27 Ocak 2011 Perşembe

DÖVÜLECEK ADAMLAR LİSTESİ 1

Adam dövme listesi yapacağım. Bak bu aralar çok takıldım ben bu eyleme zaten! Ama bak şimdi haksız mıyım: sabahın körü -ki gerçekten körü saat 6,35 filan- adamın biri arka koltukta sakız çiğniyor ama gerçekten çiğniyor! Öyle bir ses bir sakızdan çıkabilir mi gerçekten? Cak cak cak...
Hayır, normalde zaten sesli sakız çiğnenmesinden veya erkeklerin sakız çiğnemesinden hazzetmem; bir de üstüne ikisi bir arada olunca nevrim dönebiliyor. Çözüm: montun kapşonunu kafana geçirir ve uyursun. Bu arada elinde ki siyah deri eldivenleri de çıkarırsın ki aklına kötü kötü şeyler gelmesin.
Bir de hani nasıl anlatsam, lafları yayarak konuşan kızlar var ya, hah işte bir de onları evire çevire dövesim geliyor (cat fight diye atlayan olursa fena yaparım bak). Tek cümle içinde 8 kere "yanieee" diyebilen kızlardan bahsediyorum. Türkçemiz yeni yeni kelimeler kazandı sayelerinde. Hatta yeni bir şive ya da aksan bile diyebiliriz. Bir kere en az iki sesli harf yanyana gelecek. Özellikle de "ie" veya "ae". Ayrıca bir çok sessiz harf kelimelerin özellikle orta kısmından kaldırılır. Örnekleri bir cümle içinde kullanalım: "Yaaeee ben bu filmi izlemek felan yanieee istemoorum taam mı yanieee?" Çözüm: hızla hatta koşarak o ortamdan uzaklaşırsın.Bu arada elinde ki siyah deri eldivenleri de çıkarırsın ki aklına kötü kötü şeyler gelmesin.

25 Ocak 2011 Salı

ANA DİLİM NE?

Bazen siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın karşınızda ki canı ne anlamak istiyorsa onu anlar. Kullandığınız dil, kelimeler, kurduğunuz cümleler fark etmez; o nasıl istiyorsa öyle anlar.
"Taş" dersiniz "keş" der, "canım dersiniz "canın çıksın" der, "ama" dersiniz "hep ama, hep ama" der ya, hah işte o zamanlarda yapılması gereken şudur: susmak! Çenemizi kapatıp oturmak. Neden? Haksız olmaktan ya da beceriksizliğimizden falan değil sadece o an, konuşmak için iyi bir an olmadığından. Herkesin içinde ki Mr. Hyde dışarı fırlamışken aklı selim bir konuşma yapılamayacağından. Bir saniyeden itibaren o konuşma sadece bir dart oyunu ya da bıçak fırlatma sahnesine dönüşebileceğinden. Hadi bakalım önce kim kimi neresinden vuracak?
Genel olarak bu durumlarda sanki biri Latince biri de Flemenkçe konuşuyormuşcasına "ben onu demek istemedim", "beni yanlış anladın", "ben öyle demedim", "ne dediğinin farkında mısın" şeklinde yüzlerce cümle kurulabilir. O zaman ne yapıyoruz? İki tarafta aynı dilde ve mümkünse Türkçe konuşmaya karar verene yahut bunu becerebilene kadar susuyoruz.
Afern bize! Hadi bakalım, bir iki üç tıp! Ama durun durun, bunun bir tür trip yahut tavır olmadığını, aslında doğru olanın bu olduğunu anlatmak içinde sakın o anda çabalamayın. Dedim ya henüz ortak bir dilde konuşmuyoruz.

22 Ocak 2011 Cumartesi

BARİKA NEREYE GİDİYOR?

Veee Barika evine gelir. UZun bir aradan, onlarca aksaklıktan sonra evine gelir. Kardeşi (ezikböcek) askerde yeterince kilo vermiş ve üstüne bir de kendisine bir zamanlar bir nevi Ayı Yogi profili kazandıran göbeğinin 3/4 nü eritmişir. Barika nın kendisi ise onun tersine bunca yıllık hayatında ikinci defa, son on yıldır ise ilk defa 51 kiloyu görmüş ve inanamamıştır. Bu konuda emeği geçen herkese; başta kendisi, sonra yeme-özellikle içme kısmında desteğini esirgemeyen kuzeni, gecenin ikisinde kumru yaparak Bangladeşte bile kilo almasını sağlamış olan Kuzu ve eve her gelişinde "çok zayıfladın çocuuum" başlığı ile onu yemeğe boğan anne-babası (bkz: Hansel ve Gretel kompleksi) olmak üzere herkese teşekkürü bir borç bilir.
Bununla beraber patatesli yumurta ve yağlı ekmekle kahvaltısını yapmaktan geri de kalmamıştır! Yaradandan en kısa zamanda kendisine akıl, fikir ve biraz kontrol vermesini dileriz, amin!

21 Ocak 2011 Cuma

VAR MI? VAR!

Son bir aydır sürekli yaptığım yanlışları, hayatımda ki yanlış insanları düşünmekle, onlarla uğraşmakla, bir şeyleri içimden temizlemeye çalışmakla o kadar meşguldüm ki; elimde varolanları unutmuşum. Hep aynı hatayı yaparız ya aslında. Hani "ya ben neden bu salak kırmızı elbiseyi aldım ki, zaten giymeyeceğim hiç bir zaman, bir de o kadar para verdim, yuh bana" diye hayıflanıp duracağınıza dönüp dolapta kaç zamandır öylece duran o canım, güzelim yeşil elbiseyi görmek gibi. Ya at gitsin zaten o kırmızı elbiseyi Allah Allah! Benim zaten mis gibi elbisem var, oh nefis!!
Demem o ki, benim hayatımda mis gibi insanlar var zaten. Ne diye kanırtıyoruz ki o zaman hala birilerini hayatımızda tutmak için. Olsa da olur olmasa da oluru görmek için olmayacak şeyler olması lazım illa değil mi? Eski model televizyonlar gibiyim; algılar ancak vurunca açılıyor.
Kıymetlim çok maşallah.
Alakasız zamanlarda alakasız yerlerde olsak bile, yüzlerce kilometre öteden bana kendini hissettirenler var. Birinin sesini duyduğunda yüzüne gülümseme yayılması ne kadar güzel bir histir yahu! Korkmadan koşarak yanına gidebilmek, ağız dolusu küfür savurduğunda seninle beraber küfür edeceğini bilmek, yazdığın bir kelimeden dahi o an ki ruhunu okuyana yazmak...
Herkes iyi ki var, onlar var olduğundan zaten batıyor ötekiler...

19 Ocak 2011 Çarşamba

Bİ DARALDIM MI NE?

Soru: şiddet eğiliminiz var mı?
Cevap: durumsal olarak mı genel olarak mı konuşuyoruz?

Eğer durumsal konuşuyorsak, tam şu anda var! Ya geçen yine hayıflanıyordum ya işte, ben hiç adam dövmedim hayatımda diye. Çok yazık etmişim. Halbuki dayağı hak eden baya da insan girdi hayatıma, girmedi de değil. Ama ben çok yufka yürekliydim herhalde.Ama maymun gözünü açtı! Yılların hümanisti (erhancım, selam), balık burcu sevgi pıtırcığı, herkese öteki yanağını dönen ben; artık bu dakika itibariye hali hazırda uzun olan tırnaklarımı kullanmaya karar veriyorum!
Bu hayatta yapmak istediklerim listesine "birilerine şöyle okkalı bir osmanlı tokadı akşetmek" maddesini ekliyorum. Liste yeterince saçma ve tuhaf değilmiş gibi şimdi daha da tuhaf oldu.
Sözlerimi geri alıyorum: şiddet, gereklidir, doğrudur, yapalım yaptıralım. Hem bak o adamlar ne kadar rahat yaşıyorlar! Demek ki işe yarıyor. Bir İsrailli ya da bir Amerikalıda benim kadar fazla mide problemi ya da başağrısı yoktur eminim. Canları daraldıkça alıyorlar ellerine silahı, ohh, sen rahat ben rahat. Kafa mis.
Halam bana siyah deri eldiven almış. Kadın hissetti herhalde...

18 Ocak 2011 Salı

UYKU

"iyi misin?"
"bilmiyorum, sanırım değilim. yorgunum"

Başımda ki ağrı belki içindekilerin ağırlığından belki de sadece vücudun yorgunluğundan. Yataktan kendini kaldıramayışımın nedeni ya yatağın sıcaklığından, ya yanımdakinin.

"uyudun mu?"
"yok, uyuyamadım. sen neden uyumadın?"
"senin yüzünden"

Gecenin herhangi bir yerinde, herhangi bir şekilde sadece elimi geri atıp senin sırtına koyduğum an; uykunun en derin anıdır. En derin uyku sadece ya çok yorgun olduğunda ya da çok huzurlu olduğunda uyunurmuş sanırdım. Senden öğrendim ki; bir de çok hasta olduğunda uyunurmuş.

"nefesini duyamadım bir an, çok korktum"
"korkma, tutmuşumdur nefesimi fark etmeden"
"tutma!"

Vücudunun normalden fazla sıcaklığı sağolsun yorgana gerek kalmadı. Ya da battaniyeye. Kanepede beraber televizyon izlerken ayaklarımıza örttüğmüz sarılı kahveli bir battaniye vardı hani, geçen gün onu aradım bulamadım. Sonra hatırladım, o fenalaştığın gece, üzerine kustuğunu. O kan lekeleri yüzünden atmıştım ben onu çöpe. Çıkmadı yıkanınca ne yapayım. Böyle turuncu gibi saçma sapan bir renkte izler kaldı.

"bugün işe gitmesen?"
"her sabah bana bunu yapmasan?"

Her evden çıktığımda, seni bırakmışım hissi yaratıyorsun bende. Nefret ediyorum bundan! Hatta o anda senden! Sonra bunun yüzünden kendimden. Nefret dolu oluyorum her sabah. Bir de korkudan ödüm patlıyor. Hani şarkıda var ya "ya evde yoksan?". Ya ben geldiğimde sen, gitmiş olursan. O zaman nefret dahi edemem, sakın...

"saçmalık bu, farkındasın değil mi?"
"evet ama bu, benim kararım"
"yine de saçmalık!"

Beni bencillikle suçladığında başta anlamamıştım. Bunca şeye rağmen bana bunu nasıl söylersin diye sinir krizleri geçiriyordum, hatırlarsın. Sana ilaç kutularını filan fırlatmıştım ya hatta. Ama haklıydın, haklısın. Tamamen bencilliğimden yapıyorum. Seni değil kendimi düşünüyorum. Sensiz kalmaya karşı bende sinsice gelişmiş bu yoğun korku yüzünden olsa gerek; seni bırakma düşüncesine dahi tahammülüm yok. Beni, buna alıştırmaya çalışman canımı o kadar yakıyor ki; o şırıngalardan birini kalbime saplayıversen daha kolay olur. Hani Pulp Fictionda ki gibi... Ya biz eskiden dans ederdik hatırlıyor musun?

"dışarı çık biraz, hava al"
"iyiyim ben böyle"
"bok iyisin! ya bana bari söyleme şunları!"

Elimde "Aşk" var. Ayağımın ucunda sen. Nesefin ayak bileklerime değiyor. O kadar değerli ki şu anda nefesin. Kitapta ki adam da hasta. Konyaya gömülmek istiyor. Gerçi "Sufi edebiyatını da çar çur ettiler, sen de prim veriyorsun bunlara" diye bana kızmıştın ben bu kitabı aldığımda ama... Ben daha senin kızdığın neleri yaptın zamanında, değil mi? Sen böyle yattığın yerde uyurken, bana da günün en huzurlu saatlerini veriyorsun. Çünkü nefesin düzenli olduğu sürece biliyorum ki acı çekmiyorsun. Sadece uyuyorsun.

14 Ocak 2011 Cuma

KÜÇÜK KARDEŞ

Ben bundan bilmem kaç ay önce -ki aslında 150 gün önce oluyor- bir yazı yazmıştım "kardeşi askere giden abla sendromu" diye. Kardeşin askerliği bitince sendrom da bitti ama bu seferde kardeşin derdi başka. Onun derdi, benim derdim; sanki dertsiz ya başımız bu da yeni derdimiz. Ailecek hayal kırıklığından muzdaribiz. Ama işte insanoğlu böyle böyle öğreniyor ev nerede, köy nerede ve en önemlisi kim nerede? Hayatta hiçbir şey bizim sandığımız gibi değil. Herhangi bir şeye sabitlenmek ya da herhangi bir şeye bağlanmak iyi bir şey olabilir. Özellikle de benim gibi artık bu konuda yeteneğini yavaş yavaş kaybeden veya sabitlerini yavaş yavaş kaybeden birine hoş görünebilir. Ama zor, çok zor. Aslında o kararı vermek mi yoksa o kararı vermeye neden olacak kişiyi bulmak mı daha zor işte ondan emin değilim. Ben bulamadım, bulduğumu sandığım her seferde yanıldım ve aramayı da bıraktım. Çünkü alınan ders şudur: benim, bu konularda algılarım fena halde kapalı. Yani insan etrafında olanları bu kadar mı yanlış anlar? O yüzden ben bıraktım. Ama benim benden beş yaş küçük olduğu halde hep benden beş yaş büyük akla sahip olan kardeşimin algıları da hep benden daha iyidir. Kararma var biraz, biraz sislenme, belki görüş biraz bulanık bu aralar ama gel gör ki malzeme hala sağlam. Çıkış yolunu bulacak olan zaten gözler değil gözlerin arkasında ki kısım. O yüzden benim şüphem yok en kısa zamanda havanın açılacağına. Güneş, sanılandan erken açar böyle durumlarda

12 Ocak 2011 Çarşamba

ŞŞŞŞŞŞ. BİR, İKİ, ÜÇ! LAY LAY LAY....

“A-aa sen Fotomaç mı okuyorsun?” / “Niye, bunu Y kromozomu taşımayanlar okuyamaz mı?”. Bu diyalog benim ta lise yıllarıma kadar uzanır. Kadınlar futboldan ne anlar, sen ofsayt nedir bilir misin yahut taç, hadi Allah aşkına bana bir oyuncu ismi söyle, bana bir takımdan üç oyuncu say sana inanacağım söz… Çok dinledim, çok sefer de de cevabını yapıştırdım.
İlk futbol maçını ne zaman izlediğimi hatırlamıyorum ama beni stada maç izlemeye ilk babamın götürdüğünü hatırlıyorum (tıpkı ilk klasik müzik konserime de yine elimden tutup götürdüğü gibi). Ne zaman tutkunu oldum onu da hatırlamıyorum ama bir dönemim var ki; hayatımın en önemli parçalarından biriydi futbol. Hala seviyorum, hala bayılarak izliyorum, hala çok fena Beşiktaşlıyım ama koyu rengim zamansızlıktan biraz biraz açıldı galiba, itiraf ediyorum.
Hani “ne anlıyorsunuz bundan” derler ya sizi ağzınızın kenarı köpürerek maç izlerken görenler; bence şaşırmayın. Çünkü bu mereti ya sever izlersiniz ya da anlamaz izlemezsiniz. Öyle arasında kalıp da takım tutarmış gibi yapmayı ya da izlermiş gibi yapmayı saymıyorum baştan anlaşalım. “Ne anlıyorum” a gelince; bilmem. Galiba aynı anda bir sürü şey. Ama her neden olursa olsun bana verdiği hissi onun gibi veren başka bir meret de bilmiyorum. O yüzden bu yazının bundan sonrası herkes için aynı şekilde eğlenceli olmayabilir.
İnönü stadından içeri ilk girişimi hiç unutamayacağım. Bir sürü stat gördüm, dahasını da görürüm ama hiç birini, dünyanın en muhteşem manzaralı stadına değişmem. Ve bilirim ki insan bir dinini bir de takımını değiştiremez öyle el çırpar gibi. Ben, benim sevgili takımım sayesinde bir Fener-Beşiktaş maçının son dakikasında Fener lehine verilen penaltıya kızıp duvarı yumruklayınca bileğimi incitmiş, başka bir maçta kaçan gol yüzünden koltuktan düşüp dizimi berelemiş olabilirim. Bir Uefa hüsran maçında önümde duran sehpada ki kesme kül tablasını tam televizyona atacakken annemin beni bileğimden yakalamasıyla kendime gelmiş; nam-ı diğer mabet İnönü’de Fener’i 2-0 yendiğimiz bir maçta, ikinci golden sonra basamaklardan öne doğru düşüp iki tırnağımı kırmış olabilirim. Yine İnönü de tek başıma (annemin lafıyla kız başıma) gittiğim bir Beşiktaş-Galatasaray derbisinde hakeme ettiğim küfürler yüzünden önümde duran iki amca dönüp beni azarlamış; Atatürk Stadında bir Altay-Beşiktaş maçında yediğimiz üçüncü golden sonra ben sinirden hüngür hüngür ağlarken, önümde ki koltukta oturan çocuk maçı falan bırakıp ağzı açık beni izlemiş olabilir. Başka bir Altay-Beşiktaş maçında, yüzümün yarısı siyaha yarısı beyaza boyalı elimde bayrak sallarken sağanak yağmura yakalanıp; hem yüzümde hem bayrakta ne kadar boya varsa üzerime akmış olabilir. Bir Göztepe- Beşiktaş maçının çıkışında, önde babamla arkadaşı, arkada ben arabayla takım otobüsünün neredeyse önünü kesmiş, ben arka camdan yarı belime kadar sarkıp hem bayrak sallayıp hem bağıra bağıra tezahürat yaparken; o zaman ki kaptan Tayfur bana otobüsün camından gülerek “deli misin sen” işareti yapmış olabilir. Bir sezonun açılışı, Carew in ilk maçı, Malatyaspor-Beşiktaş maçında, ben bir Malatyalı olarak hem de Malatya’da, Malatyaspor tarafına götürülmüş olsam da; dudaklarımı yiye yiye aslında Beşiktaş maçı izlemiş olabilirim. Pascal’ın Fenere tombala çektiği maçta bizzat o tribünlerde olup, çıkışta eve dönerken aslında kopan kıyameti öğrenmiş olabilirim. Alen, stadın ortasına koşup binlerce insana üçlük çektirirken; her seferinde nefesimi tutmuş olabilirim. Of ben çok eğlenmiş olabilirim ya!
Az ağlamadım, az bağırmadım, az küfür etmedim… Sadece Beşiktaşlı olmanın dışında ben yıllarca 3.ligden La Liga ya kadar elime ne geçerse izledim. Üniversite yılları boyunca Juve taraftarı oldum, Del Piero ya aşıktım, İtalya milli takımının fahri taraftarıydım. 2000 Dünya Kupasında bodrum kata kurulan duvar-vizyonlarda maç izlemekten neredeyse finallerini kaçıran da; Uefa finalinde Galatasaray ın son penaltısında 8.katın balkonuna kaçıp onlar kupayı kaldırırken onlarla beraber ağlayan da bendim. Ve ben belki babamlar kadar olmasa da yine de gayet şanslı bir dönemi izledim: Cantona, Nedved, Shevchenko, Klause, Del Piero, Inzaghi, Peruzzi, Owen, Ballack, Rivaldo, Ronaldo, Ibrahimovic, Ronaldinho,Zidane, Gerrard, Hagi, Şifo Mehmet, Sergen, İlhan Mansız, Kuntz, Kaka, Figo, Puyol, Villa, Messi…
Mansız’ın Senegal’e attığı altın golü, Popescu’nun penaltısını, 98 Dünya kupasını alan efsanevi Fransa milli takımını, Oktay’ın 7 kişiyi ipe dizip attığı golü, Zizu nun son maçında attığı meşhur “kafa” yı, Manchester ın son iki dakika da Bayern in elinden aldığı Şampiyonlar ligi finalini, Figo’nun Real Madrid forması ile Barca’ya karşı oynadığı ilk maçı, Sergen’in kaleciden aldığı tek pasla Chelsea’ye attığı golü, Liverpooldan yenen sekiz golü, 17 yaş altı Brezilya-Türkiye maçını, 3-0 dan 3-3 e dönen Gaziantep-Beşiktaş Türkiye Kupası finalini, Fenerin Galatasaray a 6 attığı Kasım maçını, 4 kırmızıyı, 6 yabancıyı, neler neler izledim. Ha Allah henüz bana bir Dünya kupası ya da Avrupa kupası maçını stadında izlemeyi nasip etmedi ama bir Dünya kupası finalini, o maçı oynayan ülkelerden birinde kendi taraftarı ile izlemeyi; 2010 yazında finale kadar her maçı İspanya da, İspanyollarla izleyip, finalde onlarla beraber kendini kaybetmeyi nasip etti. Daha görecek çok yer var ama bana benim için en önemli stadı, Barca nın stadını, Nou Camp ı görmeyi hatta soyunma odalarına kadar girmeyi nasip etti. Sırada bir Premmier lig maçını yerinde izlemek var. Artık ya holiganlardan dayağımızı yer ya da bu hızla onlardan biri olur geliriz.
29 yaşındayım ve sanırım bir yirmi yıldır futbolu seviyorum. Bu yazıyı da bana Beşiktaşı ilk öğreten babama, halis muhlis Göz Göz lü kardeşime, fahri Manchester United lı kara kuzuma, futboldan ciddi ciddi anlayan acayip Fenerli küçük kuzenime ve de yıllardır onca lafa inat harbiden futbolu seven, izleyen, bilen tüm hemcinslerime armağan ediyorum
Saygılar… ))

11 Ocak 2011 Salı

İLMEK İZİ

Şimdi bir bakalım: kendim hakkında bu kadar yanılmış olmam gerçekten şaşırtıcı. İnsanlar hakkında yanılmaya neredeyse alıştım. Ne yaşanmışlıklar, ne geçen zaman, ne yaşımız ne de durduğumuz yer, hiç biri fark etmeden herkes konusunda yanılabiliyorum. En ufak bir pişmanlık belirtisine, en küçük bir çizgi değişmesine bile dayanamayıp “tamam” diyebiliyorum. Bu, hep böyleydi de işte bazen gereğinden fazla “tamam” diyorum sanırım. Ama dedim ya aslında bünye bunlara neredeyse alıştı da kendi hakkında yanılmış olmak daha fena bir şey.
Ben yıllardır kendimi hep yeterince açık ve doğal zannederdim. Evet, insanları kırmamak adına kendimden ödün verdiğim zamanlar oldu. Sadece korktuğum için bir şeyleri sadece kendime sakladığım zamanlar oldu. Ama bunlar mazoşistçe hareketlerdi çünkü bile bile yapıyordum ve kendimden başkasına bir zararım yoktu. Zaten mesele zararsız olmaktı; zarar görene kadar. Ta ki sonrasında, çok zaman sonrasında, ben hikayemi anlattım sanırken; adamın biri ta başlığından itibaren yazılan ne varsa yanlış anlamışsa o zaman sorun sadece o adamda olamaz. Bende de sorun var demektir. Ya kelimelerim yanlıştı ya anlatım tarzım. Belki de yazım okunaksızdı, bilmiyorum. Ben gönül rahatlığıyla kelime üstüne kelime eklerken, eğer ilk yazdıklarım bile okunamamışsa henüz; sadece taş üstüne taş yığmışım bunca zamandır. O kadar da şekilsiz yığmışım ki; paldır küldür dökülüverdiler üzerime. Şimdi de nerede yanlış yaptığımı arıyorum. Tam olarak nereden ya da ne zamandan beri bu yanılgının içinde yaşadığımı.
Pek çok şeyle suçlanabilirim kendi hikayemle ilgili ama yazmadıklarımdan sorumlu tutulamam. Veya yazmayacağım şeylerden. Tıpkı yapmadığım şeyler için yargılanamayacağım gibi. Benim kimseye –en azından elimde bir şey olmadan- yapmayacağım gibi. Bir keresinde demiştim adamın birine bir cümlenin içinde “sorgulamadan ve yargılamadan” diye ama belki de bu, doğru olan değildi. Belki de yapmalıydım. Sorgulamalıydım, altında neler olduğunu anlamak için her hareketi, her sözcüğü sorgulamalıydım. Ve belki de yargılamalıydım. Olduğu gibi kabul etmemeli, her şeyi didik didik ettikten sonra elimdekileri yüzlerine vurarak yargılamalıydım. Sanki benim ellerim ya da vicdanım çok temizmiş gibi. Bu yüzden yapamaz daha doğrusu yapmamalı insan. İlk taşı günahsız olan atsın! Ama en azından şunu asla yapmadım: ben kimseyi yapmadığı bir şey için asmadım! Boynumda ki ilmek izini yeni fark ediyorum, o da birileri gösterdiği için. Ben ki aynaya onlarca kere bakmama rağmen görmemişim.

10 Ocak 2011 Pazartesi

ERKEK DEDİĞİN!

Öyle kolay kolay “erkek dediğin şöyle olur böyle olur” cümlesi kurmam. Tabi erkek dediğin sakallı olur, mangal yakmaktan anlar, cak cak sakız çiğneyip balon şişirmez, mümkünse abuk subuk dans etmez, elini tutacaksa sıkıca tutar, ucundan ilişmez hatta mümkünse kılıç kullanmayı tamam abartmayalım bari kelebek çevirmeyi bilir tarzı cümlelerim hariç. Ama erkek dediğin kadın dediğin yahu insan dediğin az biraz çenesini tutar! Orada burada herkesle her şeyi konuşmaz. Bir saklısı olur bir gizlisi olur. Ya erkek dediğinin ağzından her laf öyle kolay alınmaz, biraz kapalı kutu olur. Sağda solda dedikodu yapmaz, laf satmaz, döküleni toplar erkek dediğin; kendisi dökülmez. Bir şey dedin mi bilirsin ki orada kalır, inanırsın ki tutarsa bırakmaz, güvenirsin ki arkanı döndüğün an kınından bir bıçak çıkarmaz. Sen anlatır da anlatırsın, dinlemez görünse de bilirsin ki dinler, dinler çünkü bilirsin ki önemser. Önemseyen adam zaten sen ne dersen de dinler. Saçma da olsa, aptalca da olsa, çocukça da olsa; senin için önemli olanı sen, önemli olduğun için dinler. Offf erkek dediğin; çocuk gibi ona buna zırlamaz! Ağzından balığını düşürmüş martı gibi böğür böğür gezmez etrafta! Offf erkek dediğin; biraz erkek olurda bir şey diyecekse yüzüne söyler! Hakaret de edecekse, hüküm de giydirecekse, temelsiz sallamaya devam da edecekse ve hatta tehdit de edecekse bunu yedi kattan seksen kişiyle değil; seninle, senin yüzüne yapar! Erkek dediğin içi boş bir egonun, yersiz bir kibrin esiri olmaz, sadece alkol alınca aklı başına gelip dili çözülmez, yaptığı hatayı da verdiği ceza kadar savunur! Erkek dediğin biraz insan olur, insan!
Oh be!

7 Ocak 2011 Cuma

DORY

Sabahtan beri kafamın içinde Sıla çalmakta: bi' baktım sabah olmuş...

Dün bir kere daha düşündüm nasıl olupta bu kadar unutkan bir insan olabildiğimi. İşle ilgili şeyler beynimin o kadar büyük kısmını kaplıyor ki; -zaten kaplaycak aslında çok fazla kısım olmadığından- geriye de az bir yer kalıyor tabi. Buncacık yere de ben, günlük hayatımı sığdırmaya çalışıyorum. insanları aramayı, bir şeyleri almayı, yapmayı unutmam bu yüzden. Geçenlerde eski iş arkadaşımın hamile olduğunu duydum, kızı arayıp "ayyyyyyy inanamıyorum, teyse mi olcaz şimdieee" şeklinde geyik yapmak istiyorum ama sürece bak: aramaya karar verdikten sonra aramayı hatırlamam 2 hafta, elimde telefon "a-aa ben numarasını kaybetmişim onun" bulgusundan sonra bir 1 hafta daha, numarasını bulabileceğim insan düşünerek geçen 1 hafta ve sonuç: çocuk doğdu doğacak, ben artık ilk yaşgününde falan tebrik ederim sanırım!
Bu, her işte bu şekilde ilerliyor. İnsanları da bezdirmekten dolayı alıştırdım bu duruma sanırım. Benim bir şeyleri yapmama nedenimin başka bir şeyler değilde, balık hafızam olduğunu öğrendiler yani. Ya gerçekten ama Finding Nemo da ki Dory gibiyim:
-selam ben Dory, arkadaşımın oğlu Chico yu arıyoruz
- Nemo!!!
- ah evet Nemo. Ne diyordum, ha arkadaşımın oğlu Bingo yu arıyoruz
- Nemo!!!
Ya bak şimdi hatırladım, kızın elbisesi 3 haftadır bende duruyor. Yuh diyorum başka da bir şey demiyorum!

3 Ocak 2011 Pazartesi

BUZLU CAM

Sadece yazabilirim hayatım senin hikayeni, anlatamam. Yaşadıklarını sesli olarak ifade edemem. Kelimeler sadece kağıtta kaldığı sürece ve sesli okunmadıkları sürece rahatsız etmezler. Aksi takdirde, dillendirildiklerinde batarlar. Sağımıza solumuza batar, çizer, acıtırlar. Küçük dikenler gibi, küçük ama yüzlerce diken gibi… Seninki gibi bir hikayede ise bir diken tarlasına düşmüş gibi oluruz. Gibi olur insanlar ki bu yüzden de bizi dinlemezler. Dinleyeme dayanamayacakları için yani. Anlatacaklarımız onlara o kadar batar ki; buna tahammül edemezler. Hani sen hep diyorsun ya “neden kimse beni dinlemiyor?” diye. İşte bu yüzden; dayanamadıkları için. Senin hikayende ki herhangi biri olabilecekleri gerçeğine dayanamayacakları için. Böyle bir hikayede olabileceklerini bilmek, bu olasılıkla ve doğal olarak sakladıkları benlikleri ile, kaçtıkları düşünceleri ve hatta düşleri ile yüz yüze gelmek ağır olacağı için seni dinlemiyorlar.
Travestilerle yatan ama eşcinsellik düşmanı olan kerli ferli adamlar, on beş yaşında ki fahişeleri becermek için bin bir şebeklik yapıp arkasından eve gidip on yaşındaki torununu seven adamlar, önüne geleni kızı yatağa atmakta yahut atmaya çalışmakta sakınca görmezken bakire kızla evlenme takıntısı olan adamlar. Yalanlar, dolanlar, sahtekarlıklar. Etrafta cirit atan onca sapkınlıklar. Sağda solda güç gösterisi yapıp, ona buna dayılanırken kapalı kapılar ardında kendini yatağa bağlatıp dövülmekten zevk alanlar, her fırsatta “namus” diye avazları çıktığı kadar bağırıp herkesi yaftalarken; gizli gizli okul önlerinde kız çocuklarının peşine takılanlar. Sen hepsini gördün değil mi? Hepsini aldın yatağına, hepsinden dayak yedin, hepsinden hakaret işittin ama hepsini tatmin ettin değil mi? Ben nasıl anlatırım senin hikayeni? Yazarken bile mideme bu sancı saplanırken…
Kafenin buzlu camından dışarı bakıyordum seni beklerken. Tek başıma burada oturmuş bana bu sefer ne anlatacağını düşünüyordum. Korkuyordum. Sen bana gelip her konuştuğunda benim insanlığa, erkeklere, güvene, sevgiye, şefkate inancım azalıyor. Sığınacak yerim yokmuş, bugün bu kapıdan çıktığımda evime gidene kadar her yer ve herkes potansiyel tehlikeymiş duygusu beni mahvediyor. Çok yoruluyorum seninle konuşurken. Daha da fenası ne biliyor musun? Artık O’nunla olamıyorum. Sevdiğim daha doğrusu sevdiğimi sandığım adamdan bile şüpheleniyorum. Ya O da bu oyunculardan biriyse? Ya bana sarılıp, beni öpen, benimle sevişen adam, arkamdan bir dünya iş çeviriyorsa. Yok, hiç kaşını kaldırma, sen demedin mi bana “hepsi aynı bunların” diye. Yapamıyorum işte ne yapayım elimde değil. Artık ona da eskisi gibi bakamıyorum. Her sarılışında kokluyorum onu başka bir koku alabilmek için. Bana ait olmayan, ona ait olmayan yabancı hatta kesif bir koku arıyorum. Teninde, giysilerinde bir şey arıyorum. Bir yanlışlık neredeyse bir günah kokusu. Yok zina değil kastım, aldatma değil. Beni benim gibi ama başka herhangi bir kadınla aldatmasından korkmuyorum. Günahtan kastım bu değil. Senin, bende sebep olduğun paranoya daha derin: ben, onun da başka türlü bir şeyler yapabiliyor olmasından, yapıyor olmasından korkuyorum. Garantilerim yok oldu bile. Lanet olsun! Bana ne yaptın? Güvenemeden nasıl sevebilirim, nasıl hala yanında durabilirim bir adamın? Benden aldığın şey bu işte. Sırf bir hikaye uğruna benden hayatımı alıyorsun. Hiçbir şeye eski gözlerime bakamıyorum. Herkesten korkuyorum ve herkesten iğreniyorum. Çünkü sanki herkes senin dediğin gibi “yalancı ve oyunbaz”. Sanki hep bir arka sokak var bu geniş görünümlü caddelerin ardında. Sanki hep metruk bir ev var bu ultra modern sitelerin içinde. Bütün bu elbiseler, makyajlar, takılar, hepsi hep bir şeyleri kapatmak için mi? Herkes mi yalan?
Sonu gelmez bir kuyunun içinde, dibi görmeden düşmeye devam ediyorum. Sen ittin beni buradan aşağı. Çok ama çok rahattım ve çok emindim elimdekilerden. Beni seven bir adam, bir iş, bir ev, kariyer, para, aile kurma hayalleri, bir dünya dolusu dünya malı yani ama ne oldu? Sanki elimden düştü hepsi tek tek. Havada toplarını çeviren bir jonglördüm ben ve sen dikkatimi dağıttın. Peki ama neden ben? Neden bana geldin? Neden? Bana yine “çünkü sen dürüsttün” le başlayan o cümleyi kurma, inanmıyorum buna. Başka, bambaşka nedenlerin olmalı. Bunca sene sustuktan sonra bütün bu saçmalıkları kusmana ne neden oldu, bana kusmana ne neden oldu ya da kim? Ben mi? Ben mi neden oldum gerçekten buna? Seni ben mi çağırdım, ben mi buldum? Sen beni değil, ben mi seni buldum?