20 Mayıs 2015 Çarşamba

KAZA KURŞUNU

Elimde telefon, aynı mesajı defalarca yazdım yazdım sildim, yazdım yazdım sildim. İyi de bunu söylemenin kolay bir yolu yok ki! Bodoslama gireyim de bitsin dedim:

"Ben hamileyim"

Ama gönderemedim. Adama bu böyle mi söylenir? E peki nasıl söylenir?
Söylemedim.
Söyleyemedim... Telefonu gerisin geri yatağın üzerine koydum.

Ertesi gün hapı denen şey aslında hafıza hapı bence. "Bir gece önce kafan neredeydi?" sorusuna cevap veremeyenler için. Benim cevabım vardı ama soru o değildi. Korkutmasaydı beni bu kadar ben de bu kadar korkmazdım. Ha diyeceksin nereni kırdı, kalbimden başka bir yerimi değil diyecek sana içimdeki küçük Bergen. Ama kırdı yalan değil.

Daha ilk tanıştığımız günden -ki nereden baksan yıllar oldu- itibaren bir "olmaz bu iş" koydu aramıza. Olmaz ama yan cebime koy. Koydum. Adamın yan cebinde senelerimi geçirdim. Cepler doldu boşaldı; ben yerimden kıpırdamadım. Ha diyeceksin neye yaradı? Yaramadı, yaraladı diyecek sana içimdeki küçük.... ne küçüğü allasen; eşek kadar kadın! Bile isteye lades benimkisi.

Bir kere bir yerde okumuştum: "En mükemmel aşklar en beklenmedik adamla en beklenmedik zamanda yaşanandır" diye. Hadi oradan! "En beklenmedik adam" tanımlamasının nedeni adında saklı: beklenmedik çünkü oluru yok. Olurumuz yoktu, haklıydı. Dünyanın iki ucundan bakıyorduk ortasına. Hem de en uzak iki ucundan. Şu dünyada önem verdiğimiz her şey, herkes, her madde, cisim, insan, kişi, olay, mekan, zaman akla gelebilecek tüm bileşenler farklıydı. İnandıklarıma inanmıyor, inandıklarına inanmıyordum. Bu halimize de inanamıyordum. Yani bu kadar uzağımda duran bir adamı içime sokacak kadar yakınımda isteme halime...

Altlı üstlü boğuştuk, kelimenin her haliyle. Yarısı var bende yarısı yok. Kendimle de çok savaştım bak, yalan yok. Zamanında "ne işim olur" dediğim her şey onunla "işim" oluyordu. Ona ait her şey, bana da ait oluyordu. Evinin salonundaki kanepesine kırlent almaya gidiyordum, aklım almıyordu. Gel gör ki o kırlente kafasını, bacağıma bir kolunu koyup o kanepede uzandığı(mız) zamanlarda bile "olmaz" diyordu. Ben de "tabi ki olmaz" diyordum. Daha nelerdi...

O böyle sürekli bir "geçerken uğradım" havası çalarken benim "demir atalım" havası istemem pek de mantıklı daha doğrusu pek de akılcı yahut en iyisi pek de gerçekçi olmuyordu. Neticede yıllar öğretmişti ki en baştan tutulmayan el, havada kalmaya mahkumdu.

İşte o yüzden, elimdeki çubukta çubuklar çıkınca hopladı yüreğim. Ama sevinçten değil... Küçük esmer çocuklar hayal edecek kadar bile izin veremedi korkum -ya da belki de mantığım yahut aklıselim kalan bir yerlerim- annelik içgüdüme. Olmaz'dı, öyle demiştik biz. Olmaz'dık biz. Olmayacaktık madem de e bu neden olmuştu? Ben "amin" falan demeyi bırak, etmemiştim bile bu olmayacak duayı.

Telefonu tekrar elime aldım, yazayım da sana ne yazayım. Kendime anlatamamışım, kendimi ikna edememişim sana ne diyeyim. Bodoslama gireyim de konuya bitsin:

"Ben de istemezdim ama valla hamileyim" diyecektim, diyordum ki telefonuma mesaj geldi:

"Yarına müşteriler geliyor, bu akşamki programı iptal edebilir miyiz?"

İlk yazdığımı sildim, yenisini yazdım:

"Olur, sorun değil, zaten benim de doktor randevum vardı"

Gönderdim.

Kaza kurşunu mübarek, öldürmeyecekti elbet ama izi kalırdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder