30 Nisan 2012 Pazartesi

HASAR TESPİTİ



Yazmayayım yazmayayım dedim ama ah bu çatlaklarım yok mu işte...
İzlediğim her bölümde bir kere daha ağzımı burnumun kırıyorsun Behzat! Senin yüzünden nerdeyse yeniden inanacağım bazı şeylere… Ne bileyim ben, hani olmayacakları bile olurmuş gibi gösteriyorsun bana. Sinir oluyorum! Sana çok fena uyuz oluyorum! Çünkü gerçek değil. Değil! Gerçekte hiçbir adam, kendini anlatmaya dahi korktuğu ama yine de yanından ayrılamadığı kadının kapısına elinde şarap şişesi ile dayanmaz. Birden ışığı görmez. Pavyonun birinden “artık bir düzen lazım” diye çıkıp, o kadına gitmez. Geçtim evlenmeyi, senin gibi evlenme teklif edenini; gerçek hayatta hiçbir erkek senin gibi erkekçe kendisiyle yüzleşmez. Tüm korkulara rağmen azıcık bile olsa, kırıntıdan bile olsa bir “huzur” umudu varsa; “ne olacaksa olsun” deyip peşinden gitmez. Keyfini bozmaz. Risk almaz. Kendini akıllı sanır, fikirli sanır hatta mantıklı sanır. Yaptığını da o sandığı mantıkla açıklar ama mantık, aşkı açıklamaz. Hepsi hayatı yeterince uzun, yeterince geniş, kendilerini yeterince güvende, yeterince sorumsuz, yeterince yeter zanneder.
Hiçbiri senin yaptığını yapmaz; o kavgadan, o dırdırdan sonra o dırdırın asıl nedenini anlayıp o mesajı atmaz. Yüzüne söyleyemese de ah arkandan öyle laf söylemez: “Kalbim seni unutacak kadar adiyse, ellerim onu parçalayacak kadar asildir” böyle miydi? Ya da buna benzer bir şeydi. Nasıl arabeskti, nasıl… Ama ben nasıl böyle senin önünde ağzım çarpılmış otururken buldum kendimi. Düşün ki ben ne kadar aç bırakılmışım…
Sen sessiz sessiz seviyorsun ya insanları, bağıra çağıra bir şeyler ispatlamadan; ben ondan sana bu kadar hastayım galiba. Sen hep en başından beri neysen o oluyorsun ya, bir gram dahi kutba kaymadan; işte ondan bu kadar hayranım sana galiba. Senin kadar yorgun, senin kadar kırgın olmasa da insanlar; yeterince yorgun ve yeterince kırgınlarken, senin kendine ve Esra’ya verdiğin şansı veremiyorlar ya kendilerine; ondan bu kadar bıkkınım galiba. Çok konuşmaktan, çok anlatmaktan değil de derdini anlatamamaktan yorgunum galiba. Ama daha kötüsü var; inancımı da isteğimi de kaybettim. Umut desen, ondan da pek emin değilim artık.
Behzat, kadın olmak zor ama erkek olmak da zor zanaat. Aslında adam olmak zor zanaat.

Bir de ne var biliyor musun: http://www.youtube.com/watch?v=6CDZyCKip9U

“aşksız, yaşsız, hasarsız bir diyarda…”

26 Nisan 2012 Perşembe

KARPUZDAN BAHAR




Sevgili bahar,
Sana bu satırları ışık hızıyla aramızdan geçip gideceğini bilmenin bilinciyle yazıyorum. Sen ki; her sene tam biz “ah ne güzel, geldi sonunda” diye sevinirken sevincimizi kursağımızda bırakıp kaşla göz arasında kaybolursun. Neden? Nereye ne yetiştiriyorsun? İki dakika bir dur, bir soluklan. Beraber biraz vakit geçirelim. Nerde? Varsa yoksa kaçmalar, göçmeler. Şu, koltuğun ucuna oturan yeni gelin gibi her an kaçıp gidecek halin beni delirtiyor! Neden güzel şeyler hep kısa ömürlü olur? (bkz: klişe arabesk cümleler)Ne var şöyle en azından bir iki ay takılsan. Direkt yaza bağlamasak. Ceket giymenin, akşamları omzumuza ince hırkalar almanın, hafif bir esintiyle uyanmanın keyfini sürsek. Bir yerden bir yere yürümek eziyet değil, keyif olsa. Terlemeden, bunalmadan iş yapabilsek. Sana bunları neden mi yazıyorum; çünkü dün akşam eve giderken her yer buram buram çiçek kokuyordu.

Ben şans eseri İstanbul’un birkaç güzel semtinden birinde yaşıyorum. Çok yüksek olmayan evler, ağaçlar, çiçekler hatta sabahları kuş sesleri falan. Gerçi o martı olacak uçan ineklerin (İzmir’den gelen biri için İstanbul’da ki martılar uçan inektir! Bizde martı dediğin, kuştur. Bunlar ne bilemedim. İlk gelişimde vapurda simit atmak istedim ama üzerime doğru uçan o manda kadar martılardan o kadar korkmuştum ki; elimde ki simidi bütün halinde üstlerine atıp içeri kaçmıştım) kahkahaları asabımı bozmuyor değil. Sabah sabah o kadar gülecek şeyi nereden buluyorlar anlamadım.

İşte benim mahalleye bahar geldi. Yemyeşil ağaçlarla, açan çiçeklerle geldi. Her yanda hanımeli kokusu var ya da bana her şey hanımeli gibi kokuyor. Yürürken durdum, havayı kokladım ve içime manasız bir huzur, yüzüme de anlamsız bir gülümseme geldi. Sonra bir baktım manav amca arabayı çekmiş sokağın kenarına. Çilek, karpuz, kavun. Ha o çilekler dün de belirttiğimiz üzere iki saatte çöp oluyor ama görüntüleri o kadar iştah açıcı ki. Hele de karpuzlar… Ah zamanı geliyor işte. Artık akşam yemekleri buz gibi kan kırmızı karpuz, beyaz peynir belki yanında bir dilim ekmek. Valla ağzım sulandı ya. Zaten karpuza dayanamam.

Demem o ki bahar kardeş, biz seni sevdik; sen de bizi sev. Bari biraz sev. Cem Karaca abimizin te böğrümüzü delerek söylediği gibi “sen de başını alıp gitme ne olur, ne olur tut ellerimi”

25 Nisan 2012 Çarşamba

ÇİLEKLİ HAYAT DERSİ




Karma nedir? Cevap veriyorum: karma, aylardır kaçtığınız ismin yanı başınızda bitivermesidir. Şöyle ki; sizin telaffuz etmeye dahi korktuğunuz, cümle içinde kullanmadığınız ismi taşıyan adamın biri, hemen yanı başınızda, masanın köşesinde işe başlar. Böylece siz o köşe bucak kaçtığınız ismi her gün onlarca kere duymak zorunda kalırsınız. Kendinizi -güya- korumak için de adamla konuşmaz ya da konuşurken hacı, dostum, abi, çocuk, kardeş gibi manasız seslenmelerde bulunursunuz. Karşınızda ki sizin ya laubali, ya salak ya da bunak olduğunuzu düşünür. Olsun. Ben kendimi koruyorum. Yoksa böyle her ismi söylendiğinde olduğum yerde sıçramam manyaklık gibi görünüyor, biliyorum.


Zaten bak, bana bir oturuşta dört fıstıklı baklava yanında dondurma ve kısacık saçlara mal oldu.

Bu arada günümüz çilekleri yaklaşık iki saatte çürümektedir. Hemen yiyiniz bekletmeyiniz. Hatta bundan hayat dersi çıkarınız: Bazı şeyler bekletmeye gelmez. Aslında hiçbir şey bekletmeye gelmez. Bekleyip ne yapacaksınız ki? Yiyin gitsin. Canınız isterken yiyin. Nasıl olsa sonradan iştahınız kaçacak. Çürüdüğünü göreceksiniz, çürümüş halini göreceksiniz, mideniz bulanacak, içiniz almayacak… Halbuki tazeyken yiyiverseniz, bunların hiç biri olmayacak dahası bir de keyfiniz artacak. "Hay ben çilek gibi” demeyin, hayat dersi dedik, boru mu? (milletvekili tarzı soru)

23 Nisan 2012 Pazartesi

GEÇMİŞ BAHAR MİMOZALARI



Bazı şeyler hiç değişmez.
Mesela, anne-baba öndeyken arabanın arkasında ki kız çocuğu olmak. Onlarca yıl sonra bile, ayaklarını uzatıp; kafanı pencereye dayamak ve yol kenarından akan manzaraları seyretmek. #ezikböcek olaydı, kesin kavga dövüş giderdik ya; yoktu. Düşün bundan yirmi yıl önce o arka koltuğa sığmayıp tepişiyorduk (babam da ikide bir arabayı kenara çekip bizi aşağı atmakla tehdit ediyordu); şimdi o doksan, ben elli kiloyken nasıl sığacağız acaba? Gerçi kendisi artık şöför koltuğuna terfi etti ama olsun; arka koltuğun muhabbeti bakidir.
Mesela Çeşme, hiç değişmez. Değişti sanırsınız, istila edildiği için çok acayip bir şey oldu dersiniz ama özünde değişmez. Hele de aylardan Nisan ya da Mayıssa daha güzeldir. Güneş daha yeni yeni egemenliğini ilan etmeye başlamıştır. Turistler için daha erkendir. Okullar hala açıktır. Ve Çeşme, güzeldir. Kumrucu Şevki'de kumru yemek güzeldir. Allah var güzeldir. Güzel olmasa karnı tokken bile insan oturup kumruları hüpletmez. Ayıp diye bir şey vardır.
Mesela çocukluk arkadaşları değişmez. Yıllar sonra, çok yıllar sonra bile o kapıdan hala daha dün çıkmışsın gibi girdiğin evdir, değişmez. Ama nişanlanır. Zamanı gelince evlenecektir de. Ona daha var, nereden baksan bir buçuk ay. Hem olsun, nişanlanır; nişanlı çocukluk arkadaşı olur. Turkuvaz bir deniz kızıdır benim çocukluk arkadaşım; kuyruğunu arkasında sürükler.

Bazı şeyler de çok fena değişmez. Değişti sanırsın, değişsin diye uğraşırsın. Parçaları oflaya puflaya yapıştırırsın. Bir rüzgar eser, güneş açar sonra radyoda bir şarkı çalar topladığın sekiz parça, seksen parça olarak dağılır. Paramparça olmaz ama her seferinde daha çok parçaya ayrılır. Artık toplayacak halin kalmaması bir yana toplayasın da gelmez. Dağınık kalsın dersin. En azından gözünün önünde olurlar. Kafanı yasladığın yer için başka şeyler düşünürsün ama arabanın iç kaportası bile o düşlerden daha iyidir.
Yemyeşil ormanların, masmavi denizin ve sapsarı mimozaların arasından geçerken bile incecik kırmızı bir sızı duyarsın, duymazdan gelirsin. İşte bir de onun rengi hiç değişmez.

Bu dünyada en güvenli yerlerden biri, o arabanın arka koltuğudur. Sizi orada kimse bulamaz...

22 Nisan 2012 Pazar

EVREN

Zamaninda ağzıma tıkilmis kelimeler nedeniyle cevap veremedigim şeyler var ve tek söyleyeceğim :
Yeni Türkü - Böyle Gitmez
http://www.youtube.com/watch?v=PSzuf6ZC-Dw&feature=youtube_gdata_player

Bir de kafamın icinde dönenler var, onlar da öylece gitmiyorlar. Çünkü evren bana hiç yardımcı olmuyor. Otogarda yüzlerce otobüs varken tam önümde Sivas otobüsü duruyor. Arkamda isim anahtarliklar satan cocuğun tezgahında o isim gözüme çarpıyor ki daha önce o ismin anahtarligini hiç görmemiştim. Algıda secicilik de olabilir. Onun oradan yüzlerce hikaye çıkarabileceğini bildigim için kendimi insanları sanki ona anlatacakmış gibi incelerken buluyorum. Evrenin ben taaa....neyse ya. Bu da onun isi tabi. Bizi bir yerlerden alıp bir yerlere koymak. Bugun Çeşme yolunda denize sıfır çalan bu şarkı ile ben de başka bir yere kondum. İyi seyahatler.

19 Nisan 2012 Perşembe

KUTU KOLA



Sevgili Blog,
Epeydir de böyle başlamıyorduk, hadi yine iyisin. Ziyaretçi sayımız 25.000 olsun, senin için parti vereceğim len! İçimden geldi. Mekanı sen seç. Ama öyle dım-tıs, çıstak çıstak çalan mekanları sevmem bilirsin. Bana house mudur, club mıdır ne zıkkımsa onu dinleteceğim diye uğraşan herkese aynı saçma yorumu yaptım: e bunların hepsi aynı şarkı! Valla şahsen ben asla birinciden ikinci şarkıya ne zaman geçildiğini anlayamıyorum. Ayık kafayla tam bir işkence ama ayılmasına zaman olan kafayla da benim fikrim değişmiyor. Tabi sen o zaman "Arif Susam'a mı gitsek" gibi manasız bir fikirle de gelme. Çelik, Bostancı'da bir yerlerde fasıl yapıyor biliyor musun? Hayır bebeğim, kendine değil, böyle sahnede fasıl yapıyor. Düşün Çelik de nasıl değişti. Evet, iğrençti. Bak ben aslında bunları anlatmayacaktım.
Dün ben hayatımda ilk defa diyetisyene gittim. Cümle içinde kullanayım hatta: Ben, diyetitsyen gördüm. Bizim diyetisyenimiz var. İşte kendisi son zamanların bana kendimi en iyi hisettiren insanı oldu. Neredeyse sarılıp öpecektim de hadi dedim, ilk görüşmeden abartamayayım. Kendisinin ölçüp biçmelerine göre bendeniz mükemmel bir orana ve dengeye sahipmişim. Şöyle ki; boyum (bu konuya sonra geleceğiz), yaşım (bilmeyen kaldı mı) ve kilom (ehueheu) arasında ki denge, tamammış. Fazlam yokmuş hatta 900 gram eksiğim varmış. Yağ oranım, kas oranım (o kaslar nerede inanın zerre fikrim yok) gayet muntazammış. Ama asıl bomba şu ki; metobolizma yaşım 16 imiş. On altı lan! Bildiğin ergen genç kız. Ha, vücudumun bazı organlarının zaten ergen genç kız ölçüsünde olduğu tanıdıklarca malumdur ama ne bileyim, gerisi için ben baya umutsuzdum. Alkol var, uyku düzeni karışık, yeme düzeni Allah'a emanet, stres gırla, terk edilmiş, reddedilmiş insan psikolojisi mevcut, ailenin her iki tarafından acayip güçlü hastalıklar nedeniyle birinci dereceden hepsinin taşıyıcısı, yere düşen karpuzu alıp üfleyerek yiyen, yılın sekiz ayı üzerine uzun kollu bir şey giymeyen bu beden; nasıl olmuş ta 16 yaşında kalmış aklım almadı. Akıl yaşın 16 dese, inanmaktan öte döner "baya abarttın en fazla 13 tür" derdim ama adam ciddi. Bir de elime kağıt falan verdi, orada da yazıyor. Resmen ya! İşte ben de dünden beri bunun gazıyla yaşıyorum. Herkesi gömermişim gibi falan geliyor bana. Hatta o kadar ki; o hızla bir orta boy pizzayı yarım litre kolayla güplettim. Mide spazmı geçirebilirim ama olsun, 16 yaşında ki midem bunu da atlatır bence. Kendisi zamanında Çin'de adı konmamış (konan adı da tarafımdan okunamamış) yemekleri atlattı, bu ne ki.
İşte böyle sevgili blog. Ha boy meselesine gelince; adam bana "boyunuz kaç?" deyince ben de pişmiş pişmiş "1,60 falan" dedim. Hiç inandırıcı gelmemiş olacak ki "geç bakalım bir şöyle" deyip beni duvara gönderdi. Sonuç olarak ayakkabısız, çorapsız 1,55 anca varmışım. Yani pigmeyim, hobbitim, kısa Marlboro paketi ve hatta kutu kolayım. Allahtan bacaklarım uzun. Ve güzel. Evet, güzel! Bir itirazın mı var?

18 Nisan 2012 Çarşamba

GODOT


Tamamen art niyetsiz, hiçbir şey ima etmeden, bu karikatürü buraya ekliyorum. Çünkü gördüğümde aklıma gelen kişiye bunu gönderemem. Onun yerine siz bakın. Bakın, gülün. O nasıl olsa dergiyi alır okur, tabi hala kızgın değilse onlara. Hatta bu karikatürün başlığında ki Godot belki ona da bana hatırlattığı gibi bir şeyler hatırlatır. Falan filan...
O kadar. Zaten bu kadardı.

17 Nisan 2012 Salı

PSİKOPATLIK KONTENJANI


İnanılmaz bir baş ağrısı saplandı. Hayatımda -en fazla- üçüncü kere Apranax içmek zorunda kaldım. Alçak basınç mıdır nedir, hakikaten alçakmış! Ayrıca bizi ofis diye bu havasız odalara kapattıkları için hali hazırda ağırlık çöküyor insanın üzerine; bir de bu basınç, yok efendim lodos falan filan derken başımı omuzlarımdan kesesim geliyor. Ah keşke şurada bir balkon olsaydı, hemen önümde mesela. Ben de bir çıkıp bir nefes alsaydım. Ama nerde!

Az önce bir yazı okudum; Amerika’da bir araştırma yapmışlar, insanların %1’i psikopatmış. Yavrum benim, tahmin etmiştim ben zaten. %1 demek nereden baksan yetmiş milyon insan yapar. Yani yetmiş milyon psikopat insan var aramızda, bir düşünün bunu derim. Bunu bizim buralara yani Türkiye’ye uyarlarsak da 750.000 kişi yapıyor. Piiii! Açık söyleyeyim bence bunun en az 500.000’i İstanbul’da yaşıyor olmalı. En az yani. Dahasını bilemiyorum. Kalan illerimiz de kendi arasında kalan 250.000’i pay edebilir. Ama lütfen Ankara’ya biraz ağırlık verelim derim ben. En azından oraya gidip gelen herkesin teyit ettiği acayip trafik sistemi bile yeter. Bir kişi bile Ankaralı şoförler hakkında iyi konuşmaz mı yahu.
İşte bu yazıdan sonra benim gözüm baya bir açıldı. İkide bir kendime “ ya ben neden hiç normal adam bulamıyorum, nerede dengesiz var beni buluyor” diyordum ya; zaten oransal olarak normal adam bulmam çok zormuş meğerse. Şimdi, etrafımda ki erkeklerin çoğu evli, evlenmek üzere, evlendi evlenecek ve bir punduna getirse evlenecek adamlar. Bir kısmı hazırda sevgili sahibi, bir kısmı da gay. Bunların kaçı normal kaçı değil bilemem ama elimde zaten peynir kadar bir dilim kaldı. Onun da kesin hepsi psikopat bence! Yüzdesel olarak anketler de beni destekler vaziyette. Yani neymiş? Artık “lan ne şanssızım” diye şikayetlenmek, hatayı kendinde aramak yokmuş. İçinde yaşadığımız toplumun gerçeklerini kabul edip buna uygun davranmak varmış. Nedir o da? Şudur; psikopatlar da insandır. Böyle kabul edeceğiz. E zaten bak, birlikte yaşıyoruz. Gizli mizli aramızdalar. Kabul edelim, beraber yaşamanın yollarını bulalım. Çok mu umutsuzum ben ya… Silkelenelim ve kendimize gelelim.
Bu sabah bir şey daha keşfettim. Eğer bir kadın yerinden hışımla fırlar, topuklu ayakkabılarının topuklarını yere vura vura yürürse; her neredeyseniz bir duvarın köşesine sinin ve o geçip gidene kadar da ortaya çıkmayın. Çok korkutucu bence ya. Hele o topukların sesi, yüzde ki gerilim, o kaşların çatıklığı, pehey! Aklı olan topuklu ayakkabı giymiş kadının şirretinden kaçınır.



16 Nisan 2012 Pazartesi

EN ZAYIF HAL



En son ne zaman birini beklerken heyecanlandınız, saat saydınız, onu görme ihtimali üzerine hesap yaptınız, gördüğünüzde olacaklarla ilgili hayal kurdunuz? En son ne zaman biri için giyinip evden çıktınız, biri için makyaj yaptınız, biri için her zamankinden farklı görünme kaygısı güttünüz? En son ne zaman birisi ile ilgili planlar yaptınız kafanızda ya da acabalarla dolu cümleler geçirdiniz aklınızdan? Ben hatırlamıyorum.


Tamam, yalan söyledim, hatırlıyorum ama onu saymıyorum. Sayılmaz. Hatırlamamak için direndiğim bir başlıkta konuşmak için yazmıyorum bunu. Benden bağımsız bir yazı yazıyorum, genele hitaben.

Çok acayip bir duygu değil mi? Bir kere çok yoğun. O kadar ki, kalbinizin atışı ona göre düzenleniyor. Bahsettiğim şey; bütün bir gün manyak gibi aklınızda olması değil, aklınıza geldiğinde olanlar. Kalp sıkışması gibi, midede bir tür kaynama gibi, parmak uçlarının karıncalanması gibi. Sonra, çok acayip böyle lunaparkta gondola binmek gibi, korkuyla karışık bir heyecan. Zaman içinde uçup gidecek şeyler bunlar, biliyorum. Biliyorsunuz. O yüzden yaşarken o kadar kıymetli ki; zevkini çıkarın, keyfini sürün. O saçı on kere bozun, o makyajı on kere silin, evden onlarca kıyafet denemeden çıkmayın. Hangi rengi sevdiğini bilmediğiniz için, hangi kokuyu sevdiğini bilmediğiniz için, neyin ne olduğunu bilmediğiniz için sürekli “acaba beğenecek mi” diye kıvranıyorsunuz ya; kıvranın. Kıvranın anasını satayım! Eninde sonunda başka bir şeyler yüzünden kıvranmak zorunda kalacaksınız, o zamana kadar bununla idare edin.
O kırk yılda bir sürdüğüm kırmızı ruju, gözüme çektiğim siyah kalemi, en güvendiğim siyah tişörtümü, bunları saklıyorum. Her akşam yatmadan sürdüğüm zambak kokulu kremi artık sürmüyorum. Yemişim zambağını! Dur ağzımızı bozmayalım. Ne diyorduk, ha, mesela epeydir oje sürmüyorum. Tırnaklarda eskisi kadar hızlı uzamıyor zaten. Sağ elimin baş parmağı neredeyse bir aydır kendine gelemedi. O kadar tırtıklamışım ki etlerimi, düzelmesi baya zaman alacak gibi.
Kendine bakmak için illa biri mi olmalı hayatınızda, hayır. Ama kabul edin ki, o baya büyük bir etken. Etkilemek, dikkatini çekmek istediğiniz biri olduğunda otomatik olarak davranışlarınız, kıyafetleriniz, her şey bir anda değişiyor. Değişsin istiyorsunuz. Aslında mesele kendine bakmaktan ziyade, daha fazla bakmak. Her şey batıyor ya o yüzden.
Yirmi beş yıldır aynı olan saç birden şekil almaz bir mahlukat haline geliyor. Beli çevreleyen simit yağlar bir anda görünür oluyor. Kıyafetler ya dar ya da bol geliyor. Kulaklar çok kepçe, burun çok mu büyük, gözler biraz şehla mı ne? Ama ne zaman ki o karşınızdakinin sizi beğendiğini, istediğini, sizinle ilgilendiğini fark ediyorsunuz; işte biz ona “götü kalkmak” diyoruz. Ne oldu? Bir anda dünyanın en güzel kadını oluverdiniz. Bir hava, bir afra, bir tafra. Kırıntıları etrafa dökülen özgüven gitti, yerine kocaman bir pasta geldi. Of bu kadar da belli olmasaydı etkiler keşke. Keşke bu kadar ele vermeseydik kendimizi. Ne bileyim… Bu kadar parlamasaydı gözlerimiz mesela ya da yanaklarımız hemen yanmasaydı. O zaman bu kadar ışıldamazdı zayıf noktalarımız belki. Belki o zaman bu kadar şeffaf bir hedef olmadık. Olmazdım. Yani…

12 Nisan 2012 Perşembe

GEÇİCİ DÖVME ZARARLIDIR



Bugün mail kutumda bundan bilmem kaç yıl -ama sanırım 8 yıl falan- öncesine ait birinden bir mail gördüm ve resmen irkildim. İrkilirim tabi. Anlatayım da anlayın.


Bendenizin aşık olduğu adamlardan köşe bucak kaçan bir ruh hastası olduğu zamanlardı. Öyle ki; karşımda ki adama ancak iki türlü davranabiliyordum: “kanka naber ya” modu veya tamamen iletişimsizlik. Ortası yok. Öyle “ben senden hoşlanıyorum” sinyalleri, yok efendim mesaj vermeler, kur yapmalar, nerde? Hiç birini de beceremediğim gibi bir de ağzımı açıp da tek kelime laf etmiyorum. Ama bekliyorum ki anlasın, tahmin etsin; müneccim boku yemiş adamlar cirit atıyor sanki etrafımda bekliyorum da bekliyorum. Ne oluyor? Avuç yalamada dünya rekoru! O dönemde öğrendim ki; erkek milletine bir şeyi direkt olarak söylemezseniz anlamıyor. Her geçen yılda da bunun sağlamasını yaptım zaten. Neyse…
İşte o zamanlarda, daha önceden bahsettiğimiz “bira kutusu” ile olan sarsıcı ve travmatik sorunlarımı (ama tamamen bana ait sorunlarım) yeni atlatmış, kendisinden ağzımın payını almış (bkz: hayatımın önemli üç cümlesinin birincisi), böyle bir rahatlamış halde ortada kalmışken; kabak çiçeği gibi açılma emareleri göstermeye başlamıştım. Nasıl, şöyle; ne olacaksa olsun psikolojisine girmiş, bundan sonra da bir adam için kendimi kasarsam ne olayım halindeydim. (insan bir sözü bu kadar mı tutamaz!) Tam da o esnada bir arkadaşım geçici dövme yaptırmaya karar verdi. Evet, ben de biliyorum geçici dövmenin alkolsüz bira gibi bir şey olduğunu ama işte çok gençtik, cahildik falan. Bu da kaderin cilvesi işte, Alsancak’ta -nereden bulduk hala bilmem- pasajda bir dövmeciye gittik üçümüz. İkisi dövme yaptırırken ben de adamla geyiğe başladım, her şey de öyle başladı. Zaten ben birileriyle geyiğe başlıyorum, arkası çorap söküğü gibi geliyor. Bunun da sonrası söküldü. Adamla baya muhabbet ettik ama tuhaf bir tip. Tam karikatürize dövmeci tipi. Beline kadar rastalı saçlar, gözler sürmeli, ellerinde bir dolu yüzük, siyah tişört falan filan. Ben de baya Kezban gibi olduğum ve bir zamanlar uzun saçlı erkekler zaafım olduğundan olacak ortalık biraz -çok keskin bir Türkçeyle- yavşadı. Oradan sonra da bir zaman msn’den konuştuk. Lütfen, şimdiki gençler bilmez, bizim zamanımızda nice ilişki bu yolla başladı. Msn’in üzerimizde emeği çoktur. İşte o sayede beni bir akşam çıkmaya ikna etti. Ben de “eeh, ne yapalım gidelim bakalım” dedim. Dedim de…
Yer: Alsancak, zaman: akşam üstü. Benim “dövmeci” ile dükkanın önünde buluştuk. “Nereye” gidiyoruz dedim, “seni İzmir’in ilk rock barına götüreceğim” dedi. Ne diyeyim, iyi dedim. Kordon’da Deniz Atı diye bir yer vardır, bilen bilir. Te 1980 lerden beri falan var, işte orası. Gittik, iki de arkadaşı geldi (evet bu ilk buluşma! Ama daha bitmedi) hep beraber önce orada oturduk. Sonra dediler ki “hadi gidelim”. Nereye? Yani sordum tabi ama pek aydınlatıcı bir cevap alamadım. Bir yere gitmeleri gerektiğini, bir iki saat için onlarla gelmemi istediler. Ay ben neyime güveniyorsam artık, takıldım peşlerine gittim. Şimdi sıkı durun, burada okuyucuları etkilemek amaçlı hiçbir abartma yoktur. Gittiğimiz yer: İzmir Dövmeciler Derneği olağan toplantısı. Valla ya! Bir mekanın içinden geçip, bodrum katına indik. Aşağıda iki büyük ahşap masa birleştirilmiş, etrafında da İzmir’de ne kadar dövmeci, piercingci, kınacı, ıvır zıvır varsa orada. İçlerinde en normal görünen insan benim. Hepsi her taraflı dövmeli, takılı tokalı, kocaman adamlar birkaç tane de hatun var. Film sahnesi gibi! Bende ki şoku görmeniz lazım. Adamla ilk buluşmamızda geldiğimiz yere bak.
Ben orada iki saat falan kaldım. İzmir’de dövmecilerin ne tip sorunları var falan baya iyi biliyorum. Nihayet oradan çıktığımızda bana dönüp “sıkıldın mı” dedi ya; ben o şokla “yok, baya değişikti” deyiverdim. Sonrası bildiğiniz itiş kakış. Beni zorla o zamanlar Bornova’da bir barda çıkan Gripin konserine götürmeye çalıştı. Çalışırken de kolumdan asıldığı için otobüsümü kaçırdım. En son sokakta “gelmiyorum ben ya!” şeklinde bağırmamın “hayır” demek olduğunu -nihayet- algılayabildiği için; beni rahat bırakıp arkadaşlarıyla konsere gitti. Hey Allahım, az daha ilk öpüştüğüm adam olacaktı, neyse ki yırttık. (sene hesabı yapmaya çalışmayın, boşa bunlar)
Ha benim ondan kaçma sebebim tabi ki beni böyle "ilginç" bir yere götürmesi değildi, valla, benim sebebim bana “benim burada bununla ne işim var” hissi vermesiydi. Daha önce bir adamın yanında sonsuza kadar kalabileceğini hissetmiş birisi için takdir edersiniz ki bu hiç de tatmin edici değildi. Ben de o yüzden kaçtım. Uzun zaman da ortalıkta görünmedim. Ta ki bir akşam yeniden bu sefer başka bir acayiplik için o sokağa gidene kadar. Ama bu ayrı bir hikaye.

Not: Ha gelen mail mi, hiç ya, otomatik gelen spam maillerden biriydi.

11 Nisan 2012 Çarşamba

barika'nın kuyusu: ŞU KADIN MİLLETİ

barika'nın kuyusu: ŞU KADIN MİLLETİ: Dün yazdığım yazıdan sonra haksızlık yapmışım gibi davranan arkadaşlar oldu, esefle kınıyorum kendilerini. Bir kere biz yapı itibariyle...

ŞU KADIN MİLLETİ



Dün yazdığım yazıdan sonra haksızlık yapmışım gibi davranan arkadaşlar oldu, esefle kınıyorum kendilerini. Bir kere biz yapı itibariyle herkesin hakkını herkese veririz. Çok ciddiyim. Bu nedenle bir zamandır yazmak isteyip de yazamadığım şu konuda yazayım dedim: çocuk sesiyle konuşan kadınlar. Allah rızası için yapmayın! Yaş olmuş otuz, otuz beş, kırk (ne kadar kolay telaffuz ediyorum bu rakamları artık fark ettiniz mi?) ama hatun altı yaşında. Hatta beş bile olabilir. Bir şey isteyecek mesela, olabildiğince ince bir ses ve harflerin yarısını yanlış söyleyerek “ya ama ben bunu yapmak istemiyoyummm” . Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın e mi? O nasıl bir ses arkadaşım ya.” İstemiyoyum” nedir? R harfi nerede?
Ayrıca o ses öyle incelip, dudaklar büzülünce sanıyor musunuz ki daha sevimli oluyorsunuz? Daha’sını geçtim, sevimli bile olmuyorsunuz. Bir yaşımıza başımıza bakalım di mi? Zaten dikkat edin, bu tür konuşmaları öyle on beş yaşında ki kızlar falan yapmaz. Yirmi beş yaş ve üstü, artık yaşlanma emareleri gösteren, olgunlaşması beklenen hanımlar yapar. Evet, sinirliyim. Pembe tişört giyen erkeklere karşı bile daha ılıman bir tavrım var. Ama bu kadın tipine hakikaten tahammülüm yok. Resmen ağızlarının ortasına vurasım geliyor. Telefonda daha da fenalar (yazının bu kısmını dudaklarınızı 333 olarak büzerek okuyunuz) “ama aşkum yaa, gidelim noğğlur, bak küçük tavşanın değil miyim ben?” Nesin? Menopoza girmiş tavşan mı olur? Küçükmüş; cebimizde yer açalım sana o zaman.

Biz kadınların (hahaha) çekilmez bir hali daha var: diyet yapan kadın. Kişi kendinden bilir, gözünde kalan o yemeklere olan açlığından ve fiziksel olarak açlığından ötürü vücut, sistemi resmen uyku moduna alıyor. Görüntü kaymış, ses ayarı bozuk, çok acayip bir hale geliyoruz. Çünkü diyet bir kadına bu hayatta asla tahammül edemeyeceği tek şeyi yapar: istediği şeyi elde edememek. Kadın ki, istediği şeyi elde etmek için yapmayacağı yamuk, çevirmeyeceği entrika, söylemeyeceği yalan yoktur; kavuşması gayet kolay şeylerden bilerek ve isteyerek vaz geçer. Bu, aç kalan kadından farklıdır. Çok farklıdır ve kesinlikle daha tehlikelidir. Ayrıca kadın milleti 7/24 hatta 365 gün hatta yirmi beşinden sonra bir ömür, ya diyettedir ya da diyete girmek üzeredir. Bu pek çok şeyin de bahanesidir: yorgunum, başım ağrıyor, o mekana gelemem, bu davete katılamam, akşam yemeğine çıkamam, içki falan içemem, sinirliyim, mutsuzum, huysuzum, şefkate ihtiyacım var, ilgiye ihtiyacım var (burada yazar, o sürekli ihtiyacın ikiye katlanmasını ifade etmektedir) var oğlu var çünkü ne; diyetteyim. Yahut rejimdeyim. Aferin! Bir de benim gibi hepi topu üç kilo fazlası olan ve ayrıca üç kilo da göbeği olan kadınlar da utanmadan “ay yiyemem, rejimdeyim” der ya! Ah o koca kıçımızı yerinden kaldırıp iki kilometre yürüsek, böyle dertlerimiz kalmayacak. Bizde ayar yok arkadaşım. Bir oturuşta yaş pastanın üzerine dondurma yiyorsun, sonra o sunta gibi bisküvilerden (püskevit mi?) hayır bekliyorsun. Hı hı, zaten gıda sektörü bu acayip devrimi böyle sessiz sedasız yaptı.

Demem o ki beyler, siz siz olun diyette bir kadınla tartışmayın. Haklı olmanız imkansız, kazanmanız mümkün değil. Bir de öyle saf saf “hayatım, yemeğe çıkalım mı” falan diye sormayın valla sizi o kepekli grissinilerle döver. Her tarafınız kırıntı olur, gece kâbus görürsünüz. Ayrıca “kilo verdim mi?” sorusunun cevabı her zaman “ha evet, inceldin biraz hakikaten” dir. Doğrucu davutluk yapıp canınıza susamayın. Derim ben.





10 Nisan 2012 Salı

ERKEĞİN ÇEKİLMEZ HALLERİ



Sonra beni tutup erkek düşmanlığı yapmakla falan suçlamayın ama bugün masada da söylediğim gibi; bu hayatta erkeğin iki hali çekilmez: hasta hali ve aç hali. (bildiğim hallere göre konuşuyorum, bulandırmayın) Hemen oradan “ama bir de sarhoş hali var” diyen canlarım, biz de biliyoruz ama orada ki fark şu; hiç kimsenin sarhoş hali çekilmez. O yüzden o noktada erkeklerle ilgili geyik yapamayacağım. Ama bir zamanlar bir dostumun bana dediği bir şeyi de söylemeden geçmemeyeyim; ayık bir kadının, sarhoş bir adamı taşımak zorunda kalması kadar korkunç bir şey de azdır. Ona göre, ağzınızla için derim.

Ha biz bu konuya nereden geldik, hatırlamıyorum. Sanırım tipik bir “siz kadınlar, biz erkekler yahut biz kadınlar, siz erkekler” merkezli konuşmalardan biriydi ya da değildi ama o kıvama geldi. Ben yukarıda ki iddiamın sonuna kadar arkasındayım valla. Bakınız; babam, erkek kardeşim, onlarca arkadaşım hatta aşık olduğum adamlar. (sevgililerim demedim fark ettiyseniz, yuh)
İster teşhisi zor konan, tedavisi hala geliştirilme aşamasında nadir bir hastalık olsun; isterse de sadece nezle olsunlar hepsinde aynı tepki: ıhhh, çok kötüyüm ben. Ya ne kötüsün ya, iki tıksırdın iki öksürdün ne kötüsün? Ben de o kadar kötü oluyorum ama bulaşıkları yine ben yıkıyorum. Ne anladım bu işten? Hayır, bir de iyiliğini düşünür, tavuk suyuna bol limonlu çorba yaparsın, burun kıvırır: “bunu mu yiyeceğiz?” Yok canım, onu kokla diye yaptım ben, aslında içeride kuzu çeviriyorum, onu yiyeceğiz. İlaç almak istemez, doktora gitmek istemez, yemek beğenmez, yattığı yerden yanlışlıkla kıpırdaması gerekse bir anda bütün ağrıları artar. Ayrıca o yastık hiç mi düzelmez? Ya çok aşağıdadır ya da çok yukarıda. Ama kıyamıyor işte insan, ne yaparsın. Zamanında “sana bir çorba yapayım mı” dediğim adam tarafından “gerek yok” diye geri çevrilmişliğim (bu çevrilmişliklerden uzun metrajlı film yapacağım sonunda) var, o yüzden “zıkkım için” diyecek olsam da demiyorum, düşünün, o kadar kıyamayacağım size. “Hasta, yazık, idare ediver” kontenjanından faydalanırsınız.
İkincisi yani aç erkek ise hiç ama hiç eğlenceli bir versiyon değil. Bu hayatta kendime çıkardığım birkaç dersten biridir: aç erkeğe soru sorma, iş yaptırmaya kalkışma, karnını doyurmadan konuşma. Gerek yok. Bir kere kavga garanti. Adam aç ya, sinirler yay mübarek. “A” desen geriliyor. Sanki ben aç bıraktım onu. Yeseydin arkadaşım! Tamam, bazı durumlarda kadınlar yüzünden aç kalabiliyorlar ve bu durumlarda bir de yüzsüz yüzsüz iş güç çıkarmanın anlamı yok ama bunun dışında sorumluluğu bize yüklemeyin bir zahmet. Siz de etrafınızda aç bir erkek varsa doyurun, sevaptır. En azından günaha girmeyi önleyeceğiniz kesin. Bunun bir de üst versiyonu var: araba kullanan aç erkek. Anam, anam, tam bir azap. En az üç kere kaybolmanız garanti. Buna bir de erkek milletinin “yol sormama” alışkanlığı da eklenince ortaya çıkan sonuç tam bir kabus. Aç karnına dön Allah dön yollarda. Giderek artan tansiyonunu da ya sizden ya da önünde ki minibüs şoföründen çıkaracaktır; tercih size kalmış. Birincide kavga edersiniz, yemekten sonra da barışırsınız ama ikinci de kesin karakolluksunuz, söyleyeyim. Bagajda ki levyeyi önce siz alın bari.
Demem o ki canlarım, erkekleri idare etmek, anlamak, çözmek çok zor değil şdkfşjngopsdugd….. bunu diyeceğim sandınız di mi? Bal gibi de zor. Ya da ben de anlayış kıtlığı var çünkü şahsen ben anlamıyorum. Ama bu kadarını ben bile çözdüm. Size de bir tür yol gösterme, aslında daha ziyade hatırlatma yapmak istedim. Sonuçta bu da bir amme hizmeti, takdir edebilirsiniz. Esen kalın.

NOT: Yukarıda ki resmi görünce, erkek halleri falan, ne bu dediniz di mi? Onu konuyu yumuşatalım diye koydum. Ayrıca ben kendisini, yani resimde ki arkadaşı, aç, susuz, sinirli, hasta vs her şekilde kabul ediyorum.

9 Nisan 2012 Pazartesi

ÇADIR TİYATROSU



“Aşk bir sızma halidir...”


Gecenin üçünde gök gürültüsüyle uyandım. Beni uykumdan uyandıracak kadar gürledi gök, düşünün yani. Uyanır uyanmaz ilk yaptığım elimi atıp telefonu bulmak oldu. Önce saat kaç diye baktım, sonra da mesaj var mı diye. Yattığım yerde birkaç dakika gözlerim açık durdum ve ne kadar salak olduğumu düşündüm. Bininci kere… O gürültünün ardından inanılmaz bir yağmur başladı. Nasıl gürültüyle yağıyor; sanki 24 saat önce günlük güneşlik olan bu memleket değil. Sonra uyumuşum.

Ofiste sıradan bir Pazartesi sabahı. Henüz raporu hazır olmayan bir toplantı, geleceği belirsiz bazı durumlar, sıkışmış işler, hafta sonundan beri sizden haber bekleyen insanlar… Sonra nereden geldiğini bilmediğim bir esinti gibi geldi, hani dışarda ki rüzgar aniden bir pencereyi açıp içeri giriverir, buz gibi çarpar, sıçrarsın yerinden; aynen öyle işte. Meral Okay ölmüş.
Hakkında konuşmayı ve dahi yazmayı istemediğim şeyler çarptı yüzüme o rüzgarla önce. Sonra da hakkında konuşmayı ve yazmayı bıraktığım şeyler. Kaç kere dedim hatırlar mısın(ız); ömrümüz o kadar uzun değil. Buyrun, değil işte! Sakal mı bırakayım dinleyin diye.

“Bu ateşle yanma hali o kadar derinden, için için yanıyor ki, dönüp bir başka ölümlüyü yakmaya içi elvermiyor insanın...”

Aşk hakkında atıp tutmak, unutamamaktan dem vurup her gel diyenin koynuna girmek, sabretmenin ne olduğunu bilmeden yorulmak, bizim yaptığımız bu sadece. Çok uzun bir zamanı korkarak, kalanını korkmamaya çalışarak geçirdim. Ne zaman ki cesaretimi topladım, korktuğum başıma geldi, korkakların önüne düştüm. Tek başına cesaret, sadece delilik. Adım atacak cesaretinizin olması, adım atacak yeriniz yoksa neye yarar? Kıyıdan aşağı yuvarlanmaktan başka neye yarar? Aşağıdan sesleniyorum; burada bir şey yok. Su hiç güzel değil, gelmeyin.

“Böyle bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana...”

Sanırım benim hayatımın bu tarafı hep bir çadır tiyatrosu gibiydi. Ben her seferinde etrafını ışıklarla, kedi merdivenleri ve balonlarla süsleyip; görüntüyü kurtarmaya çalışıyordum ama işte, aslında yaptığım sadece yıkık bir binayı boyayarak tamir etmeye çalışmaktı. Göz boyamaktan öte değildi. Her sürme kalıcı değildir, bazısı akıverir bir hamlede. Hem belli oluyor bir kere. Ya boyayı taşırıyorum, ya rengi tutturamıyorum ya da elim titriyor doğru dürüst çizemiyorum. Ama bizim hayatlarımız bir çadır tiyatrosundan fazlasını hak ediyor. Ediyor değil mi? En azından sahici bir performansı hak ediyor. Makyajı abartılmamış, oyunculuğu sade ama inandırıcı, dekorları dökülmeyen, ağdasız, sakin ama vurucu bir metinle, sahici bir performansı hak ediyor. Az kişi izlesin ama izleyen bir daha izlemek istesin. Unutamasın, hep aklının bir köşesinde kalsın. Biz selam verirken gönülden alkışlasın, arkamızdan kulis yapmasın.

“En zoru bir ölüye aşık kalmak”

Kıyas kabul etmez ki haşa ben de kıyaslamam dahi ama kafada (güya) öldürdüklerimize aşık kalmayalım diye dedim. Hani devam ederiz, etmemiz lazım bir şekilde. Etmezsek kaldığı yerde kalır evet ama o zaman biz de olduğumuz yerde kalıyoruz. Mıhlanmış gibi. Yazık değil mi? O kadar güçlü ve tutunulacak kadar kıymetli olsa zaten, olurdu. Doğaüstü sebepler haricinde biz kendi yarattığımız sebeplerden ötürü ayrı düşmüşsek; çay molası verip yola düşmeli.

Şu aralarda okuduğunuz cümlelerin hepsi şu metinden gelmektedir:
http://www.dipnot.tv/27511/iste-Meral-Okayin-esini-anlattigi-yazisi.aspx


Bundan birkaç gün önce tesadüfen bir paragrafını okuduğum, #obsesifmakinist’le “vay anam” dediğimiz, insanı aşka da, aşkın kıymetine de inandıran yazıdan… O yazının bundan birkaç gün sonra böyle bir bahaneyle yeniden karşıma çıkmasına da eskilerin tabiriyle “hayatın cilvesi” diyoruz. Hayat diyorum… Okay’ların çocuklarına adını koymak isterken olamadığı için koyamadığı ama Meral Okay’ın Asmalı Konak’ta Seymen ve Bahar’ın çocuğu olarak yazdığı Hayat. İçinde durduğunuz kısacık, minicik, içi dolu turşucuk Hayat! Ayağınızı denk alın, çadırın ipleri sağlam değil.



5 Nisan 2012 Perşembe

EĞLEN GÜZELİM GÜNÜNÜ GÜN ET



Yalan söylemeyi beceremiyorum ya, kalkışınca da elime yüzüme bulaştırıyorum ya, hah işte bir de saklamayı beceremiyorum. Ne varsa kitap gibi yüzümden okunuyor. Aşık olduğum adamların dünyadan haberi yok sanırdım çünkü kendilerinden köşe bucak kaçardım. Ne zaman ki bir cesaret yüzlerine baktım adamlar resmen ciğerimi okudular. Sonra da o ciğeri baya yaktılar. Neyse, saklamayı başaramama rağmen Lübnan’a gittiğimi ebeveynlerden saklamayı başardım. O da sırf endişelenmesinler diye. Yoksa ilk gördüğüm yerde kendilerine yumurtladım: “Anne, size söylemeyi unuttum ama ben geçen hafta Beyrut’taydım, hani bilesin yane”. Annem artık sadece “Aferin kızım” diyor bana, ne yapsın.

Ya bu arada Ezikböcek’ten 175 şarkılık bir “Ajda abla” koleksiyonu kopyaladım bilgisayara, iki gündür onu dinliyorum. Çok hayranı değilimdir, bir vakitler sanat müziği söylemiş olmasını tasvip etmiyorum, Zeki Müren’le hakkında çıkan dedikodulara inanmıyorum falan ama bazı eski şarkıları var ki, gayet güzel. Mesela koşun dinleyin: Yeni Bir Gün Doğdu Bize.

Bangladeş’te verdiğim bir buçuk kilonun geri dönüşü hızlı olacak sanırım çünkü bir haftada üçüncü kere çiğ köfte yiyorum. Bu ne arkadaşım ya! Tamam, Türk mutfağını özlemiş olabilirim ama yani, o kadar da değil, bir nefes. Önümüzde ki haftalarda rotamızı yurt içine çevirmeyi düşünüyoruz. Daha oralarda da yerim ben, ohoo, güya yaza kilo vererek başlayacaktık. Anneler gittikten sonra (Hiç evde oturmadılar yahu! Ben hafta içi zırt pırt dışarı çıkan bir tip değilim, sayelerinde eve giremiyorum) , hızlıca az yeme düzenine dönüş ve daha önemlisi akşamları koşma faslına geçiş. Ay beni koşarken görseniz, acırsınız. Çocuk irisi gibi ayaklar bacaklar… Zaten nefesim çabucak kesildiği için üç metre koşup otuz metre yürüyorum. Denizde de böyleyimdir. Üç kulaç atarım, nefesim kesilir; on saat sırt üstü yatarım. Bu arada o denizde sırt üstü yattığınızda hissettiğiniz her şeyden uzak dinginliği, başka hiçbir eylem veremez size. Bir tek o zaman bu dünyadan uzaklaştığımı hissediyorum. Gerçi ilk başta “boğulacağım kesin, şimdi alabora olacağım, aha da kulağıma su kaçtı” şeklinde kendimi didelemekten on saniye bile yatamıyordum ama sonra işin sırrını öğrendim: kendinizi bırakacaksınız. Suya güvenip, kendinizi ona bırakacaksınız. O zaten sizi sarıp sarmalıyor, tutuyor; siz sadece onun kucağına yatıvereceksiniz. Ama bu sadece su için geçerli. Onun dışında kendinizi bırakasınız gelse de sakın! Öyle adamın kucağına yatıyorum sanıp kafa üstü çakılırsınız, karışmam. Valla beliniz orta yerinden ikiye ayrılır. Ayrıldı da söylüyoruz, atmıyoruz. Bak konu nereye geldi, ne diyordum ben? Hah, koşacağım. Gezeceğim, göreceğim (bkz: Ajda etkisi).

Bir de bahar geldi ya şimdi, herkeste bir kaşıntı var farkındayım. Bak uyarıyorum öyle tatlı tatlı kaşıdığınız yerler sonradan yara olursa karışmam. Bir rahat durun ama ya! Her bahar aynı şeyler. Çiçekler böcekler neyse de size ne oluyor? Onların işi bu; polen, bal, eşeyli eşeysiz bir takım üremeler. Biz de sadece dert ve tasa biliyorsunuz, bahardan sonra yaz gelecek, işin iyice bokunu çıkaracaksınız. Birlikte tatile gitmeye çalışmalar falan. Oturun canlarım yerinizde, çıkmayınız dışarı, ağaçlara çiçeklere kanmayınız. Beni sinir etmeyiniz. Öyle aptal aptal sırıtmayınız. Olan var olmayan var di mi?

3 Nisan 2012 Salı

EVDE BİR AYRAN TAVASI



Öncelikle söyleyeyim ki öyle bir dünya yok! Kimse aklı bir şekilde başına gelip, bir anda ışığı görüp, ayıp, elinde bir şarap şişesi ile kapınıza dayanıp “evlensene benimle” falan demeyecek size. Evlenmeyi geçtim; kapınıza gelmeye dahi erinecek, üşenecek ve hatta gerek görmeyecekler. Kimse öyle bir gecede kendi sorgusunu tamamlayıp……aman, neyse, zaten kimse de Behzat değil! Ayrıca konumuz bu değil. Bildiğiniz üzere uzunca bir süre kapıya gelenler ya da kapıdan çıkanlar hakkında konuşmayacağız. Onlar Baalbek’te, Bekaa Vadisi’ne inen karlı yolda kaldılar. Kalsınlar, donsunlar orada.

Gelelim gerçek hayata… Uzun bir aradan sonra ev, anne-baba yüzü gördü. O yüzden hayatım; eve gidince birinin size kapıyı açması, “aç mısın” demesi, yemek yapması, sizinle yemek yemesi, oturup tv’de dizi izlemek gibi acayip şeylerle dolu. Bir zamanlar yaşama şekliniz buyken şimdi garip gelmesi tamamen bir zaman-mekan problemi. Aileden ayrılıp bu kaos şehrine geleli yedi sene oldu. Fena bir süre değil. Alışmak için yeterli ama sevmek için, hala değil.
Babamın varlığı zaten evde baya bir belli oluyor; elle tutulur ve gözle görülür şekilde. Mesela, bir ay önce ayağı çıkan yemek masası artık ayakta duruyor. Evleneceğim adamı elediğim kriterlerin arasına koyduğum “balkon kapısının perdesi”, yerine takıldı. Onu da zaten evleneceğim adamdan başka yapabilecek tek adam babamdı, o yaptı. Benim anlamadığım benim evin benden önce ki kiracıları NBA All Star takımı falan mıydı? Tavan neredeyse beş metre arkadaşım! Evde ki en büyük kabusum bir odanın lambasının patlaması ya da perdeleri değiştirmek. Neyin üzerine çıkarsam çıkayım Hobbit’ten bozma olduğum için yetişemiyorum. En son yatak odasının ampulünü değiştirmek için yatağın üzerine iki yastık, bir battaniye ve bir de kırlent koyduğumu hatırlarsınız sanırım. Düz yolda dengesini tutturamayan ben, o yığının üzerinde bir ampul takana kadar baya ter döktüm. Babam da perde takacağım derken örümcek adam gibi önce koltuğa, sonra duvara tırmandı, n’apsın.
Evde ki meşhur hava sirkülasyonunda da baya bir azalma var. Siz bilmezsiniz benim ev maşallah, böyle dağ esintileri içinde, içerde ki hava dışarı, dışarıda ki hava içeri şeklinde mütemadiyen havalanıyordu. Meğer ben şu minyatür ellerimle o kadar uğraşmama rağmen, tepede ki pencereleri tam kapatamamışım. Bizimkiler karı-koca eve girdiklerinden beri “ya bir yerler esiyor” deyip duruyorlardı, dün ben işteyken bulmuşlar. Yüz yıllık ahşap doğrama pencerelerim -ki kapalıyken bile arasından elimi sokabilirim- bir türlü kapanmadığı ve hep yarı açık kaldığı için ev püfür püfürmüş. Babam da nihayet, banyoda ki ve arka odadakini kapatmaya muvaffak olabilmiş. Gerçi kış bitti ama olsun, bu da bir şeydir. Hem tarihte ki ilk kombi benim evde olduğu için ben doğal gaz faturasını baştan çok rakamlı kabul etmiştim. Kendisi ayrıca poflama ve uflama özelliklerine sahiptir. Gecenin bir yerinde poff dedi mi sıçrarsınız yerinizden.
İşte benim bu sevgili ebeveynlerim dün deniz kenarından Beykoz ile başlayıp, Anadolu Hisarı (ki ben son dört yıldır gitmeye çalışıp bir türlü gidemiyorum, Allah da beni bildiği gibi yapsın) ile devam eden ve en son Üsküdar’da Kız Kulesi’nde (ki hala oraya da gitmedim) biten turlarından sonra bugün, Kadıköy civarında kültür turuna çıkacaklar. Akşam da birinin kucağında laptop, birinin elinde ipad, umurunda mı dünya? Bari o televizyonda ki acıklı diziyi kapatır insan di mi? Neyse benim elimde kitabım vardı, çekirdekten otlanarak kendilerine eşlik ettim. Şimdi de ben ofiste elimde kahve, tek gözüm seğirerek çalışırken onlar “aman güneş de açmış haydi oh” diye diye geziyorlar. Yok be ne kıskanacağım! Allah Allah, ne alakası var? Ver şuradan bir parça daha çikolata bakayım.

Not: Başlığa açıklama: yanlış anlaşılan şarkı sözlerinde bir efsanedir "Ankara'dan abim gelmiş, elde bir ayran tavası, annem babam beni çok severmiş".