26 Aralık 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: İYİYİM

Barika'nın kuyusu: İYİYİM: Eğer bir gün birisi sorduğunuz bir soruya hiç düşünmeden "hayır" derse; bilin ki cevabı evettir. Çünkü düşünmüştür; olur da bir gün o soruy...

İYİYİM

Eğer bir gün birisi sorduğunuz bir soruya hiç düşünmeden "hayır" derse; bilin ki cevabı evettir. Çünkü düşünmüştür; olur da bir gün o soruyu sorarsanız ne diyeceğini, nasıl diyeceğini düşünmüştür. Hepimizin bildiği gibi sorulması gereken hiçbir soru sorulmadan bırakılmaz. Doğru zamanı beklerken en zamansız yerde sorulur. Ne de olsa cevabından en çok korkulan sorular; en çok sormak istenilen sorulardır ve insanoğlu, sandığından ve iddia ettiğinden daha sabırsızdır. Buraya nereden mi geldim; kendime sorduğum bir sorudan. Ve kesinlikle sormamam gereken bir sorudan...
Ben hiçbir zaman doğru zamanda doğru yerde olmadım. Olamadım. Bir tür eksiklik, yaradılıştan gelen. Belki de şanssızlık. Belki de şans, kim bilir... Aha buraya da şuradan geldim:
Dün itibariyle bir kere daha baktım önceden baktığım yüzlere. Sanki bir şey görür gibi oldum emin olamadım. Emin olmak da istemedim. O yüzle ilgili eminliğimi kaybedeli çok oldu. Dürtmenin alemi yok. Ama işte insan oğlu ayrıca meraklıdır da. Acaba değişen bir şey var mı? Yok! Değişmez. Değişmeyiz. Ben değişmedim ki o değişsin. Hem neden değişsin, neden değişelim? En başta görmediğimiz neyi görmeye çalışıyoruz ki...
Kafamın arkasında ki "olsaydı ne olurdu, nasıl olurdu" kurdu bir kıpırdandı yerinde, fark ettim ama görmezden geldim. Çünkü biliyorum ki azıcık yüz versem kıvrıla kıvrıla oyar beynimi. Ne gerek var?
Yeni yıl itibariyle alınan kararlardan biri kafaya takılmış şarkıların kırk bin kere arka arkaya dinlenmemesi olsun. Gözeneklerimden akacak bazı şarkılar artık. Dur, dur asıl karar kafaya bir şey takmamak olsun hatta! Oyuklarla dolu beynimiz yeterince cereyan yapıyor bence...
Bu yıl bitmeden önce hadi itiraf edeyim ben de: dün gayet inanarak söylüyordum bunu ama bugün buna inanmam gerektiği için söylüyorum "Ben böyle iyiyim..."

24 Aralık 2012 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: SEZENSELLİK

Barika'nın kuyusu: SEZENSELLİK: Ne kadar uzakta olduğunuz değil, ne kadar uzakta olduğunuz önemli... Nitelik-nicelik hesabı. Pek hesap yapamayan -ki işime ters aslında...

SEZENSELLİK



Ne kadar uzakta olduğunuz değil, ne kadar uzakta olduğunuz önemli... Nitelik-nicelik hesabı. Pek hesap yapamayan -ki işime ters aslında bu ifade- bir kişi olarak hala bundan beş gün sonrasını tahmin edemememin nedenini buldum sanırım; korktuğumdanmış. Basbaya hem de....
"Bundan beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?" Oha! Göremiyorum! Yanımda kim olur, kim olmaz, nerede olurum, nerede olmam, elim kolum nerede durur göremiyorum. Çok fena...
Savrukluğumdan, sarsaklığımdan ve hatta sakarlığımdan bağımsız olarak; hala hayatta olacağımdan bile emin olmadığım bir zaman dilimi için benden tahmin yapmamı istiyorsunuz. Yapamam. Hiç de yapamadım. Ben gençken ileriyi görememek gibi bir sorunum vardı; hala var.
Şu anda (üzerinde her ne kadar Darth Vader resmi olsa da) kulaklığımdan beynime sızan Sezen demekte ki: "aşkları da vururlar" He valla... Doğrudur, vururlar, vurdular. Hatta sekti bana da geldi.
Kafam iyi değil, yani güzel değil, ya ayığım yani of! Uzaktan uzaktan ve inceden inceden saçmalıyorum, o kadar. Bir sürü cevabım var ama soruları soracak adam yok. Hepiniz mi korktunuz bu kadar? Yuh!
Sonra uyarmadı demeyin, Sezen doğru söylüyor:
"Yanıyor içimizdeki koskoca orman..."

13 Aralık 2012 Perşembe

Barika'nın kuyusu: SINIR KAPISI

Barika'nın kuyusu: SINIR KAPISI: Ben de herkese dağıtılacak akıl çokta; iş kendime gelince ekmeğe sürülecek kadar akıl yok. Hocanın dediğini yap ama yaptığını yapma misa...

SINIR KAPISI


Ben de herkese dağıtılacak akıl çokta; iş kendime gelince ekmeğe sürülecek kadar akıl yok. Hocanın dediğini yap ama yaptığını yapma misali...

Genelleme yapmak istemezdim ama yapacağım (evet, yine): ilişki denen meret; zor. Başlaması, yürütmesi, bitirmesi bütün aşamaları zor. Kendi zor. Sağıma soluma bakıyorum, bir tane de ucu kaçmamış, elle tutulur, yenilir yutulur bir çift göremiyorum. Herkesin kendi ilişki dinamikleri içinde kendine özgü sorunları var evet ama ben, birden fazla ilişkide, birden çok sorun görünce ürkmüyor değilim.
Bunlardan biri şu; herkesin bir diğer herkesin hayatının eşiğinden ayağını bu kadar rahat atması tuhaf geliyor bana. Burnunu sokması, elini atması, öte tarafa geçivermesi... O sınırlar bir anda değil, yıllar içinde çiziliyor. Tebeşirle çizmiyoruz, lütfen! Çizene kadar ebemiz ağlıyor. Ama nedense herkes bir diğerinin onca zorluktan sonra ve onca zorluk nedeniyle çizdiği bu sınıra "ve ne kaddar güzal geçemeyacağız oyle mi" muamelesi yapıyor. Geçemeyeceğiz. Geçemeyiz. Tek bir yer hariç: her sınırda bir de sınır kapısı vardır.
Kapıyı kullanın. Çok zor değil. Yeri belli, yurdu belli. Sizin beklendiğiniz, buyur edildiğiniz, kabul edildiğiniz yer orası. Ötekinin adı kaçak girmek. Dünyanın her yerinde suç, bilmiyor musunuz? Biliyorsunuz. Ama nedense banka soyup Meksika'ya geçmeye çalışan Amerikalı haydutlar gibi ikide bir sınıra dayanıyorsunuz. Haydut musunuz?
Siz, geçilecek kapıları bırakıp sınırdan kaçak girmeye çalışırsanız iki şık var: ya geçmeden daha sınırda yakalanır takibe alınırsınız ya da geçer, içeride yakalanır, sınır dışı edilir ve sittin sene bir daha içeri giremezsiniz. Kapıdan bile... Seçim sizin. İster kapıdan ister bacadan.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: AYNA AYNA

Barika'nın kuyusu: AYNA AYNA: Ne yazacağımı ya da nasıl yazacağımı düşündüm birkaç gün. Ama bazı durumlar için kurulacak doğru cümlelerin sayısı sınırlı oluyor. ...

AYNA AYNA




Ne yazacağımı ya da nasıl yazacağımı düşündüm birkaç gün. Ama bazı durumlar için kurulacak doğru cümlelerin sayısı sınırlı oluyor.

Hayatlarımızın büyük bir kısmını arkadaşlarımız kaplıyor. Kendi ailelerimizi kurana kadar ailelerimizden bile fazla… Hayatımızın rutini onlarla beraber oluşuyor. Ve rutinin dışına çıktığımız zamanlar da onlarla beraber oluyor.

Yiyoruz, içiyoruz, sarhoş oluyoruz, gülüyoruz, ağlıyoruz, kavga ediyoruz, aşık oluyoruz, terk ediliyoruz, terk ediyoruz, kayboluyoruz, tartışıyoruz, itişiyoruz, meyhanelerde içip; barlarda dans ediyoruz, sokakta kalıyoruz, aynı odada yatıyoruz, berbat şarkılar dinleyip dalga geçiyoruz, korkunç filmler izleyip birbirimizi korkutuyoruz, tatile gidiyoruz, denize dalıyoruz, tepeye çıkıyoruz, aç kalıyoruz, fakir düşüyoruz, bir anda zengin olup har vurup harman savuruyoruz, savruluyoruz…

Ne kadar bağlandığımızı anlamak için bazen o bağların kopması gerekiyor. Bu da bizim anlayışsızlığımızdan. Ben kendi bağlarım kopmadan kıymetini anlayacak şeyler gördüm bu ara; bir dostun, bir arkadaşın aniden hayatınızdan çıkıp gitmesinin nasıl bir şey olduğunu. Sizi gözünüzden tanıyan, ne yiyip ne içtiğinizi, çaya kaç şeker attığınızı bilen, zor zamanlarınızı kolaylaştıran birinin eksilmesini gördüm. Benim hayatımdan değil ama arkadaşlarının hayatından…

Bugün durduğumuz noktayı ve o noktadan etrafımıza nasıl baktığımızı ve hatta o noktadan bakınca neler gördüğümüzü etkileyen, sağlayan, var eden, oluşturan aşamaları onlarla ve onların sayesinde geçtik, geçiyoruz.

Demem o ki; kankalarınıza, pampalarınıza, pampişlerinize, kardolarınıza, arkadaşlarınıza, dostlarınıza, yoldaşlarınıza iyi bakın. Çok iyi bakın. Çünkü bu, aynaya baktığınızda gördüğünüz şeye çok benziyor…

4 Aralık 2012 Salı

Barika'nın kuyusu: KIYAMET ALAMETİ

Barika'nın kuyusu: KIYAMET ALAMETİ: 21 Aralık’ta kopacağı varsayılan ama nedense küçük ve şirin bir Ege kasabası ile Fransa’da bir köyü bunun dışında tutan kıyametle i...

KIYAMET ALAMETİ




21 Aralık’ta kopacağı varsayılan ama nedense küçük ve şirin bir Ege kasabası ile Fransa’da bir köyü bunun dışında tutan kıyametle ilgili iki çift lafım var: Bi’ gidin ya!

Bundan bir sene önce de Illuminati, 7 Aralık için sayaç döndürüyordu, hatılatırım.

Şahsen ben, o tarihlerde (eğer bir aksilik çıkmazsa) Bangladeş’te olacağım. Bu da demektir ki bu kıyamet denen zımbırtı koparsa; hayatım iş peşinde sona erecek. Hem de evimden binlerce kilometre ötede. Gönül diyor ki, ne olur ne olmaz, o gece sen önüne gelenle……. otur iki kadeh bir şeyler iç de bari ayık kafayla gitme bu dünyadan. Belki o zaman yapmadıklarımız o kadar koymaz. Aksi takdirde yapmadıklarımdan ötürü pişman olarak öleceğim, yaptıklarımdan değil.

Gerçekten buna inanan insan sayısının birden arttığını bir düşünsenize. Nasıl, şöyle: o zamana kadar tamamen tesadüfen kıyamet alameti gibi bir şeyler olduğunu varsayın. Ne bileyim gökyüzü kızıla boyansın, nehirler yeşile dönsün ya da gökten kurbağa yağsın falan. Kaosu bir hayal edin!

Bir anda tüm insanlık ölüm korkusuyla elinde ne varsa çıkarıp, önünde ne varsa ona saldıracak. Bir kısmı kendini tamamen inandığı din her neyse ona verip; ibadete boğulacak. İçki rekoltesi birkaç günde tükenecek. Seks konusuna girmiyorum bile, Süskind’in Koku romanında ki sahnenin milyonla çarpıldığını düşünün; açık hava pornosu gibi. Her şey ve herkes kontrolden çıkacak. Skandal!

Mayaların takvimi yaparken bir yerde malzeme bitince “yeter da bu kadar zaten, ne o öyle binlerce yıl!” deyip kestirip atmadığı be malum? Zaten tarihe şöyle bir bakarsanız biz insanların konu inanç olunca çok mantıklı davrandığımız söylenemez. Adamın birinin yahut kadının birinin peşine takılıp kıyamet kopmadan kendini öldürenlerden; topluca birilerini öldürenlere, uzaydan gelen yaratıklarca yönetildiğimize inananlardan; bir seri katilin etrafında toplananlara kadar neler neler…

 1970 lerde 900 küsur müridini siyanürle toplu intihara ikna edebilen (ve kendini vurarak intihar eden) Jim Jones ve Halkın Tapınağı Tarikatı, Xenu adında galaktik bir şahsiyet yüzünden acı ve sıkıntılara gark olduğumuzu iddia eden Scientology Tarikatı, bir rivayete göre Amerika’da ki tüm Cumhuriyetçi başkan ve başkan adaylarının da üyesi olduğu alabildiğine elit ve hatta tören alanları devletçe koruma altında olan Bohemian Tarikatı, bir Fransız tarafından yine 1970’lerde (bu yıllardaki kafa neyin kafası bir anlasam) kurulmuş, UFO’lara ve klonlama ile ölümsüzlüğe inanan Real Tarikatı gibi bir dünya tarikat.
Bu tarikatların liderlerinin çoğunun iddiası aynı: kıyamet kopacak ve bir tek biz hayatta kalacağız. Yeni dünyayı biz kuracağız.

Sanırım o yüzden kıyamet kopana kadar toplayabildikleri kadar para toplama ve yatabildikleri kadar adamla/kadınla yatma üzerine bir ritüele sahipler. Ne de olsa bu dünya yok olup yenisi gelince onlar da sıfırlanacak. Oh ne ala!

Tamam, tabi ki Mayalar’ın söylediklerini bir Tom Cruise’un söylediklerinden daha fazla ciddiye alıyorum. Neticede biri milattan önce 2000’lerde Amerika’nın ortasında kurulup bugüne kadar sirayet etmiş bir uygarlıkken;  diğeri motosikletin üzerinden diğer motosikletli adamın tepesine uçan Görevimiz Tehlike ajanı. Kıyas kabul etmez. Ama yine de siz çok takılmayın. Bir şeyi kırk kere söylerseniz olurmuş. İkide bir de çıkıp 21 Aralık’ta kıyamet kopacakmış deyip durmayın! Benim daha yapılacak bir sürü işim var. Daha kuzenle New York’a gideceğiz. Bir rahat durun!

27 Kasım 2012 Salı

Barika'nın kuyusu: YORGUN POLYANNA

Barika'nın kuyusu: YORGUN POLYANNA: Kişinin en büyük savaşı hep kendine karşı ya da kendisiyle.  Bundan birkaç gün önce ben bunu zaten yazmıştım; bütün bu cepheler ve siperl...

YORGUN POLYANNA


Kişinin en büyük savaşı hep kendine karşı ya da kendisiyle.  Bundan birkaç gün önce ben bunu zaten yazmıştım; bütün bu cepheler ve siperler ve kalanlarla ilgili. Batı cephesinde değişen bir şey yok…

Hayal kırıklıkları kendinizle ilgili olduğunda mı yoksa etrafınızı hayal kırıklığına uğrattığınızda mı daha zor bilmiyorum. Bilemedim. Ben poker bilmem ama pişti için bile geçerlidir; elinizde ki kâğıtların iyi olduğuna ne kadar emin olursanız olun destede hep başka kâğıtlar da vardır.

Ben elimdeki kâğıtları bir araya getirene kadar baya vakit geçti. Harika bir el değil, biliyorum. Hatta bazı kâğıtların eksikliği çok belli ama ortalamanın üzerinde sayılabilecek bir el.

Ben çocukken babamın bana söylediği bir şeydi “vasat insan olmak” . Tüm çabam bunun üzerine kuruldu; vasat, sıradan bir insan olmamak üzerine. Okurken de yazarken de, yaşarken de, anlatırken de, konuşurken de, çalışırken de…  Başarıp başaramadığım hala meçhul. Yaşıma başıma bakınca bu meçhullük saçma ve manasız görünse de öyle. Tatminsizlik de var belki serde ama ben bu yaşa kadar gördüğüm, tanıdığım benden bir adım bile olsa ileride olan her insan da aynı şeyi hissettim.

Bu ta çocukluktan gelen bir saplantı. Başarısızlıkla ilgili, yapamamakla ilgili, kendini ispat edememekle ilgili. Bu konuda tutumu sert ve net ebeveynlerle büyümenin, bir arkadan gelene rol model olduğunun bilincinin erken semirmesinin sonuçları. Ve ne yazık ki karakterinin de buna yatkın olacak kadar naif olmasının hikmetiyle, kırılganlıklar renk değiştirerek büyüyor.

Kendime kızgınlığım hep başkalarına olan kızgınlığımı geçiyor. Çok hızlı yer değiştiriyor odak noktası ve ben işte en çok da o zamanlarda yoruluyorum.

Polyanna tarafından ısırılmış bir hatun için fazla karamsar oldu belki bu paragraflar ama ısırık izim bugün sızlamıyor. 

23 Kasım 2012 Cuma

Barika'nın kuyusu: CANAVAR

Barika'nın kuyusu: CANAVAR: Uzun ve sessiz boşluklardan sonra kırık dökük cümleler kurmak gibi. O kadar kırık ki; kelimeler yan yana geliyor ama yan yana duram...

CANAVAR




Uzun ve sessiz boşluklardan sonra kırık dökük cümleler kurmak gibi. O kadar kırık ki; kelimeler yan yana geliyor ama yan yana duramıyor, sağa sola düşüyorlar. Yapıştırmak istiyorum yerlerine hatta tutkallamak. Çünkü düşenlerin yerine koyacak yeni cümlelerim yok. O cümleleri kuracak takatim yok.

Kafamın içinden geçen gemi çoktan açık denize vardı. Yolu açık olsun… Ben limanı sakinliğe ulaştırdık diye sevinirken; içimdeki canavar sessiz sessiz soluk alıyor, duyuyorum. Olmayacak yerlerde dürtüyor beni. Olmayacak insanlar için göz kırpıyor.

Olmayacak insan yoktur derdim ben hep ama varmış; öğrendim. Olamayacak değil olmayacak insan var. Olmayacak çünkü olması anlamsız. Olsa da olanlar olmasını istediğin şeyler değil. Hep bir şeyler eksik, bir şeyler yanlış, bir şeyler saçma ve içimizde hep bir kuşku. Ha sen bunu en başından bildiğin halde, bir şekilde beş duyun da deforme olmuş olduğundan, reddedersin ama inkâr, her zaman gerçeklere çarparak sona erer.

Raşitik bebekler gibi yürütürsün bir şeyleri, çarpa çurpa ama bilirsin ki sonu yok. Boşluk var ve o boşluğu sonsuzluk gibi yorumlarsın. Böylesi kolayına gelir. Kolayına kaçarsın çünkü bir yerlere kaçman şarttır. Zamanında duayı eksik ya da yanlış ettiğin için şimdi de mecbur amin demektesindir.

Her şey  aslında en başında gözünün önünden geçer insanoğlunun. Bu yüzden olmayacak insan diye bir şey vardır. Sen izlediğin bu filmin sonunu sanki değiştirebilecekmişsin gibi giriverirsin işin içine ama daha ikinci sahneden sonra anlarsın ki bu film, o film. Ve evet, öyle bitiyor.

Şimdi, sevgili canavar, ben yorgunum. Daha fenası bıkkınım. Sıyrılmış bir sıtkım var. Her seferinde olmayacak ve hatta olmaması gereken insanlara bulaşmış olmaktan kaynaklı biraz sıkkınım. Sen yine o koca ve tüylü elinin uzun yeşil tırnaklarıyla beni omzumdan falan iteliyorsun, dürtüyorsun farkındayım ama yok. Valla halim yok. Başım ağrıyor. Ben sırtımı dönüp uyuyacağım. 

21 Kasım 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: IZGARA BALIK

Barika'nın kuyusu: IZGARA BALIK: Ateş düştüğü yeri yakar! Gündemden kopan bir parça gibi oldu ama aslında değil. En azından ülke gündeminden değil… Benim gündem...

IZGARA BALIK




Ateş düştüğü yeri yakar!

Gündemden kopan bir parça gibi oldu ama aslında değil. En azından ülke gündeminden değil… Benim gündemimden koptu geldi.

Tüysüz kalacağım derken lazer epilasyon gazisi olarak ızgarada kalmış balığa döndüm (benzetmenin telif hakkı başkasına aittir). Hiçbir şeye üzülmedim de şu hayatta vücudumda beğendiğim tek yerim bacaklarımdı; onlar da piç oldu iyi mi! Gitti son kalan özgüven kırıntısı da…

Bu olaydan öğrendiğimiz şeylerden biri şu: haklı olduğumuz konularda bile en başta sesimiz bir kısık çıkıyor nedense. Yetiştirilme tarzımızdan mı, bizim nesli eline almış olan uyuşukluktan ve korkaklıktan mı bilmiyorum. Sonra sonra sesimiz yükselmeye başlıyor.  Biraz desteğe mi ihtiyacımız var yoksa yandaşa mı emin değilim. Ama şu var ki; bir şeylere sesinizi yükseltmek kendinizi biraz daha iyi hissettiriyor. Kıssadan hisse çıkarıp tüme varabilecek olanlar için söyleyeyim dedim.

Bir de kendinizden daha çirkef ve çamur insanlarla tartışmaya girmeyin. Çünkü o bir tartışma değil monolog oluyor. Siz de monoloğun susan tarafında ve tamamen sinir küpü olarak kalıyorsunuz. Gerek yok.

Diğer öğrendiğimiz şey pardon tecrübe ettiğimiz şeyse şu: otuz yaşıma kadar sürmediğim kremi, üç günde sürdüm desem yeridir. Kutu kutu gidiyor anasını satayım! Çocuk bezi yardımı isteyen yediz ebeveynleri gibi yakında Bepanthen krem yardımı istersem şaşırmayın.

Ayrıca giyim tarzımız da değiştirip biraz daha etnik bir tarza yöneldim. Hippi kızlar gibiyim üç gündür. Uzun etekler, bol pantolonlar. Yarın da kocaman küpeler takıp yelek giyeceğim. Bir tek gözlüğüm eksik!
Savaşmayın sevişin ama biraz yavaş, yanıklar batıyor.

Bu arada benimle aynı duruma düşenler için tavsiye: Sağlık Bakanlığı’nın şikayet hattı (Sabim) 184 ü arayıp, kayıt bırakın. Doktordan rapor alın ve fotoğrafla olanları belgeleyin. Ha bir de bol bol kremlenin…

13 Kasım 2012 Salı

Barika'nın kuyusu: ZÜRAFALARIN BENEKLERİ

Barika'nın kuyusu: ZÜRAFALARIN BENEKLERİ: İnsan yaşlandıkça açıkları daha da bir belirginleşiyor sanırım. Saçma bir cümle oldu, daha az saçma anlatmaya çalışayım: insan yaşl...

ZÜRAFALARIN BENEKLERİ




İnsan yaşlandıkça açıkları daha da bir belirginleşiyor sanırım. Saçma bir cümle oldu, daha az saçma anlatmaya çalışayım: insan yaşlandıkça, açıklarını daha kolay belli etmeye başlıyor.

Güçlü durmak zorlaşıyor, güçlü olmak da. Daha çok destek arıyor ve daha çok onaylanmak istiyorsun. “Ben kimseye bir şey ispat etmek zorunda değilim”  den,  “Kendimi anlatmam lazım” a geliyorsun. Daha kolay alınıyorsun ve daha kolay kırılıyorsun. Ama o kırgınlıkları daha zor belli ediyorsun. Çünkü orada devreye başka korkular giriyor: Yalnız kalmak bir seçenek olmaktan çıkıyor.

Zamanında ucundan da olsa açığını gösterdiklerin o açıklardan gedikler ve hatta çukurlar ve hatta kraterler yaratmışsa; en ufak şeye bile savunma mekanizması ile karşılık veriyorsun. İncinmişlik en büyük paranoya sebebidir. Muhatabına bakmadan yargılar.

Bütün zürafaların benekleri birbirinden farklıymış.  Parmak izi gibi. Kimse kimseye benzemiyor ama herkese aynı zürafa gibi davranıyoruz ya; ondan diyorum bunu. Bir önce gelip ortalığı dağıtanın dağınıklığından bir sonraki sorumlu değil.

Ha bazen benim gibi nedense dağınıklığı çok sevenler arka arkaya denk gelebilir ama o zaman hatayı biraz da kendinde aramak lazım. Ben manyak mıknatısıysam; doğa ne yapsın? Demiştim ya; bir ordu adamın içine koysalar beni, içlerinden en dengesizini seçerim.

Baktım ki her şeyi tamir edememişim. Ele dağıtacak akılda üzerime yok ama ben aklımın bir köşesinde hala bir şeylerle barışamamışım. Yaş kemale erse de kafanın kamillikle uzaktan yakından ilgisi yok. Gerçi kapattığımız oyukların sayısı yabana atılmaz ama iş bitmemiş.

Bundan sonra ne zaman incinen yerlerinizde bir deja vu hissine kapılırsanız; zürafaları düşünün. Böyle beş metrelik ama bir o kadar narin, sessiz, yavaş zürafaları. Salına salına geçsinler önünüzden. Beneklerine bakın, iyi bakın.

11 Kasım 2012 Pazar

Barika'nın kuyusu: KATMANDU NERENİN BAŞKENTİ?

Barika'nın kuyusu: KATMANDU NERENİN BAŞKENTİ?: Bir cephedeki çatışma sona erse de savaş devam eder. Birbirinden bağımsız ya da belki de bağımlı, farklı kulvarlarda devam eden çatı...

KATMANDU NERENİN BAŞKENTİ?




Bir cephedeki çatışma sona erse de savaş devam eder.

Birbirinden bağımsız ya da belki de bağımlı, farklı kulvarlarda devam eden çatışmaların bazıları, otuz yaş sınırında bitti. Bazıları cephane yetersizliği nedeniyle bitirildi. Bazı cephelerse büyük bir gürültüyle düştü. Ama savaş bitmedi.
Benim kendimle savaşım bitemedi. Yaşımdan, başımdan, boyumdan, posumdan, bir türlü uzamayan saçlarımdan, kırmızı ojeli tırnaklarımdan, kaşımdaki piercing burnumdaki hızmadan, herşeyimden bağımsız ve herşeyime rağmen bazı gediklerim kapanmadı. Bazı eksikliklerim tamamlanmadı. En ve daha fenası, bazı eksiklerin hep eksik kalacağını öğrenmem oldu.
Okuyamadığım kitaplar yeni yazılanlar sayesinde yığınlar olarak artarken, ben hala hangi nehrin hangi kolunun  hangi denize döküldüğünü bilmiyorum. Katmandu, Nepal'in başkenti olabilir ama bu bazen yeterli olmuyor.
Hayatımdaki tek müşkülpesentliğin bilgi eksikliği olduğu zamanlarda daha mutlu olmam gerekirdi belki ama olamıyorum.
Bizlere içinde yetiştiğimiz aileler bir misyonmuşcasına okumayı öğrettiler. Dört yaşında başladığım bu eylemi bugüne kadar bir şekilde getirdim. Evimdeki kitaplıklardan biri ailemden, diğerini ise ben doldurmaya çalışıyorum. Ama hala saymaya kalkıştığımda bir koca liste halinde okunmamış kitaplar diziliyor önüme. Söylemeye utandıracak yarım bırakılmış kitapları saymıyorum bile. Ah yıl olmuş 2012, Sabahattin Ali'yi yeni keşfetmişiz. Sonra da yeni nesle verip veriştiriyoruz utanmadan. Buradaki biz, benim; alınmayın.
Bütün maneviyatı yüksek adamlar "birine laf etmeden önce dön de bir kendine bak" der ya; haklılar anasını satayım! Bugün ben, Avrasya Maratonu için "bütün yolları kapamışlar, ne varsa sanki, ayghh ne saçma şey" diye burun kıvıran ergen kızın sığlığı karşısında sinirlenip; sunturlu küfürler sıralasam da durup kendime de bir bakmalıyım sanırım.
Ama en azından Tanrı bana bazı şeyleri yaşayarak, görerek öğrenme lüksünü verdi. Verdi de böylece zamandan kazandım.
Birbirinden kopuk ve dağınık yüzlerce şey biliyorum ama onları bir araya toparlayamıyorum. Kafamın içi, sadece başlıklarını bildiğim bir kitap gibi. Ayrıntılara girmeye ihtiyacım var ve ne yazık ki bunun müşkülpesentliği huzursuz etmekten başka bir şeye yaramıyor.

Demem o ki savaş devam ediyor. Kapananların yerine açılan yeni cephelerde...


5 Kasım 2012 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: NE SİHİRDİR NE MAHARET

Barika'nın kuyusu: NE SİHİRDİR NE MAHARET: Kendime not: Beni bir ordu adamın arasına bırakırlarsa içlerinde en işe yaramaz ve serseri olanını bulmak yok! Yuh artık! Ben de bir ...

NE SİHİRDİR NE MAHARET



Kendime not: Beni bir ordu adamın arasına bırakırlarsa içlerinde en işe yaramaz ve serseri olanını bulmak yok! Yuh artık!

Ben de bir sorun var. Tamam, birden fazla var ama en azından şu anda ki konumuz bir tanesi: Adam kaybetmek. Öyle yolda falan değil, ortadan kaybetmek. David Copperfield gibi kadınım vesselam!

Artık bu adamlara ne yapıyorsam, üçüncü görüşmeden sonra ara ki bulasın. Sosyal medyadan da, telekomunikasyon cihazlarından da ulaşılması mümkünsüz hale geliyorlar. Ben de illa ses alana kadar dürteceğim ya, işte... Çatladın mı kadın! Çatlak mısın!

Sorun burada değil aslında, benim için şurada: bunu, ben tam onlara alışmaya başladığımda ya da onları hayatıma almaya karar verdiğimde yapıyorlar. Bu çok puşt işi bir davranış, kabul edin.

İlk önce diyorsunuz ki "dur bakalım bir şans verelim" , sonra o şansı veriyorsunuz, sonra o bir adım daha atmaya kalkıyor, sizin ödünüz patlıyor ama "tamam" diyorsunuz; o da tamam olup gidiyor. Ya bu bir değil, iki değil. Allahaşkına bilen, çözen varsa bir anlatsın bana. Dost acı söyler, siz ne biçim dostsunuz ayol!

Sizden önce ben birazını söyleyeyim: ben biraz takıntılıyım, biraz da tırmalamayı seven cinstenim (burada benzetme var, lütfen ama); sanırım bundan oluyor. Dayanamıyorum... İçim içime sığmıyor, taşıyor, dökülüyor, önlerine seriliyor. Halbuki içimi içimde tutaydım, bunlar olmazdı. En azından belki birileri "bunun içinde ne var acaba" derdi. Bir erkekte merak uyandırmak bu hayatta Galata Kulesi'nden aşağı uçmaktan sonra benim için yapılması en imkansız şey olabilir. Hatta Galata Kulesi'nden önce bile olabilir. O kadar yani...

Hayatıma birini dahil etme kararını, daha doğrusu bir erkeğe hayatımı açma kararını öyle kolay kolay vermiyorum. Veremiyorum. Kendimce buna değecek sandığım birini görünce de öyle bir açılıyorum ki; her yer cereyan yapıyor! Bir dur, bir sus, bir geri bas di mi? Yok, nerede... E adam üç günde göreceği tantanayı bir günde görünce kaçıyordur herhalde.

Ah öğrenemedim ben bu erkek milletinin sevilmeye merakı olmadığını. Ah öğrenemedim ilgilenilmeye değil, süründürülmeye bayıldıklarını. Ah bu sadistlikle mazoşistlik arasında ki geçişler hep yanlış yerlerde.

Bir gün bunlardan biriyle yeniden bir yerlerde rastlaşırsak valla oturtacağım karşıma, anlattıracağım: canım, sana ne fazla geldi? Anlatmak isteyen varsa beri gelsin, söz bir şey yapmayacağım.

Özel not: Asayiş berkemal, sorun yok. Eski defterlere ithafen yazılmış, biraz eprimiş bir yazı; o kadar...

2 Kasım 2012 Cuma

Barika'nın kuyusu: KÖR

Barika'nın kuyusu: KÖR: Hiç demiyorsunuz ki sen neden yazmıyorsun? Neredesin? Öldün mü kaldın mı? Nerede? Neyse ki küs kalan, kin tutan bi insan değilim. Çalışm...

KÖR

Hiç demiyorsunuz ki sen neden yazmıyorsun? Neredesin? Öldün mü kaldın mı? Nerede? Neyse ki küs kalan, kin tutan bi insan değilim.


Çalışmaktan sürmenaj olacağımız ama yine de aksaklık ve savsaklıklar (bizim dışımızdaki) yüzünden hala işi bitiremediğimiz bir dönemdeyiz. Döne döne dönüyoruz.

Geçen bu dönemde bir bayram tatilini daha yedik. Nasıl yediğimizi ayrıntılandıracağım tabi ki ama bundan önce kafayı bir toplamam lazım.

Zamanın pek çok şeyi değiştirdiğini, değişmeyeceğini sandığım şeyleri bile değiştirdiğini gördüm. Ummadığım insanların, ummadığım yerlerinden törpülendiğini gördüm. Köşeler yuvarlandı, yuvarlaklar köşelendi.

Hiçbir şeye çok güvenmemek gerektiğini hatta insanın bazen kendine bile güvenemeyeceğini gördüm. Yapmam dediğimiz öyle çok şeyi yapıyoruz ki…

Hayatlarımızda sabitler olduğunu gördüm. Parça pincik olduğumuz zamanlardan yeniden toparlandığımız zamanlara geçerken onlara tutunduğumuzu…

Evlilik… Evlilik bir süreliğine gündemimden düştü. “La ne zaman gündemindeydi” diyeceksiniz ama yaş olmuş 31 (yazıyla otuz bir) ister istemez zırt pırt dürtülen bir gündem. Örneklemelerim iyi değil. Zor ve meşakkatli. Ben daha hazır değilim. Ve evet, hala çocuk istemiyorum…

Alsancak’ta masada otururken karşı barda bundan sekiz sene önce bir gece yanına kaçtığım barmeni gördüm; kendime güldüm.

Bazı masalarda, bazı sofralarda her gün değil, beş ayda bir otursanız da hep yeriniz varmış, gördüm. Sevindim. İştahım açıldı, baya yedim.

Diyete girmem değil, ölüm orucuna falan yatmam lazım. Açlık grevi de yapabilirim ne de olsa açlık grevinde yemek yeniyormuş, öyle dediler.

Resimlerin dışına çıkınca bakış açısı o kadar değişiyormuş ki; görmediğim şeyleri gördüm. Göremediğim şeyleri. Görmekten kaçtığım, gözümü kapadığım şeyleri. Görmek istemediklerimi bile gördüm. Ellerimle yüzümü kapamamayı öğrendim, başımı çevirmedim; onun yerine döndüm gittim.

Demem o ki canlarım, şeytanın gör dediğini gördüm. Artık bundan sonrası kör gözüne parmağım...

23 Ekim 2012 Salı

Barika'nın kuyusu: HERYERDEYİZ MAŞALLAH

Barika'nın kuyusu: HERYERDEYİZ MAŞALLAH: Bilenler bilmeyenlere anlatabilir ama ben zaten anlatıyorum : http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/10/meshur-oluyoruz.html Bu ya...

HER YERDEYİZ MAŞALLAH




Bilenler bilmeyenlere anlatabilir ama ben zaten anlatıyorum : http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/10/meshur-oluyoruz.html

Bu yazıdan sonra pek tabi ki iş, yazıda kalmadı. Can ciğer arkadaşlar sağolsun çalışıyorlar, çalıştıklarını da belgeliyorlar. Bize de onları buraya taşımak kalıyor. Siz de yakında sağda solda görürseniz şaşırmayın. Mesela Caddebostan Starbucks'ın (ya ben bu kelimeyi her yazışımda tedirgin oluyorum yanlış mı doğru mu diye) erkek tuvaletinin tuvalet kağıdı zımbırtısının üzerinde ya da İzmir Ekonomi Üniversitesi'nin sınıflarından birinde bir sıranın üzerinde olabilir. İlk kurşunu atan Fıratıma (hatırladınız mı? http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/07/gel-gel-sarisinim.html  ) teşekkürü bir borç biliriz.

Bu maceranın kanıtlarını Twitter hesabından (@barikaninkuyusu) takip edebilirsiniz hatta siz de dahil olabilirsiniz. Zira herbişeyi paylaşıyoruz. Çok eğlenceli yahu!

Not: Bayramda şehirler arası çalışıyoruz, haberiniz olsun

21 Ekim 2012 Pazar

Barika'nın kuyusu: EKMEK BIÇAĞI

Barika'nın kuyusu: EKMEK BIÇAĞI: Kan akana kadar her şey yolundaydı; ne zaman ki kan döküldü her şey yolundan çıktı. Onu ilk gördüğümde on altı yaşındaydım, o da on sekiz...

EKMEK BIÇAĞI

Kan akana kadar her şey yolundaydı; ne zaman ki kan döküldü her şey yolundan çıktı.

Onu ilk gördüğümde on altı yaşındaydım, o da on sekiz. Hiçbir şeyi olmayan iki kişi ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydik. Elimden tutabileceğine inanmasaydım, o gece iki katlı evimizin arka kapısından sessizce çıkmaz, mahallenin aşağısında ki yolun başında onunla buluşmaz, gözüm kapalı nefes nefese bir gece boyunca onunla sokaklarda koşmazdım.

Bana ilk vurduğunda on yedi yaşındaydım; o da on dokuz. Berbat bir evin, yer yer yeşilden sarıya çalan duvarına çarpmıştım kafamı. Vurduğum yerden kaşım açılmış, kan yanağımdan çeneme akarken ikimiz de neye uğradığımızı şaşırmıştık. Çünkü kan akana kadar her şey yolundaydı. Ne zaman ki kan döküldü, her şey yolundan çıktı.

İkincisinde ben on sekiz yaşındaydım; o da yirmi. İkincisi birincisi kadar sert değildi ve kan dökülmemişti. Sol gözümün etrafında ki morluk ise dördüncü gününde sarıya dönmüş ve yedinci gününde sadece siyah bir iz haline gelmişti. O berbat evin yeşil duvarları artık sarıya çalmıyordu; hatta ev, eskisi kadar berbat bile değildi. Bizse iyi olacak kadar gençtik hala. Yani her şey yolundaydı.

Üçüncüsünde ben hala on sekiz yaşındaydım; o da hala yirmi. Duvarlar olması gereken yerde, tavanlar olması gereken yerde, eşyalar olması gereken yerde ve ben de yerdeydim. Ocakta ki çaydanlık kadar masumdum ama ocakta ki çaydanlık yüzünden yerdeydim. Oysa çaydanlık hala ocaktaydı.
Üçünüsünden sonrasının zamanlarını hatılamıyorum. Artık berbat olmayan evin, artık beyaz olan duvarlarının bazı yerlerindeki izler; silinebilen boyaların harikalığı sayesinde kalıcı olmuyordu. Hiç kan akmıyordu. Hiçbir yer kanamıyordu. Mor, mavi, yeşil, sarı, gri hatta siyah vardı ama kırmızı yoktu. O yüzden her şey yolundaydı. Bizim herşeyimizin yolu da buydu.

Artık saymayı bıraktığım için kaçıncısı olduğunu bilmediğim sonuncusunda ise artık hiçbir şey olması gerektiği yerde değildi. Duvarlar, raflar, kitaplar, resimler, tabaklar, bardaklar, çaydanlık, ben... Sadece mutfak tezgahının üstünde ki ekmek bıçağı olması gereken yerdeydi. Yerindeydi.

Son sekiz yıldır, hastanede ki doktor,anestezi uzmanı, röntgenleri çeken hastabakıcı, sağlık ocağındaki hemşire, karşı komşu, alt komşu, yan komşu, bakkal, marketteki kasiyer kız, altın günündeki on iki kadın, yokuşun aşağısındaki karakolun polisleri, gece devriyesindeki polisler, ana yolun kenarındaki trafik polisleri, annem, babam, annesi, babası, kardeşim, kardeşleri, halalar, amcalar, dayılar, teyzeler hiç kimse olması gereken yerde değildi. Kimse bir ekmek bıçağı kadar olamamıştı. Bir tek o yerindeydi.

Kan akana kadar her şey yolundaydı; ne zaman ki kan döküldü her şey yolundan çıktı.




17 Ekim 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: MEŞHUR OLUYORUZ

Barika'nın kuyusu: MEŞHUR OLUYORUZ: Sevgili blog, Seni meşhur etmenin yolunu buldum lan! Lan kelimesi burada biraz amiyane oldu sanırım. O zaman baştan alalım: Seni meşhur...

MEŞHUR OLUYORUZ

Sevgili blog,

Seni meşhur etmenin yolunu buldum lan! Lan kelimesi burada biraz amiyane oldu sanırım. O zaman baştan alalım:

Seni meşhur etmenin yolunu buldum kuzum. Hayır; canım, cicim, hayatım, aşkım falan diyeceğim ama beni bu kelimelerin içini boşaltmakla suçlayanlar var. Bu konuda da aslında diyeceklerim var. Bir dakika hatta yeri gelmişken diyeyim:

Acı ama gerçek; bu otuzunu geçmiş hatuna bugüne kadar kimse içi dolu olarak, sözlük anlamıyla falan "aşkım, hayatım" demedi. Maruz kalmadığı bu anlamı kendisi de başkalarına içini doldurarak söyleyemedi. Bu durumda bu hatun için hem "aşkım" hem "hayatım" birer hitap kelimesinden ibaret kaldı. Hala da öyledir. O yüzdendir ki; yakınımda olan insanlara (yakınımda dedim farkındaysanız) gayet rahat ve cinsiyetine bakmaksızın "hayatım, canım, bebeğim" derim. Diyorum. Dedim. "Aşkım" ı ise demem. Yok artık, o kadar da değil. (Tam burada itiraz etme hakkı tarafımda saklı bir kişi var, o kendini bilir) Öyle işte...

Gelelim seni meşhur etmenin yoluna: adını duvarlara yazacağım. Şarkı sözü gibi oldu ama kastımız şu (aslında kastım ama bu yazıyı okuyan herkesi de bu işe dahil ettim az önce. e sizde bir ucundan tutarsınız artık); bundan sonra gittiğimiz bütün mekanlarda, sokaklarda, caddelerde; masalara, duvarlara, kapılara, pencerelere adını yazacağım(z).
Ne olacak, herkes "ne ki lan bu?" diyecek, senin adını arama motorlarına yazıp; sanal alemin diline pelesenk edecekler. Ve ta ta ta tammm; ünlüyüz!
Andy Warhol'un eski, ünlü hatta artık eprimiş lafı gibi: "Bir gün herkes on beş dakikalığına ünlü olacak" Pop Art işte, ne yaparsın.

Hazır mısın blog?

16 Ekim 2012 Salı

Barika'nın kuyusu: TEST

Barika'nın kuyusu: TEST: Size beni üç kelimeyle tarif edin desem ne derdiniz? Ben edemedim. Bir şeyler eksik, bir şeyler fazla kaldı. Beyin MR mın tamamen tem...

TEST



Size beni üç kelimeyle tarif edin desem ne derdiniz? Ben edemedim. Bir şeyler eksik, bir şeyler fazla kaldı.

Beyin MR mın tamamen temiz çıkmasını mantıksız gösterecek şiddette bir baş ağrısı ve benim diyecek hamileye taş çıkartacak bir turşu özlemi ile yazıyorum size bu satırları.
Bu akşam da bu çekmecede alkol bulundurmadığıma pişman olduğum akşamlardan biri.

Sürekli birilerine bir şeyler ispatlamak zorunda kalmak can sıkıcı. Hali hazırda yaptığın işlerden yetkinliğini kişi kendi sorgulamalı evet, ama başkaları da zırt pırt sorgulamasın; olmaz mı?

Sevgiline onu sevdiğini, patronuna çalıştığını, arkadaşına ona güvendiğini, annene yemek yediğini ispatlamak zorunda kalmak daraltmıyor mu? Sevmesem seni neden öpeyim? Çalışmasam anlamaz mısınız? Güvenmesem yanında ne işim var ya da yanımda? Yemek yemesem baya belli olurdu anne, maşallahım var.

Bekaret testi bile yanıltılabilir bu dünyada evet ama bazı testler kendileri lüzumsuz yanıltıclıkta zaten. Test etmeyin birbirinizi! Aramızda ite kaka, güç bela sınıf geçen çok. Az değildi nüfusumuz bütünleme sınavlarında. Etmeyin, eylemeyin. Zaman kaybı. Şahsen ben her an şıkları kaydıracakmışım gibi geliyor. İkide bir de hayatlarımızı kaydırmamız bu yüzden olabilir mesela.

Bırakın kalemleri, kağıtları topluyorlar.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: KIŞ TEMİZLİĞİ

Barika'nın kuyusu: KIŞ TEMİZLİĞİ: Bir süredir aklımda olup, aynı süredir de bir türlü yazamadığım bir şey vardı; yazayım da kış temizliği olsun. Ben artık aşık değili...

KIŞ TEMİZLİĞİ



Bir süredir aklımda olup, aynı süredir de bir türlü yazamadığım bir şey vardı; yazayım da kış temizliği olsun.


Ben artık aşık değilim! Valla lan! Çekti gitti benden. Ne zaman, emin değilim, orasını kaçırdım; ama bir sabah uyandığımda göğsümde oturan gergedan yoktu. Ve uyumadan öncelerimle, uyandığım anlarım temizlenmişti. Kafamın içinde dört dönen isimler yoktu. Kimse cirit falan atmıyordu. Bu normalde iyi bir haber benim için. Ama aşk için kötü haber. Burada da tutunamadı.

Bitiyorsa bu, tutunamadığındandır. Ve bende bile tutunamıyorsa bilin ki çok fena kanırtmıştır. Bilin ki gitmeye çok meraklıdır. Gideyim diye baya bir asılmıştır. Yoksa bırakmazdım. Bırakamazdım ki! Senelerce bırakamadım; hem de fare gibi üfleyerek etimi yediği halde. Üç numaraya mı pabuç bırakacaktım? Bırakmayacaktım. Eğer bir akşam yüksek tavanın altında geçmişin hayaletini görmeseydim…

Ben normalde hayaletlere inanmam ama o akşam gördüm. Resmen vücut buldu karşımda. Bir adım geri sıçrayacaktım ama tuttum kendimi. Açıklayamazdım ki gördüğüm şeyi. Ben de sustum, zaten ağzımın ortasına tokat atılmış gibiydi. Susmayıp ne yapacaktım.

Sonra bir daha gördüm o hayaleti. Meydanda bir yerlerde. Açık havada da görünce baya bir korktum. Bana yeniden musallat olamayacak kadar uzaktaydı oysaki. Nasıl gelebilmişti ki bu kadar yakınıma? Neyse ki onu benden başkası görmüyordu, her hayalet gören kişi gibi yalnızdım. Ve doğal olarak bu konuda sessizdim.

Onun sayesinde içimde biriktirdiğim ne varsa uçtu gitti. Öd kesem patladı, ödüm koptu korkudan. Yeniden onunla karşılaşma korkusundan. Sayesinde de her şey o açılan delikten uzay boşluğuna uçtu.

Bin bir gürültüyle çağıl çağıl gelen ve gürül gürül akan bir şeyin nasıl bu kadar sessizce çekip gittiğini ise hiç anlamıyorum. Görememişim bile gidişini. Su dediğin öylece çekilir mi?

Arkasından eski korkular, güvensizlikler, bahaneler saklandıkları yerden kafalarını uzatmaya başlıyorlar. Farkındayım. Azıcık yüz versem çıkacaklar. Ama yok, artık yerim yok onlara. Bir de onlarla uğraşamam. Zaten zor topladım ortalığı, gelmeleriyle dağıtmaları bir oluyor.

Şimdi yaz bitti kış geliyor. Siz bana kasvet masvet, karanlık, soğuk diyeceksiniz. Bense size temiz ve serin sabahlara uyanılan yorgan altı deliksiz uykular diyeceğim. Hadi bakalım, galiba daha güzel bir kış geçireceğiz.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: CUMA GECESİ OLANLAR

Barika'nın kuyusu: CUMA GECESİ OLANLAR: Bazı sabahlar vardır, uyandığınız andan itibaren gerçek dışı bir şeyler olacağını bilirsiniz. Çünkü gözünüzü sanki bir Amerikan filmine açm...

CUMA GECESİ OLANLAR

Bazı sabahlar vardır, uyandığınız andan itibaren gerçek dışı bir şeyler olacağını bilirsiniz. Çünkü gözünüzü sanki bir Amerikan filmine açmışsınız gibidir. Bu cumartesi sabahı, o sabahlardan biriydi.


Gözümü açtığım andan itibaren yaptığım ilk şey bir önce ki yani uykuya yattığım gecenin sonunu hatırlamaya çalışmak oldu. Yatağa nasıl geldiğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Pijamalarımı nasıl giydiğim – örtüyü açıp kontrol etmiştim-, kapıyı kilitleyip kilitlemediğim, aslında en başta o kapıyı nasıl açtığım… Hatta daha da başa sarıp kapıya kadar nasıl geldim, onu hatırlamaya zorladım kendimi, bulamadım. Sadece nedenini bilmediğim bir şekilde odada bir gölgenin varlığını hissediyordum. Odada, evde, etrafımda bir gölge var gibiydi.

Sırt üstü yatmış tavana bakar halde bunları düşünürken günlerden Cumartesi olduğunu ve işe gitmek zorunda olmadığımı fark edip tavana karşı sırıttım. Tavan, sırıtmamla pek ilgilenmedi ama nedense aynı anda bende korkunç bir mide kazıntısı başladı. Açtım! Üzerimde ki örtüyü ayaklarımla itekleyerek üzerimden attım, leopar desenli pembe kurdeleli pijamam ve beyaz tişörtümle çift kişilik –ama sadece sağ tarafını kullandığım- yatağımdan kalktım. Pembe terliklerimi gözlerim kapalı bile olsa bulup giyebilirdim, yine giydim. Odadan çıkıp mutfağa gidene kadar ve mutfaktan elimde bir bardak su ile hole gelene kadar her şey normaldi. Sonrası; hiç beklenmedik bir “günaydın” sesi...

Benim evimde salonun kapısı bir hole açılır. Aslında bütün kapılar (hepi topu üç kapıdır bahsettiğim) bu hole açılır. Salonun kapısı yazın asla kapanmaz. Kışın da mecburiyetten kapanır çünkü evin ortasından bir hava akımı geçer. İşte o kapısı hole doğru açık salonun, duvar dibinde ki kanepesinde yatan bir adam vardı. Baya baya, benim evimin salonunda yatan bir adam vardı! Neden bilmem gözüm duvarda ki saate kaydı, on bire yirmi vardı. Ha bir de fosur fosur uyumuştu öyle mi? De bu adam kimdi?

Tanıyanlar, aynı masaya oturanlar bilir ki ben kötü içmem, çok iyi içmesem de iyi içerim ama kötü içmem. İki birada masada uyuyan, iki kadeh rakıda feleği şaşan kızlardan değilimdir. Sarhoş olmuşsan ya çok içmişimdir ya da çok gerginimdir. E ben şimdi bir önceki gece ne yapmıştım? Ne yapmış olabilirdim? Daha önemlisi şimdi ne yapacaktım?

Adam sanki her şey çok normalmiş, kendisi üzerinde yattığı kanepenin hemen önünde duran kahverengi sehpa gibi bu evin parçasıymışçasına yan dönmüş; bir elini yanağına dayamış bana “günaydın” diyordu. Elimdeki su bardağını fırlatıp evden kaçabilirdim, elimdeki su bardağını fırlatıp onu bu evden kaçırabilirdim, elimdeki su bardağı ile öylece kalabilirdim. Elimdeki su bardağından bir yudum aldım ki konuşabileyim.

“Sen kimsin?” dedim. Cumartesi sabahı saat on bire yirmi kala, benim evimin salonunda ki kanepede yatan adam sen kimsin! O anda neden bilmem gözüm yan koltukta yatan kot pantolona kaydı. O pantolon burada yatıyorsa, o adam o yatakta neyle yatıyordu? “Tufan ben” dedi. “Gerçi bunu sana daha önce de söylemiştim ama…” ve müstehzi bir gülümseme. “Sen kimsin de bana müstehzi müstehzi gülümsüyorsun lan!” diyecektim demedim. Hayır, bir de adamın altında bir çarşaf, başının altında bir yastık, hatta üzerinde de bir pike olduğunu görünce zaten sustum. Kendisine yatak yaptığım bir adama “sen kim oluyorsun lan!” demek çok saçma geldi o an.

Ne zaman bir şeyleri hatırlamaya çalışsam gözlerimi kısarım. İstemsiz yaptığım bir şey. Gözlerimi bir Japon’la yarışacak hale gelene kadar kıstım. Nafile… Bırak gözümü, kendimi kıssam hatırlayacak gibi değildim. O da anlamış olacak ki gülümsemekten sırıtmaya dönen ve beni daha da sinirlendiren bir yüz ifadesiyle “Beni hatırlıyor musun?” dedi. Bu,” beni hatırlamıyor musun” cümlesinden iyiydi. Çünkü “hatırlamıyor musun” demesi; hatırlamam gerektiği halde hatırlamadığım için şaşırdığını, hatırlamam gerekecek ne yapmış olabileceğimizi düşünmem gerektiğini falan gösterecekti bana. Sudan bir yudum daha alıp “Yani…” dedim. Artık bunu nereye çekerse. Sonuçta ben sorusuna cevap vermiştim ve muallak bir cevap diye yok sayacak hali yoktu herhalde. Hart diye üzerinde ki pikeyi açıverince ben de geriye doğru iki adım sıçradım. Sıçradığımı görünce gülmeye başladı. Altında siyah bir boxer vardı. Siyah boxerdan mıdır nedendir bilmem; sonunda adama bakmayı başarabildim. Yani alıcı gözüyle mi denir, işte öyle. Bir seksen-seksen beş boylarında, zayıf, açık kumral saçlı, siyah tişört ve siyah boxerla uyuyan ve tanımadığı bir kadının evinde kalan bir adama göre baya yakışıklı denebilecek bir adamdı. Ama salonda yatmıştı, kanepede. Bir yudum su daha içtim.

Koltukta ki pantolonuna dokunmadan, öylece kalkıp, salonun perdelerini sıyırdı, camı açtı ve dışarıda ki havadan derin bir nefes aldı. Sonra lütfedip bana döndü ve “şu yüzünde ki ifadeyi görsen, gülmekten ölürsün” dedi. Meraktan öldüğümü de anlamış mıdır diyecektim ki devam etti: “Seni korkutmak gibi bir niyetim yok, bir de sabah sabah senle uğraşamayacak kadar başım ağrıyor. Zaten bütün gece seninle yeterince uğraştım.”

Yutkundum. Acaba pijamam nasıl duruyordu? Ah keşke siyah olanları giyip uyumuş olsaydım!

“Uğraştım derken, uğraştık” dedi ve benim tansiyonum yediden beşe düştü. Yuh artık, uğraştık ne demek? Banyoda ya da arka odada da mı birileri var yoksa? Kafamda ki dehşet yüzüme vurmuş olacak ki “Dur dur, panik olma” dedi gülerek. Gülünce bu adamın tek yanağında gamze mi oluyordu?

“Dün akşam aynı bardaydık” dedi. Barı hatırlıyordum; Balo Sokak’tan içeri girince sağda bir yerlerde. “Arkadaşların vardı yanında” vardı, üç kişiydik. İki kız, bir erkek. “Biz de kapı tarafında bir yerdeydik” De ben seni görmemiştim? “Siz tam çıkmak üzereyken, aynı anda kapıdan içeri kalabalık bir grup girdi. Sen iri yarı bir adamla çarpışıp dengeni kaybettin, düşerken de kafanı benim önümde duran masaya vurdun”.

Yok artık! Elimi kafa götürdüm. “Yok, alnına doğru” dedi. Elimi indirdim ve yumruyu hissettim. Hissetmemle “ay” şeklinde bir çığlık atmam bir oldu. Bana doğru atılıp “yavaş yavaş” dedi. Eliyle elimi tutup alnımdan çekti. Yumruma bakarak “Aslında biraz inmiş” dedi. “Peki sonra ne oldu?” dedim.

“Sonra sen olduğun yere yığıldın, tam ayaklarımın dibine. Seni tutup kaldırmayı denedim ama kendinden geçmiştin. Seni kucaklayıp dışarı çıkardım. Arkadaşların dışarıdaydı ve seni bekliyorlardı. Sanırım birine takılıp kaldığını falan zannetmişler ama benim kucağımda dışarı çıktığını görünce ikisinin de suratlarını görmeliydin” Yine gülmeye başlamıştı. İster istemez ben de güldüm çünkü gözümün önüne Büşra’nın suratı geldi.

Sonrası onun anlattığına göre şöyleydi: beni açık havada bir on dakika uğraştıktan sonra ayıltmışlar, bana ayran içirmişler (onu ben de anlamamıştım) ve kendime gelmemi beklemişlerdi. Ayılınca bu Tufan olacak adam, yarı sarhoş ve Beylikdüzü’nde oturan Büşra ve Ahmet’i eve gönderip, beni evime bırakmaya talip olmuştu. Onlar da hangi akla hizmet bilinmez, kabul etmişlerdi. (Gerçi ben Büşra’nın hangi akla hizmet ettiğini tahmin ediyordum ama neyse…) Artık nasıl yaptığımı bilmiyorum ama benim tarifimle taksiye binip eve kadar gelmişiz. Çantamdan anahtarı bulup ona vermişim, o da kapıyı açmış. Beni yatak odasına götürüp…

“Dur bir dakika!”dedim. Elimdeki sur bardağını, sehpaya bırakırken yutkunuyordum. Doğrulup, yüzüne baktım. Tek yanağında ki gamze ile bana bakıyordu. Yine yutkundum. “Bu pijamalar?” dedim mırıldayarak.

“Onları kendin giydin” dedi. “Kendi kendine giyindin, bana yatağının altında ki bazadan yastık çarşaf çıkarıp verdin, “git sen de salonda yat bu saatte eve falan dönülmez” dedin. Bende de sana yok ya diyecek hal yoktu çünkü beni baya yormuştun. Ben de şu kanepeye yatıverdim işte”

İçimden geçen bir serinlik, bir ferahlık, bir uçuntu, bir esinti ki anlatılmaz. Bir de nasıl bir pişmanlık. A-a sabah sabah, hayatında ilk defa gördüğün adam için, daha neler! “Teşekkürler” dedim. “Galiba baya yormuşum seni gerçekten”

“Benim anlamadığım aslında baya aklı başında görünüyordun sen dün gece. Nasıl oldu da hatırlayamadın”

“Aslında hatırladım ama biraz bulanıktı” dedim. Dedim de bana nedense hiç inanmamış gibi baktı. Ben de durdum. Uyandığımdan hatta onun uyandığından beri yapmam gereken şeyi yaptım. Bu sabahın en başından beri yapılması gereken, söylenmesi daha doğrusu sorulması gereken şey buydu. Daha fazla oyalanmamızın, beklememizin bir anlamı yoktu:

“Aç mısın?”

8 Ekim 2012 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: KONUMUZ ALEX DEĞİL

Barika'nın kuyusu: KONUMUZ ALEX DEĞİL: Daha önce erkekler hakkında yazdığım (bkz: ) hasta ve aç erkeğe katlanılmaz serisine ekleyiniz: bir zamandır çişini tuttuğu halde araba...

KONUMUZ ALEX DEĞİL



Daha önce erkekler hakkında yazdığım (bkz: ) hasta ve aç erkeğe katlanılmaz serisine ekleyiniz: bir zamandır çişini tuttuğu halde araba kullanan erkek. Aman diyeyim! Ama konumuz bu değil:


Şu sıralar Alex’in basın toplantısı devam etmekte ve ben bir kere daha takımlar üstü oyuncuların varlığını kabul etmiş bulunmaktayım.

Yıllar önce aynı bende aynı hissi yaratan bir Hagi vardı. Kendi takımımda oynasın oynamasın, öyle bir adam bu ülkede top oynuyor diye mutlu olmuştum. Tecrübesinden, tarzından, yeteneğinden öte duruşunda ve sahiplenişinde bir şeyler vardı. Bizim de onu sahiplenmemize neden olan bir şeyler…

Sonra benim için Nouma geldi. Tamam, ben zaten Beşiktaşlıyım ve doğal olarak kendisine zaafım vardı ama kabul edin; onda da bir şeytan tüyü vardı. Hala var. Daha önce yazmıştım ama belki kaçıran vardır diye söyleyeyim, o tombala çektiği maçta stattaydım ve doğal olarak kopan kıyameti ancak eve gidince fark edebildik. O yüzden huyu güzeldi demeyeyim ama onda da o bahsettiğim sahiplenme vardı. Sadece takımını değil, sanki herkesi tutuyor gibiydi. Bir gece yarısı, Taksim’de bir barda pat diye kolunu tutuverdiğimde de aynı şey olmuştu. Önce bir “deli miyim” diye bakmış, sonra gülmeye başlamıştı. (benim sevgi göstermekle ilgili sorunlarım var sanırım…)

Sonra Alex geldi. Aslında bana gelmedi. Ben uzun bir zaman sırf Fenerbahçe’ye antipatim yüzünden onu da diğerleri ile aynı kefeye koydum. Diğerleri derken de bir sevimsizlik yaptım bak farkındaysanız. Neyse, işte zaman içinde baktık ki Alex’te de var o takımını, sahasını, seyircisini sahiplenme, başka takımlara ve taraftarlara saygı gösterme, abuk subuk demeçler vermeme, barda pavyonda sabahlayıp sahada uyumama, o formayı iş icabı değil baya baya isteyerek, severek giyme, var işte.

E ne oldu? Fazla geldi. Gelir. Bize göre değil bunlar. Bize havalı, cakalı, sansasyonel, hakemle dalaşan, takım arkadaşıyla itişen hatta yumruklaşan, magazin haberlerine malzeme olan adamlar lazım. Bütün bunları ise yetenekleri paçalarından aktığı için değil, egoları paçalarından aktığı için yapmaları lazım. Bizim onlara ihtiyacımız var. Çünkü onları daha kolay harcarız. Üç gün el üstünde tutar, dördüncü gün yere çakarız. Ve onlar da bunu iyi bildiği için o üç günlerini olabildiğince saçma bir saltanat havasında geçirirler.

Ama Alex sadece futbolcuların değil, idarecilerin de ne “mal” olduğunu görmemizi sağladı. Mesele hiçbir zaman futbolcu değildi burada; performans da değildi. Hepsinin üzerinde, bir kere daha, erkeklerin her zaman yaptığı üzere fiziksel performanslarından da öte egolarıydı. Bu kez de eline yetkiyi bir şekilde geçirmiş ama bu yetkinin hazımsızlığından kurtulamamış bir ahali insan; kendilerinden çok sevilen ve dolayısıyla kendilerinden çok tutulan bir adama katlanamadılar. Ne oldu? Olan oldu da asıl ben size olacak olanı söyleyeyim: unutacağız. Heykelini değil abidesini de dikseniz, unutacağız. Çünkü biz unuturuz. İyiyle kötüyü aynı hızla unuturuz. Balık hafızamız, bir süre sonra kimin şerefli kimin şerefsiz olacağını ayıramayacak kadar hızlı siler yaşananları.

O yüzden bugün Alex, yarın Ahmet, bundan bir zaman önce İbrahim Üzülmez falan filan. Giden gider, kalan sağlar bizimdir.

5 Ekim 2012 Cuma

Barika'nın kuyusu: KAZ

Barika'nın kuyusu: KAZ: Normalde burada gündemden dem vurmak adetim değildir, bilirsiniz. Ben daha çok kendimden dem vurmak, kendime vurmak için yazıyouım bu b...

KAZ



Normalde burada gündemden dem vurmak adetim değildir, bilirsiniz. Ben daha çok kendimden dem vurmak, kendime vurmak için yazıyouım bu blogu. Ama bir iç sıkıntısıdır gidiyor ve ben içimi sıkan her şeyi yazdım size. Ayrıcalığın lüzumu yok.
Şöyle ağız dolusu küfredesim var, bağırasım falan var ama seviyemi korumaya çalışıyorum. Hanımefedilik de yok serde ama olanı da yitirmeyeyim diye; o kadar.

Arkasından Atatürk resmini kaldırıp "hoca" nın Türkçe Olimpiyatları'nın amblemini bastıkları 1 Tl lik demir paradan geçti elime geçen gün. Adam para üstü olarak umarsızca verdi, ben de aldım. Bir baktım, Kenya'dan gelip "Oynama şıkıdım şıkıdım" söyleyen çocuklara ithafen yapılmış bir para var elimde.

Önce Haydarpaşa, sonra Taksim Meydanı, Çamlıca Tepesi hatta Atatürk Orman Çiftliği derken birileri kedi gibi bölgesini işaretliyor. Koktu her yer! Atatürk Orman Çiftliği'nin arkasından o birileri "Anıtkabir'de ki kalksın biz yatıcaz!" derse şaşırmayabiliriz.

Biz tipik memur çocuğu, orta sınıf, sıradan ailelerin; normal bir hayat sürmeye çalışan çocukları, Özal'dan "yırtıp, hayatta kalma"yı, Demirel'den inkar etmeyi ve İnönü'den her şeye rağmen yine de bir parça saf kalabilmeyi öğrenmiş 90'ların kayıp, sağlıksız ve dengesiz kuşağı... Gece yarılarından sabah beşlere kadar büyüklerimizin Körfez Savaşı dediği, bizim içinse Scut ve Patriot füzeleri, Çöl Ayısı gibi kelimelerin sokak oyunlarına malzeme olduğu bir şeyleri televizyondan izlediğimiz zamanlardan; bu zamanlara geldik. Geldik de ne oldu?

Şimdi de "ileri demokrasi" diye bize yutturmaya çalıştıkları saçmalığı bir de utanmadan başkalarına mı bulaştırmak istiyorlar? Gerçekten mi? Valla mı ya? Yok artık! Bahçemizde oynayacak yer kalmadı, sizinkine dalabilir miyiz? Ne de olsa komşunun bahçesi komşuya kaz görünür.

Bir gün bize ayrılan sürenin sonuna geleceğiz. O zamana kadar yapımda ve yayında emeği geçen herkes için dua ediyorum. Sezenlerin Sezeni demiş ki zamanında:
"Bugün dua ettim hepimiz için; yüce Tanrı insanı affetsin"

http://www.youtube.com/watch?v=S_rgsuSUUcU



3 Ekim 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: DALDAN DALA BEKLEMEK

Barika'nın kuyusu: DALDAN DALA BEKLEMEK: Beklemek kadar insanı yoran bir eylem daha yok. Aslına bakarsanız beklemek bir eylem değil bence; eylemsizlik. Zaten o yüzden bu kadar ...

DALDAN DALA BEKLEMEK



Beklemek kadar insanı yoran bir eylem daha yok. Aslına bakarsanız beklemek bir eylem değil bence; eylemsizlik. Zaten o yüzden bu kadar yoruyor. En fenası da bir insanı değil de bir insandan bir şey beklemek.


Benim gibi biraz sabırsız, biraz(!) çatlak ve biraz tez canlı iseniz kimseden bir şey bekleyemezsiniz. Kalkar kendiniz yaparsınız. Misal, bizim evde bulaşıkları ben yıkarım. Çünkü #ezikböcek ten beklersem ev üç güne kalmaz kokar, tabakta kurumuş yemeklerde yeni yaşam formları oluşur, o yaşam formları ev hayvanı boyutuna gelir ve yeni yasa tasarısı olur da geçerse itlaf edilirler, ben de travma geçiririm.

Travma demişken… Neyse, demeyelim. Biz geçen gün bir masa dolusu insan baya bir dedik çünkü.

Ben yine saçma sapan rüyalar gördüm. Suya anlatacağım ama kabus değil. Sadece artık görülmemesi gereken rüyalar. Demek ki sadece bilinç üstünden atmak yetmiyor, bilinç altında da temizlemek lazım. Ama zaten benim bilinç altım çöplük gibi bir şey, geçenlerde Tuluğ Çizgen’den bahsediyordum rüyamda ki adını en son ne zaman duydum bilmiyorum. (Bkz: Perihan Abla’da ki Meraklı Melahat) İşte yine öyle bir gecenin sabahında uyandım ve resmen yanağımda bir sıcaklık, burnumda da bir koku vardı. Çünkü rüyamda yüzümü birinin boynuna gömmüştüm. Allah beni ıslah etsin diyor, bir sonraki paragrafa geçiyorum.

Beklemekten oraya sonra da buraya nasıl atladığımı soracaksınız az önce bilinçaltımla ilgili kurduğum cümle size yol gösterebilir. Benim aklım daldan dala çalışır. O yüzden konuşurken de daldan dala geçerim. Bir şey anlatırken aklıma başka bir şey gelir. Beklemekle rüyam arasında ki bağlantı ise tamamen öznesinden kaynaklı, geçelim.

Ama ben şimdi çoktan olması gereken bir şeyi, takıldığı yerlerden kurtulsun diye bekliyorum. Konu her zaman aşk-meşk değil gençler. Bu hayatta bir de iş-güç var. Yani zamanı gelince almanız gerekenleri almanız lazım. Alamıyorsanız alacak yer bulmanız lazım. Verdiğiniz emeğin kıymetini bilin. Sorumluluk iyidir, hoştur, candır. O olmadan iş olmaz, iş yapılmaz. Meslek hayatında kariyerin yolu sorumluluk bilincinden geçer ama abartmayın. Abartıyorsanız da o abartının karşılığını isteyin. Bak biz otuzlarımıza geldik ancak soruyoruz bazı şeyleri. Siz siz olun, uyanık olun. Gözü açık olun. Ama uyanık olacağız derken hin olmayın, cin olup adam çarpmayın. Kendinizi kurtarmak için beraberinizdekileri satmayın. Çünkü eninde sonunda bir vakit gelecek ve o insanlara ihtiyacınız olacak. Ve işte o zaman o iş sizin g*tünüzde patlar, demedi demeyin.

Beklemekle ilgili bir de, bazen bazı şeyler beklediğiniz kadar kötü olmayınca yani olmadığını gördüğünüzde hissettiğiniz rahatlık var ya… Çok acayip. Bir tür huzur. Serinlik gibi…

Bir zaman önce korkmuştum. Kendi kendime. Birilerine “ben korkuyorum” diyeceğim bir şey değildi. Beyin MR nın sonucunu beklerken sakız çiğner gibi rahattım ama bu değil; bui başka bir şeylerdi. Ama şimdi yatıştı. Durdu. Bitmedi biliyorum ama bir ara verdi belki. Ben kopacak bir fırtınadan ürküyordum, bulutlar dağıldı. İki günlüğüne bile olsa bana dağılmış gibi geldi.

Yani demem o ki, beklemek hoş değil. Ben ki evliya sabrı gösteririm pek çok şeye, bana bile bazen hoş değil. Bekletmeyin be! Az makyaj yapın, elinize geçeni giyin, evden iki dakika erken çıkın, otobüs yerine taksiye binin, önceden telefon edin ama bekletmeyin. Beklemeyin. Aklınızdakiler dağılmayacak siz onları dökmeden. Beklemeyin, dökün. Dökülün. Bir toplayan çıkar elbet. Çıkmazsa de mazgallardan iner; aşağıda birleşirsiniz yeniden.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: BARİKA'NIN ÇORAPLARI 4.BÖLÜM

Barika'nın kuyusu: BARİKA'NIN ÇORAPLARI 4.BÖLÜM: Kaçıranlar ve yeniden okumak isteyenler için geçmiş bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/02/barikanin-coraplari-3bolum.html...

BARİKA'NIN ÇORAPLARI 4.BÖLÜM



Kaçıranlar ve yeniden okumak isteyenler için geçmiş bölüm:
http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/02/barikanin-coraplari-3bolum.html


Benim diyen dizi böyle uzun sezon arası vermez. Ama bahsettiğimiz Barika olunca, “arkası yarın” dediğimiz şeyden ziyade; bir sıkıcı, bir tuhaf, bir garip girdabın içinde kalıyoruz. Zaten hatunun hali iyi değil söyleyelim. Neyse, siz izleyin anacım, baaaayyyy…

“Tabi ki kahramanımızın başına Paris’te bir halt gelmedi. Çay sıra gidip su sıra geldiği bu seyahatten ve hemen arkasından devam eden birkaç yüz seyahatten de eli boş dönen Barika, en sonunda bir hafta sonu kaçamağı için yakın adalardan birine gider. Kendisi ile beraber yanında kendisinden daha şanslı olduklarını sandığı beş kadın da götüren kahramanımız; onlarca zamandan sonra adanın ünlü yel değirmenlerinin gölgesinde tesadüfen bir önce ki bölümde “nasip değilmiş” diye peşini bıraktığı “isimsiz” le karşılaşır. İçinden “yok artık, çüş!” dediği tepkisini dışından “A-a senin burada ne işin var” diye yansıtır ve ayaküstü kısa bir sohbet ederler. Ardından “isimsiz” le akşam yemek yedikleri restoranda da karşılaşan ama bu sefer korkusundan kendisini göstermeden kenardan kenardan oradan kaçan kızımız, adadan şehre döner dönmez bu hikayeyi unutur. Ama hikaye onu unutmaz…

Bu olaydan aylar sonra bir gece yarısı mesajı ile “isimsiz” hayatına giriverir. İlerleyen günlerini konuşarak, gülüşerek, yazışarak geçirirlerken Barika, karşısında ki adamın bir sevgilisi olduğu gerçeği ile yüzleşmek ve buna göre davranmak zorundadır. Ama bu gerçekle adam değil de neden kendisi yüzleşmek zorundadır, onu anlamamaktadır.

Her geçen gün aklının kayma ihtimali daha yüksek olan bu adamdan sıyrılmanın bir yolunu düşünürken beklenen olur ve adam kendi kendini onun hayatından sıyırır. Daha ne olduğunu anlayacak vakti dahi olmadan Barika, bunun nedeninin “isimsiz” in bir süredir yurt dışında olan kız arkadaşının dönmesi olduğunu öğrenecek ve önce adama sonra kendisine küfrederek bu sayfayı da tarihin tozlu raflarına gömecektir.

Bu arada yüzüncü kere reddedildiği halde Barika, güreşe doymayan bir pehlivandan bile inatçı olduğu için “güneş gözlüğü” ile yeniden görüşmeye başlar. En başta baş edemeyeceğini, yapamayacağını sandığı için her seferinde nefesini tuttuğu bu görüşmelerin bir zaman sonra rutine dönüştüğünü, hayatının bir parçası olduğunu hatta nefesinin düzene girdiğini fark etmiştir. Buna bir süre kendisi bile inanamaz. Her zaman ki gibi içinden çıkamayacağını düşündüğü o çukurdan yine çıkabilmiştir. Kendisiyle gurur duyan Barika’nın “güneş gözlüğü” ile halledemediği artık tek bir sorunu kalmıştır. Ve o sorun kalbinde ya da kafasında değil tamamen başka bir yerindedir. Zaten aslında sorun da değildir. Daha doğrusu bu uzun zamandır istediği ama ona bir türlü istediğini söyleyemediği bir şeydir.

O sırada başka bir yerde, kahramanımızı bir sürpriz beklemektedir. Göğsünde kartal dövmesi olan ve bu, vücudunda ki tek dövmesi olmayan yeni eleman, sıfırdan olaya dahil olmuştur. Beklenmeyen bir anda ve beklenmeyen bir yerden çıkan “eleman” ile önce bir fincan kahve ile başlayan muhabbetleri zamanla birkaç bardak biraya doğru ilerler. Her masa muhabbetinde başka bir yerden bakmaya çalıştığı “eleman” dan ne beklediğini bilemeyen kahramanımız, son masa muhabbetinde -yine- hayal kırıklığına uğrar. Bir süredir “eleman” ın bir işler çevirdiğinin farkında olan ama bir türlü ne olduğunu çözemeyen kızımız, bir telefon mesajı ile düğümü çözer. Ortada yine aslında programda olmayan bir kız vardır. “Yok artık ya!” şeklinde ki tepkisini tabi ki ona belli etmeyen Barika, ilk defa intikam almayı kafasına koymuştur.

Makus talihini bir türlü yenemeyen kahramanımız bakalım ilerleyen bölümlerde ne yapacak? Artık arkadaş olduğu “güneş gözlüğü” ne ondan ne istediğini söyleyebilecek mi? “eleman” dan hıncını çıkaracak fırsatı olacak mı? “isimsiz” yeniden ortaya çıkacak mı? Yoksa sonunda aklı selim ve mümkünse bekar bir adamla karşılaşabilecek mi?





26 Eylül 2012 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: SEFİLLER

Barika'nın kuyusu: SEFİLLER: “O doktorun da Allah belasını versin, bu hastanenin de, hatta senin de!” diye bağırdı bana dün gece. Aslında bana bağırdı değil de bağı...

SEFİLLER



“O doktorun da Allah belasını versin, bu hastanenin de, hatta senin de!” diye bağırdı bana dün gece. Aslında bana bağırdı değil de bağırdı diyelim. Dayanacak gücü kalmadı biliyorum. Vücudunda delinmedik yer bırakmadılar kan alacağız diye. Her yerimiz mosmor, her yerimiz yara bere içinde. Sağlam durmaya çalışmak konusunda yarışıyoruz ama ikimiz de bu konuda berbatız. Hayır, zaten berbatız, halimiz berbat. Bir de hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyoruz ya; acınası bir komikliğimiz var.

Zamanında aynı yatakta yatıp ayrılmış herkes gibi bizde de ayrı yataklara düşmüş olmanın verdiği hırçınlık var. Artık ona sarılıp, böyle ellerimi kollarımı ahtapot gibi üzerine dolayıp yatamıyorum diye camı çerçeveyi indiriyorum. Ama içeriden… O da aynı vaziyette biliyorum. Daha fenası; görüyorum.

Ya ilaçlar yüzünden iyice saydamlaşan cildi ele veriyor kendini bu kadar ya da biz artık baya baya birbirimizin kurdu olduk. Her iki şekilde de görüyorum. Bazen bana bakarken gözünün önünden neler geçiyor görüyorum ve yüzüm kızarıyor.

Bu adam, benim damar yollarımı açan adam. Ben, tam eleği duvara asmak üzereyken duvarda ki dâhil bütün çivileri yerinden söken adam. Şimdi ciğerini söküyorlar ve ben bir şey yapamıyorum. Daha önce de yapamamıştım…

Ablam yatıyordu o zaman buna çok benzer bir yatakta. Dudakları bembeyaz, gözleri olduğundan daha siyah, üzerinde artık ona iki beden büyük gelen pembe çiçekli bir pijama ile. Sonra gitti… O, yatakta; ben, yatağın kenarında tam 42 gün, 13 saat beklemiştik. Ortaokuldan sonra ikinci defa Sefiller’i okumuştum. Aslında ona okumuştum. Müfettiş Javert’e küfredip durmuştuk. Ablam, Fantine’in saçlarını ve dişlerini sattığı bölümde hıçkıra hıçkıra ağlamştı.

Ona da sordum “Sana Sefiller’i okuyayım mı?” diye. “Saçmalama” dedi. Ama bunu söylerken gülüyordu. Ben de gülmeye başladım.

Bugün, 23 gün, 17 saat oldu. Saat gecenin ikisi. Kıpırdamadan uyuyor. Eskiden korkardım böyle uyuduğunda. Geceleri uyanıp, nefes alıyor mu hala diye bakardım. Şimdi ise kıpırdamadan uyuduğunda şükrediyorum. Çünkü sadece canı yandığında kıpırdıyor.

O istemedi ama ben yeniden Sefiller’i okuyorum. Üçüncü kere. Ortaokulda edebiyat dersinin dönem ödevi için elime ilk aldığımda, bu kitabın hayatımda ki her mihenk taşına eşlik edeceğini tahmin edemezdim. Kim edebilir ki… Cosette’nin Marius’a aşık olduğu bölümdeyim. İçim titriyor. Birileri onlar acı çekmesin diye çok acı çekecek, çekiyor. Ama onlar kazanacaklar. Sonunu bildiğin acıları çekmek daha kolay. Sanırım…

23 Eylül 2012 Pazar

Barika'nın kuyusu: ERKEN ÖTEN HOROZ

Barika'nın kuyusu: ERKEN ÖTEN HOROZ: Herşeyin zamanlısı makbuldür, zamanında olanı. En güzel kestane sonbaharda yenir. Taksim'de 4 mevsim, 365 gün satılan kestane kebapla...

ERKEN ÖTEN HOROZ



Herşeyin zamanlısı makbuldür, zamanında olanı.

En güzel kestane sonbaharda yenir. Taksim'de 4 mevsim, 365 gün satılan kestane kebaplara kanmayın diye söylüyorum.
En güzel hamsi şimdi yenir, yeni çıktı, taptzecik.
En güzel poğaça sabahın kör saati yenir, sıcacık.
En güzel domates yazın, en güzel ıspanak kışın yenir.
En güzel kahve ise günün ortasında içilir.

Sevişmek aşıkken güzeldir, o bittiğinde zevki kalmaz.
Öpüşmek sadece aşıkken güzeldir, aksi zaten olmaz.
Birinin elini tutmak, elini tutmak istediğinizde güzeldir. Birine bakmak da bakmadan duramadığınızda...

Sevmelere doyamadığınız zamanlardan; kaçıp gidesiniz olduğu zamanlara geldiğinizde zamanı bitmiş demektir. O saatten sonra önünüze Tac Mahal'i yeniden inşa etseler; beş dakikalık ömrü vardır.

Zamansızlık sadece geç kalmaktan ibaret değildir; bazen de çok erken davranmaktır. Ürkütmektir, kaçırmaktır, zaten karışık olan kafaları hepten bulamaktır.
Vaktinden çok önce gelen bir öpücük, vaktinden çok geç gelen gibi değildir. Biri yeniden nefes üflerken diğeri iter gider.
Vaktinden önce söylenen her söz ağırdır. Fazladır. Ve hep akılda kalır. O son söylenecek sözü, en önce söylemekten kaçınmak bu yüzdendir.

Her şey zamanında güzeldir. Geç kalmadan, çok erken davranmadan, o anda oradayken, yanındayken, elindeyken, aklındayken, varken...



 

19 Eylül 2012 Çarşamba

barika'nın kuyusu: GİZLİ FORVET

barika'nın kuyusu: GİZLİ FORVET: Bazı gidişler zaruridir. Cesaretsizliğimize ve hatta basiretsizliğimize karşı hayatın “olum bak git” deme yoludur. Böyle zamanlarda ...

GİZLİ FORVET



Bazı gidişler zaruridir.

Cesaretsizliğimize ve hatta basiretsizliğimize karşı hayatın “olum bak git” deme yoludur. Böyle zamanlarda hayatla itişmemek ve gitmek gerekir. Gidilir. Zaten tarafımızdan da bilinir. Çoktan gidilmesi gerektiği yani…
Vakti zamanında çok fazla ve boşa beklemiş olan herkes bilir ki iş, beklemekte değil; harekete geçmektedir. Her harekete geçtiğinizde sonuç alacaksınız diye bir garanti yok ama beklediğinizde olacaklardan daha fazlasını alacağınız garantilidir.

Bazı konular…

Atıp tutuyorum insanlara ketumlukları ile ilgili. Onlar kapalı bir kutuyken ben açık bir kitapmışım gibi görünüyor. Ama ben hangi sayfayı açarsam oradan okuyabilirsiniz. Diğer sayfalarda neler yazıyor merak edenlerin biraz “kitap kurdu” olması lazım. Ben de gizli forvetim yani. Gol yollarında ki etkim, gelecek paslara bağlı.
İşte o bazı konular, konuşulmasa daha mı iyi? Konuşulsa mı daha iyi? Bana iyi gelecek olan hangisi bilemedim. Karar veremedim. Daha karar veremediğim başka konular da var ama onlar daha eğlenceli konular. (Tamam valla anlatacağım)

Bir de alakasız bir şey söyleyeceğim: kız arkadaşı olan erkeklerin başka kızlara asılmasını engelleyen bir yasa çıkarılsın!

16 Eylül 2012 Pazar

barika'nın kuyusu: OTUZ BEŞ TANE MİNİK, PEMBE RENKLİ HAP

barika'nın kuyusu: OTUZ BEŞ TANE MİNİK, PEMBE RENKLİ HAP: Günlerdir bana soruyordun ya “neyin var?” diye. Ve ben de inatla söylemiyordum ya. Sanırım ya korkumdan ya da şaşkınlığımdan. Alışkın d...

OTUZ BEŞ TANE MİNİK, PEMBE RENKLİ HAP



Günlerdir bana soruyordun ya “neyin var?” diye. Ve ben de inatla söylemiyordum ya. Sanırım ya korkumdan ya da şaşkınlığımdan. Alışkın değilim bana bu kadar sorulmasına, üzerime bu kadar düşülmesine, birinin gözümde ki, kaşımda ki yahut dudağımın kenarında ki izleri böyle an be an takip etmesine.

Ben, çok uzun zaman, umurunda olmayan adamların yüzlerinde ki çizgileri takip ettim. O çizgiler ki ne zaman aşağı doğru kıvrıldılar; elim ayağım birbirine dolaştı. Ah hiç dayanamazdım, dayanamadım. İçim yanardı, su serpmek için çırpınırdım. İzin verseler nasıl sarılıp öperdim! Ama onlar bin metrelik çitlerin gerisinden sadece seyretmeme izin vermişlerdi, ben de geride durdum.

Sen bana neden soruyorsun? Nasıl oluyor da benim gözümün rengini benden iyi biliyorsun? Avucumda pembe renkli otuz beş tane hap olduğu akşam, o telefonu açmasaydın eğer, neredeydik şimdi biliyor musun?

“Çit dediğin öyle bin metre olmaz, Çin seddi gibi olur. Bırak üzerinden bakmayı, içinden geçmeyi; yaklaşmayı dahi düşünemezsin” demiştin bana. Benimle oynayanlara sen benden daha çok kızmıştın. Ben de sanmıştım ki onlara kızıyorsun. Şimdi anladım ki sen, bana kızmışsın. Kızma. Ne olur kızma, dayanamam. Sen kızınca esip gürlemezsin, sessiz sedasız çekip gidersin. Küfür gibidir senin gidişin, ne olur kızma. Bıraktım hepsini. Her birini! Hiçbiri umurumda değil artık.

O akşam, senden önce iki kişiyi daha aradım ben.

Biri deniz kenarında ki çocuk. Hatırladın mı? Eski bir balıkçı vardı hani kıyıda, onun hani ahşap, beyaz renkli bir masası vardı. Hah işte, o masada ki çocuk. Aylar geçmiş üzerinden, beni hatırlamadı bile. Neden onu aradım biliyor musun? O akşam, kumsalda, herkes gittikten sonra, bana sarılmıştı. Tam denizin kıyısında, saat üç mü neydi, ayaklarımız sudaydı. Ben ona senden öğrendiğim yıldız kümelerini anlatıyordum. Aslında bir türlü kümeleyemiyordum yıldızları ama en azından deniyordum. Yoksa hemen oracıkta sıyıracaktım üzerimde ne varsa. Sırf sıyırmayayım diye konuşuyordum. Ama anlıyordu işte… Her, sadece “işine geleni” anlayan erkek gibi. Baktı ben bütün horoskopu çizeceğim gökyüzüne; sarılıverdi bana. Bildiğin sarıldı işte. O kadar.
Ama o akşam anlamadı beni. Sesimin tonunu, rengini tanımadı. Beni zar zor hatırladı ama anlamadı. Ondan vazgeçip telefonu kapattığımda avucumda hala otuz beş tane pembe renkli minik hap vardı.

Sonra ondan daha eski ve daha tanıdık birini aradım. Bir gece yarısı olduğundan mıdır nedir, telefonu çok geç açtı. O kadar çok müzik ve içki döküldü ki bir anda telefondan; odamın içi cümbüş oldu. Bırak derdimi anlamasını beklemeyi, bağırarak anlatsam da anlayacak halde değildi. Zaten ben de onu böyle bir cümbüşün içinde tanımıştım, hatırlarsın. Kocaman bir pistin ortasından, bana, yani en köşede tek başına duran kıza doğru öyle bir yürümüştü ki; beni alıp, oradan çıkaracak ve yakınlarda ki malikanesine götürecek sanmıştım. Öyle olmadı. En yakında ki otelde bitti yürüyüş.

Sonra ben balkona çıktım, hapları pijamamın cebine koyup. O kadar istekli ama o bir o kadar da cesaretsizdim. İlk defa biriyle sevişmek istediğimde hissettiğim gibi. Elimi kolumu nereye koyacağımı, nerede ne yapacağımı bilmez ve sonrasını asla düşünmez halde. İçinden çıkmayı hiç istemeyeceğimi bildiğim için; içine hiç girmek istememek gibi.
Sen yetiştin mi, gördün mü bilmem ama birden bir yağmur bastırdı o gece. Aylardan Eylül ama hava berbat sıcak olduğu halde, baya baya sağanak yağmur yağdı. Sadece beş dakika için. Bir anda her yer toprak koktu. Bizim sokağı bilirsin, her yağmur sonrası toprak kokar. Koskoca İstanbul’da kaç tane sokak kaldı ki böyle. İşte o yağmur cesaret verdi bana.

Avucumda pijamamın cebinden geri çıkardığım otuz beş tane pembe minik hap, içlerine cebimden küçük beyaz pamuklar bulaşmış. Önce pamukları ayıkladım, sonra bardakta ki suyun üstünü tamamladım. Sonra…. Sonra sen aradın. Gece saat iki olmuş.

Ben sana tek kelime söylemedim. Tek bir şikayet, tek bir sızlanma, tek bir yakınma yok. Bir nota bile titremedi sesim. Hiç! Biliyorum. Ama sen nereden bildin? Sana sadece “alo” dedim ve sen bildin. “Bekle, geliyorum” dedin. Nasıl oldu da o kadar çabuk geldin? Kapıyı çaldığın sırada ben suyu bir dikişte içtim. İçimin yangınını söndürmez ama belki senin karşına çıkabilecek kadar bastırır diye. Sonra sen geldin…

Sabah saat altıda, gözlerimi senin kucağında açtığımda uyandım. Salonda ki kanepede uyumuşsun. Uyumuşuz. Sırtın arkaya yaslı, başın yanına düşmüş. Beni dizlerine yatırmışsın. Bir elin hala ben uyuyana kadar olduğu yerde, saçlarımda. Diğer elinle yere doğru düşmüş elimi tutuyormuşsun ama uykuda ayrılmışlar. Seni uyandırmamak için sinsi sinsi, sessizce elimle pijamamın cebine baktım. Otuz beş tane minik, pembe renkli hap orada. Saymadım ama sayı tamdı, eminim.

http://www.youtube.com/watch?v=zjaZiWBvnL4

15 Eylül 2012 Cumartesi

barika'nın kuyusu: HEPİMİZ KISIRIZ!

barika'nın kuyusu: HEPİMİZ KISIRIZ!: Her ne kadar bundan birkaç gün önce yazılmış ve dinlenmek üzere kenarda bırakılmış olsa da; dün gece ki rakı sofrasında ki kadınların a...

HEPİMİZ KISIRIZ!



Her ne kadar bundan birkaç gün önce yazılmış ve dinlenmek üzere kenarda bırakılmış olsa da; dün gece ki rakı sofrasında ki kadınların ardından tarafımca bugüne uygun görülmüştür.

İsyankarlık mıdır yoksa "artık yeter" midir yoksa sadece sıradan ve normal bir hayat yaşama arzusu mudur? Kendi ülkende kendi geleceğin çöpe giderken, bir sonraki neslin direkt çöp olduğunu görmekten midir? Kendimizi dahi güvence altına alamayacağımızdan korktuğumuz için o çocuğu doğurmaktan kaçmalı mıyız yoksa karşıdakilere inat, bi' tarafımızdan geldiği kadar çok çocuk doğurup, "insan" yetiştirme yoluna mı gitmeliyiz?

Etrafta insan kalmadı be annem! Baksana bir halimize.

İşte o yüzden beş tane çocuk doğurup onlara; kitap okumayı, şarkı söylemeyi, gezmeyi, görmeyi, soru sormayı, cevap vermeyi, susmayı, dürüst olmayı, sorumluluktan kaçmamayı, aşık olmayı, sevişmeyi, öpüşmeyi, dokunmayı, hak savunmayı, hak vermeyi, gerekiyorsa itişmeyi, kavga etmeyi ama kötülük yapmamayı, kötü olmamayı, kötüden uzak durmayı, kötüye uymamayı öğretmeye karar verdim. Planım bu! "Nasıl olacak peki" konusunda çeşitli teorilerim var. Öğretmek konusunda değil, beş çocuğu nasıl yapacağım konusunda teorilerim var. Siz de takdir edersiniz ki önce bir adam bulmak lazım. Bir erkek değil, bir adam! Yok bulamayacaksak ona da birbirinden farklı alternatiflerim var.

Neydi o geçen gün "güneş gözlüğü" nün (bak şimdi blogda ki lakabını da öğrenmiş oldu, iyi mi) bana söylediği haber: günümüz kadınlarında "duygu kısırlığı" varmış. Teşhis buymuş. Yani doğru adamı bulamayacaklarına inandıkları için hepten çocuk doğurmaktan vazgeçiyorlarmış. Vazgeçiyormuşuz.

Peki bu teşhisi koyan o bilim adamı mı ne mal olduğunu bilmediğim arkadaşlar, o kadınların çocuk doğrabilmek için aradıkları biricik şeye yani erkeklere neden teşhis koyamamışlar? Halbuki ben koydum: Önüm arkam sağım solum ıssız adam! Bıraktım çoluğu çocuğu, ilişkiye girmek bile zor geliyor hepsine.

Bahane cenneti kafalar. Modern zaman da baya yardımcı oluyor zaten. Yoğun işler güçler, yakınılan zamansızlıklar, kaybedilmiş duyular, yozlaşmış ilişkiler, özgürlüklerinin kıstlanmasından korkmalar... Bitmeyen bir liste. Buradan köye yol olur.

Diyeceksiniz " peki ya kadınlar?" Yeniden tartışmayalım. Tabi ki kadınlarda da bunların arkasına sığınıp topukları yağlayanlar var ama sayılar karşılaştırılamaz. Biz kadınlar ilişki yaratmak için bahane üstüne bahane çıkarabilirken; erkekler, yaşananların bir ilişkiye dönüşmemesi için aynı çıkarımları yapıyor. Bahsettiğim fark burada işte.

Kadınlar bir cesaret -ki o cesaretin nereden geldiği meçhul- açıyorlar kapıları. Karşılarında ki "ama hayat, ama düzen, ama ıvır, ama zıvır" diye mızırdanan adamların -pardon- erkeklerin gözden kaçırdığı ne biliyor musunuz? O, kapılarını sonuna kadar açan kadınların hiçbirinin hayatı da yolunda değil. Darmadağınık... Kafaları, hayatları, ruhları, evleri, barkları darmadağınık. O dağınıklığın içinde yer açıyorlar yine de. Sağa sola itekliyorlar etraftakileri, en güzel yeri açıyorlar.

Nasıl olsa beraber toplarız. Bir ucundan ikimiz de tutarız. Hem seninkileri hem benimkileri. Olmadı mı, bırakırız dağınık kalır, biz de tam ortasına öylece uzanırız.

Yok benim derdim kadınları kollamak değil. Gerek de yok. Biz kollarız kendimizi. Benim derdim şu bahanelerle. Bizim derdimiz şu bahanelerle. Yaşlarından, mesleklerinden, boylarından, poslarından, paralarından, pullarından, gözlerinin renginden, ellerinin tutuşundan hepsinden bağımsız olarak hepsinde aynı olan bahanelerle...

Genelliyorum, evet. Baya bir genelledim hem de...

Peki bu sendromun adı ne, var mı bir adı? Yoksa da bence bu "duygusal kısırlık" erkekleri de kapsasın. Tamam, kelime hoş değil, insanı rahatsız ediyor ama olsun. Sonuçta hepimiz kısırız!

11 Eylül 2012 Salı

barika'nın kuyusu: ES GEÇME

barika'nın kuyusu: ES GEÇME: Gerçek sorunlarımızın yerine yani derinde duran ve yer değiştirmeyen, dalgalar gelip gitse de kıpırdamayan sorunlarımızın yerine sığda ...

ES GEÇME



Gerçek sorunlarımızın yerine yani derinde duran ve yer değiştirmeyen, dalgalar gelip gitse de kıpırdamayan sorunlarımızın yerine sığda kalanlardan konuşuruz hep. Onlar dalganın şiddetine, sıklığına ve varlığına göre değişirler. Bir günden diğer güne değişen konu başlıklarıdır sadece ama konuşması kolaydır. Çünkü derindekileri konuşmak için derine inmek gerekir ve dalanlar bilir ki suyun altı muhteşem tekinsizliktedir.

Ve yine dalanlar bilir ki, çok derine tek başına inilmez. El gerekir...

El istemekten bir zaman önce vazgeçmiştim. Elim zamanında çok defa havada kaldığından olsa gerek. Gel gör ki nedendir bilinmez iflah olmaz bir inadım var. İflah olmaz bir inancım. Bir o kadar da sağlam eller tuttum, ondan olsa gerek.

Dertsiz başımıza dert aradığımız zamanlardan, aralamak için sıraladığımız zamanlara geldik. Geçtik, gidiyoruz...

Dalanlar bilir ki, derinde ne varsa onu tek başına görmek istersin, tek başına yüzleşmek ama gördüğün şey bazen o kadar acayiptir ki "bir de sen baksana" demek istersin. Demek için o anda dönersin. Döndüğün yerde ne varsa onu görürsün.

Bu yazıdan üç elma düşmüş:

Birincisi: Dalmasını bildiğini bildiğim birine vakti zamanında söylemiştim; sadece aşktan meşkten dem vurdum sayılmış, çapı çok daha geniştir, bir yanlışlık olmasın: "sen bana bakma, ben senin baktığın yönde olurum" Yeri geldi diye söylüyorum ki anlattığımızdan fazlasını dinleme kudreti vermiş yaradan; elimizi es geçme.

İkincisi: Derinlerde olduğunu bildiğim birisi; ne kadar uzakta ve ne kadar yabancı olursak olalım, dertlerimizin bir tarafı ortak. Şimdi senin düşe kalka geçtiğin o yolun sonunda bekliyorum ben. Yaraları sarmak zaman alıyor ama inan hiçbiri göründüğü kadar derin değil. Ne kadar çabuk kapandıklarını görünce şaşıracaksın. Sözümüzü es geçme.

Üçüncüsü: Ciğerlerin yetmiyor biliyorsun, o yüzden nefesini tutma. Her derdi derine indirmeye çalışma bırak yüzeyde kalsınlar. Suyun üstü de suyun altı kadar.

10 Eylül 2012 Pazartesi

barika'nın kuyusu: VARLIK İÇİNDE YOKLUK

barika'nın kuyusu: VARLIK İÇİNDE YOKLUK: Size hiç kimsenin bir fincan kahve kadar yakın olmadığı günler vardır. Belki bazıları küçük bir çikolata ya da şekerli bir bisküvi ka...

VARLIK İÇİNDE YOKLUK




Size hiç kimsenin bir fincan kahve kadar yakın olmadığı günler vardır. Belki bazıları küçük bir çikolata ya da şekerli bir bisküvi kadar yaklaşabilir kahveye ama işte, hiçbiri kahve değildir.

Bazen hiçbir şeye değil de saçma sapan bir şeye ihtiyacınız olan geceler vardır. Darma dağınık olmuş kafayı dağıtmak için. Konuşmadan sadece dinlemek gerekir ki; uyuyabilesiniz.

Bir şeyler varken bir şeyler yoktur ve yokluklar, varlıkların arasında daha belirgindir.

http://www.youtube.com/watch?v=H-tsqQPwivs

"Anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa"