31 Aralık 2010 Cuma

İKİBİNON VE BİR

Bitenlerin ya da gidenlerin değil gelenlerin ya da başlayanların hesabını tutma çabamızı takdir ediyorum şu anda. Normalde hayıflanmaya ya da diz dövmeye ve hatta sayıklamaya olan bağımlılığımızı yılın en azından bir gününde bile olsa kırabiliyorsak; bizim için hala umut var demektir.
Oturup bir hesap çıkartıp “ne yaptık biz bu sene” yahut “ne umduk ne bulduk” listesi yapabilirdim diyordum daha doğrusu tam bu satırları yazıyordum ki babam aradı telefonla. Bana “keşkelerinin olmadığı bir yıl dilerim kızım sana” dedi. Keşke dememek mümkün değil biliyorum çünkü insanoğlu doyumsuzdur. Ne verseniz “keşke bir de…” der. Bir şey vermezseniz “keşke…” der. Elindekine de elinde olmayana da keşkelenir. İşte o yüzden mümkün değil belki ama en azı olsa. En azından elimizdekilerden şikayet etmemeyi öğrensek mesela. Aman ha, her şeye tamah edelim de sesimizi kesip oturalım demek derdinde değilim. Sadece hani değiştiremeyeceğimiz acı gerçekler var ya mesela bize yılda 3 kere zam, 5 kere prim verecek bir işimiz yok. Kapının önünde hangisine bineceğimizi şaşırdığımız bir cip, bir spor araba ve bir 67 model Mustang (gerçi bu listede karar bellidir bence!) yok. Ibiza da bir yazlığımız, Alplerde bir kışlığımız veyahut Guatemala da mevsimsiz bir dairemiz yok. Şahsen benim bir Rolex saatim, bir Gucci ayakkabım veya bir Versace elbisem de yok. (Piyasa şartları belli olmaz ama bunlardan birini elde edebilme şansım diğerlerinden daha yüksek sanırım). Demem o ki bunlar olmasa da kiralık olsa da kendime ait bir evim, beni işe getirip götüren bir servisim -ki daha önemlisi bir işim-, üzerinde kedi olan bir saatim, Audrey Hepburn baskılı bir tuniğim ve elli yıllık el örgüsü dantel eldivenlerim var. Anlatabildim mi? Ben anladım, neyse…

Ama tabi bir değerlendirme yapmadan geçmekte olmaz. Ben bu seneden bir dünya şey öğrendim. Say say bitmez ama özetleyelim: artık daha çok cesaretim var. Daha çok şey yapmaktan daha az korkuyorum. İliğime kemiğime işlemiş sandığım, eğer koparırsam kolumdan bacağımdan olmuş kadar dengem bozulur sandığım şeyleri söküp atabilirmişim, üstüne bir de gayet yaşayabilirmişim. Ters gittiğini sandığım şeyler iyiye dönerken, doğruluğuna kalıbımı basacağım şeyler tepe taklak olabilirmiş. Elimi uzattığım yerde sandığımdan daha çok el olabilirmiş. Anneler ne derse çıkarmış, inanmamazlık etmenin gereği yokmuş. İnsan, kendi terapisini kendisi bulabilirmiş (bkz: bloga yüklenmek). Dünyanın tuhaf yerlerine tuhaf şekillerde gidip geldikçe, hali hazırda sarsılmış aidiyet duygusu bir de artçılarını yaşarmış. Kardeş, çok ama çok özlenen bir şeymiş. İyi bir yol arkadaşın olduğu sürece her yol eğlenceliymiş. Sangria ve paella acayip güzel şeylermiş. Gaudi iyi bir adammış. Eyfelden aşağı bakmaktansa tam altında durup Eyfel e bakmak daha ürkütücüymüş. Çinliler gayet kaba insanlarmış ve gerçekten ne buluyorlarsa yiyorlarmış. Dubai hava alanı bile bazen yeterince büyük değilmiş. Sevilla nın sokakları dar olduğu kadar güzel, Paris kar yağarken güneşli olduğu kadar etkileyiciymiş. Ben artık Mariachi içemiyormuşum; çaya da şeker atamıyormuşum. Hala bir görüşte aşık olabiliyor, bir söze kanabiliyormuşum. (Ve eğer ışığı görürsem çok ileri gidebiliyormuşum.) İnsanlar 40 yaşlarına bile gelseler hala olgunluk beklemek için yeterince büyük olmayabilirlermiş. Erkekler zaaflarına ancak çıkarlarına ters düşmediği yere kadar yenilirlermiş ve kadınlar en masum pozlarında yeterince inandırıcı olurlarsa hala başarılı olabilirlermiş. Bazen insanlar sizi gerçekten tanıdı artık sandığınız anda aslında hiç tanımadıklarını görüp şok olabilirmişsiniz ve bu dört yıldan sonra olduğunda daha da tuhaf gelebilirmiş. Sevgiyle nefret arasında sadece iki sayfalık bir çizgi varmış. Ve daha neler neler…

Sonuç;
Bu seneyi kısalmış saçlarım, burnumda bir hızma ve duvarda bir kocaman çizik (ne çiziği yahu baya yarık) ile kapatıyorum. Burada yazdıklarım bana terapi olmanın ötesinde bu yıl, yeni insanlar tanıma fırsatı da verdi. Bunun içinde beni okuyan, varsa beğenen herkese teşekkürler. İyi, kötü, saçma, mantıklı, hüzünlü, neşeli, soğuk, sıcak, güçlü, zayıf, berbat, muhteşem onlarca sıfatla süslediğim bu yılı da yerine kaldırıp yenisi için biraz daha yer açıyorum.

Hep beraber, mutlu yıllar...

28 Aralık 2010 Salı

barika'nın kuyusu: İLK BİRA KUTUSU

barika'nın kuyusu: İLK BİRA KUTUSU: "En eskisi, omzunda uyduğum ilk bira kutusu... Ben içki içmezdim. İçmedim yirmi iki yaşıma kadar. Sonra okulun arkasında kavak ağaçları var..."

İLK BİRA KUTUSU

En eskisi, omzunda uyduğum ilk bira kutusu...

Ben içki içmezdim. İçmedim yirmi iki yaşıma kadar. Sonra okulun arkasında kavak ağaçları vardı, altlarında da beyaz plastik sandalyeler. Birinde ben oturuyordum, birinde sen, birinde de başka biri. Birer kutu bira kapıp geldin ya o akşam, içtim ben de her akşam içermişim gibi. Sonra da eve dönerken, otobüste, omzunda uyuyuverdim işte.
O uykunun ortasında birden beni uyandırıp "hepsi bu işte" dediğinde, "ben seni incitmekten korktuğum için bu haldeyiz çünkü seni incitemem" dediğinde nasıl sevindiğimi biliyor musun ve sana nasıl inandığımı? Uyku sersemliğine verelim ya da ilk kez içki içmeme...

İlk gördüğüm zamanı hatırlıyorum. Her şeyiyle... Okulun önünde ki otobüs durağında, üzerinde haki renkli bir tişört, saçlar kazılı, boynunda şu yazlık yörelerde takılması gelenekten sayılan ahşap kolyelerden var. Elimi sıktığın anda biliyordum! Lanet olsun, vallahi biliyordum. Ondan sonra da hep bildim. Hatta senden sonra da ben hep "ilk görüş" te bildim.

Sonrası uzun bir zaman yok, sonrası uzun bir zaman sonra var. Bir yaz gecesi, sıcaktan bunalmış ayaklarımı, bir nebze daha soğukmuş hissi veren duvarlara yaslamışken gelen edepsiz bir telefon mesajı var. Yazlıkta bana tatili dar eden bir sürü sözcük, yeniden şehre ve gerçek yaşama dönüşte telefonda edilmiş bir kavga, "ne ilişkisi, hangi ilişki, bizim aramızda ilişki mi var ki?" soru cümlesi ile kapanan bir hikaye var. Gel gelelim ay sonra okul açılırken, kavşakta otobüsten inip adımımı bastığım ilk yerde karşılaşmak var. İşte tam o gün ve tam o anda, bir şey olmamış, o yaz hiç yaşanmamış gibi davranarak hayatımın hatasını yapışım var. Çünkü ben bunu senden sonra da yaptım. Bir şey yokmuş, olmamış gibiler yüzünden sonradan da canımı yaktırdım, yaktım.

Bir açık hava masasında benimle Nietzsche tartışan adam, otobüste camlara hohlayıp beraber resim çizdiğim adam, Kıbrıs politikamız hakkında ki sinirini bana kusan da beni salıncakta sallayan da aynı adam; ey adam, adam olamadığın tek yer vardı o da benim, senin neyin olduğumu bir türlü çizememendi. Uzun, upuzun bir ipim vardı benim. Bazen o kadar yakınına çekiyordun ki beni; dokunabilecekmişim gibi, ama tam değecekken o kadar uzağa atıyordun ki beni, ip liflerine kadar geriliyordu! Ne kadar oynanabilirdi bu oyun? Bilmem. Ben iki buçuk sene dayanabildim.

O zamandan sonra “ben bunu hiç yapmam” ya da “ben buna izin vermem” demeden önce iki kere düşünmeyi öğrendim. Ne yapmam canımları çiğnemiştim çünkü… Beni ağlatmaktan zevk alan tanıdığım tek insan! Nelere izin vermiştim. Ne kadar çok kaçarsam o kadar saplandığımı, ne kadar saklamaya çalışırsam o kadar açık ettiğimi öğrettin bana. Olduğum yerde gizlenmemin ya da sessizce beklememin, keşfedilmemi sağlamadığını; her şey için desibeli ısrarla artan sesimin, böyle durumlarda kısılmasının yeri ve zamanı olmadığını öğrettin. Peki bu ne kadar zaman alabilirdi? Bilmem, ben bir buçuk sene de öğrenebildim. Hatta tam olarak öğrenememiş olmalıyım ki, onca zamandan sonra oturup bunları yazmama ya da hatırlamama neden olacak şeyler oluyor yine.

İlk iki buçuk yılını bilfiil sana aşık olarak, son bir buçuk yılını bünyeden bunu temizlemeye çalışarak geçirdiğim dört yıldan sonra, şimdi geri dönüp bakınca elimde ne kaldı? Hatırlar mısın bilmem ama bir keresinde tam göğsünün ortasına istemeden üç tırnağımın izini bırakmıştım. Sen de isteyerek, aynı yere görünmeyen bir iz bırakmıştın. Hayatıma büyük ve altın harflerle kazınmış son bir cümle kurmuştun bana o pizzacıda öğlen vakti. Masada duran kitaplar ve benim elime adeta yapışmış beyaz porselen çay fincanının arasından bakarak kurduğun o cümle sayesinde sonunda nefes alabilmiştim. Ve yine o cümle sayesinde öğrenmiştim ne kadar çok şeyi etrafa saçtığımı. Kendime ait her şeyi, anında önüne dökmeye bu kadar hazır olmamı mesela… Ve bunun sende nasıl algılandığını. Bugün yeniden söyleyebilirim ki, hala öyle algılanıyor. Bazı şeylerin hiç değişmemesi çok hoş değil mi?
Şimdi neredesin ya da ne yapıyorsun bilmiyorum. Ben pek çok şeyi zamansız söylerim; ya çok erken ya çok geç. Şimdi de olup bitenlerden neredeyse altı yıl sonra neden yazdın dersen; bilmem, içimden geldi. Aklıma geldi. Esti geldi. Belki şu biten yıl yüzündendir belki de biten başka şeyler yüzünden. Senden öğrendiklerim ve bir türlü öğrenemediklerimle, selamlar, sevgiler. Esen kal…

24 Aralık 2010 Cuma

barika'nın kuyusu: BİLİNÇALTININ DA ALTI

barika'nın kuyusu: BİLİNÇALTININ DA ALTI: "Ryan Adams / Come pick me up... Elizabethtown Rüyamda gördüm ama söylemem. Bastığım taşlara basmış, aynı tezgaha yaslanmış, aynı kapıyı s..."

BİLİNÇALTININ DA ALTI

Ryan Adams / Come pick me up... Elizabethtown

Rüyamda gördüm ama söylemem. Bastığım taşlara basmış, aynı tezgaha yaslanmış, aynı kapıyı sertçe kapamış, aynı bardaklardan su içmiş, ya benimle aynı bardaklardan su içmiş kimseyi görmedim rüyamda tamam mı! Görmedim! Tepemde dönen bir pervane yoktu yemeğin dumanını çıkarsın diye üzerimden. Kimsenin sırtının arkasına saklanmamıştım o masada. Ben kismeyi özlemedim. Özlememeyi öğrendim. Öğrettim kendime. Çünkü fark ettim ki zamanında; ben çok çabuk özleyebilirim, özleyebiliyorum. Birileri "hadi biz kaçtık" diyene kadar, ben gitmeyebiliyorum. Ben çok fena birilerinin arkasından bakabiliyorum. Bir keresinde Beyoğlunda, sokağın ortasında dikilmiş, birinin arkasından o kadar fena bakakalmıştım ki... Ara sokağın başında ki midyecinin önünde. Ondan bir hafta önce de bir karşı sokakta değil miydik biz? Hani barın önünde, dışarıda ki masalarda değil miydik? O, biz miydik gerçekten? O, bizsek öteki kimdi? Bilemedim, hala da bilemem.
Bir de bir meyhanenin üst katında trabzanlara tutunmuş ağlayan biri vardı zamanın birinde ama o da biz değildik. Biz diye bir şey yoktu zaten ya, bir dakika, o biz değildik; o, bendim! Ben! Sadece bendim. Hatta bir keresinde dolmuşta, bir öndeki koltukta kimseye göstermeden ağlayan da bendim. Ben sulugözümdür ya, ah ben çaktırmadan çok fena ağlardım. Ağlarım. Bıraksalar yine ağlarım hatta dokunsalar ağlardım da artık ağlamam. O kadar çok biriktirmişim ki içimde, öğürmeme bile gerek yok, konuşurken kusabilirim. Kocaman oldular, ur oldular, aldırmakta geç kalındı, kanser oldular. Kangren oldular, kestik attık. Elimi kolumu kestiler sandım. O kadar emindim ki zamanında kolumu kaybedeceğimden; korkumdan sakladım yen içinde. İyi halt yedim! Ben kestiler sandım ama yerindeymiş. Kesmemişler, en azından kesilen kolum değilmiş. Yine de bir şeyler eksik. Bir türlü bulamadım tam olarak nerede. Bir tanesi sol tarafta, onu biliyorum da diğeri nerede?
Tanrı aldı beni binlerce kilometre öteye savurdu. En son savurduğunda ben bir arabanın içindeydim ve orada sabahtı. Bu seferinde ben bir evin içindeydim ve geceydi. Hatta gece yarısydı. Parça pincik bu şekiller, bir araya gelince büyük değil kocaman resim ama en gotiğinden.
Bir rüya gördüm ama anlatmam, anlatamam. Hatırlamıyorum ki nerede başladığını, nasıl başladığını? Bir minibüs müydü? Siyah deri ceket mi vardı üzerinde? Yoksa Taksim de ki kahvehane miydi? Okey masası mı vardı da ben beşinci miydim? Sürekli bacağını mı sallıyordun? Yoksa bir açık hava mıydı? Tekila ve bira mı vardı masada? Masanın altından elimi mi tutmuştun? Ya kimdi? Kim vardı orada?
Kışlık paltomun cebinde midye kabuğu buldum. Nereden geldi diyordum ki hatırladım, masamda duran kozalağın geldiği zaman diliminden geliyordu. Hatta galiba aynı deniz kenarından. Park vardı, bir de tavus kuşu. Ben hep rüya gördüm galiba. Ya da tek bir rüya gördüm, upuzundu. Herkes aynı rüyada mıydı? Okey masası, masada ki tekila, hatta en eskisi de, omzunda uyuduğum ilk bira kutusu. Herkes aynı rüyada mıydı? Peki , uyandık mı? Geldik mi?

21 Aralık 2010 Salı

SİGARA YANIĞI

Hatırladım ki şu geçtiğimiz günlerden birinde benim birilerine karşılığında kellemi ortaya koyduğum bir iddia vardı. Sigara yanıkları üzerine... Nereden hatırladım bilmem. Tarihe baktım, üzerinden 4 gün geçmiş. Emindim ya ben sonucundan kendimi ortaya koyacak kadar; hala da eminim. Ama bir şeyden daha eminim ki o da bu zamanlar, yılın son ayı, saçmalamak için birebir. Yıl bitiyor diye mi yoksa bir şeyleri yakalamak için son şansımız gibi hissettiğimiz için mi bilmiyorum.
Siyah çizmelerim var benim artık. Uzun zaman istedikten sonra... Dümdüz, sıfır topuk. Yok inadımdan değil, öyle olması gerektiğinden. Doğrusu bu, doğrusu; kimsenin göğsünün ortasına hatta tam yara izinin üzerine bir de topuğunu basmamak. Doğrular ve yanlışlar yahut bana öyle görünenler arasında ki çizgiyi, zemine tebeşirle çizilen sek sek karesi gibi, ayağının ucuyla sürte sürte silmeye kalkan biri yok nasıl olsa. Bembeyaz, pasparlak bir çizgi duruyor şimdi yerinde yeniden, üzerinden defalarca geçildiği içinde daha bir belirgin. Ben ki denge problemi doğuştan olan kişi, yine de çok sek sek oynadım çocukken. Bir kareden diğerine hiç paralel bir doğrultuda atlayamasam da yılmadım, oynadım.
Hem dolunay var hem de tutuluyor bir de utanmadan! Vücuttta ki su çekildiğinden olsa gerek, saçmalama katsayısı tırmandıkça tırmanıyor. Netice bu işte...

20 Aralık 2010 Pazartesi

ABBAS AYNEN DEVAM

Abartılmış uzunlukta ki dönüş yolculuğundan önce şu Çin olayına bir fasıl daha değinmek istiyorum: ya gerçekten çok kaba bu insanlar! Kuyruk nedir, sıraya nasıl girilir, rica, özür, lütfen filan hak getire! Hava alanında -ki o anda hali hazırda nedensiz yere iptal edilmiş biletimin yerine yenisini almak için savaşıyordum- sıra kavramından bihaber olduğu için önüme resmen sanayi boyutunda kaynak yapan ablayı, kolundan çekmek suretiyle azarladım. Evet, ben yaptım! Ama ne fayda, ben onunla savaşırken arkadaki diğer abla, kanattan yaptığı atakla ikimizin de önüne geçti. İşin fenası ben kendimi bu adamlara ingilizce söylenirken buldum.
Neyse sonuçta bir şekilde karla karışık soğuk Şangay'a ulaştım. Bu sefer kendimi aşıp gerçekten ne olduğunu bilmediğim şeyler ve bütün vücut uzuvlarını içerecek şekilde pişirilen şeyler yemem bir yana; tek başıma metrolarda, tünellerde, yer altı çarşılarında, köprülerde gezdim. Gündüz parkın birinde yelpazelerle dans eden kadınları izledim. İki tane çocuk yolumu kesip nereli olduğumu sorup; televizyondan öğrendikleri ingilizceleri ile Türkiye nin dondurmasını sevdiklerini iddia ettiler ama ben pek inandırıcı bulmadım. Şangay da bir Yeni Zelandalı, bir Amerikalı ve bir Fİlipinli ile tanıştım. Hey gözünü sevdiğimin küreselleşmesi! Ama en güzeli, benim gibi bir ışık manyağı için cennete dönmüş sokaklardı. Yaşasın yeni yıl! Ha bir de dünyanın en yüksek ikinci binasından aşağı baktım. Tam 490 metre... Her şeyi ve her yeri görebilirmişsiniz hissi veren bir rakım bu.
Akabinde bahsi geçen abartılmış dönüş yolculuğu. Kulağımızı diğer taraftan tutarak yeniden Dubai. Ev tutacağım sonunda buradan kendime. Sürekli buradan geçilmez ki! Gözüm kaşım oynadı ama bu sefer. Akabinde bir de üzerime kahve dökünce şahtım şahbaz oldum. Bu perişanlıkla beni neyse ki uçağa aldılar! Günler sonra bir kere daha Dhaka. Devam ediyoruz, bir değişiklik yok. Bangladeş te dolunay var. Orada da var mı?

DOLUNAY VAR...

Bazı şeyler değişir ama bazı şeyler hiç değişmez. Kilometrelerce uzağa da gitseniz, saat farkı her adımda ve her durakta bir artıp bir azalsa da gökyüzü karardığında, yerkürenin geceyi yaşayan her yerinde hepimiz aynı dolunaya bakarız. Aynı parlak yüzeye bakıp dilek tutarız, düş kurarız. Med-cezirinden yalpalarken vücudumuz, aynı hızla kontrolü kaybederiz.
Bu hayatta istisnasız her seferinde ve her yerde, baktığımda ya da gördüğümde beni rahatlatan 3 şey var: deniz, Galata kulesi ve dolunay. Anlamsız bir huzur ve mutluluk veriyorlar bana. Hatta gayet gülümsüyorum başımı kaldırıp onu gökyüzünde gördüğümde.
Ha bir de bağlantı noktası veriyor bana dolunay. Şu hayatta asla bir araya gelemeyeceğimize inandığım insanlar oldu. Gelmememizin daha iyi olduğuna inandığım insanlar oldu. Uzaklığı ayrı, varlığı ayrı canımı acıtan insanlar oldu ama her seferinde bu dolunay benim bağlantım oldu. Çünkü biliyordum ki tam benim baktığım sırada bu ay, onların tepesinde de yansıyor. Aynı benim gibi onların da üzerine ışık düşüyor. İşte tam o anda, hiç kimse imkansız gelmiyor...

15 Aralık 2010 Çarşamba

KABUK

Söyleyecek bir sürü şeyi varken hiçbir şeyi kalmamak bu olsa gerek. Duvarlara bağırmak istiyordum aslında veya aynı duvarlara bir şeylere fırlatmak ama sadece sustum. Sonuçta onu bile yapasım gelmedi ki içimden. İçimden bir şey yapmak gelmeyecek kadar yani... Ne fena. Ama can çıkar, huy çıkmaz. En susuz zamanında bile ağlayabiliyor işte insan.
Çok ama çok uzakta, bir gece yarısı alınan bir mailden ibaret her şey. Bir bilgisayarın ekranında ki bir yansımadan... Hemen arkasından kime nasıl saldıracağını bilememekle ilgili ya da. Elimizde ne kaldı diye bakarken "peki, ne vardı" nın peşinde buldum kendimi. Sorgulanamayacak kadar çok şey var ve şimdi geri dönülemeyecek kadar çok söz. Ne bir kelime eksik ne fazla, hesaplamadan konuştuğum için hep; şimdi "ah bir geri dönseydim şunu derdim ya da şunu yapardım" o kadar manasız bir dilek ki benim için.
Bitişi de böyle olmamış mıydı pardon başlangıcı aslında, yine bilgisayar ekranında bir yansıma ile. Canlı kanlı onca zamandan, laftan, sözden, hüzünden, sevinçten; onca etten, deriden, tırnaktan, saçtan; elimden tutan, omzumdan saran, yanımdan geçen, önümden yürüyen, kulağıma eğilip zamanı söyleyen onca andan sonra sadece bir yansıma kalmıştı bana. Hazmedemediklerim değil de hazmedemediğim bu olmamış mıydı? Ya, ne olmuştu ne? Hiçbir şey. Ben zaten hep duvarlara konuşmuşum, hep duvarlara bağırmışım, hep duvarlara gülmüşüm. Sonunda da bir duvara çarpıp gerçeği görmüşüm. Kabuk bağlamışken kanatmayalım değil mi yaraları. Bak izleri kalacak, kalacak biliyorum. Kalsın. Ben severim yara izlerini.

12 Aralık 2010 Pazar

ÖTENAZİ

"Kimler varmış içimde yoklama yaptım. Deliler çıktı, cellatlar, bir de şeytanlar" Mor ve Ötesi / Araf

Tam orada durmak istiyordum ben. Tam orada suların içinde. Yansımalarına bakarken, inanılmaz bir sessizlik ve nereden geldiği belli olmayan bir soğuk olacaktı. Ben üşüyüp, kollarımı bedenime saracaktım. Ellerimle kollarımı, omuzlarımı ısıtmaya çalışacaktım. Ve hayır, sen gelip de bana sarılmayacaktın. Oradan, uzaktan bana bakıp gülümseyecektin. Üşüdüğüm için gizli gizli zevkle gülümseyecektin. Hani ben üşümem ya kolay kolay, ondan. Sonra ben omzumun üstünden sana dönüp "çok güzel ama" diyecektim. Soğuk, keskin ve güzel. Ve her zaman ki gibi haz, tüm eksileri ve eksiklikleri bastırıp yukarı çıkacak, tepemde bir halka çizecekti. Sadece senin ve benim görebildiğim bir halka. Sadece senin ve benim tanıdığım bir halka. Ben ayaklarımı hissedemeyene kadar duracaktım orada o suyun içinde. Dudaklarım mosmor olana kadar ve yanaklarım bembeyaz. Ve hayır, sen asla beni o sudan çıkarmayacaktın. Çıtırdayan incecik bir buz katmanı, kırağı gibi üzerimi sarmaya başlasa bile bana dokunmayacaktın. Böyle anlaşmamış mıydık? Biri asla diğerine dokunmayacaktı. İnsanlar donmadan önce uykuları gelirmiş, öyle mi? Benim gelmeyecekti. Son ana kadar gözlerim kapanmayacaktı. Kirpiklerimde minicik sarkıtlar oluşana kadar açık kalacaktı gözlerim. Açık ve sana dikili. O son anda bile gözünde ki son resim ben olacaktım. Olanca mağrurluğu ve vakarıyla donarken bu vücut, yine de kıblesine dönük olacaktı.

Abbas 2

İnsan bir tür sinir krizi geçirdiğini nasıl anlar? Cevap veriyorum: hava alanında beğendiği parfümün 50 liği neden yok diye gözleri dolup; ağlamamak için koşarak oradan uzaklaştğında. Tabi bunda o sırada o gün için üçüncü ülkesine doğru uçmak üzere olmasının da etkisi olabilir.
Peki insan şanslı olup olmadığını nasıl anlar? Cevap veriyorum: kendisinden iki sıra önde ki koltularda oturan iki yakışıklı adamın ortasına değil de keçeden bir manto giymiş ve sadece "Aaa" şeklinde konuşan Arap bir amca ile kollarını iki yana yayarak oturan bir Hintli arasına düşüyorsa. Tamam, ırkçı falan değilim ama işte... Bu da bir tür şans, kabul edin.
Aman, sonuçta varmam gereken yere sağsalim vardım. Terminal filminde ki Tom Hanks gibi ortalarda bir yerde mahsur kalmadım ya da Red Eye filminde ki gibi yanıbaşıma sosyopat ve psikopat bir adam oturmadı ya da Flightplan de ki Jodie Foster gibi valizimi (gerçi o kızını kaybetmişti ama olsun. benimde valizim çok değerli şu anda) kaybetmedim ve hatta bir adaya da düşmedim ki Jack konusunda yıllar geçse de ısrarlıyım. Bugün düşsün , onunla beraber düşerim. Ama işte bir Elizabethtown sendromu da yaşamadım... (ne kadar özledim bu filmi ben ya...) Tamam, ben de herkesin başına bir Before Sunset - Before Sunrise gelecek demiyorum ama bunca yolculuktan sonr a da artık şapkadan bir tavşan çıksın değil mi?

11 Aralık 2010 Cumartesi

Abbas 1

Seyahat etmenin bir tür bağımlılık yaptığı konusuna bir yerlerde daha önceden girmiştim sanırım ama bağımlılık yaptı diye de benim 15 günde toplamda 4 ülke kat edip 9 kere uçağa binmeme gerek var mı? Ama kabul edelim tuhaf bir şekilde de eğlenceli. Yani mesela Dubai uçağında elinde ismimin yazdığı bir kahveci dükkanı poşeti taşına bir Koreli görmek komik geliyor. Tabi bundan on dakika sonra aynı Koreli ta alt karın boşluğundan toplamaya başlayarak içeride ne varsa hönkürerek önümde ki çöp kutusuna tükürünce gülemiyorum ama olsun...
Elif Şafak ın Aşk ına başladım sonunda. Az kaldı Konya ya gitmeme. Bab-ı Esrar dan sonra da böyle olmuştum ben ama bakalım bu nasıl devam edecek.
İkinci uçağın kalkmasına 45 dakika falan var. Şu anda bana bir dilek hakkı verseler sadece ve sadece masaj isterim...
Hadi bakalım ne demişlerdi: haydi Abbas vakit tamam, akşam diyordun işte oldu akşam...

9 Aralık 2010 Perşembe

DAĞINIK YATAK

Vedalardan oldum olası nefret ederim. Zaten edemem de. Yani veda edemem. Nasıl edildiğini bilmem, bilemem. Lafa söze başlayamadığımdan olacak; bir mektup bırakır kaçarım oradan. Zaten konuşamadığım ya da Türkçesi konuşmaya ödümün patladığı her durumda bir mektup yazdım ben. Çocukken, annemle çok kavga ederdim. Hayata bakışlarımız o kadar farklıydı ki; ister istemez evde her gün odaların kapıları çarpılırdı. İşte o kavgalardan sonra ben sinirim geçip bir tür deve kinine sahip anneciğimin etrafında kedi gibi gezinsem de; o, beni cezalandırmak için ağzını açmazdı. Ben de baktım konuşamayacağız oturur anneme mektup yazar, aynasının önüne ya da çekmecesine falan bırakırdım.
Lisede, bizim okula başka bir süper liseden (böyle bir şey vardı bir zamanlar, hala var mı?) transfer olan Boran diye bir çocuk vardı. Amerikan filmlerinde ki gibi okula yeni gelen çocuğa hasta olan beceriksiz kız modeli olarak, çocukla konuşamaya ödüm patladığından; bir kartpostal yazıp sırasının altına atıvermiştim. Sonucunu ben bile hatırlamıyorum, düşünün ki o kadar işe yaramamış!
Sonra aradan yıllar geçti ama bazı şeyler hiç değişmedi. En yakın arkadaşımla dehşet bir kavga etmeden hemen önceydi elimde bir mektup ve bir dal bambuyla kapısına dayanışım. İşaretleri okuyup bir fırtınanın gelmekte olduğunu sezmiştim evet ama şiddetini bilememiştim. Fena patladı… O bambuyu yeniden görebilmem nerdeyse altı ayımı aldı.
Aşık olduğumu sandığım ama sadece çok fazla etkilendiğim Yunan bir çocuk vardı. Aylarca İstanbul’a gelmesini bekledikten sonra beni görmeden gerisin geri dönmesini hazmedemeyip acayip dokunaklı bir mektup yazmıştım. Hani o mektup bana yazılsa valla ilk uçakla Atina dan İstanbul a geri dönerdim. Kendim yazdım diye demiyorum ama benim diyen erkek öyle bir mektup alamaz bir daha…
Bir önceki işimden ayrılacağım zaman, kendisinden ayrılmanın nasıl olacağını tahayyül bile edemediğim, etmeye kalkışırsam da nefesimin kesildiği birine yazmıştım sonra. Ve çıkmadan çekmecesine atıvermiştim. Zamanında yazılıp atılmış kelimeler yığını işte. Hiçbir kelimemden pişmanlık duymasam da bana onları har vurup harman savurmamın da iyi bir fikir olmadığını öğretti. Hem O, hem de zaman…
Ve sonra ilk görüşte aşk! Hem de bu yaşta. Daha neler! Derken oluverdi. Ya da ben emindim öyle olduğuna. Aşk değildi belki de. Hiç hissetmediğim kadar güçlü ve yoğun bir şeydi ki baş edemedim. Hayatımın sadece iki gününü aldı ve berbat bir şekilde bitti. Havada patlayıveren koca bir balon gibi. Yattığım yerden tavana bakabildim sadece. Oradan ayrılmadan önce ki son günümü, yani sadece bir fincan kahve ve yarım elmayla kendimi besleyebildiğim, kokusunu burnumdan bir türlü atamadığım için nefesimi düzene sokamadığım o günü atlattıktan aylar sonra da O’na bir mektup yazdım. Beni yanlış anlaması bir yana aslında anlayıp anlamadığını bile bilmediğim bir adama işin doğrusunu daha doğrusu benim doğrumu anlatma çabasıydı sadece. İki yanlıştan bir doğru çıkmadı, cevabı sadece bir kaşık su oldu kuruttuğum denizde.
Bana atacağı kazığı önceden tahmin edemediğim için neyime güvendiysem ya da onun yaşını başını almış kurtluğuna güvendiğimden olacak, tüm kapılarımı açmaya hazırlandığım adama da bir Galata kulesi kartpostalının arkasına tam o anda aklımdan geçeni yazıp, ofisinin kapısının altından atmıştım. Bundan bir saat sonra beni aradığında, o otobüse binip gitmiş olsaydım bugün bazı sokaklarda hala etrafıma bakıyor olmazdım.
Hala da yazıyorum ama artık insanlara daha fazla direkt cümle kurabiliyorum. Artık daha fazla yüzlerine bakabiliyorum konuşurken. Evet, söz uçar yazı kalır, doğrudur ama bazen yazdıklarımız da silinip gidebiliyor. Kelimeler, harfler dağılıp, darma duman olup etrafa saçılabiliyor. Aman, bırakayım dağınık kalsın artık! Uğraşamayacağım. Hayır, 25 yaşıma kadar her sabah yatağımı toplamadım diye annem de babam da tatava yapardı. Ne zaman ki kendi evime taşındım; yatağımı toplamadan evden çıkamaz oldum. Var bir tuhaflık ama ben bulamadım. Dağınık kalsın, tamam. Da ben ne diyordum ya…

8 Aralık 2010 Çarşamba

BİLYE

Kum havuzuna atılan bir bilye kadar net ve hızlı saplanabilirim bir düşünceye. Birinin söylediği bir laf, herhangi bir bakış, yüzünde ki herhangi bir mimik, telefonda enerjisi düşük gelen herhangi bir ses, hayal kırıklığı yaşanan herhangi bir an; hiç fark etmez. Bu kesinlikle çok rahatsız edici bir durum. Belki bu yüzden çok fazla işim olmasına ya da çok çalışmaya itirazım yok çünkü düşünmemi engelliyor. Ben düşündükçe daha da çok batarım o kuma. Zaten küçücük bilyenin, o koca kum havuzunda kaybolması ne kadar zaman alabilir ki?
Hayal kırıklığı yaşamaktan mı daha çok korkarsınız yaşatmaktan mı? Ben hala emin değilim cevabından. Birileri tarafından terk edilmek, vazgeçilmek, önemsenmemek korkum vardı bir zamanlar. Bu hem hayal kırıklığı yaratma hem de yaşama korkusuyla aynı şey sanırım. Tam ben “ya tamam” deyip elimi uzattığımda elimin havada kalmasından çok korkardım bir de. Bir dakika, ben bundan hala korkuyorum. O yüzden eskisi gibi elimi uzatasım gelmiyor kimseye. Zamanında tuttuğum elleri tırnaklarımla kazıyarak bırakmak zorunda kaldım. Veya o kadar hızlı çekildi ki eller, ben kolum havada öyle bir kalakaldım ki elimi nereye koyacağımı bilemedim.
O yüzden de hala korkuyorum sanırım. Ama hayal kırıklığıyla baş etmeyi öğreniyorum ya da her seferinde hayalimi kırmamayı. Bu kadar kırılgan olmaya gerek yok. Kimsenin bunu salladığı da yok. Paşabahçe mağazasına girmiş fil gibi herkes. Ben neden “aman aman” yapıp duruyorum o zaman? Yeni yılda öğrenilmesi gerekenler listesi 1: sallamamayı öğren! Vız ve tırıs şekillerde geliş-gidişlere çalış. Kasımpaşa civarında dolaş.

Ve lütfen hemen öyle bir akşamda ileri görüşlü tahlillerde bulunup sonra da yutkunmak zorunda kalma. Allah aşkına bir tut artık şu uçarı aklını! Tut, tut dedim. Bak…

6 Aralık 2010 Pazartesi

İKİNCİ KEŞİŞ ODASI

Bu sabah artık toplanacak kadar uzamış olan saçlarımı toplarken başımda ki yarığın yeniden ortaya çıktığını gördüm. Beş yaşımda, bir su birikintisinden atlamak isterken önümde duran kamyonu göremeyip (!?)kasasının köşesine kafamı geçirdiğimde olan yarık... Ben hep biraz sarsak, biraz dikkatsiz ve biraz savruk olduğumdan bu normal olabilir. Ama bir o kadar da sakar biri olarak hala bir yerlerimi kırmamış veya başka bir yerimi yarmamış olmam da bir o kadar da anormal. Belki de benim naciz vücudum bu hoyratlığıma uyum sağlamış ve kendisine benim bile bilmediğim bir koruma kalkanı yapmıştır. Hani kolay kolay üşümememem, uzun yola ve uykusuzluğa dayanabilmem de belki bundandır. Keşke başka bir takım konularda bu koruma kalkanını indirip yine bir takım başka konularda da kaldırabilseydim. Hani ne bileyim, bir kumandam falan olsaydı. Böyle otomatik pilotta giderken kaçırdıklarımı geri alamıyorum işte. Ve korkularım her geçen gün artıyor.
Takacağım kulpların sayısı artıyor,armutların sapları ve üzümlerim çöpleri çoğalıyor. Karşıma çıkanların korkunç olmasına da gerek yok çünkü ben kendimi yeterince korkutuyorum zaten. Cesaretimi kaybediyorum bazen ve "amaaan" diyorum o zaman içimden. Ne gerek var ki zaten. O kadar kolay cayabilirim yani.
Sümela da hemen girişte sağdan ikinci oda, dağlara bakan, baya güzeldi bence. Pılımı pırtımı alayım oraya gideyim de bari, şu evrende bir iki kişiye ilham ya da örnek olurum diye umayım.