25 Ekim 2017 Çarşamba

KONİÇİVA



Samuraylar ve ninjalar diyarından size selam getirdim!

Yaklaşık on gün süren bir Japonya turunun bende bıraktığını şöyle özetleyeyim: düzenin içinde de zarafet, nezaket ve eğlence yaşayabiliyormuş.
Ayak bastığınız ilk andan itibaren sizi otomatik bir içgüdüyle daha kibar, daha nazik olmaya, daha alçak sesle konuşmaya, teşekkür etmeden bir şey yapmamaya iten bir kültür...
Benim gibi sarsak, yüksek sesle konuşan, yerini yönünü zor bulan birine bile itelemeden çeki düzen veren bir görgü...
Bütün bunların yanında dostane ve güler yüzlü bir ahali...

Arkasında taşıdığı tarihi ve şu anda en önden götürdüğü teknolojiyi düşününce Japonya'ya giderken aşağı yukarı ne bekleyeceğinizi biliyorsunuz aslında. O beklediğinizin de hakkını veriyor.

Bizim (@obesefimakinist ile) Japonya'ya girişimiz -herkesin tersine gitmek adetimizden ötürü- Nagoya'dan oldu. Ne var da oraya gittiniz derseniz; uçak bileti daha ucuzdu. Onun dışında Nagoya, Japonya'nın Bursa'sı diye özetlenebilir. Mitsubishi, Honda ve Toyota'nın evi, otomobil sanayi ve bilumum diğer sanayilerin varlığı ile ülkenin 4. en büyük şehri. Dönüş uçağındaki hava yolu dergisinden okuduğum kadarı ile, biraz dışında çok güzel doğal parkları da varmış.

Nagoya'da tek gecelik "ülkeye giriş" kalışından sonra trene binip Osaka'ya gittik. Tren dediğimiz aha da evet o hızlı tren. Biz kendisi ile Çin münasabeti ile tanışıyoruz ama Japon versiyonu -ki adına Shinkansen diyorlar- tanışmış olduk. Hızını içinden değil de daha çok dışarıda bir tanesinin geçişini izlediğinizde anlıyorsunuz. Öyle hönküren bir hızla uçup gidiyor yanınızdan! İçerisi ise rahat, temiz, sakin. Pencereden -evet o hıza rağmen- manzarayı izleyerek ortalama 300 km hızla gideceğiniz yere varıyorsunuz. Daha ne olsun! Ama.. Aması şu: pahalı! Japonya'da ne pahalı değil ki! Ama pahalıların en pahalısı ne derseniz: taksi. Trene 800 km lik yol için verdiğiniz parayı; taksiye 10 km için veriyorsunuz. Oradan hesaplayın işte.

Osaka... demişken kaldığımız hostelin oda anahtarını çantamda unuttuğumu ve göndermem gerektiğini hatırladım yeniden. Acil bir posta ofisi bulmam lazım. Neyse...

Osaka kalesi, parklar, ışıklı caddeler. Her yerde karşımıza çıkıp bende hepsinin fotosunu çekme isteği uyandıran manga afişler. Ertesi gün metro+tren le Kyoto.
Osaka ile ilgili dip not: İçinde cin olan kokteyl içmeyin. Hatta kokteyl içmeyin. Ya da en azından sake üzerine içmeyin.

Kyoto, Japonya'nın eski başkenti. Diğer şehirlerin aksine yüksek binaları olmayan, eski yapıların çoğunun korunduğu ve elden geldiğince otantik tutulmaya çalışılmış bir şehir. Öyle ki içindeki herkes kimono ile geziyor! yok şaka değil ama abartı, tamam, biraz daha açayım konuyu. Kyoto'da satın alabileceğiniz gibi kimonoları kiralayabiliyorsunuz da. Bir sürü kadın ve çift ve hatta aileyi kimonoları ve takunyaları ile gezerken görme nedenimiz de buydu. Ben de dayanmayıp kimonolu bir çiftle fotoğraf çekileyim dedim ama onlar da meğer Çinliymiş. Toprak çekiyor...

Kyoto'nun meşhur Fushimi Inari Tapınağı ya da bizim bir çok fotoğraftan bildiğimiz o turuncu direklerle çevrili yol, kendi içindeki ışık oyunları ile gerçekten etkileyici. Bu arada o bizim direk dediğimiz şeylerin adı torii ve o tapınaktaki yol 32.000 adet torii ile çevrili.

Kyoto'dan sonra sırada yeni bir tren ve bu kez Tokyo. Aha da başkent! Aha da modanın son yıllardaki ikon şehri! Yüksek binalar, gökdelenler, ışıklar, mangalar, afişler, alışveriş merkezleri, lüksünden salaşına mekanlar.

Senso-ji Tapınağı, Asakusa bölgesinde, yeşillikler içinde yükselen turuncu binaları ile Tokyo'nun en eski tapınağı. Bir gün batımına denk gelirseniz renkleri bir seyredin...

En son 1700'lerde patlayan, heybetini onca km uzaktan bile görebildiğiniz ve görünce de "aman bi rahat dursun" diye dua ettiğiniz Fuji Yanardağı; Tokyo'ya yaklaşık 130 km uzaklıkta ve 3700 metre yükseklikte bir arkadaşımız. Tırmanışçılar ve elbetteki dağcılar için anlamı ayrıdır eminim, biz gariban normal insanlar ancak kendisini karşıdan gören Beş Göl Parkı'na gidebildik. Parka geldiğimizde tepeleri bulutlu olan volkan, biz tam karşısına denk gelen noktaya gelene kadar bulutları eteğine doğru indirdi sağ olsun. Böylece doya doya seyredebildik kendisini.

Devasa lotusların yaz boyunca gölün üzerini kapladığı Ueono Park. Biz parkın içindeki Japon Ulusal Müzesini de gezdik. Müze hem Japon hem de Asya genelinin tarihinden bölümler içeriyor. Ama benim favorim kılıçların olduğu bölümdü. Şu gözler kanlı canlı gerçek bir Katana gördü ya; artık gam yemem.

Ve tabi ki manga dükkanları. Binlerce manga serisinin ve kitabının, oyuncaklarının, filmlerinin, müzik cd lerinin, posterlerinin, hediyelik eşyalarının olduğu cennetten köşeler. Instagram hesabımı takip edenlerin arada sırada şahit olduğu üzere kendi kendime bir şeyler çiziktirmeye yahut çizmeyi öğrenmeye çalıştığım şu günlerde tam bir ilham oldu. Bu ilhamın dışında ise, bu hayal gücünün ve yeteneğin genişliğine bir kere daha hayran oldum. Ve tabi rafların birinde yıllar önce televizyona yapışıp izlediğimiz Dragon Ball serisini görünce gözlerim dolmadı değil. Japonca maponca dinlemeden, Goku'nun daha velet olduğu (yukarıdaki resimde de göreceğiniz üzere), serinin ilk kitabını çantaya attım.

Bir de Cadılar Bayramı'na daha bir kaç hafta olmasına rağmen girdiğimiz her avm, her mekan, her bar buna göre dekore edilmişti. Günü geldiğinde ortalıkta nasıl bir parti döneceğini tahmin bile edemiyorum!

Ya, yemeklerden bahsetmeyeyim dedim dedim ama deniz ürünleri konusunda baya seçeneğiniz olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Özellikle yengeç ve ahtapot, sokaktaki o küçük tezgahlarda bile lezzetli. Hatta belki oralarda daha lezzetlidir, bilirsiniz sokak yemeği her zaman tatlıdır. Onun dışında memleketin eti ünlü, boşa ünlü değil, lokum gibi bir şey... Suşi konusunda biz nedense bir iki füzyon mutfağı denedik -yok yumurtalı suşi, yok salamlı suşi falan gibi- gerek yok, yapmayın. Bi de benim Şangay'daki evin köşesindeki suşici o kadar iyi ki bende "aman yarabbi" duygusu uyandırmadı bu suşiler.

İlk Japonya seyahatimizden kalanlar bunun gibi bir şeyler. İlk dedim çünkü hazır Asya'nın bu taraflarındayken bir iki kere daha yoklarız bakarsınız. Hadi hayırlısı...

Not: Japonya'dan fotoğraflar instagram hesabında yatıyor: elvan_tuncer



21 Ağustos 2017 Pazartesi

BİZ NE Mİ YİYORUZ BURADA?



Buraya gelmeden önce defalarca yanıtladığım, geldiğimden beri hala yanıtladığım  bir soru var:

"Ya siz orada ne yiyorsunuz?"

Zıkkım! Tövbe tövbe...

Bir buçuk ayın sonunda iki kilo verdim ama hayır açlıktan değil; aşırı sıcaktan ve yeme düzensizliğinden. Yoksa bırakın kilo vermeyi, almamak için çaba sarf etmem lazım.

Asya kıtası sandığınızın aksine insanın aç kalmasının en az mümkün olduğu kıta. Her türlü yemeği, her türlü fiyat aralığında bulabilirsiniz. Karnınızı iki dolara da doyurabilirsiniz, iki yüz dolara da. Tamamen size kalmış.

Çin'in sağını solunu değil sadece Şanghay'ı anlatacağım: Öyle sandığınız gibi her sokak başı bir böcek çöp-şiş arabası falan yok . Az bi kendinize gelin! Burası, dünyanın en büyük metropollerinden biri. İtalya, Meksika, Almanya, Fransa, Moğol, Uygur, Thai, Amerika, Türk; aklınıza gelecek her ülkenin mutfağından restoran bulabilirsiniz. Asya yemekleri ile aranız iyiyse zaten sıkıntı yok. Bolca Japon ve Kore restoranı da var. Asya yemekleri deyince de şu meşhur ön yargınızı bir kenara bırakırsanız baya güzel yemekler yiyebilirsniz. İnsanı aç bırakan yemekler değil, ön yargılarıdır. Hani şuradan birini tutsam getirip önüne menemen koysam; o bulamaç gibi şeyi nasıl yiyorsunuz der. Halbuki biz bayıla bayıla hatta ekmekle sıyıra sıyıra yiyoruz. O hesap işte.

Bir de şu "hayvanın orası yenir mi" ciler var. Tatlım sen o ülkede kelle, paça, yanak, dalak hatta billur adı altında ..... neyse işte, her şeyi yiyorsun da buradakilerin tavuğun ayağını yemesine mi takıldın?!

Ha illa çok egzotik şeyler yemek istiyorsanız o da var. Kuğu etinden geyik penisine uzanan bir liste halinde hem de. Siz ne yemek istediğinize karar verin, burada seçenekler sınırsız.

Konu mutlaka et olacak diye bir şart yok. Vejetaryenler de hayatta kalıyor. Bir sürü sebze ve ot var. Geçenlerde kereviz sapını bulduk mesela. Hepsinden öte, tofu var. Daha ne istiyorsunuz!

Hatta ve hatta çekirdek var! Baya böyle markette, tuzlusu, aromalısı, biberlisi, şekerlisi çıt çıt çekirdek var.

Anladığınız üzere aç kalmak diye bir şey yok. Burada hayat pahalı. Western yemek yemekte ısrar ederseniz biraz daha fazla para ödersiniz. Ama yerel yemeklerde fiyat aralığınız çok daha geniş. Kocaman bir kase otlu, mantarlı noodle çorbasını üç dolara içebiliyorsunuz. Porsiyonlar da maşallah "öküz doyuran" olduğu için yetiyor da artıyor bile.

En sevdiğim şey olan bira konusunda ise baya cennet! Kendi biraları güzel, sıkıntı yok, bunun yanında bir çok brewery denen şu kendi birasını yapan ya da tap bira satan mekanlar da var. Orada da fiyat aralığını takip etmeniz ve çok kıymetli olan "happy hour" ları yakalamanız lazım.

İşte böyle, artık bana "ya siz orada ne yiyorsunuz" diye sormayın; çok merak ediyorsanız gelin buyrun birlikte yiyelim.

Not: Yukarıdaki foto fıstıklı karides, çiçek de yanında hediye. 

10 Ağustos 2017 Perşembe

Barika'nın kuyusu: KÖPÜKLÜ EV

Barika'nın kuyusu: KÖPÜKLÜ EV: Bazı arayışlar hiç bitmez... Huzur, tatmin, aşk... Ama bazı arayışlar biter. Misal ev! Felsefik bir giriş yaptığıma bakmayın, nihay...

KÖPÜKLÜ EV



Bazı arayışlar hiç bitmez... Huzur, tatmin, aşk... Ama bazı arayışlar biter. Misal ev!

Felsefik bir giriş yaptığıma bakmayın, nihayet ev buldum demeye çalışıyorum. (Aşkı hala bulamadım ama n'olmuş) Tek kişi için ideal ölçülerde, temiz, site içinde, metroya yakın (yürüyerek on dakika yakın tanımının içine girer), ortamı güzel, böyle publar, restoranlar, market falan var çevresinde. De işte tek bir sorunu var: 23.katta!

23.katta ev mi olur ya! Evi ilk görmeye gittiğimizde, içeri girdik, a-aa bir baktım balkonu var! Elin İzmirlisini alıp Şanghay'a getiriyorsun, balkonlu ev bulmayacak da ne yapacak. Hadi bir bakalım diye hop diye atlamamla gerisin geri içeri girmem bir oldu. O ne yükseklik yahu! Sağ olsunlar benim gibi sarsak-şaşkın biri gelir belki diye balkonun etrafını camla kapamışlar. Ama alışmak biraz zaman alıyor tabi...

Onun dışında evin bir diğer iyi yanı da eşyalı olması. Çamaşır makinesini ev sahibim yeni aldı. Ben yerleşmeden de kurdu. Ben de eve taşındığım ilk gün paşalar gibi çalıştırdım makineyi çalıştırmasına da yarım saat sonra bir baktım makinenin altından bembeyaz köpükler balkona doğru yayılıyor... (Evet, makine balkonda. Ev 60 metre kare, nereye soksaydık!) Şimdi normalde ne yapılır; servis aranır, adres verilir, adamlar gelir bakar, yapar, gider. Ama bu dediğim gibi "normalde" yapılır. E burada ben Çİnce, 1.6 milyar nüfusun da baya bir bölümü İngilizce bilmediğine göre ben o servisi nasıl bulacağım? Hadi buldum derdimi nasıl anlatacağım? Hadi anlattım adresi nasıl vereceğim? Ben böyle kara kara düşünerek beyaz beyaz köpüklere bakarken, abinin biri de eve internet bağlıyordu. Bir an düşünmedim değil; bu adam internetten anlıyorsa elektrikten kablodan, doğal olarak borudan falan da anlar, yapar şu makineyi. Sonra bi silkinip kendime geldim, silkinince de beynimdeki hücreler yerine oturdu, bu fikirden vazgeçtim. Onun yerine evi tutmama yardım eden acentedeki Çinli çocuğa mesaj attım, o da bana Çince cevap yazdı. Google Translate denen uygulamayı bağrıma boşa basmadım ben! Çince-İngilizce öyle çevire yaza anlaştık, gelip makineyi yaptılar.

Sonrası bildik hikaye... İstanbul'da sekiz senede dört ev, Bangladeş'te bir tane, şimdi Şanghay'da ilk ev. Değişmeyen tek bir şey var: temizlik. Her zamanki gibi mutfağı en sona bırakıp bütün hafta sonumu fayans ovalayarak, yer silerek, dolap döşeyerek geçirdim. Bu işleri ölçülen 40, hissedilen 50 derecede yapınca; bir odadan bir odaya geçerken Hansel ve Gretel'in ekmek kırıntıları gibi arkanızda şıp şıp ter damlaları bırakıyorsunuz. En temizinden iki kilo vermişimdir.

Ertesi sabah, vücudu bu kadar eğilip bükülmeye alışık olmayan biri olarak yataktan kalkmam iki saatimi aldı. 180 derece dönüp kendimi yataktan düşüreyim dedim ama yatak odasında henüz halı yok, yer fayans, ağzı burnu bırakırım orada diye vazgeçtim. Sıcaktan şişip, fırıncı Ahmet Usta (o kim bilmiyorum, uydurdum) nın ellerine dönmüş ellerime dayanıp güç bela kalkıp güne başlayabildim ama sonunda...

Evet, artık yerleşik düzene geçtim. Çalışma iznim de geldi. En az bir sene rahatız gençler. Başımıza ne gelir artık bundan sonrasını yaşayarak göreceğiz hep beraber. Yeni hedefim en kısa zamanda bir bisiklet edinmek. Sonra bekle beni Şanghay sokakları!

Not: Yukarıdaki foto, benim 23.kattan balkon manzarası.


1 Ağustos 2017 Salı

Barika'nın kuyusu: ŞANGAY EVLERİ

Barika'nın kuyusu: ŞANGAY EVLERİ: Şangay'dan herkese selamlar! 2 yıl önce başlayan Asya macerasında Bangladeş'in ardından yeni bir perde açıyoruz: Asya kıtası...

ŞANGAY EVLERİ




Şangay'dan herkese selamlar!

2 yıl önce başlayan Asya macerasında Bangladeş'in ardından yeni bir perde açıyoruz: Asya kıtasını bir denizanası gibi kaplayan koca coğrafya Çin.
Ucu açık bir zaman diliminde buradan yayınımıza devam edeceğiz.

İlk izlenimler nelerdir diyecek olursanız geleli her ne kadar bir ay olmuş olsa da henüz kafamı kaldırıp etrafa bakacak vaktim olmadı. Türkiye ile beş saatlik ileri doğru zaman farkı iş düzenini biraz alt üst ediyor. Onun da dengesini kuracağız elbet ama şimdi başka sorunlarımız var: Ev!

Otelde yaşamanın da bir sınırı olacağı için (yani her gün odanızın temizlenmesi, toplanması, güvenlik vs derdiniz olmadan zırt pırt girip çıkmanız, bedava internet ve su gibi şeylerden faydalan dur nereye kadar) ev aramaya başladım. Bir kere de burada yazmış olayım: Bir şehri gerçekten tanımak istiyorsanız orada ev arayın.

Sokakları, caddeleri, yaşam alışkanlıklarını, neye ne dediklerini anlamanın en güzel yolu ev ev gezmek. Burada öyle kafanıza göre ha deyince ev bulamazsınız diye acenteler var. Acente dediğim bizdeki emlakçı aslında. Ve dünyada en az değişen şeylerden biri de bu meslek olsa gerek.

Internette taradığım kiralık ev sitelerinden birinden iki üç tane seçenek bulup hikayeye başladık. Acente ile metroda buluştuk, sonra başladık yürümeye. "Metro durağına yürüyüş mesafesinde" olan seçeneklerden ilki gerçekten yürüyüş mesafesindeydi, sonuçta on dakika bir şey değil. Evin içi de fotoğraflardaki gibiydi ki bu gerçekten bulunması kolay bir şey değil. E sorun ne diyeceksiniz, söyleyeyim: Evin dışı. Şöyle ki, burada anladığım kadarıyla bir kaç tane ev tipi var. Bunlardan biri "lane house"denilen eski tip Çin evleri. Genelde bir kaç katlı, küçük, ahşap evler. Daracık merdivenler ile üst katlara çıkıyorsunuz. Evlerin içi, yabancılara çekici gelsin diye direk IKEA'dan döşenmiş, iyi hoş da dışındaki merdivenlerde komşunun mutfağı duruyor, onu ne yapacağız? Yahut yan dairede paslanmış kocaman bir küvet yatıyor. Alt komşu bisikletini sizin kapının ağzına bağlamış. Evin girişinde üst üste yığılı bir milyon gazete ve bir fırın var. Yani bunları dert etmez, gözünü kapatıp eve girerseniz (her gün) evin içi on numara!

Bizim acenteye "yok koçum, bunlar bize gitmez" i anlatana kadar buna benzer bir kaç ev daha gezdik. Sonra bir zahmet bizi apartmanlara götürmeye karar verdi. Ama ona da Şangay'ın en eski apartmanlarından başladık!

Bu tarihi gezilerden sonra ben artık umudumu kesmek üzereyken sanırım ikinci ya da üçüncü acente ile dişime göre bir ev bulduk. Bu sefer de başladık çamaşır makinesi kavgasına. Eşya sahibi olmama konusunda verdiğim kararı hatırlıyorsunuz. O yüzden eşyalı ev bakıyorum. Zaten burada kiralık evlerin çok büyük bir kısmı eşyalı. Daha üzerindeki bantları sökülmemiş buz dolapları gördü bu gözler! İşte bu evde de her şey iyi güzeldi de çamaşır makinesini değiştirelim diye rica ettim. Olur ama eskisi de kalsın atamayız dediler. Yahu neden? Ne anısı var? Ev sahibinin çeyizi mi arkadaş neymiş de atamıyorum? Evde iki çamaşır makinesi ile ne yapacağım ben, ek iş olarak çamaşırcılığa gireyim bari. Zaten Şangay da pahalı şehir.

Biz bu tartışmaları yaparken atik bir arkadaşımız kaparosunu verip evi mis gibi tutuverince yine döndük başa.

Şimdi elimde son bir aday kaldı. Bunu da bugün yarın halledersem size neticeyi bildiririm. Yoksa en yakın parka gidip yatayım diyeceğim ama hava o kadar sıcak ki sabahına erimiş olurum!

Hadi kalın sağlıcakla...



29 Mayıs 2017 Pazartesi

VENEDİK'TE FINDIKKIRAN


"La ben Venedik'i yazmadım!" dedim kendi kendime bu sabah. Tabi ki Venedik'in bir yeri eksilmedi bu yüzden. Ayrıca Türk turistlerin en çok gittiği bir kaç şehirden biri olduğu için internet binlerce öneri ve yazı ile dolu zaten. Ama nasıl çok kötü olduğunu bildiğimiz halde sırf seriye olan sadakatimizden Terminatör 3'ü izlediysek Venedik'i de yazacağız. Yalnız şehir güzel, bir yanlış anlaşılma olmasın.

Floransa'dan trenle Venedik'e geçmek yaklaşık 2 saat sürdü. Bu arada bu hızlı trenler baya konforlu. Bileti internetten alırsanız ucuza da geliyor. Sonra yayıla yayıla (gerçekten), etrafınıza baka  baka yolculuk edebiliyorsunuz. Temiz, güvenli, makul.

Venedik'e vardıktan sonra bir gün önce kalacağım pansiyonun sahibinin bana attığı yol talimatı ve haritayı açtım ve valizimi çeke çeke yürümeye başladım. Gelin görün ki bu şehir, benim gibi hali hazırda zaten yol-yön bilgisi olmayanlar için tam bir sınav! Her yer su, her yer kanal, her yer köprü ve kim nereye çıkıyor vallahi belli değil! Ama güzel şehir. Güzelden öte tuhaf bir şehir. Her yeri suya çıkan, köprülerle bağlanmış daracık sokakları olan, eski ama görsel olarak izlemesi zevk veren binaları ile gerçekten değişik bir şehir. 

Yirmi köprü -ki yarısı ters yöne- geçtikten sonra otele ulaşınca valizi atıp hemen dışarı çıktım. Elimdeki haritada görülmesi gereken yerler işaretliydi ama o gün için istediğimin bu olmadığına karar verdim. Hava güzel ve güneşliydi. Ben de haritayı çantama tıkıp nereye gitmeye çalışırsam çalışayım zaten olacak olanı yapıp kaybolma üzerine bir güne başladım. İnanın Venedik'i gezmenin en güzel yolu bu. Rastgele o köprüden o köprüye atlayarak dolaşın. Her zaman güzel bir yerlere çıkacaksınız. Ayrıca çok kaybolmak istemezseniz şehrin her yerinde asılı olan San Marco Meydanı tabelalarını takip ederek direk meydana da ulaşabilirsiniz.

Pek çok kaynağa göre dünyanın en güzel meydanlarından biri sayılıyor San Marco Meydanı. Ben, meydanı ikinci gün biraz daha planlı gezme safhasına bırakmıştım. İlk gün o aylak gezmelerim beni meşhur Rialto Köprüsü'ne çıkardı. Çantamdaki minnak köpüklü şarap ve plastik bardağımla suyun kenarına oturup milyonlarca turistin etrafta gezinip sağa sola bakmak yerine fotoğraf çekmek için harcadıkları zamanı izledim. Bu arada bu bahsi geçen milyonlarca turistin yarısı Türk, kalan yarısı da Rus! Ülkemize bir süredir gel(e)meyen Rus turistler nereye gidiyor sorusunun cevaplarından biri İtalya. Diğeri de Phuket ama bunu daha önce anlatmıştım, bir zahmet okuyuverin. 

Bana bunlardan daha ilginç geleni ise Venedik'in simgesi olan (ve çok pahalı olan) gondollara binenlerin sadece Uzakdoğulu turistler olması oldu. Tüm gondollar Çinli, Japon falanlarla doluydu ve hiç de öyle sandığım gibi romantik romantik çiftler halinde gezenler yoktu. Sanırım, bir yerin aşırı turistik bir hale gelmesi orayı çekici kılan unsurları etkisiz hale getirebiliyor. 
Bu arada Venedik'te bir sürü maske dükkanı var, hani şu meşhur festivalde taktıkları maskeler. Bunların çoğunda kendi maskenizi yapabiliyorsunuz da. Bazıları inanılmaz işçilikler içeriyor. Taşlar, simler, tüyler, el boyamaları ile bakmaya kıyamazsınız. Bu maske yapan-satan dükkanların yarısının vitrininde Eyes Wide Shut (Gözü Tamamen Kapalı) filminin maskelerini yaptıklarında dair iddialar var; ilk gördüğünüzde "oha" diyorsunuz da sonra bir kaç dükkanda daha görünce "he okey" deyip geçiyorsunuz.

Bazilikası, gözetleme kulesi ve bütün meydanı çeviren ofislerden oluşan dev yapısıyla hakkını verelim ki gerçekten etkileyici olan San Marco Meydanı, efsaneye göre bir tek Casanova'nın kaçabildiği hapishanesi ile Dükler Sarayı, üzerinden mahkumların geçirildiği ve mahkumların Venedik'i son görebildikleri yer olduğu için bir ah çektikleri Ahlar Köprüsü benim aklımda kalan güzel yerleri oldu. Bu tarihi turun öğleden sonrası tam bir sağanak yağmur bastırdığı ve akşama kadar dinmediği (batar mıyız lan dedirtecek kadar çok yağdığı) için bana barın birine sığınıp içmekten başka yapacak bir şey de kalmadı. Mekanın deli garsonu, sokaktaki delinin de bara sığınması derken akşama doğru bardan hepten tımarhaneye dönünce azcık diner gibi yapan yağmuru fırsat bulup mekan değiştirmeye karar verdim. Sonrası da ayrı cümbüş! Önünden geçtiğim başkabir barın birinden öyle hareketli bir müzik ve kahkahalar geliyordu ki dayanamayıp içeri bir bakmak istedim. İyi ki girmişim; çok tatlı bir gay çiftin bekarlığa veda partisinin ortasına düşüverdim. Ben ne kadar kenardan izlemek istediysem de onlar buna izin vermediler. Aileleri, arkadaşları ile beraber yaptıkları evlilik (İtalya'da geçen sene yasalaştı) kutlamalarına kendilerine bir adet Tarkan şarkısı çalıp (Kiss Kiss ya da nam-ı diğer Fındıkkıran) hepsini oynatarak dahil oldum. Berbat bir kültür elçisiyim, biliyorum, üzerime gelmeyin. 

İtalya'daki son akşamı da bu deli dolu tiplerle geçirdikten sonra bir gece pizzası yiyip (bkz: neden tatilde kilo aldım) sabahın körü treninden önce uyumaya otele döndüm. Zira dönüş uçağım, Venedik'ten alırsam dört katını ödeyeceğim için vazgeçip rotamı yönelttiğim Milano'dandı. 

Sonuç olarak İtalyanlar eğlenceli insanlar. Yemeyi içmeyi, muhabbet etmeyi seviyorlar. Şehirleri güzel, yemekleri güzel, iklimleri güzel. Beni hayal kırıklığına uğratmadılar hatta geçirdiğim son bir kaç aydaki bazı şeyleri daha iyi anlamamı bile sağladılar. O da bana kalsın... 
Yine gidip yine göreceğim eminim. Özellikle de kalbimde ayrı bir yer edinen sevgili Floransa'yı... Fırsatınız olursa siz de gidin görün falan ama tek bir uyarım var; yola çıkmadan önce en az bir kaç kilo vermiş olun. 

Ciao!


12 Mayıs 2017 Cuma

BANA HER YOL FLORANSA



İtalya turuna devam etmeden önce "iyi de ne laneti" konusunu azıcık açalım:
İtalya'ya gitme fikri anneme aitti. Anoş'un en çok görmek istediği ülkeye onsuz gitmeyeceğim için başka başka ülkelerde sürttük durduk. Gün gelecek onunla gidecektik. Nasip olmadı...
Sonra günün birinde hayatıma bir adam girdi. Işık hızıyla... Onunla gitmeye karar verdim. Beraber sahillerini görecektik, denize açılıp balık tutacaktık. Işık hızıyla da hayatımdan çıkınca yine nasip olmadı.
Sonra ne mi oldu, madem o "çizme" orada duruyor ben çalışma izni hala çıkmamış beklemedeki yolcu burada duruyor, başka şekillerde de nasip kısmet haline gelmesin; bu laneti kırayım dedim.
Deyiş o deyiş...
Gelelim hikayenin devamına:

İkinci şehir Floransa, benim için İtalya'nın başladığı yer oldu diyebilirim. Kafamda çizdiğim o resim; dar taşlı yollar, bitişik apartmanlar, sokak kahvecileri, işte buradaydı. Üzerine bir de şehrin içinden geçen bir nehir ve o güzelim köprüler de olunca tadından yenmedi.

Floransa hikayesine kaldığım yerden başlarsak daha güzel olur sanırım. Kaldığım otel-pansiyonun tren yoluna yürüme mesafesinde bir ara sokakta, bahçe içinde, sessiz sakin bir mekan olmasının dışında bir diğer özelliği de rahibeler tarafından işletilmesiydi. Aynen öyle! 12 rahibenin işlettiği pansiyonun adı Brezilya dizisi karakteri misali biraz uzunca: Casa Per Ferie Regina Santo Rosario. Girişte sizi kocaman bir kutsal kitap ve azizlerden birinin resmi karşılıyor. Her yer sessiz, sakin, temiz... Siyah elbiseli rahibeler de orada yaşıyorlar. Kendi bölümleri ayrı.
Bir haftamı doldurduğum ve minnacık bir çanta ile gezdiğim için tişörtlerimi yıkamak istedim. Rahibelerden biri beni çamaşırhanelerine götürdü. Orada neredeyse 80 yaşına gelmiş (bu benim tahminim) Rahibe Beatrice ile beraber elimizde çamaşır yıkayıp astık. O sadece İtalyanca ben sadece İngilizce bilince sohbet biraz tuhaf oldu ama neyse...

Otelden çıkıp on adım atınca Santa Maria Del Fiore (ya da Duomo) Kilisesi ara sokağın birinden görünüverdi. Bir önceki yazıda kiliselere doyduğumu iddia etmiş olmama bakmayın tabi ki koşarak gittim! Katedral, kubbesindeki "Son Yargı" yı anlatan freskler ve dış yapısı ile ünlü. Katedralin dışı beyaz, pembe ve yeşil mermerlerden yapılma ve çok gösterişli. Yukarıdan bakıldığında yapı, bir haç işareti şeklinde. İçi ise kubbesinin içindeki o bahsettiğimiz freskler dışında gayet sade.
Katedralin hemen yanındaki Giotto'nun Çan Kulesi ise kesin görülmesi gereken yerlerden. 412 basamak ile tepesine çıkıyorsunuz ama öyle insan merdiveni şeklinde değil. Yer yer bırakın yan yana iki kişinin geçmesini, bir kişinin bile sığmakta zorlandığı bu daracık ve dik merdivenler sizi teee kulenin tepesine çıkarıyor. Tepede ne mi var? Muhteşem bir Floransa manzarası! Tam nefesim düzene girdi dediğiniz yerde bu sefer de manzara nefesinizi kesiyor. Çok netim, gördüğüm en güzel şehirlerden biri...

Şöyle düşünün şehri, kiliseden çıkıp kendi kendinize yürürken birden bir meydana çıkıyorsunuz ve etrafınızda bir sürü heykel buluyorsunuz! Neptün, Rape of Sabine, Zeus... Burası Piazza Della Signoria. Ağzınız açık ayran budalası gibi heykellere bakıp yürümeye devam ederken bu sefer ara sokaklarında daracık apartmanlarının panjurlarından sarkan çiçeklere dalıyorsunuz. Sokağa pizza kokusu yayılıyor. Karbonhidrat sizi çağırıyor. E ben nasıl sevmeyeyim burayı!

Neyse...

Yüz bin yetmiş ikinci kilise-katedral ziyaretimi de yaptıktan sonra ertesi gün sabahtan asıl derdim olan yere doğru yürüyüşe başlıyorum: Galleria Dell'Accademia ve Uffizi Galerisi.

Accademia için en son söylenecek kısmı en başta söyleyeyim: Michalengelo'nun David'i... Bu dünyada "mükemmel" diye bir kavram gerçekten varsa bu, o! Karşısına oturup dakikalarca baktım; bir insanın bir taşı nasıl bu hale getirebileceğini, herhangi somut bir şeyin nasıl bu kadar kusursuz olabileceğini anlamak için. Ne olur, bir imkanınız varsa gidin, gidin ve kendi gözlerinizle görün.
Gözünüz heykele doysun diye onlarca koridoru olan Accademia, daha bir çok sanat eserine de ev sahipliği yapıyor. O yüzden çıkmak biraz zaman alabilir.

Floransa'nın bir diğer ünlü ve büyük galerisi de Uffizi. Floransa'nın meşhur Medici ailesinin sanat koleksiyonunun sergilendiği galerinin ismi İtalyanca'da "ofisler" anlamına geliyormuş. Bu arada Medici ailesinin sanat koleksiyonu deyince öyle üç beş tablodan bahsetmiyorum; koridorlarca ve o koridorlar boyunca açılan onlarca oda dolusu heykel ve resimden bahsediyorum. Bunların içinde Boticelli'nin ünlü Venüs'ün Doğuşu'ndan; Caravaggio'nun Medusa'sına kadar herkes var! Yürüdüğünüz koridorların tavanları, yan duvarları ve ortaları resim ve heykellerle bezeli olduğu için yürürken neden sekiz değil de iki gözümüz var diye hayıflanıyorsunuz.

Zamanım ve günüm ancak bu iki galeriye yettiği için ben kalan sarayları ya da müzeleri göremiyorum. En son resim-heykel bakmaktan gözüm kanlanmış bir halde Ponte Vecchio'yu kullanarak Arno nehrinden karşıya geçip, Pitti Sarayı'nın önünde oturup dondurmamı yiyorum ve ne yazık ki Floransa faslı bitiyor.

Günlerimi İsa'nın çarmıhtan indirilişi, bakire Meryem'e taç giydirilmesi gibi sahnelerin büyüklü küçüklü yüzlerce versiyonunu, Rönesans boyunca gelişip akan onlarca akımın çıktılarını, her resimde insana "yok artık!" dedirtecek detayları işleyen ressamların ve yaptıklarının taştan olduğunu unutturacak kadar duygu veren işler yapan heykeltıraşların eserlerini izleyerek geçirmekten olacak; son akşam yemek yediğim yerin tezgahında duran şarap şişelerinin resmini çiziyordum. Floransa içimdeki sanatçıyı uyandırdı yemin ederim! Ha yetenek vermedi o ayrı...

Bu arada bir dip not, yolunuz düşerse King Grizzly diye bir bar var orayı bulup sahibesi Simona ile tanışın. Simona bir bira uzmanı. Siz ona nasıl bir bira içmek istediğinizi söylüyorsunuz o seçip size veriyor, tattırıyor, anlatıyor. Çok enerjik ve güler yüzlü bir hatun. Kendisi gibi hoş sohbet de bir erkek arkadaşı var, denk gelirseniz onunla da tanışırsınız. Barda çalışan Gabri ise ben gittiğim gün işe başlamıştı ve ilk akşamıydı. Siz gittiğinizde de hala oradaysa sevimli çocuktur, söyleyeyim.

Kendime dip not: bu Floransa'ya yine gelinecek! Bu sefer bir ev tutulacak. Kalan mekanlar gezilecek. Şehrin bağlı olduğu Toskana bölgesi keşfedilecek. Şarap ve yemek konusunda çalışmalar devam ettirilecek.

İtalya turu bitti mi, hayır. Floransa'daki üçüncü günün sabahı yine trenle ver elini Venedik...

(Venedik yazısı da geliyor. Arkası yarın gibi tatil yazısı yazdık arkadaş! Fotolar insta'da unutmayın: elvan_tuncer)












11 Mayıs 2017 Perşembe

HER YOL ROMA




Yıllardır süregelen (kendimce uydurduğum da olabilir tabi) bir laneti sonlandırarak nihayet Avrupa'nın güzide ülkelerinden İtalya'ya geçen hafta ayak basabildim. Her ayak bastığım ülke gibi yine suyunu çıkarıp bir seferde bir kısmını kat ettim. Aha da anlatıyorum:

İlk önce sevgili yol arkadaşım, uluslararası geziler ortağım @obsesifmakinist ile Paris'te buluştuk. Bu sefer diğer seferlerden farklı olarak Seine Nehri'nin diğer tarafına geçip Bastille civarlarında kalınca Fransa'da seçimi neden Macron'un kazanacağını (ki kazandı da) anlamış olduk. Paris'te bir Çin mahallesi olduğunu biliyor muydunuz? Biz de kendimiz görene kadar bilmiyorduk. Onun hemen bitiminde Hint, onun arkasında Arap, sonra Afrika mahalleleri olduğunu da. Bu kadar karma bir şehre bakınca Le Pen için şansın daha az olduğunu söylememiz lazım. Ki orada tanıştığımız, konuştuğumuz gençler de aynı sinyali veriyordu. Fransa için hayırlısı olur inşallah falan deyip devam ediyorum.
Paris, her zamanki gibi güzel. Hava şansımıza genelde açıktı ve biz de nihayet Montmartre'a çıkabildik. Amelie'nin izlerini takip ederek Sacre Coeur'a, Pere Lachaise'de Oscar Wilde'a bir öpücük kondurduktan sonra Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın mezarlarına geçip turu bitirdik. Ertesi gün uçakla ver elini Roma!

İtalya turumuzun ilk şehri Roma. Vikipedi'ye ulaşabilseydiniz açın tarihine bakın derdim ama bulunduğumuz koordinatlar buna izin vermiyor. Öncelikle Roma bir şehir değil. Şehir değilden kastım şehir ama bildiğiniz şehirlerden değil. Tarihin en önemli bir kaç yapısını içinde barındırmasından olacak, tüm şehir bir müze alanı halinde. Ve bu bahsi geçen yapılar insanın görüp de etkilenmeyeceği şeyler değil.

Nedir misal, Colosseum (Kolezyum). Açılışında 5000 (evet beş bin) hayvan ve bir o kadar da insan öldürülen, yıllarca insan insana, insan hayvana dövüşlere sahne olan, insan ırkının aslında nasıl bir varlık olduğuna dair çok net ipuçları veren kocaman bir yapı.

Sistina Şapeli... Colosseum'u yapan aynı canlının bu kadar güzel bir şeyi de yapmaya muktedir olması işin en ilginç taraflarından biri. Michalengelo'nun üç yıl boyunca şapelden hiç çıkmadan, orada yiyip orada uyuyarak, kendi kurduğu bir iskele ile tek başına boyadığı tavanı dünyanın en ünlü (ve aynı zamanda "caps" rekortmeni) tasvirlerinden Adem'in Yaratılışı'na ev sahipliği yapıyor. Gözünüz tavanda, boynunuz tutularak şapeli geziyorsunuz. Diyorsunuzki daha güzeli olur mu?

Oluyor: St. Pietro Bazilikası. 842 kişi nüfuslu Vatikan'ın ortasındaki o büyük kilise. Yapımında Michalengelo'sundan, Bernini'sine herkesin emeği geçen bu bazilika aynı zamanda dünyanın en yüksek kubbesine sahip. Zaten bakabilmek için belinizden geriye doğru kırılmanız lazım. Bazilika'nın içi heykeller, resimler, kabartmalar, vitraylar derken her türden görkemli bir sürü eserle dolu. Gözünüzü nereye çevireceğinizi şaşırdığınız için bir süre dua edilen o banklarda oturup kendinize gelmenizi tavsiye ederim.

Benim gibi "dini yapı" takıntısı olan, kilise ve türevlerini seven biri için Vatikan bir tür Nirvana'ydı sanırım. Artık uzun bir süre herhangi bir kiliseye girdiğimde aynı şekilde hissetmeyebilirim.
Bu arada Vatikan Müzeleri'nin en büyük sanat koleksiyonlarından birine ev sahipliği yaptığını da belirtelim. Papalar, yüz yıllar içinde dünyanın her tarafından ünlü ressam ve heykeltıraşların eserlerini toplamışlar. Bu devasa koleksiyon bu müzelerde sergileniyor.

Bitti mi, hayır, İspanyol Merdivenleri... Açık olalım, bu bir turizm pazarlaması harikası! Yukarısındaki Trinita dei Monti Kilisesi'ne meydandan ulaşılabilsin diye yapılmış bu merdivenler neden ve nasıl bu kadar ünlü olmuş emin değilim. Ama şu anda bu merdivenlerde oturmak için poponuzu koyacak yer bulamıyorsunuz. Ki aylardan daha Mayıs...

Bu abartılı meydandan sonra size hiç abartılmamış başka bir eseri söyleyeyim: Trevi Çeşmesi ya da nam-ı diğer Aşk Çeşmesi. İnanılmaz! Ben cahil cahil "çeşme büyük evet ama yani ne kadar büyük olabilir ki" diye düşünürken karşıma bir bina kadar kocaman bir yapı çıkınca tabi ki dilim damağım kurudu.Heykeltıraş Nicola Salvi'nin başlattığı ama sonrasında başka katılımcıların da yardımıyla devam eden çeşmenin yapımının bitmesi 30 yıl almış. Yedi milletten yedi bin insanın aynı anda para atıp dilek tuttuğu çeşmeye elbette ki bir cent de biz savurduk. Dileğim olunca söylerim ama siz çok da şey yapmayın.

Bunların dışında 1 Mayıs'a denk geldiği için giremediğimiz, zamanımızın yetmediği daha bir milyon müze ve tarihi eser var Roma'da. Ama düzgün taksi şoförü yok mesela! Gecenin ikisinde yanımızdaki çifti kız sarhoş diye arabalarına almak istemedikleri için koca taksi durağını ikna etmek yarım saat sürdü. Bu arada bu ikna sürecine kızın erkek arkadaşının hiç dahil olmayıp alakasız iki İrlandalı kızın tüm çabayı göstermesi de ilginç olmadı değil.

Tabi şehri anlatırken yemeklerini anmadan olmaz. İtalya'ya ilk defa ayak basmış masum köylü olarak, makarna ve pizzadan karbonhidrat, şarap içmekten fermantasyon manyağı oldum! Ama değer. Aldığım her kiloya, yağlanan her hücreme değer. Elini kolunu sevdiklerim ne de güzel yemek yapıyor yahu!

Gece hayatı biraz şansınıza kalmış. Biz pek klupçü olmadığımız için daha ziyade iyi müzik çalan, biraz kalabalık bir bara razıydık. Son akşam Emmanuele Vittorio'nın oralarda hip-hop, pop, r&b çalan bir bara denk geldik. Paylistleri o kadar güzeldi ki başka yere çıkmadık artık. Bu arada bu çoğul yapıdaki isimlerden biri de te Bangladeş'te tanıştığımız, oradayken çok eğlenip tadı damağımızda kalan Sinem'di. Dünya yeterince küçük ve hepimiz yeterince gezenti olduğumuz için bu sefer İtalya'da görüşmemiz nasip oldu. Tabi ki Roma sokakları da bizden nasibini aldı (!).

İşte böyle, kısaca Roma, İtalya'daki ilk şehrim. Eksik kalan parçalar için belki bir gün yine görüşürüz deyip Roma'daki üçüncü günün sabahında @obsesifmakinist uçakla İstanbul semalarına dönerken; ben de trenle Floransa'ya geçiyordum.

(Yeterince okudunuz bence, yani baya uzun oldu, en iyisi Floransa faslını başka bir yazıya bırakalım; zira anlatacak çok şeyim var. Hadi dağılıyoruz! )

Not: Geziye dair fotolar insta'da fink atıyor, bakabilirsiniz: elvan_tuncer


2 Nisan 2017 Pazar

Barika'nın kuyusu: ANOŞ VE BARİKA'YA MUTLU YILLAR

Barika'nın kuyusu: ANOŞ VE BARİKA'YA MUTLU YILLAR: 1 Nisan... Rivayete göre yılbaşı tarihi, eskiden kutladıkları 1 Nisan'dan 1 Ocak'a değiştirilince Fransızlar bugünü "madem yen...

ANOŞ VE BARİKA'YA MUTLU YILLAR

1 Nisan... Rivayete göre yılbaşı tarihi, eskiden kutladıkları 1 Nisan'dan 1 Ocak'a değiştirilince Fransızlar bugünü "madem yeni yılı kutlayamıyoruz birbirimize şaka yapalım" diye değerlendirmeye karar vermişler. Sonra işin suyu çıkmış...

Benim içinse şakadan öte hatta baya gerçek başka bir anlamı var: eğer Anoş yanımızda olsaydı bu 1 Nisan'da 62 yaşına basıyor olacaktı.

Kendisi özel günlere (Anneler Günü olsun, Öğretmenler Günü olsun) düşkün, hediyedir, çiçektir böcektir seven, kalabalık kutlamalarla mutlu olan tatlı bir patatesti. Hala da öyledir belki de. Belki yukarıda olduğunu varsaydığımız -ki kendisi de varsayım olan- o yerde de kutlama yapılıyordur. Puf beyaz bulutlara pembe şeritler asıp, çeşmelerden akan şerbetleri içiyor; devasa pastalar yiyip hiç kilo almıyorlardır. Bir parmak şıklatması ile istenilen hediyeler geliyor, altın arpın çaldığı melodilerle dans ediyorlardır. Gerçi korkarım öyle bir durumda Anoş "oy farfara" parçasına istek yapabilir...

Ben de Mart ayında 36 yaşıma girdim. Kaderin bir cilvesi -ve doktorumun yurt dışı seyahati- nedeniyle doğum günümü hastanede kutlamam gerekti. Ameliyattı, narkozdu -hayır, narkozdan çıkınca hiç tuhaf ya da komik bir şey yapmamışım; çok sıkıcı bir hastayım-  derken kutlamaya fırsat olmadı.

O yüzden bu sene senin doğum gününde ikimizinkini de kutlamış olalım Anoş. Hem aslında senin doğum günün benim doğumuma da sebep olduğuna göre bence gayet mantıklı.

Bak geldim neredeyse kırkıma, sen oldun neredeyse altmış beş. Hay maşallah!

Pasta kesmeyelim bence, kremalı şeyler bana dokunuyor. Zaten kilo aldım, vermem lazım, "verme, iyi böyle" diyeceksin ama yok bir iki kilo verelim bence. Sen verme ama evet, iyi böyle. Zaten çok zayıflamıştın... Hem orada kilo alma derdi yok dedik değil mi, e sen ye kız o zaman pastaları, börekleri!

Hediye konusunda benim sana, senin bana göndermen biraz sıkıntı olabilir. Ama sen şimdi hediye almazsak bozulursun. Son gelişimde sana rengarenk menekşeler getirmiştim; ona saysan olur mu? Sen bana gönderme bir şey ama arada yerinde iyi olduğuna dair bir his doğsun içime o yeter, yetiyor.

Gerçekten de yaş, tecrübe demekmiş. Bu sene biraz daha yaşlı biraz daha tecrübeliyim. Sen zaten ikimize yetecek kadar tecrübelisin (yaşlı değilsin canım, ne münasebet) ve ben birazından bile nasiplendiysem şanslıyım.

İyi ki doğdun Anoş. İyi ki doğdun...

Not: Seninle gidemediğimiz İtalya'ya ikinci ayak basma girişimim de geri tepti. Sanırım çizme bana haram...









28 Mart 2017 Salı

Barika'nın kuyusu: ÖNÜMÜZDEKİ MAÇLAR

Barika'nın kuyusu: ÖNÜMÜZDEKİ MAÇLAR: Hep derim bu hayatta kurulmaması gereken iki cümle vardır: Bir: Daha kötüsü olamaz İki: Ne kadar kötü olabilir ki? Hayat sağ olsun bir...

ÖNÜMÜZDEKİ MAÇLAR

Hep derim bu hayatta kurulmaması gereken iki cümle vardır:

Bir: Daha kötüsü olamaz
İki: Ne kadar kötü olabilir ki?

Hayat sağ olsun bir kere daha bana bu iki cümleyi teyit ettirdi. Huyu kurusun, en iyi öğretmendir kendisi, bilirsiniz.

Elimdeki hikaye biterken dedi ki: "Şimdi sen "bu" oldu diye üzülüyorsun ya ben sana bi doz daha vereyim, buna üzüldüğünle kalmaya dua edersin."

Ha neden, çünkü başlarken ikinciyi kurmuştum: "Ya bi deneyelim, tamam, ne kadar kötü olabilir ki?"

Bu kısım, hayal gücünüzle sınırlı...

Neyse, böyle atıp tuttuğuma, abarttığıma bakmayın. Herkesin canı yandığı kadar yandı benim canım da. Herkes kadar hayal kırıklığım... Eksiğim ya da fazlam yok. Ha belki artık kendimce bir fazlam var: deneyim.

Ama bak ne diyeceğim, böyle durumlarda (bazılarınız bana hiç katılmıyor, biliyorum) iyi ve güzel olanı düşünüp, onu kendine kar saymak bence en doğrusu. Evet, akılda kalan hep bitişlerdir ama onca yaşanana haksızlık da etmeyelim. E sonuçta o kadar gülen, eğlenen, hisseden bizdik; yok mu sayacağız? Sondaki o tonlarca ağırlıktaki bir kaç cümle yüzünden kendimizi tüy gibi hafif hissettiğimiz günleri unutacak mıyız? Yok, gerek yok. Onlar orada kalsın, bitişi başka yerde.

Ve biz de başka yere... Hepimizin bildiği gibi:

"Sahaya galibiyet için çıktık ama rakip takım bizden güçlüydü. Sonuç için üzgünüz. Artık önümüzdeki maçlara bakacağız."




9 Şubat 2017 Perşembe

Barika'nın kuyusu: "BAKİ KALAN BU KUBBEDE BİR HOŞ SEDA İMİŞ"

Barika'nın kuyusu: "BAKİ KALAN BU KUBBEDE BİR HOŞ SEDA İMİŞ": Bundan iki yıl kadar önce 6000 km öteye taşındığımı duyurup (ve bu 6000 km yi sürekli kafanıza kakarak) pılımı pırtımı toplayıp Banglade...

"BAKİ KALAN BU KUBBEDE BİR HOŞ SEDA İMİŞ"


Bundan iki yıl kadar önce 6000 km öteye taşındığımı duyurup (ve bu 6000 km yi sürekli kafanıza kakarak) pılımı pırtımı toplayıp Bangladeş diyarına gelmiştim, hatırlarsınız. Şimdi de -yine- pılımı pırtımı toplayıp başka bir kilometre hesabına gidiyorum. E hikayenin biri bitmeli ki diğeri başlayabilsin.

Geçen bu iki yılda bu memleket bana bir çok şey öğretti. Sadece işle ilgili değil; hayatla da ilgili.

Asya'da yaşarken üçüncü gözü açılan, karması değişen, aurası renklenen diğer insanlar gibi ben de bir değişimden geçmedim dersem yalan olur. Sırf Yoga sayesinde vücudumda varlığını bilmediğim kasları öğrenmem ve nefesimi nihayet kontrol edebilmem yeter!

Şaka bir yana daha fazlası var tabi ki. 

Kendimle ilgili bilmediğim, bildiğim ama kabul etmek istemediğim şeyleri öğrenmek gibi. 
Daha fazla şükür, daha fazla sabır, daha fazla sükunet sahibi olmak (olmaya çabalamak) gibi. 
Kendi sınırlarımı -hem fiziksel hem ruhsal olarak- yeniden ölçmek gibi.

İlk defa yabancı bir memlekette yaşama tecrübesi edinmiş biri olarak bu ilk tecrübemden:
Nereye giderseniz ya da ne yaparsanız yapın bir noktada kendi milletinizden birileri ile konuşmanın yerini dolduramayacağınız anlar olduğunu 
Daraltılmış alanları ancak içindeki insanlar ile genişletebileceğinizi 
Onlarca alkol deneseniz bile bir rakı masasının başka bir masaya benzemeyeceğini 
İnsanlara ve mekanlara ve eşyalara çok bağlanmamayı, çünkü herkesin ve benim de gidebileceğimizi, kalacak olanın bu kubbede hoş bir seda olduğunu
Öğrendim.

Ve bu, Güney Asya'nın Hindistan ile Myanmar arasına sıkışmış, henüz 40'lı yaşlarındaki genç ama biraz talihsiz ülkesi ve bu ülkenin yardıma ihtiyacım olduğunda her zaman bir şekilde yardım etmeye çalışan insanlarını geride bırakırken;

Tecrübeler, hatalar, yanlışlar, "nasıl yaptım ben bunu" diye kendimle kavgalar
Doğrular, iyiler, güzeller, "ne iyi yaptım da yaptım" diye kendime aferinler
Evlilikler, bebekler, kediler, köpekler, kuşlar, böcekler... 
Arkadaşlar, dostlar, sırdaşlar...
Adalar, şehirler, tekneler, denizler, kumsallar...
Dört kıta sekiz milletten envai çeşit insan...

Ve tam gider ayak; birinin hiç beklemediğim bir anda elimi sımsıkı tutu vermesi. Bırakmak istemeyecek kadar güzel hissettirmesi...

Bana kalan hoş seda oldu.

Teşekkürler Bangladeş...









20 Ocak 2017 Cuma

Barika'nın kuyusu: KAYBOLAN BARİKA

Barika'nın kuyusu: KAYBOLAN BARİKA: Ne yazacak ahvalimiz de ne de o ahvali yazacak halimiz kalmadığı için uzun bir ara verdiğimiz şu mecraya geri dönmenin buruk mut...

KAYBOLAN BARİKA




Ne yazacak ahvalimiz de ne de o ahvali yazacak halimiz kalmadığı için uzun bir ara verdiğimiz şu mecraya geri dönmenin buruk mutluluğu ile merhaba.

Bu edebi ve gereksiz ağdalı girişten sonra görüşmediğimiz arada neler yaptım ben onu özetliyeyim:

Çalıştım, tatile gittim, kocaman kararlar aldım hatta üstüne bir de....Neyse, o ayrı mesele...

"Çalıştım" kısmı sıkıcı ve bilmek istemezsiniz.
"Tatile gittim" kısmına gelince yeni bir ada daha keşfettim. Her ne kadar kendisi 1786 yılında İngilizler tarafından kurulmuş olsa da Penang'ı ben ancak 2017'de keşfedebildim.
Kendisi resmen Malezya'ya bağlı ama bence aslen Çin'e bağlı olan (ada nüfusunun yarıdan fazlası Çinli de o yüzden) bu ada, öyle daha önceki maceralarımız gibi tropik, turkuaz sular, beyaz kumsallar adası değil. Biraz daha şehirleşmiş bir ada. Ama çok güzel ormanları ve bu ormanları kaplayan çok güzel doğal parkları var. Ve ben bu parklarda çok güzel kayboldum!

Nasıl derseniz, her zamanki gibi.

Penang Hill'in 45 derece diklikteki tepesine iniş ve çıkış aynı diklikte bir trenle sağlanıyor. Ya da parkın içinden yürüyerek (toplamda 5 km civarında) de bunu yapabilirsiniz. Çıkışı trenle yaptıktan sonra muhteşem orman manzarasını, envai çeşit hayvanları yakından göreyim diye -neyime güvendiysem- yürüyerek inmeye karar verdim. Güzel güzel ana yoldan yürürken fark ettim ki parkta, haritalarla ayrıntıları belirtilen patikalar var. Bu patikaları kullanarak baya ormanın içinden de yürüyebilirsiniz. Ben de -yine neyime güvendiysem- bu patikalardan birini kullanmaya karar verdim. Ana yoldan sapıp hepi topu 150 metrelik ufak bir patikayı bitirdikten sonra başka bir yola çıktım. Mantığım -ki yol ve yön için çalışmaz- bana dümdüz aşağı doğru yürürsem (sonuçta bir tepeden iniyoruz) ana yol ile aynı yere çıkacağımı söyledi. Bundan sonrası şöyle: tamı tamına bir buçuk saat -ki bu baya bir km yapar- yürüdükten sonra kendimi kelimenin gerçek anlamı ile kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde buldum. Ormanın en sık olduğu -sağda soldaki "jungle rezervi", "korumalı alan" yazılarına da dayanarak-, telefonun hiç bir şekilde çekmediği, ne araba ne insanın geçmediği bir yerdeydim ve tabi ki durdum. Sonunda!
Saat akşamın altısına geldiği yani "park kapansa kapanır" saatine ulaştığımız için ufak bir panik havası esmeye başladı bende. Dev asa eğrelti otları, garip sesler çıkaran ne olduğunu bilmediğim hayvanlar ve bir kaç metre gerimde kalan trafo haricinde yol sorabileceğim birileri olmadığı için aklıma gelen en iyi fikri uyguladım: en son medeniyeti gördüğüm yere geri dönmek. Yani, o bir buçuk saattir yürüdüğüm yolu gerisin geri teptim ve en son medeniyeti gördüğüm yer olan Monkey Cup bitkisinin sergilendiği ve içinde küçük bir kafe olan noktaya ulaştım. Canım çıkmış bir halde...
Sonrası tipik hikaye, tekrar tepeye tırman, trene bin ve aşağı in.
Senin neyine patikadan gitmek! Ben daha evimin sokağı değil de bir önceki sokaktan dönsem doğru çıkışı bulamıyorum koskoca ormandan nasıl çıkmayı düşünüyordum ki?!
Neyse...
Bu da yetmedi, ertesi gün de National Park'a gidip bir üç saat de orada yürüdüm.
Bangladeş'te yaşarken en özlediğim şeylerden birinin yürümek olduğunu söylemiş miydim?

Penang'la ilgili söyleyeceğim bir kaç şey daha var: Unesco korumasına alınan sokakları ve sokak sanatları ile Georgetown (2007'deki bir araştırmaya göre Asya'nın yaşam kalitesi en yüksek 10. şehri). Benim gibi grafittidir, duvar yazılaması resimlemesidir, seviyorsanız; mutlaka görmelisiniz.
Ve diğer nokta da yemekleri!
Penang, Georgetown daha önce bir çok defa Asya'nın ve dünyanın en iyi sokak mutfağı seçilmiş. Boşa değil, ben test ettim onayladım. Asya yemekleri ile aram iyi değil diyebilirsiniz ama burası başka. Denemeniz, tatmanız ve evet, adında da geçtiği gibi sokaktan yemeniz lazım. Aynı yemeği bir sokakta bir de restoran da denedim ve kesinlikle sokaktaki amcayı tercih ederim. Üç günde adanın yarısını yemiş olabilirim.
Sokak demişken, o üç günde sokakta bir tekel büfesinin önüne atılmış (önerenlere tekrar teşekkürler) sandalyelerde içmek sureti ile bir dünya insanla (takı tasarımı yapan Güney Amerikalılar, yaşlılığını burada geçirmeye karar veren Polonyalılar, aktör olmaya çalışan İtalyanlar vs) ve hatta bir de kendilerini yollara atmış bir Türk çiftle tanıştım. Şimdi Penang'da bir çift (Koreli ve Malezyalı), bir tek, bir Türk arkadaşım var. Kendilerini en kısa zamanda tekrar görmeyi umuyorum.

Bu kadar uzun uzun yazınca en tepedeki başlıklardan "kocaman kararlar aldım" kısmı başka bir yazıya kaldı. "Neyse, o ayrı mesele" kısmı ise gerçekten ayrı mesele ama anlatacağım elbet, sabır.
Sabır neydi, sabır erdemdi...

Not: Yiye yiye doyamadığım yemeklerden bir kesit yukarıdaki fotoğraftadır.