30 Kasım 2011 Çarşamba

BU FİLMİN SONU NASIL BİTİYOR?


 Adam yerine koymak deyimini çok beğenmekteyim ama hep yanlış uygulamaktayım; sanırım bir teoriden pratiğe geçme sorunum var. Yani ben hep birilerini "adam" sanıyorum ve adamdan sayıyorum ama onlar nedense hep puştlukta bir numara insanlar çıkıyorlar. Çoğul çoğul baya ekli bir giriş oldu ama öyle. Öyleler.
Benim sinirimi zıplatan hangi kısım biliyor musunuz: nasıl ve neden etraflarında ki herkes bunları "adam" sanıyor? Çok iyidir, hoştur, kafadır, harbidir. De get! Yalan! Öyle değildir, değil. Aha da ben gördüm. Bana karşı harbilikten geçtim, yalan söylemese bari. Bari sakla, sus, ona da razıyım. Kafa mıdır bilemiyeceğim çünkü onu anlayacak kadar bile muhabbet edemedik. İyi midir onu da bilmem, bana bir iyiliği dokunmadı. Ha iyiliği mi dokunmalı, hayır. Kötülüğü de dokunmadı şükür, nötr olalım bu konuda.
Şimdi, bir şeyi istiyorsan; istiyorsundur. İstemiyorsan, kapı hemen koridorun sonunda. Çıkarken çarpmadan kapat yeter. Ben de öyle Şahmeran gibi gizemli ve mistik bir kadın değilim, en fazla Wilma Çakmaktaş kadar gizemli ve mistik olabilirim. Yüksek ihtimalle kaybettiğim nokta burası ama ben de buyum kardeşim, ne yapalım. Elimizde ki en iyi mal bu, yersen. Gel demekten, git demekten, kal demekten ben hiç korkmadım ki sen neden korkuyorsun? Madem üşenecektin neden başlattın? Madem sürdüremeyecektin neden başlattın? Madem ortasında bırakıp gidecektin neden başlattın? Filmin ortasında elektriklerin gitmesi gibi bir şey bu. E ne oldu sonunda? Ne olacak? Daha önemlisi o sona gelene kadar neler olacak? Öyle piç gibi bırakılır mı ortada film? Ha? Cevap yok di mi, yok tabi.

27 Kasım 2011 Pazar

KOĞUŞ KALK! UYAN!

Anasını sattığımın hayatı asla sizin ne düşündüğünüzle ilgilenmez. Yalansa yalan deyin. Siz kafanızda iş değiştirip değiştiremeyeceğinizi, o adamın/kadının sizden hoşlanıp hoşlanmadığını, arabayı satıp motorsiklet almanın mantıklı olup olmadığını hesaplarken ve henüz bunlarla ilgili tek bir adım dahi atamamışken dan diye birşey olur ve herşey bir anda önemini yitirir.
Hiç bir zaman bilemeyebilirsiniz o adamı o gece öpseydiniz acaba ne olurdu? Öpmediniz de ne oldu? Bi bok olmadı di mi, hiçbir şey değişmedi hayatınızda. Bilemeyebilirsiniz çünkü bir daha o adamı bulamayabilirsiniz. Veya siz hayatınız boyunca bir daha kimseyi öpemeyebilirsiniz. Ve hatta aslında bir hayatınız bile kalmayabilir.
Aman karamsarlıktan kavrulalım diye yazmıyorum bunları. Sadece ertelediğin(m)iz, korktuğun(m)uz, acabalar yüzünden, üşengeçliğin(m)izden, tembelliğin(m)izden bir türlü adım atamadığın(m)ız bütün o şeyler; gelin de alın diye beklemiyorlar. Beklemezler, beklemeyecekler. Siz istediğiniz kadar zamanınız var sanın, yok. Zaman dediğiniz şeyi sahiplenemezsiniz ki! Hangi akla hizmet yapıyoruz bilmiyorum ama sanki bizim için uygun olan zaman diye bir şey varmış gibi davranıyoruz. Yok canım, öyle bir şey yok. Doğru zaman, uygun zaman diye bir şey yok. Çünkü mutlaka bir şey eksik, yanlış, tanımsız, saçma, yersiz falan olacak. Bir tarafı toparlarken diğer taraf dağılacak.
Piyano mu çalacaksınız, yağlı boya resme mi başlayacaksınız, ahşap boyama kursuna mı gideceksiniz, yoga mı öğreneceksiniz, paraşütle mi atlayacaksınız, Ukrayna'ya mı gideceksiniz, ne bok yapacaksanız yapın. Yapın! Çünkü bir kez daha ertelerseniz yapamayacaksınız! Araya başka şeyler girecek evet. Gidip o adamla/kadınla da konuşun. Bağırın çağırın, yapışıp öpün, ne bileyim ben. En kötü ihtimalle reddeder. Ondan da kimse ölmüyor. Tecrübeyle sabittir.

26 Kasım 2011 Cumartesi

TELEFON SAPIĞI

 

  Nerden baksan bundan 10 yıl öncesidir bu bilinmeyen, görünmeyen "özel" numaralardan insanların birbirine telefonla tacizde bulunduğu zamanlar. Olanca saçmalığı ve rahatsız ediciliği ile gecenin bir köründe yahut sabaha yakın bir saatte arar da ararlar. Açarsın konuşmazlar. Açıp beklersin onlar da beklerler. Konuşaları varsa küfürden daha hallice bir şey söylemezler. Nerenizi yalamak ya da nerenizi okşamak istediklerine dair dan dun konuşup adamın asabını bozarlar. Şimdi sen bana böyle dedin ya ben de tahrik olup anında telefonumun operatörünü arayıp senin yerini tespit ettireceğim ve üzerime bir şey dahi giymeden koşarak sana geleceğim ki dediklerini bana yapasın! Hayır, beklediğin buysa acayip bir olasılık denemesi yapıyorsun demek ki. 1 milyon kadını arasan bunu yapacak kadın bulabilir misin diye mesela... Yok amaç bu değil de gecenin bir körü rastgele birisiyle konuşmaksa; böyle konuşulmaz. Bir kere hırlamayı ve hohlamayı bırakman lazım, anlaşılmıyor. Cümle kuracaksın. Öznesi, tümleci ve yüklemi olacak şekilde lütfen. O zaman belki olsalığın artar. Bilinir ki biz kadınlar, acı çeken erkeklerle ilgilenmeyi ve onları dinlemeyi severiz. E ne de olsa serde annelik içgüdüsü var. Telefonun sapık ucunda duran kadınsa zaten iş daha kolay. Çünkü kadınlar sadece dinlemek için arar. Ve genelde arayan zaten tanıdığınız bir kadındır. Telefonu açan adamın öyle bir sesini duymak için aramışlardır. Bi şey yok yani. Ev telefonundan aramışsa evde kadın var mı diye aramıştır. Tek derdi ses duymaktır. Telefonu açıp öylece yanınızda bir yere koyun, siz kapatmadıkça o da kapatmaz, dinler.
Geçen gece sabahın üçünde telefonumun çaldı ki uyuyalı daha 2 saat olmuş, bakmadan aldım açtım. Açmamla karşımdaki adamın hırılıtılar çıkarması bir olunca tabi bende telefonu kapadım ama o bundan hoşlanıyor olsa gerek, yılmadı iki kere daha aradı. Açmadım ama valla mesaj atar diye bekledim "açsana o telefonu orospu" gibi bişey... Ne de olsa ilk seferinde açtığım anda ona yüz vermiş oldum, şimdi niye oyalıyorum di mi? Zaten bence biz telefonu açmadıkça bunlar baya tahrik oluyorlar veya haz alıyorlar ki adam aramaya devam ediyor. Ya bu neyin inadı? En son bundan yıllar, belki dedim ya işte 10 yıl önce felan olmuştu, oluyordu böyle şeyler. Acaba yeniden moda mı oldu? Onu merak ettim ben...

23 Kasım 2011 Çarşamba

REÇETESİ OLAN?



Eğer bir şey "ögh" getirecek kadar sık tekrarlanıyorsa, buna lanet denir. Tanımı başka da olabilir ama bence lanet buna denir.
Macbeth'te ki şu cadılar gibi birileri kazanı kaynatıyor ha kaynatıyor. Bu ne arkadaşım ya, bi rahat durun! Çekin elinizi bi şu kazandan! Hep mi yanlış zaman, yanlış mekan ve yanlış erkek çıkar insanın bahtına? Ya adam doğrudur, zamanlama yanlıştır. Ya zamanlama süperdir ama adam yaramaz. Ya da hem adam hem zamanlama doğrudur, yer yanlıştır. bkz: ülke, şehir, okul, iş ıvır zıvır. Ya da adam evlidir, kız arkadaşı vardır, nişanlıdır, hiç olmadı eşcinseldir.
Ben te bundan yıllar önce bir manastıra kapanayım da ilk müslüman rahibe olarak tarihe geçeyim dediğimde beni ciddiye almayanlar; şimdi "acaba?" diyorlar, duyuyorum. En son bayram tatilinde annem (dikkatinizi çekerim; öz annem) bana milletin içinde dönüp "ay sen benim kızım olmasan seni oğluma almazdım Barika" dedi ya! Ben de tabi doğal olarak "o niye anne?" dedim. Neymiş efendim ben biraz çatlakmışım ve bir de çok konuşuyormuşum. Daha neler? Hem sen annesin canım ya, öyle denir mi? Gerçi babam ve erkek kardeşim de bu acı gerçekleri yüzüme vurduğu için aileyle yeterince yüzgöz olmuşuz demek ki. Örnek verelim, çift kişilik yatak almaya kalkmam konusunda babamın " e sen ne yapacaksın ki çift kişilik yatağı?" cümlesi de nefis bir özdeyişimiz olarak anılarımıza kazınmıştır. Ha ben aldım tabi, o ayrı mesele. Ha ne yaptım, o daha da ayrı ve gerçek bir mesele. Her neyse, tamam, durumu vatkalı ceket kadar vahim hale getirmeyelim. Başta da dediğimiz gibi sorun lanette. Bozmak için kurbağa kuyruğu, öküz gözü, sinek kanadı, turp otu, kuzu kulağı vesaireyi birlikte kaynatıp, günde üç bardak içebilir ve gayet kusabilirim. Başka bir reçetesi olan?


20 Kasım 2011 Pazar

KAVGADA DEĞİŞİM NASIL YARATILIR?

E be güzelim o telefonu açmazsan konuşamayız ki! Kaç kere aradım seni bugün? Konuşamazsakta ben sana anlatamam ki gerçekte neler olduğunu. Tamam, pek iyi görünmüyordu biliyorum ama aslında göründüğü gibi değildi. Bak çok ciddiyim ya, geyik olsun diye söylemiyorum.
Bir kere bar çok kalabalıktı. Bilirsin cumartesi geceleri Kadıköy barlarını. Zaten kaç tane bar var şöyle adam gibi müzik dinleyeceğin? İşte o sayılı olanlara da yığılıyoruz, ne yapalım. Yani demeye çalıştığım o kadar kalabalıktı ki, ister istemez insanlarla muhatap oluyorsun. Yani muhataplıkla başlıyor sonra bir bakmışsın muhabbet ediyorsun. Beni de tanırsın, laf atıldı mı cevap vermezsem olmaz. İlla yorum yapacağım, cevap vereceğim. Huyum kurusun da adı üzerinde huyum işte. Sen bile benimle böyle tanışmadın mı?
Asmalı'da bir gece, yan masada arkadaşlarına bir türlü anlatamadığın bir fıkraya ister istemez artık sinirden ben gülmüştüm. Sen de fark etmiştin. Sen de gülmüştün. Sonra da bana dönüp "beceremedim di mi" demiştin. Şimdi o akşam ben sana "yok valla beceremedin, bak o fıkra zaten öyle değil" demeyip, o fırkayı anlatmayıp, hep beraber gülmeyip bundan yarım saat sonra masaları birleştirmeseydik; ben böyle suratsız ve nemrut bir kız olsaydım, nasıl tanışacaktık biz? Hayatının son bir yılında kim olacaktı?
Ya tabi ki ben her laf attığımla, tanıştığımla birden ilişki yaşamaya falan başlamıyorum! Ne alakası var? Sanki şu son bir yıldır hiç mi dışarı çıkmadım, hiç mi... Yok yok dur, her dışarı çıktığımda insanlarla kanka olmuyorum, ne alakası var! Sadece diyorum ki, seninle birlikteyken de dışarı çıktım ben, insanlarla tanıştım, konuştum sonra öyle o kadar, en fazla kapı önünde bir sigara içmişimdir laflarken. Bunda ne var ki?
Hem bir dakika, ne malum senin bundan fazlasını yapmadığın? Hayır, konuyu çarpıtmıyorum, gayet konunun içindeyim hatta konuyu derinleştiriyorum. Evet, sen söyle bakalım, arkadaşlarınla bensiz çıktığın zaman kimseyle konuşmadın mı yani? Ya bırak Allasen! Yani o kadar da değil. Kimseyle yattın mı diye sormadım. Sormam zaten. Niye sorayım ki? Sormalı mıyım? Bi dakika, bi dakika, o nasıl bir "yoo ne alakası var" dı. Sesinin tonunu değiştirmesene hemen! Bak bu kaçış tonu ben biliyorum. Şimdi kendi açtığın konuyu kapatmaya çalışıyorsun. Hayır canım, bunun benim kadın olmam ve dırdırlanmamla ne ilgisi var? Ayrıca ben dırdırlanmıyorum. Ya sen beni, barda adamın biriyle konuşurken gördün diye kıyameti koparıyorsun ama ben sana aynı durumla ilgili soru sorunca "tamam, tamam boşver" Oldu, yok canım! Boşveremem!
Ya kime diyorum ohooo, dinleyen yok ki! Oturur musun lütfen! Ne demek "ben çıkıyorum". Başçavuşun eşeği mi konuşuyor burada, a-a bak hakikaten gidiyor. Bak o kapıdan bir çıkarsan akşam bu eve zor dönersin! Duydun mu beni, hey!

18 Kasım 2011 Cuma

ŞAŞKIN!!



Ya ben hani demiştim ya ben Kayıp Balık Nemo'da ki Dory'e benziyorum diye; hani şu unutkan olan. Ama şimdi Buz Devri'ni izliyorum da; galiba ben şu palamut peşinde koşan şaşkoloza da baya bi benziyorum. Nasıl diyeceksiniz (demeseniz de), şöyle ki bende de bir "isteyip de elde edememe" sorunu var. Yani bir nevi, tam değil de bunun gibi birşeyler...
 Hedef belli: palamut. Ama benim ona ulaşabilmem ne mümkün! İzlediğim ve denediğim yollarsa, o şaşkolozu bile geride bırakır. Tamam, kabul edelim, benim onun kadar çok deneme yapmışlığım yok. Ne o sabır var bende ne de o cin fikirler. Ne de artık halim, vaktim var.Tabi iş, her defasının sonunda bir buz kütlesinden dannn diye yere düşmeye geldiğinde, bir numarayım o ayrı. Çünkü ben her seferinde palamutları ta en tepeye koyarım. Kıçı kırık palamut da kendini anka kuşunun yumurtası sanır! Sonra yakala yakalayabilirsen.
Hatta dur bak, biraz da şu geveze miskin Syd'e bile benziyor olabilirim. Ki o da Shrek'te ki eşeğe benziyor. Ya da ben en iyisi izlediğim filmleri değiştireyim. Ya ama onları izlerken kendimi bulamıyorum ki! Yani Pretty Woman'da ki Vivian' a veya Mesajınız Var'da ki Kathleen'e benzesem, söylerdim. Söylemesem de bilirdiniz. Burada da yazmazdım, beni yazarlardı, falan filan.

16 Kasım 2011 Çarşamba

DUYDUKLARIM, GÖRDÜKLERİM

Bana sırtını dönüp uyuduğunu gördüm. Arkanı dönüp, yürüyüp gittiğini gördüm. Ben bir şey söylerken kafanı çevirdiğini gördüm. Ben bakarken senin gözlerini kaçırmanı gördüm. Elini elimden çektiğini gördüm. Dokunmamak için masanın öbür ucuna oturduğunu gördüm. Salonda ki kanepede uyuduğunu gördüm. Gece gelmeyip arkadaşında kaldığını, haftanın her günü mesaide çalıştığını gördüm.
Kaçmak istediğin halde kaldığını, gitmek istediğin halde durduğunu, bağırmak istediğin halde sustuğunu, vurmak istediğin halde kıpırdamadığını, istemeden elimi tuttuğunu, yalandan dudağımdan öptüğünü gördüm.

İç sesin kulaklarımı tırmalarcasına bağırırken tek kelime dahi etmediğini duydum. Bana beni sevdiğini söylerken bu cümleyi ağzında bir sakız şapırtısı gibi kötü ve çirkin bir şeymiş gibi duydum. Çok yorgunum derken bana beni rahat bırak dediğini duydum. Bir şey yok dediğinde gerçekten yok olduğunu kast ettin, duydum. Odalara girip çıkarken kapıları çarpmanı, çay koyarken çaydanlığı ocağa çarpmanı, yemek tabağını masaya vurmanı duydum. Salonda ki kanepede otururken ikimizin arasında ki ses duvarına inat parmaklarını çıtlatmanı, dizlerinde ellerinle tempo tutmanı, sakalını kaşımanı duydum.

Anasını sattığımın evinde, lanet olasıca bu ilişki için, maalesef onlarca yılımı harcadım! demesende, dedin, duydum.
Kördüm, sağırdım ama benim seçimimdi, ben yaptım. Ne zaman ki sen tamamen sustun ve ben bir şey duymaz oldum; çok gürültü varmış evde, anladım.
Şimdi sessiz sedasız bir evden çıkıp gidebilmek aslında sandığımdan kolaymış, onu gördüm.
Hadi bakalım...

13 Kasım 2011 Pazar

UZUN YAŞAMANIN SIRRI!

Son kullanma tarihini iki gün geçmiş yoğurdu yersen ölür müsün? Bence ölmezsin. Karşı kaldırımda ki kuaförden eve gelene kadar "soğukmuş be" derken birden tam boğazında beliriveren yumrudan da ölmezsin. Biz Türkler ölmeyiz, bize bi bok olmaz. Bize soğuk, sıcak, kene, aids, kuş gribi, bakteri, virüs, sel, deprem vız gelir. Biz var ya biz, ah bizi kesseler acımaz. Çayımıza radyasyon, etimize deli dana, sütümüze bilmem ne bulaştığında ölmedik. Yurt dışına satamadığımız bakteri manyağı ne varsa yurt içine sürdük, yedik, içtik, ölmedik. Kuş gribi yüzünden millet maskelerle, eldivenlerle dolaştı başka yerlerde; biz öpüşüp koklaştık yine ölmedik.
Ben bunun sırrı nedir acaba diye merak eder dururdum sonunda buldum: biz Türkler, normal insanların ölebileceği şeylerden ölmeyiz de ölünmeyecek şeyden ölürüz. Mesela; şofben zehirlenmesi. Bunun olduğu başka bir ülke daha yok sanırım. Bakınız: koca dayağı. Büyük deprem sonrasında olan bir artçı depremde yıkılan binanın altında kalmak. Olmadı mesela sokakta açılıp unutulmuş bir çukura düşmek. Trafik kuralları yerine orman kanunlarının geçtiği İstanbul'da trafiğe çıkmak. Ya da bayram seyranda tatile arabayla gitmek. Kız başına sokakta yürümeye kalkışmak. Ailenden habersiz yanlışlıkla bir adama aşık olmak. Yılbaşında Taksim'e gitmek. Maç ertesi sokağa çıkmak hatta ne sokağı, balkona çıkmak. Kendini Türk doktorlarına koşulsuz emanet etmek, gözünü alacaklarını sanırken rahmini zor kurtarmak ya da tam tersi. Polise gitmek, polise yakalanmak, polise cevap vermek, polise işi düşmek. Bir şeylere, ters giden bir şeylere karşı çıkmak, sesini çıkarmak, sesini yükseltmek, ses etmek. Elini suya sabuna değdirmek, taşın altına sokmak. Eylem sırasında eylemci olmasan da eylem alanının 500 metre çevresinde bulunmak.
İşin sırrı bu işte. Siz normalde hakkınız olduğunu ya da normal olduğunu sandığınız şeyleri yaparken anormal bir dikkat gösterirseniz hakkaten size bu ülkede hiçbir şey olmaz. Aslansınız, koçsunuz, kesseler acımaz!

11 Kasım 2011 Cuma

BARİKA'NIN ÇORAPLARI, 2.BÖLÜM



Yeni Sezon, 2. bölüm...
(unutanlar için 1.bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/10/barikanin-coraplari-yeni-sezon-1bolum.html)

Kahramanımız Barika, şüpheli şahsın da bir sevgilisi olduğunu öğrendikten ve kendi lanetine lanet okuduktan sonra hayatına kaldığı yerden devam etmeye karar vermiştir. Umutsuz iş kadını kıvamında, her neresiyse işte kaldığı yerden devam ederken, bir yandan da hala "çivi" ile görüşmektedir. Sonunda bir gece kendisini evinde ağırladığı "çivi" den çok ilginç bilgiler öğrenir. Geçmiş hayatı olaylarla dolu olan bu şahsiyetin anlattıkları bir an için ona zamanında David Copperfield gibi bir anda ortadan kaybolan "arnavut" u hatırlatmıştır. Ki "arnavut" da, aylar sonra durup dururken sosyal medya aracılığıyla kendisine hal hatır sormuş, Barika da ağzının payını nihayet verebilmiştir. Hayatına doğru adamı sokma, adamı hayatında tutma ve zamanında adam çıkarma konularında tam bir facia olan kahramanımız, en azından hayatından çıkardığı adamlara acımasız olma konusunda başarılıdır.
"çivi" den öğrendiklerinden sonra korkup kaçması gerekirken olanı biteni hiç sallamayan vurdumduymaz kahramanımız, bu boşvermişlikle valizini toplar ve Uzakdoğu'ya gider. Adını sanı bilinen ülkelerden bilinmez ülkelere uzanan bu seyahatinde kendisine eşik eden çatlak bir kanka ile beraber Uzakdoğu'nun altını üstüne getirirler. Tanıştığı (sırasıyla) bir Amerikalı, bir Fransız ve bir İtalyan ın üzerini kırmızı kalemle çizen Barika, elleri ve kalbi boş olarak (yine) yurda dönmüştür. Yurda dönüş esnasında "çivi" kendisini hava alanında karşılamak gibi bir hata yapacakken Tanrı ona ve tabi ki kahramanımıza acır ve karşılamaya gelemez. Böylece Barika, biraz daha zaman kazanmıştır. Ancak Uzakdoğu seyahati sırasında bir sürpriz olmuş ve şüpheli şahısla konuşmaya başlamıştır. Kendisine henüz isim koymamaya karar veren kahramanımız, şimdilik muhabbetten başka bir konuda eyleme geçmeyecek gibi görünmektedir.
Tüm bu karışıklık sırasında Barika, "date" in Rio'ya taşındığını öğrenir. "Copacabana Beach'te ev tuttum, hadi gel" cümlesi üzerine kafasını en yakın duvara vurup patlatmak istese de onun yerine olgunca gülümseyerek "ne iyi etmişsin" demeyi başarır. Kendisiyle gurur duyan kahramanımız, yurda döner dönmez anayurda gitmiş, bir haftalık ev-aile-eski dostlar küründen sonra nihayet kendi evine varabilmiştir. Eve döndüğünde "çivi" yi de kendi hayatında dönmüş bir vaziyette bulur ve geri çekilmeye karar verir. Bu arada şüpheli şahısla ne kadar çok ortak noktaları olduğunu öğrenmişler ve bir gün buluşmak üzere sözleşmişlerdir.
Her zamanki gibi yanlış kararlar alan ve yanlış zamanlarda yanlış adamlarla görüşen kahramanımız bu buluşmaya gidecek mi? "çivi" ile arasında olamayanlar yüzünden sıtkı sıyrılacak mı? Yoksa başından beri bildiği bu gerçekle yüzleşip onu da kırmızı kalemle silecek mi? Hiç sanmasak da, izleyip göreceğiz.

10 Kasım 2011 Perşembe

ESKİ İZMİR

Yok efendim Çin, yok efendim Bangladeş, yok efendim İzmir derken evinin yolunu unutan Barika, nihayet evine kavuştu. Merakla bekleyen ve hasret çekenlere selam olsun. Asıl bombalar “Barika’nın Çorapları” nda. Bekleyin, yeni bölüm çok yakında. Neler oldu, neler.

Neyse, şimdi gelelim “tatilde neler yaptınız” konulu kompozisyonumuzun giriş bölümüne: Çok eski ve gerçek dostlara sahip olmanın en güzel tarafı nedir biliyor musunuz; aylar sonra yeniden aynı masaya oturduğunuzda sanki en son dün akşam berabermişsiniz gibi muhabbet edebilmenizdir. Hiç kasılmadan, hiç sakınmadan, hiç düşünmeden konuşabilmenizdir. Saçma sapan şeylere gülmeniz ve kimsenin neden güldüğünüzü sorgulamayıp sizle birlikte gülmesidir. Trip denen şeyin çok gerilerde kalması, sıkıldıysanız “sıkıldım olum ben!” diyebilmeniz, canınız gitmek istiyorsa “hadi ben kaçtım” deyip masadan kalkabilmenizdir. Ne kadar içerseniz için birinin elbet sizi eve bırakacağından emin olmanızdır. Kimsenin artık kimseyi yargılamadığı ve bu sayede artık herkesin daha dürüst olduğu bir ilişkiye sahip olmanızdır. Neyi nasıl yediğinizi bildikleri için yemek siparişini sizi beklemeden vermeleri ve hazır sofraya konmanızdır. Para ya da pul denen şeyin kıymetsizleşmesidir. Tek kaş hareketi ile anlaşmanız, tek sözcükle konuyu bağlamanızdır. Erkek-kadın ilişkilerinin en doğal ve dobra şekliyle konuşulmasının mümkün olmasıdır. Kavga çıkaracak kadar sinirliyseniz birilerinin sizinle kavga etmeye hazır olmasıdır. Ya da sizin yanınızda…

Bir MFÖ konserinde, bir adamın taburesini paylaşmakla işgal etmek arasında durduğum o zaman diliminde benimle beraber Ali Desidero söyleyen sevgili Gamzemle, yeni alacağı yemek takımının rengini tartışmaktır.

Yıllar sonra yeniden Sardunya’da bira içerken kızlarla “yahu hiç tanıdık garson kalmamış burada” geyiği yapmaktır.

Zamanlama hatası yapıp caz dinlemeye gitsek de, kahkahamızdan hiç ödün vermediğimiz arsız ve gamsız bir masa olup; grubu resmen müzikten soğutmak ama buna rağmen garsonların “Perşembe de çıkıyorlar yine bekleriz” demesini sağlamaktır. Ve bu nasıl oldu bilememektir…

Yeni evli arkadaşlarının yeni evlerinde, balkonda yasemin olduğunu görüp sevinmektir.

Alsancak sokaklarında kol kola girip; “Neşeli Günler” in müziğini mırıldanarak yürümektir.

Ya saçmalamaktır işte özgürce ve içinden geldiği gibi olabilmektir! Yaptığın o korkunç Türk kahvesini içeceklerini ve içtikten sonra da kafana kakacaklarını bilmektir. Annenin elini öpmeye geldiklerinde bir olup seni çekiştirmelerini seyretmektir. Yılları saymaya kalktığında inanamamaktır. Onca yılın geçtiğine ve hepimizin artık 30 larımıza geldiğimize. Evliliklere, boşanmalara, çocuklara, kedilere köpeklere, taşınan evlere bakıp; geçen zamana inanamamaktır. Öyledir işte…