, sadece kabul edebilmek. Edemiyorsak orada durmamak ve gitmek. Yok kalacaksak da adam gibi kalmak. Herşeye ve herşeyine rağmen. İçinde olanlardan ve dışarıdan kuşatanlardan korkmamak, kaçmamak. En kötüsünde, en iyisinde olduğundan farklı olmamak. Öfkesinin yarattığı tufanda ayakta kalabilmek. Nefretinin yarattığı duvarın çatlaklarından sızabilmek. Sel gibi alıp götürse de seni; sadece akıntıya bırakmak kendini. Teslimiyetten ötesi. Dayanmak ya da katlanmak değil asla! Zaten ucundan tutuyorsan katlanmaktır evet ama iki elinle sıkıca kavradıysan... Tırnaklarını geçireceksin tutunduğun şeye. Çünkü zor olan bu değil, zor olan buraya gelebilmek. Karar verebilmek, tamam diyebilmek. Zor olan tutmak değil; elini uzatabilmek. Bir kere tutunduysam bırakamam ki zaten. Cam kırıklarından da korkmam, o kırıkları toplamaktan da. Ayağımla üzerine basmaktanda korkmam. Nasıl olsa ayağımın altında ki kanları temizleyecektir.
Ama uzaktan seyredemem. İçim götürmez. Yaklaştırmadan yaklaşmamı isteme benden. Ya ses ver ya da sesime yankı ver...

20 Ağustos 2010 Cuma

HİÇ

O kadar çok yara izi vardı ki sırtında, sormak istemedi. Bilmek istemedi. Kendinden öncekileri ve onların yaptıklarını öğrenmek istemedi. Bir şeylerin sadece kendisine ait olmasını seviyordu ve bir zamanlar bile olsa başkasının orada olduğunu, ona sahip olduğunu bilmekten nefret ediyordu. İçinde kabaran o öfkeyle karışık nefret hissi o kadar yoğundu ki, gözlerini kapattı. Öne eğildi, dizlerinin hizasında duran başı ellerinin arasına alıp kaldırdı. Yüzünü görmek istiyordu. Sadece ona baksın istiyordu. Ellerinin kasıldığını; uzun tırnaklarının yavaş yavaş sakalların içine gömüldüğünü fark edemiyordu bile. Sadece gözlerine bakıyordu. Aslında çok fazla şey istemiyordu. Bir insanı gözbebeğinden öpmek mümkün müdür?
Hatırladığından bile fazlası vardı, biliyordu. O kadar alışmıştı ki hafızasını son hızla silmeye. Yoksa yaptıklarını düşünerek yaşaması zordu. Ona yapılanlara sessiz kaldığı ve kabullendiği zamanlardan sonra ipleri eline almasına neden olanı düşünerek yaşaması zordu. Önce Onu silmişti aklından, hafızasından, ruhundan. En zoru da ruhundan silmek olmuştu çünkü O, ilk oraya yerleşmişti. Tek elini adamın yüzünden çekip, düşen saçları geri doğru itekledi. Merakla karışık bir teslimiyetle bakan bu gözlerin etrafının temizlemek istemişti. İstediğini vermeyecekti. Hiçbir zaman vermezdi. Doğruldu, ağırlığını sol ayağına verdi. Çizmesinin topuğu gri halının tüylerine iyice gömüldü. Ellerini yavaşça adamın yüzünden çekti, beline koydu. Şimdi bütün ihtişamıyla dimdik ayakta dikilirken başını hafifçe geri attı. Tepeden at kuyruğu yapılmış saçları titredi hafifçe. O aklına gelince yine kaybediyordu işte kontrolünü. Sağ ayağını kaldırıp adamın omzuna koydu. Aslında çok fazla şey istemiyordu. Hatta artık hiçbir şey istemiyordu. Ayağının bastığı yerden hızla itekledi adamı.
Karanlık, sessizlik… Başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Artık ne çığlık ne de inleme dinleyecek gücü vardı. Savaşıp bozguna uğrattığını sandığı her şey, her seferinde geri geliyordu. Ve bu döngünün kırılacağı nokta neredeydi, onu bir türlü bulamıyordu. Eğildi, çizmesinin fermuarını indirdi yavaşça. Dizinden aşağı doğru sıyırmaya başladı. Zırhını çıkaran bir savaşçı gibi dikkatlice çıkardı ayağından. Çıplak ayaklarını halıya bastırdı. Bileklerinde ki sızıyı dindirmek için elleriyle ayak bileklerini kavradı. Doğrulup yeniden arkasına yaslandı. Tepesinden sallanan at kuyruğunu tutan siyah çengelli tokanın ucunu çekip çıkardı saçından. O kadar sıkı toplamıştı ki saçlarını; tokadan kurtulup aşağı dökülmeleri o akşamın en büyük hazzı oldu. Saçları ile birlikte bütün vücudu da gevşedi bir anda. Sonunda gevşeyebildi. Sadece saçlarını değil vücudunun bütün hücrelerini sıkıyordu. Ondan başkası gevşetemiyordu bu vücudu… Ona ihtiyacı olmasından nefret ediyordu, herhangi birine ihtiyacı olmasından da nefret ediyordu ama en çok ondan nefret ediyordu. Bütün bu cehennemi yaratmış, bütün ateşleri tutuşturmuş, bütün kapıları kapatmış sonra da çekip gitmişti. Alevlerin ortasında durup, arkasından bakmaktan başka bir şey yapamayacak haldeyken; elleri bileklerinden bağlı, arkasından haykırırken çekip gitmişti. Onun arkasından her şey eriyip gitmişti o alevlerin içinde. Merhamet, güven, vicdan, inanç… Kalan o koca boşluğun yarattığı açlığı doldurabilmek için şimdi, başkalarını alevlerin içine atıyordu.
Siyah korsenin çapraz gelen iplerini çekip çözdü. Göğsünün hizasından elleriyle itekleyerek önce dizlerine sonra ayaklarına kadar indirdi. Çıplak ayaklarıyla korseyi yolundan çekti. Üzerinde sadece siyah çamaşırla banyoya kadar yürüdü. Banyonun kapısında onu da ayaklarından sıyırdı. Duşun suyunu en soğuk derecesinde açıp altına girdi. Buz gibi su, bütün vücuduna batarken nefesi kesildi. Sağ elinde ki nereden geldiğini bilmediği kurumuş kan lekesi suyun altında silindi. Gözlerinde ki siyah rimeller yavaşça aktı kenarlardan. Önce saçlarını alıp, omzundan aşağı yana sarkıttı. Sonra ellerini fayanslara dayadı ve suyun önce sırtına, oradan da daha aşağı akmasına izin verdi. Sadece nefesini düzene sokmak istiyordu. Hızla inip kalkan göğsünü sakinleştirmek, kirpiklerinden, parmak uçlarından süzülen suyla beraber kemiklerinin, kaslarının ağrısını dindirmek istiyordu. Alnını fayansa yasladı ve bacaklarının arasından inen suya karşılık nefesini verdi.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

FISTIK YEŞİLİ EŞARP

Darmadağınık bir odanın ortasında yatıyorum, etrafa saçılmış onlarca eşyanın ortasında. Kıyafetler, kitaplar, cd ler, kağıtlar, ayakkabılar... Devrilmiş masa lambası, açık duran dolaptan yuvarlanıp gelmiş sekiz renkli büyük deniz topu, tavanda ki pervaneye takılmış onunla beraber dönen fıstık yeşili eşarp, yarısı ters dönmüş, kıvrılmış onlarca fotoğraf, bir gece önce gidilen barda çalan grubun afişleri. Bu kadar ıvır zıvırla ne işim var acaba? Yattığım yerde tek düşündüğüm bu şu anda. Gözüm, pervande ki yeşil eşarba takılı, neden bu kadar çok eşyam olduğunu, neden hiç bir şeyi atamadığımı düşünüyorum. Seni de atamadım hayatımdan. Tıpkı bu pervanede ki yeşil eşarp gibi dönüp duruşuna bakarak geçirdim günlerimi, aylarımı ve hatta yıllarımı. Her gitmek istediğimde sen, karşıma dikilip "hayır" dedin. İzin vermedin. Ellerini göğsüme koyup beni durdurdun ilk seferinde ve son seferinde o dokunduğun yerden hızla duvara ittin beni. Hızını alamadın sandım ve kendimi kandırdım. Kafam duvara ilk çarptığında ayılmalıydım, uyanmalıydım bu hipnoz halinden. Ama yapmadım. Sonra yeniden bir durgunluk, sessizlik.
Hatırladım bu fıstık yeşili eşarbı. Gecenin biri, bir barın tuvaletinde, beni boynumdan tutup kadınlar tuvaletinin kapısına yapıştırdığın gecenin sabahında takmıştım. Boynumda ki morlukları kapatacak uygun renk belki bu değildi ama en dikkat çekecek renk buydu. Güya dikkatini çekmeye çalışıyordum. Yapmam gerekense sadece o kapıdan çıkıp gitmekti. En son dün gece kırıp içeri girdiğin o kapıdan. Önce salonda, sonra yatak odasında eline geçen her şeyi yerlere atarak bağırdığın dün gece... Salonda ki abajuru kırdığında ben koridora kaçtım. Masanın üzerinde ki vazoyu kapıya soğru fırlattığında o koridorda geri geri adımlar atarak yatak odasına yürümeye çalışıyordum. Bana dokunmuyordun hatta bana bakmıyordun bile. Sadece bana bağırıyordun. Dış kapının önünde duran valize ve bana bağırıyordun. Sana anlatmama izin vermiyordun. Ben değildim gidecek olan, valiz bana ait değildi. Ama beni dinlemedin, çığlıklarımı duymadın ve beni görmedin. Ta ki yatak odasında da duvarlara fırlatacak bir şey kalmayana kadar. En sonunda odanın ortasında, o tufanın tam ortasında ayakta kalan bir sen bir de ben vardık. O koca odadan geride kalan bir ben vardım. Sende beni tuttun omuzlarımdan ve en son beni fırlattın duvara. Yere ağır çekim uçuşumu hatırlıyorum ve senin saniyenin onda birinde yüzüne yerleşen ifadeyi. Beni görmüştün! Bendim o havadan süzülüp yere çakılan. Bendim duvardan sekip ayağının önüne düşen. Bu değildi yapmak istediğin biliyorum. Her zaman ki gibi bu değildi. Ben değildim incitmek istediğin. Seni inciteceğimden ölesiye korkundan, etrafında eline geçecek her şeyi kırabilirdin ben hariç. Ama bu, beni görebildiğin zamandı. Sen bir zaman önce bana bakarken kör olmuştun zaten. İşte o zamandan beri, sen kafanda ki bana bağırırken, beni abajurla aynı hızda fırlatabiliyordun. KorktuğuN, kaçtığın, direndiğin ben, sadece senin kafanın içindeydi artık. Gerçek beni sadece bu tufanlar geçince görüp, yaptığından pişman olmana neden olan da buydu işte.
Ben hareketsiz, odanın ortasında yatarken, sen hala kafanda ki benden hıncını alamamış, fırladın kapıdan çıktın. Ayılacaksın bir kaç saat içinde. Gün doğmadan kendine geleceksin. Beni arayacaksın yanında ve nerede bıraktığını hatırlamaya çalışacaksın. Gözünde ki o deli bakışını ezberledim ben. Gözbebeklerinin nasıl büyüdüğünü gördüm ve o ela renginin nasıl koyu kestaneye kadar karardığını... Yeniden sen olduğunda o pişmanlıkla nasıl kısıldıklarını da gördüm, benden nasıl kaçtıklarını da.
Seni değil kendimi suçluyorum. Şimdi, burada, zeminde yatarken, bu pervanenin altında, senin her deliliğinin sabahını beklediğim için kendimi suçluyorum. Çünkü evet, her gecenin bir sabahı var ama önce gece var. Ve o geceden sağ çıkabilmek var...

12 Ağustos 2010 Perşembe

KARDEŞİ ASKERE GİDEN ABLA SENDROMU

Ya bu çocuk hiçbir şey yemezdi de bizi deli ederdi! O kadar zayıftı ki; dizleri, bacaklarında yumru varmış gibi dururdu. Sonradan bir açıldı maşallah pir açıldı. Ama bir gözleri vardı bebekken. Yüzünün yarısını kaplardı kocaman, kapkara zeytinler… Çektirdiğimiz bütün resimlerde surat asardı, yeni yeni gülümsemeye başladı objektiflere. Benden 5 yaş küçük ama O, hep benden 5 yaş büyük gibiydi. O hep benden daha gerçekçi ve daha mantıklıdır. Ben ne kadar coşkun deniz gibi “hadi yapalım!” cıysam O da o kadar tartıp ölçenlerdendir.

Beni yattığım yatakta ki battaniyenin içine tıkıp salona kadar sürükleyen, sırtına çıkıp suya atladığım kocaman adam yahu bu çocuk ama çocuk işte. Küçük hala… Karşılıklı ilk rakı içişimizi hatılıyorum da o zamanda bakmıştım şöyle bir karşımdaki adama, benim kara kuru çocuk muydu bu? Sanki askere giden o değil de başkası. O ne zaman bu kadar büyüdü, ben ne zaman bu kadar yaşlandım. Beraber büyüttük birbirimizi hala da büyütüyoruz. Şimdi şanslı velet, bu ülkenin yemekleri en güzel yerlerinden birine de düştü, artık hep beraber yeriz içeriz.

Canım kardeşim, ablasının bitanesi, kuzusu, yolun açık olsun, hayırlı teskereler olsun. Seni çok seviyorum. Bir ömür boyu sırt sırta duracağız inşallah. Ve ikimizde bunun ne kadar değerli olduğunu bilecek kadar büyüdük maalesef...

10 Ağustos 2010 Salı

BAĞLANMAYACAKMIŞIM

Hani Can Baba demiş ya zamanında şu yapışmadan, ucundan yaşamakla ilgili bir şeyler; hiç yapamadım ben bunu. Ben hiçbir şeyi sadece ucundan tutarak yaşayamadım ya da hiçbir şeye kenarından dahil olamadım. Ortasına düşmedikçe anlamam çünkü, canım yanmadıkça öğrenemem. Ben hiçbir şeyi ve hiç kimseyi ucundan tutamam, yapışırım. Ama öyle vantuz gibi değil, tırnaklarımı geçirmem kimseye. Sadece sabitlerim kendimi olduğum yere, kıpırdamam. Her kafanızı çevirdiğinizde orada olurum, her görmek istediğinizde görünür olurum ve her duymak istediğinizde de duyulur... Belki tüm bu nedenlerden ben pek çok defa insanları vazgeçilmez sansamda kendi kendime hep vazgeçilebilir olduğuma inandım. Bırakılıp gidilebilir. Çünkü ne de olsa ben sabittim. Hep olduğum yerdeydim. Kök aramaktan, yer yurt aramaktan bunlar hep, bu aidiyetsizliğimden kurtulmak için. Dipsiz bir kuyu gibi ama ben de dilsiz gibiyim. Kimseye kal yanımda diyemem, kalmak istesinler diye çırpınırım ama ısrar edemem. Gitmek isteyenin paçasına yapışmam, olduğum yerde beklerim ama kururum her seferinde, içim çekilir.

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.Demeyeceksin işte.Yaşarsın çünkü.Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,Senin onu sevdiğinden.Çok sevmezsen, çok acımazsın.Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.Senin değillermiş gibi davranacaksın.Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten dekorkmazsın.Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.Çok eşyan olmayacak mesela evinde.Paldır küldür yürüyebileceksin.İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.Gökyüzünü sahipleneceksin,Güneşi, ayı, yıldızları…Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.“O benim.” diyeceksin.Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin…Mesela gökkuşağı senin olacak.İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere aitolacaksın.Mesela turuncuya, yada pembeye.Ya da cennete ait olacaksın.Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hemde hep senin kalacakmış gibi hayat.İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

Can Yücel

Hadi bakalım, nasıl yapacağız bunu? Nasıl olacakta "ilişeceğim" sadece? Nasıl olacakta ellerimi üzerinden çekip sadece dışarıdan seyredeceğim? Nasıl vazgeçeceğim kanırtarak canım acıtsalar da acıtanlardan. Bu kadar içine girmişken, nasıl dışarı çıkacağım?

9 Ağustos 2010 Pazartesi

FARK

Diğer insanlardan farklı düşünmek ya da farklı hissetmekle ilgili bir problemim yok ve hiç bir zaman da olmadı. Zaten benim kadar yüksek oktavdan kahkaha atan bir insanın, farklılıklarla ilgili problemi olması biraz zor olurdu... Ama bazı konular var ki onlar için farklı düşünüyor olmak tuhaf geliyor bana. Belli başlı değerler, kurallar, etik, ahlak, şu bu... Bütün doğrular göreceli değildir. Hatta bazılarını göreceli olmaması gerekir. Kuralları koyan insanoğlunun kendisidir ve bu yüzden de bozanın da yine kendisi olması belki normaldir ama aynı insanoğlu çıkarlarını korumaya o kadar düşkündür ki bireysel menfaat uğruna toplumsal menfaati pek ala hiçe sayabilir. Bence burada kaçırılan nokta şu: bireysel menfaat gibi görünen şeyler de uzun vadede insanın zararınadır. Kaybedilen her değer, sonrasında boşluk olarak geri dönecektir. Çünkü bunun sınırı yoktur. Her atılan adımın ardından insanoğlu bir adıma daha hazırlanabilir. Her vazgeçilenden sonra daha başka nelerden vazgeçilebilir buna geçilir. O küçük boşluklar büyür, çoğalır, kocaman kocaman yarıklar haline gelir. Sonunda bize değil yürüyecek; adım atacak yer kalmayacak!

2 Ağustos 2010 Pazartesi

BU SABAH

Bu sabah sağ kolumda bir ağrıyla uyandım ve yanağımda, tam gözümün altından çeneme kadar uzanan bir çizgi vardı. Sanki aylarca süren bir savaştan yaralı gelmişim de günlerdir süren tedaviden kalkmışım gibiydi kafam. Ağır. Saçma sapan bir boşlukla kaplı.
Ölmekle ilgili bir yazı okumuştum ve adamın biri sonunda soruyordu ölmek sizce nedir diye. Ölmek, üzerine kafa yormadığım, korkusunu içimde geliştirmediğim, kendimi korkutmadığım bir şey. Belki hiç ölüme yaklaşmadığımdan, belki hiç en yakınımdan kimseyi kaybetmediğimden. sadece bir kere, ergenlik döneminde ki şu meşhur manasız bunalımlardan birinde, kendimi öldürme duygusuna o kadar yaklaşmıştım ve o kadar başarısız olmuştum ki... Sadece şunu öğrendim: bu sadece bir anlık, bir saniyelik bir karar. Saniyenin onda birinden fazla bir sürede bir kere daha düşünür, bir kere daha aşağı ya da o haplara bakarsan bunu yapamazsın. O köprüden atladığında eminim ki suya düşene kadar çoktan vazgeçmiş olursun. İnsan, ölüme ancak bilinçsiz olduğu, kısa devre yaptığı anda karar verebilir. Yoksa asla. Yoksa asla! Kimse için değil, hiç bir şey için değil. Çünkü herşeyden güçlüdür insanın yaşama içgüdüsü. Her şeyden güçlüdür kendini yaşatma eğilimi. Yanında yatanın etlerini dişleriyle koparacak kadar, kendi eliyle kendini kesecek kadar. Çünkü kendine ya da başkasına zarar vermekle ölüm arasında bir seçim yapılacaksa; verilecek zararın boyutu bile önemini yitirir. Sonuçta ölmedikçe, açılan her yara iyileşir.
Bu zaman dilimine kadar ölüm hakkında hiç bu kadar çok düşünmemiştim. Son bir yılda bu kadar yakınıma yaklaşana kadar, neleri kaybedebileceğimi farkedene kadar. Ve haklısın, ölüm sadece bizi yapacaklarımızdan alıkoyan şey. Adamın birinin söylediği gibi; geçirilecek zamanlardan, paylaşılacak olanlardan alıkoyan şey. Ama orada öylece asılı duran bir tehdit değil, kafamızın üzerinde sallanmıyor. Bir gün geldiğinde ondan kaçamayacak olmanın, bu tesilimiyetin rahatlığı olmalı üzerimizde. Böylece o zamana kadar yapacaklarımızdan kendimizi alıkoymayız işte. Bizi durdurmak için değil, bizi yaşamaya azmettirmek için orada ölüm.Ya da öyle olmalı...