2 Şubat 2015 Pazartesi

CAM GÜZELİ

Cumartesi, sabaha karşı 3...

Beni bulduklarında üzerimde hiçbir şey yokmuş. Ne bir çanta, ne bir cüzdan, ne de kimliğimi gösterebilecek başka herhangi bir şey. Bu kimlik sorununu uyandığımda bana sorduklarında da benim söyleyecek bir şeyim yoktu.

Cumartesi, akşam üzeri 5...

Beni arayıp "benimle bir yemek yer misin" dediğinde elimde paspas, mutfağın yerlerini siliyordum. Akşam akşam ne yer silmesi derseniz sıkıntıdan derim. En yakın arkadaşım sevgilisi ile program yapmıştı ve ben bir cumartesi gecesini daha bir çiftin yanındaki fasulye olarak geçirmeyecektim. Madem öyle temizlik yaparak geçirirdim. Tabi o beni aramasaydı. Ki o beni genelde aramazdı. Ben onu arardım. O zamanlarda da canı isterse bana cevap verirdi. Ama bunu bu hale ben getirmiştim. Bütün ilişkilerin başlangıç kuralı: ilk arayan; hep arar.
Sabırsızlığım bir yana, dayanıksızlığım da var. Erkeklere değil, onun gibi erkeklere. Çocukluğumdan beri, benden uzak duranın peşinde düştüm hep. Çıkılması en zor ağacın, üzerinden atlanması en zor kayanın, sınıftaki en sessiz çocuğun. Sonraki yıllarda büyüyüp koca kadın olurken de hep benden en uzak olan adamın peşinden koştum. En kibirlisinin, en soğuk duranının, en az konuşanının... O da bunların hepsiydi. Benim ideal erkeğim gibiydi. Üstelik sakalı da vardı.
Paspası bırakıp banyo yapmam, çekmecenin önünde durup hangi siyah çamaşırı giyeceğime karar vermemeden daha kısa sürdü. Dantelli mi, saten mi, ince mi, kalın mı...

Cumartesi, akşam 7...

"Seni 7'de alırım" cümlesindeki 7'de kapımın önündeydi. Beyaz, kendi türünün son modeli arabası yeni yıkanmış olacak ki parlıyordu. Gerçi o akşam yağmur bekleniyordu ama bunu ona söylesem "bir daha yıkanır o zaman" derdi. Siyah takımı ve beyaz arabası ile bana hayatımı özetler gibiydi. İyi ve kötü... Gri renge inanmayan bir kadın için net resimlerdi bunlar. O yüzden sanırım hep bir şeyleri netleştirmeye çalışıyordum. Ve bu bir tek onda işe yaramıyordu sanki. Bana asla gerçek bir cümle kurmuyordu.
Balkondaki masa; biz gelene kadar tutulmuş, biz gelince donanmış, bizimle beraber bir dolup bir boşalmaya başlamıştı. Şişeler, bardaklar, tabaklar, kadehler, servisler hepsi, biz oturduğumuz andan itibaren hareket etmeye başlamıştı. Kadehimi hiç boş görmedim, onun kadehini hiç görmedim. Ama kim ne zaman ne dolduruyor, onu da göremedim. Sadece hep parladıklarını hatırlıyorum, hep ışıldadıklarını.
Alkol en büyük katalizördür. Eylemleri birbirine bağlayıp denklemi çözebilmek için. De her denklemin sonucu iyi bir şey çıkacak diye bir şey yok. Tarih, işe yaramamış teorilerle dolu.

Cumartesi, gece yarısı 12...

Külkedisi masalının en güzel yeri, her şeyin gece yarısı olduğunda balkabağına dönüşeceğini bilmenin verdiği gerilim. O Külkedisi olacak saf, prensin kollarında huşu ile dans ederken biz masalı okuyanlar gerim gerim geriliriz. Ya saati unutur da yakışıklı prensin kollarında paçavraya dönüşürse?
Modern zamanlarda o "kadından anlayan erkek yazar" ların iddia ettiği gibi modern masallar yok. Evet belki aramızda hala Külkedisi gibi aptallık sınırında saf kızlar var ama prensler yok. Ya da herkes masalın sonunda evine dönecek diye bir şey de yok.
"Kahve içelim" dediğimde gülümsedi. "Başın mı döndü?" derken masanın üzerinden elimi tutuyordu. "Sanırım, biraz yani..." diye mırıldandım. Güçsüz ya da muhtaç görünmemek üzerine aldığım onlarca yıllık eğitim ve uygulama sonucu oluşan bilinç, sendelediğinde bile dans eder gibi görünmeyi sağlamıştı. Elimi tutmayan diğer elini havaya kaldırıp parmağını şıklattı. Kahve beklerken, yuvarlak bir sürahide gelen kırmızı içeceği görünce alt dudağımı ısırdım. Dayanmak lazımdı, neticede Külkedisi değildik ya.

Cumartesi, sabaha karşı 3...

Birisinin beyninizdeki bütün ışıkları söndürdüğünü düşünün. Bütün hücrelerin mitokondrilerini aldıklarını. Sizi karanlık bir boşlukta yer çekimsiz ortama bıraktıklarını düşünün. Tam bir boşluk hissi ile. İşte onun gibi bir şeyin içinden uyandım bu odaya. Beyaz gömlekli ya da önlüklü, emin değilim, sarı saçlarını arkasından toplamış pembe rujlu bir kadın bana adımı sordu; söyledim. Tarihi sordu ki bu çok anlamsız bir soruydu. Tarih... Ay ve gün mü yani. Zordu, çok zordu. Düşünmek için elimle saçımı karıştırırken saniyelik bir acı duydum. Elimi çektim, kanıyordu. Kanayan başım mı elim mi anlamadım. Tekrar saçıma soktum elimi ve sebebi buldum; bir kenarı diğer iki kenarından fazlaca uzun, tuhaf üçgenlikte bir cam parçası. Cam parçasını elimde evirip çevirdikten sonra başucumda duran komodinin üzerine, diğerlerinin yanına koydum. Eteğimin kıvrımlarından, ceplerimden çıkanların yanına. Bir cam deryasında yüzmüş olmalıydım; içimden, kıyafetlerimden çıkan bu kadar camın başka bir açıklaması olamazdı.
Pembe rujlu kadın tekrar geldi, elinde küçük plastik bir bardakta kırmızı bir sıvı vardı. Neden bilmem inanılmaz bir mide bulantısı ile öğürdüm onu görünce. Anlamsız bir ifade ile yüzüme baktı. "İyi misiniz?" dedi. Cevabını bilmediğim sorular sormakta iyisiniz demek istedim ama onun yerine çarşafa kustum. Kusmuğumun tam ortasına ağzımdan bir cam parçası düştü.

31 Ocak Cumartesi, sabaha karşı saat 2,30 sularında ambulansla hastanemize getirilen B.K., yapılan ilk muayene sonrası ağır kafa travması teşhisiyle hastanemize yatırılmıştır. Kendisine sorulan sorulara yanıt veremeyen hastaya, durumunu düzenlemek için ilaç verilmek istenmiş ama hasta ilaç tedavisini reddetmiştir. 01 Şubat Pazar günü sabah 10 sularında aniden fenalaşan ve sürekli kusmaya başlayan hasta, ameliyata alınmış; yapılan operasyonda midesinin içinden toplamda elli grama denk gelecek şekilde küçük cam parçaları çıkarılmıştır. Hastanın bu cisimleri nasıl yuttuğuna dair bir nedene ulaşılamamış, kendisinden de travma nedeniyle bir cevap alınamamıştır. Hastayı getiren ambulans görevlileri, kendilerine gelen isimsiz bir ihbar telefonu ile hastayı Sarıyer istikametinde, sahil kenarında beyaz bir araba içinde bulduklarını; arabada başka kimse olmadığını, arabanın bütün camlarının ise sağlam olduğunu bildirmişlerdir. Hasta, herhangi bir yakını kendisine ulaşana kadar hastanemizin psikiyatri koğuşunda tutulacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder