29 Mayıs 2017 Pazartesi

VENEDİK'TE FINDIKKIRAN


"La ben Venedik'i yazmadım!" dedim kendi kendime bu sabah. Tabi ki Venedik'in bir yeri eksilmedi bu yüzden. Ayrıca Türk turistlerin en çok gittiği bir kaç şehirden biri olduğu için internet binlerce öneri ve yazı ile dolu zaten. Ama nasıl çok kötü olduğunu bildiğimiz halde sırf seriye olan sadakatimizden Terminatör 3'ü izlediysek Venedik'i de yazacağız. Yalnız şehir güzel, bir yanlış anlaşılma olmasın.

Floransa'dan trenle Venedik'e geçmek yaklaşık 2 saat sürdü. Bu arada bu hızlı trenler baya konforlu. Bileti internetten alırsanız ucuza da geliyor. Sonra yayıla yayıla (gerçekten), etrafınıza baka  baka yolculuk edebiliyorsunuz. Temiz, güvenli, makul.

Venedik'e vardıktan sonra bir gün önce kalacağım pansiyonun sahibinin bana attığı yol talimatı ve haritayı açtım ve valizimi çeke çeke yürümeye başladım. Gelin görün ki bu şehir, benim gibi hali hazırda zaten yol-yön bilgisi olmayanlar için tam bir sınav! Her yer su, her yer kanal, her yer köprü ve kim nereye çıkıyor vallahi belli değil! Ama güzel şehir. Güzelden öte tuhaf bir şehir. Her yeri suya çıkan, köprülerle bağlanmış daracık sokakları olan, eski ama görsel olarak izlemesi zevk veren binaları ile gerçekten değişik bir şehir. 

Yirmi köprü -ki yarısı ters yöne- geçtikten sonra otele ulaşınca valizi atıp hemen dışarı çıktım. Elimdeki haritada görülmesi gereken yerler işaretliydi ama o gün için istediğimin bu olmadığına karar verdim. Hava güzel ve güneşliydi. Ben de haritayı çantama tıkıp nereye gitmeye çalışırsam çalışayım zaten olacak olanı yapıp kaybolma üzerine bir güne başladım. İnanın Venedik'i gezmenin en güzel yolu bu. Rastgele o köprüden o köprüye atlayarak dolaşın. Her zaman güzel bir yerlere çıkacaksınız. Ayrıca çok kaybolmak istemezseniz şehrin her yerinde asılı olan San Marco Meydanı tabelalarını takip ederek direk meydana da ulaşabilirsiniz.

Pek çok kaynağa göre dünyanın en güzel meydanlarından biri sayılıyor San Marco Meydanı. Ben, meydanı ikinci gün biraz daha planlı gezme safhasına bırakmıştım. İlk gün o aylak gezmelerim beni meşhur Rialto Köprüsü'ne çıkardı. Çantamdaki minnak köpüklü şarap ve plastik bardağımla suyun kenarına oturup milyonlarca turistin etrafta gezinip sağa sola bakmak yerine fotoğraf çekmek için harcadıkları zamanı izledim. Bu arada bu bahsi geçen milyonlarca turistin yarısı Türk, kalan yarısı da Rus! Ülkemize bir süredir gel(e)meyen Rus turistler nereye gidiyor sorusunun cevaplarından biri İtalya. Diğeri de Phuket ama bunu daha önce anlatmıştım, bir zahmet okuyuverin. 

Bana bunlardan daha ilginç geleni ise Venedik'in simgesi olan (ve çok pahalı olan) gondollara binenlerin sadece Uzakdoğulu turistler olması oldu. Tüm gondollar Çinli, Japon falanlarla doluydu ve hiç de öyle sandığım gibi romantik romantik çiftler halinde gezenler yoktu. Sanırım, bir yerin aşırı turistik bir hale gelmesi orayı çekici kılan unsurları etkisiz hale getirebiliyor. 
Bu arada Venedik'te bir sürü maske dükkanı var, hani şu meşhur festivalde taktıkları maskeler. Bunların çoğunda kendi maskenizi yapabiliyorsunuz da. Bazıları inanılmaz işçilikler içeriyor. Taşlar, simler, tüyler, el boyamaları ile bakmaya kıyamazsınız. Bu maske yapan-satan dükkanların yarısının vitrininde Eyes Wide Shut (Gözü Tamamen Kapalı) filminin maskelerini yaptıklarında dair iddialar var; ilk gördüğünüzde "oha" diyorsunuz da sonra bir kaç dükkanda daha görünce "he okey" deyip geçiyorsunuz.

Bazilikası, gözetleme kulesi ve bütün meydanı çeviren ofislerden oluşan dev yapısıyla hakkını verelim ki gerçekten etkileyici olan San Marco Meydanı, efsaneye göre bir tek Casanova'nın kaçabildiği hapishanesi ile Dükler Sarayı, üzerinden mahkumların geçirildiği ve mahkumların Venedik'i son görebildikleri yer olduğu için bir ah çektikleri Ahlar Köprüsü benim aklımda kalan güzel yerleri oldu. Bu tarihi turun öğleden sonrası tam bir sağanak yağmur bastırdığı ve akşama kadar dinmediği (batar mıyız lan dedirtecek kadar çok yağdığı) için bana barın birine sığınıp içmekten başka yapacak bir şey de kalmadı. Mekanın deli garsonu, sokaktaki delinin de bara sığınması derken akşama doğru bardan hepten tımarhaneye dönünce azcık diner gibi yapan yağmuru fırsat bulup mekan değiştirmeye karar verdim. Sonrası da ayrı cümbüş! Önünden geçtiğim başkabir barın birinden öyle hareketli bir müzik ve kahkahalar geliyordu ki dayanamayıp içeri bir bakmak istedim. İyi ki girmişim; çok tatlı bir gay çiftin bekarlığa veda partisinin ortasına düşüverdim. Ben ne kadar kenardan izlemek istediysem de onlar buna izin vermediler. Aileleri, arkadaşları ile beraber yaptıkları evlilik (İtalya'da geçen sene yasalaştı) kutlamalarına kendilerine bir adet Tarkan şarkısı çalıp (Kiss Kiss ya da nam-ı diğer Fındıkkıran) hepsini oynatarak dahil oldum. Berbat bir kültür elçisiyim, biliyorum, üzerime gelmeyin. 

İtalya'daki son akşamı da bu deli dolu tiplerle geçirdikten sonra bir gece pizzası yiyip (bkz: neden tatilde kilo aldım) sabahın körü treninden önce uyumaya otele döndüm. Zira dönüş uçağım, Venedik'ten alırsam dört katını ödeyeceğim için vazgeçip rotamı yönelttiğim Milano'dandı. 

Sonuç olarak İtalyanlar eğlenceli insanlar. Yemeyi içmeyi, muhabbet etmeyi seviyorlar. Şehirleri güzel, yemekleri güzel, iklimleri güzel. Beni hayal kırıklığına uğratmadılar hatta geçirdiğim son bir kaç aydaki bazı şeyleri daha iyi anlamamı bile sağladılar. O da bana kalsın... 
Yine gidip yine göreceğim eminim. Özellikle de kalbimde ayrı bir yer edinen sevgili Floransa'yı... Fırsatınız olursa siz de gidin görün falan ama tek bir uyarım var; yola çıkmadan önce en az bir kaç kilo vermiş olun. 

Ciao!


12 Mayıs 2017 Cuma

BANA HER YOL FLORANSA



İtalya turuna devam etmeden önce "iyi de ne laneti" konusunu azıcık açalım:
İtalya'ya gitme fikri anneme aitti. Anoş'un en çok görmek istediği ülkeye onsuz gitmeyeceğim için başka başka ülkelerde sürttük durduk. Gün gelecek onunla gidecektik. Nasip olmadı...
Sonra günün birinde hayatıma bir adam girdi. Işık hızıyla... Onunla gitmeye karar verdim. Beraber sahillerini görecektik, denize açılıp balık tutacaktık. Işık hızıyla da hayatımdan çıkınca yine nasip olmadı.
Sonra ne mi oldu, madem o "çizme" orada duruyor ben çalışma izni hala çıkmamış beklemedeki yolcu burada duruyor, başka şekillerde de nasip kısmet haline gelmesin; bu laneti kırayım dedim.
Deyiş o deyiş...
Gelelim hikayenin devamına:

İkinci şehir Floransa, benim için İtalya'nın başladığı yer oldu diyebilirim. Kafamda çizdiğim o resim; dar taşlı yollar, bitişik apartmanlar, sokak kahvecileri, işte buradaydı. Üzerine bir de şehrin içinden geçen bir nehir ve o güzelim köprüler de olunca tadından yenmedi.

Floransa hikayesine kaldığım yerden başlarsak daha güzel olur sanırım. Kaldığım otel-pansiyonun tren yoluna yürüme mesafesinde bir ara sokakta, bahçe içinde, sessiz sakin bir mekan olmasının dışında bir diğer özelliği de rahibeler tarafından işletilmesiydi. Aynen öyle! 12 rahibenin işlettiği pansiyonun adı Brezilya dizisi karakteri misali biraz uzunca: Casa Per Ferie Regina Santo Rosario. Girişte sizi kocaman bir kutsal kitap ve azizlerden birinin resmi karşılıyor. Her yer sessiz, sakin, temiz... Siyah elbiseli rahibeler de orada yaşıyorlar. Kendi bölümleri ayrı.
Bir haftamı doldurduğum ve minnacık bir çanta ile gezdiğim için tişörtlerimi yıkamak istedim. Rahibelerden biri beni çamaşırhanelerine götürdü. Orada neredeyse 80 yaşına gelmiş (bu benim tahminim) Rahibe Beatrice ile beraber elimizde çamaşır yıkayıp astık. O sadece İtalyanca ben sadece İngilizce bilince sohbet biraz tuhaf oldu ama neyse...

Otelden çıkıp on adım atınca Santa Maria Del Fiore (ya da Duomo) Kilisesi ara sokağın birinden görünüverdi. Bir önceki yazıda kiliselere doyduğumu iddia etmiş olmama bakmayın tabi ki koşarak gittim! Katedral, kubbesindeki "Son Yargı" yı anlatan freskler ve dış yapısı ile ünlü. Katedralin dışı beyaz, pembe ve yeşil mermerlerden yapılma ve çok gösterişli. Yukarıdan bakıldığında yapı, bir haç işareti şeklinde. İçi ise kubbesinin içindeki o bahsettiğimiz freskler dışında gayet sade.
Katedralin hemen yanındaki Giotto'nun Çan Kulesi ise kesin görülmesi gereken yerlerden. 412 basamak ile tepesine çıkıyorsunuz ama öyle insan merdiveni şeklinde değil. Yer yer bırakın yan yana iki kişinin geçmesini, bir kişinin bile sığmakta zorlandığı bu daracık ve dik merdivenler sizi teee kulenin tepesine çıkarıyor. Tepede ne mi var? Muhteşem bir Floransa manzarası! Tam nefesim düzene girdi dediğiniz yerde bu sefer de manzara nefesinizi kesiyor. Çok netim, gördüğüm en güzel şehirlerden biri...

Şöyle düşünün şehri, kiliseden çıkıp kendi kendinize yürürken birden bir meydana çıkıyorsunuz ve etrafınızda bir sürü heykel buluyorsunuz! Neptün, Rape of Sabine, Zeus... Burası Piazza Della Signoria. Ağzınız açık ayran budalası gibi heykellere bakıp yürümeye devam ederken bu sefer ara sokaklarında daracık apartmanlarının panjurlarından sarkan çiçeklere dalıyorsunuz. Sokağa pizza kokusu yayılıyor. Karbonhidrat sizi çağırıyor. E ben nasıl sevmeyeyim burayı!

Neyse...

Yüz bin yetmiş ikinci kilise-katedral ziyaretimi de yaptıktan sonra ertesi gün sabahtan asıl derdim olan yere doğru yürüyüşe başlıyorum: Galleria Dell'Accademia ve Uffizi Galerisi.

Accademia için en son söylenecek kısmı en başta söyleyeyim: Michalengelo'nun David'i... Bu dünyada "mükemmel" diye bir kavram gerçekten varsa bu, o! Karşısına oturup dakikalarca baktım; bir insanın bir taşı nasıl bu hale getirebileceğini, herhangi somut bir şeyin nasıl bu kadar kusursuz olabileceğini anlamak için. Ne olur, bir imkanınız varsa gidin, gidin ve kendi gözlerinizle görün.
Gözünüz heykele doysun diye onlarca koridoru olan Accademia, daha bir çok sanat eserine de ev sahipliği yapıyor. O yüzden çıkmak biraz zaman alabilir.

Floransa'nın bir diğer ünlü ve büyük galerisi de Uffizi. Floransa'nın meşhur Medici ailesinin sanat koleksiyonunun sergilendiği galerinin ismi İtalyanca'da "ofisler" anlamına geliyormuş. Bu arada Medici ailesinin sanat koleksiyonu deyince öyle üç beş tablodan bahsetmiyorum; koridorlarca ve o koridorlar boyunca açılan onlarca oda dolusu heykel ve resimden bahsediyorum. Bunların içinde Boticelli'nin ünlü Venüs'ün Doğuşu'ndan; Caravaggio'nun Medusa'sına kadar herkes var! Yürüdüğünüz koridorların tavanları, yan duvarları ve ortaları resim ve heykellerle bezeli olduğu için yürürken neden sekiz değil de iki gözümüz var diye hayıflanıyorsunuz.

Zamanım ve günüm ancak bu iki galeriye yettiği için ben kalan sarayları ya da müzeleri göremiyorum. En son resim-heykel bakmaktan gözüm kanlanmış bir halde Ponte Vecchio'yu kullanarak Arno nehrinden karşıya geçip, Pitti Sarayı'nın önünde oturup dondurmamı yiyorum ve ne yazık ki Floransa faslı bitiyor.

Günlerimi İsa'nın çarmıhtan indirilişi, bakire Meryem'e taç giydirilmesi gibi sahnelerin büyüklü küçüklü yüzlerce versiyonunu, Rönesans boyunca gelişip akan onlarca akımın çıktılarını, her resimde insana "yok artık!" dedirtecek detayları işleyen ressamların ve yaptıklarının taştan olduğunu unutturacak kadar duygu veren işler yapan heykeltıraşların eserlerini izleyerek geçirmekten olacak; son akşam yemek yediğim yerin tezgahında duran şarap şişelerinin resmini çiziyordum. Floransa içimdeki sanatçıyı uyandırdı yemin ederim! Ha yetenek vermedi o ayrı...

Bu arada bir dip not, yolunuz düşerse King Grizzly diye bir bar var orayı bulup sahibesi Simona ile tanışın. Simona bir bira uzmanı. Siz ona nasıl bir bira içmek istediğinizi söylüyorsunuz o seçip size veriyor, tattırıyor, anlatıyor. Çok enerjik ve güler yüzlü bir hatun. Kendisi gibi hoş sohbet de bir erkek arkadaşı var, denk gelirseniz onunla da tanışırsınız. Barda çalışan Gabri ise ben gittiğim gün işe başlamıştı ve ilk akşamıydı. Siz gittiğinizde de hala oradaysa sevimli çocuktur, söyleyeyim.

Kendime dip not: bu Floransa'ya yine gelinecek! Bu sefer bir ev tutulacak. Kalan mekanlar gezilecek. Şehrin bağlı olduğu Toskana bölgesi keşfedilecek. Şarap ve yemek konusunda çalışmalar devam ettirilecek.

İtalya turu bitti mi, hayır. Floransa'daki üçüncü günün sabahı yine trenle ver elini Venedik...

(Venedik yazısı da geliyor. Arkası yarın gibi tatil yazısı yazdık arkadaş! Fotolar insta'da unutmayın: elvan_tuncer)












11 Mayıs 2017 Perşembe

HER YOL ROMA




Yıllardır süregelen (kendimce uydurduğum da olabilir tabi) bir laneti sonlandırarak nihayet Avrupa'nın güzide ülkelerinden İtalya'ya geçen hafta ayak basabildim. Her ayak bastığım ülke gibi yine suyunu çıkarıp bir seferde bir kısmını kat ettim. Aha da anlatıyorum:

İlk önce sevgili yol arkadaşım, uluslararası geziler ortağım @obsesifmakinist ile Paris'te buluştuk. Bu sefer diğer seferlerden farklı olarak Seine Nehri'nin diğer tarafına geçip Bastille civarlarında kalınca Fransa'da seçimi neden Macron'un kazanacağını (ki kazandı da) anlamış olduk. Paris'te bir Çin mahallesi olduğunu biliyor muydunuz? Biz de kendimiz görene kadar bilmiyorduk. Onun hemen bitiminde Hint, onun arkasında Arap, sonra Afrika mahalleleri olduğunu da. Bu kadar karma bir şehre bakınca Le Pen için şansın daha az olduğunu söylememiz lazım. Ki orada tanıştığımız, konuştuğumuz gençler de aynı sinyali veriyordu. Fransa için hayırlısı olur inşallah falan deyip devam ediyorum.
Paris, her zamanki gibi güzel. Hava şansımıza genelde açıktı ve biz de nihayet Montmartre'a çıkabildik. Amelie'nin izlerini takip ederek Sacre Coeur'a, Pere Lachaise'de Oscar Wilde'a bir öpücük kondurduktan sonra Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın mezarlarına geçip turu bitirdik. Ertesi gün uçakla ver elini Roma!

İtalya turumuzun ilk şehri Roma. Vikipedi'ye ulaşabilseydiniz açın tarihine bakın derdim ama bulunduğumuz koordinatlar buna izin vermiyor. Öncelikle Roma bir şehir değil. Şehir değilden kastım şehir ama bildiğiniz şehirlerden değil. Tarihin en önemli bir kaç yapısını içinde barındırmasından olacak, tüm şehir bir müze alanı halinde. Ve bu bahsi geçen yapılar insanın görüp de etkilenmeyeceği şeyler değil.

Nedir misal, Colosseum (Kolezyum). Açılışında 5000 (evet beş bin) hayvan ve bir o kadar da insan öldürülen, yıllarca insan insana, insan hayvana dövüşlere sahne olan, insan ırkının aslında nasıl bir varlık olduğuna dair çok net ipuçları veren kocaman bir yapı.

Sistina Şapeli... Colosseum'u yapan aynı canlının bu kadar güzel bir şeyi de yapmaya muktedir olması işin en ilginç taraflarından biri. Michalengelo'nun üç yıl boyunca şapelden hiç çıkmadan, orada yiyip orada uyuyarak, kendi kurduğu bir iskele ile tek başına boyadığı tavanı dünyanın en ünlü (ve aynı zamanda "caps" rekortmeni) tasvirlerinden Adem'in Yaratılışı'na ev sahipliği yapıyor. Gözünüz tavanda, boynunuz tutularak şapeli geziyorsunuz. Diyorsunuzki daha güzeli olur mu?

Oluyor: St. Pietro Bazilikası. 842 kişi nüfuslu Vatikan'ın ortasındaki o büyük kilise. Yapımında Michalengelo'sundan, Bernini'sine herkesin emeği geçen bu bazilika aynı zamanda dünyanın en yüksek kubbesine sahip. Zaten bakabilmek için belinizden geriye doğru kırılmanız lazım. Bazilika'nın içi heykeller, resimler, kabartmalar, vitraylar derken her türden görkemli bir sürü eserle dolu. Gözünüzü nereye çevireceğinizi şaşırdığınız için bir süre dua edilen o banklarda oturup kendinize gelmenizi tavsiye ederim.

Benim gibi "dini yapı" takıntısı olan, kilise ve türevlerini seven biri için Vatikan bir tür Nirvana'ydı sanırım. Artık uzun bir süre herhangi bir kiliseye girdiğimde aynı şekilde hissetmeyebilirim.
Bu arada Vatikan Müzeleri'nin en büyük sanat koleksiyonlarından birine ev sahipliği yaptığını da belirtelim. Papalar, yüz yıllar içinde dünyanın her tarafından ünlü ressam ve heykeltıraşların eserlerini toplamışlar. Bu devasa koleksiyon bu müzelerde sergileniyor.

Bitti mi, hayır, İspanyol Merdivenleri... Açık olalım, bu bir turizm pazarlaması harikası! Yukarısındaki Trinita dei Monti Kilisesi'ne meydandan ulaşılabilsin diye yapılmış bu merdivenler neden ve nasıl bu kadar ünlü olmuş emin değilim. Ama şu anda bu merdivenlerde oturmak için poponuzu koyacak yer bulamıyorsunuz. Ki aylardan daha Mayıs...

Bu abartılı meydandan sonra size hiç abartılmamış başka bir eseri söyleyeyim: Trevi Çeşmesi ya da nam-ı diğer Aşk Çeşmesi. İnanılmaz! Ben cahil cahil "çeşme büyük evet ama yani ne kadar büyük olabilir ki" diye düşünürken karşıma bir bina kadar kocaman bir yapı çıkınca tabi ki dilim damağım kurudu.Heykeltıraş Nicola Salvi'nin başlattığı ama sonrasında başka katılımcıların da yardımıyla devam eden çeşmenin yapımının bitmesi 30 yıl almış. Yedi milletten yedi bin insanın aynı anda para atıp dilek tuttuğu çeşmeye elbette ki bir cent de biz savurduk. Dileğim olunca söylerim ama siz çok da şey yapmayın.

Bunların dışında 1 Mayıs'a denk geldiği için giremediğimiz, zamanımızın yetmediği daha bir milyon müze ve tarihi eser var Roma'da. Ama düzgün taksi şoförü yok mesela! Gecenin ikisinde yanımızdaki çifti kız sarhoş diye arabalarına almak istemedikleri için koca taksi durağını ikna etmek yarım saat sürdü. Bu arada bu ikna sürecine kızın erkek arkadaşının hiç dahil olmayıp alakasız iki İrlandalı kızın tüm çabayı göstermesi de ilginç olmadı değil.

Tabi şehri anlatırken yemeklerini anmadan olmaz. İtalya'ya ilk defa ayak basmış masum köylü olarak, makarna ve pizzadan karbonhidrat, şarap içmekten fermantasyon manyağı oldum! Ama değer. Aldığım her kiloya, yağlanan her hücreme değer. Elini kolunu sevdiklerim ne de güzel yemek yapıyor yahu!

Gece hayatı biraz şansınıza kalmış. Biz pek klupçü olmadığımız için daha ziyade iyi müzik çalan, biraz kalabalık bir bara razıydık. Son akşam Emmanuele Vittorio'nın oralarda hip-hop, pop, r&b çalan bir bara denk geldik. Paylistleri o kadar güzeldi ki başka yere çıkmadık artık. Bu arada bu çoğul yapıdaki isimlerden biri de te Bangladeş'te tanıştığımız, oradayken çok eğlenip tadı damağımızda kalan Sinem'di. Dünya yeterince küçük ve hepimiz yeterince gezenti olduğumuz için bu sefer İtalya'da görüşmemiz nasip oldu. Tabi ki Roma sokakları da bizden nasibini aldı (!).

İşte böyle, kısaca Roma, İtalya'daki ilk şehrim. Eksik kalan parçalar için belki bir gün yine görüşürüz deyip Roma'daki üçüncü günün sabahında @obsesifmakinist uçakla İstanbul semalarına dönerken; ben de trenle Floransa'ya geçiyordum.

(Yeterince okudunuz bence, yani baya uzun oldu, en iyisi Floransa faslını başka bir yazıya bırakalım; zira anlatacak çok şeyim var. Hadi dağılıyoruz! )

Not: Geziye dair fotolar insta'da fink atıyor, bakabilirsiniz: elvan_tuncer