Bu sefer de önce kardeş kardeşe @ezikböcek' le beraber arabaya atlayıp mini bir Batı Karadeniz yapalım dedik. Kardeşim orayı Karadeniz'den saymasa da (şöyle ki: ay ne güzel her yer ağaç, Karadeniz işte diyorum: burası değil o dediğin daha ilerisi diyor. Ay ne güzel balık hamsi falan, Karadeniz diyorum, burası değil o dediğin daha ilerisi diyor. Anladığım kadarıyla kardeşime göre Karadeniz Samsun'dan falan başlıyor) neticede ülkemizin kuzeyinde kalıyor. Bolu, Düzce, Akçakoca, Amasra deyip; Amasra'da kaldık. Bu bahsi geçen güzergah sonbaharın etkisiyle inanılmaz manzaralar verdi bize. En klişe tabiriyle sarının her tonu, kırmızının, turuncunun her tonu, aralarda yeşiller, rengarenk bir yoldan geçtik. Tıpkı bir Monet tablosu gibi (kültür dürtmesi) ya da bir Bob Ross resmi gibi (popüler kültür dürtmesi), yapraklar gerçek değilmiş de bir fırça ile sağa sola yerleştirilmiş gibi... Biz öyle aval aval o yolu (tabi tünellerle kesilmediği kadarını, bildiğiniz üzere Karadeniz dağlık bir yöremiz olarak yol bir kaç on kilometrede bir tünellerle bölünmezse olmaz) izleyerek Amasra'ya vardığımızda akşam olmuştu biz de koşarak rakı-balık dedik. En son yıllar önce -gerçekten yıllar, yaklaşık 15 yıl kadar- geldiğim düşünülürse "balığı güzeldir" hatıram yanlış çıkabilirdi ama neyse ki çıkmadı.
Amasra; küçük, tatlı, şirin, minnak, güzel bir beldemiz. Ortasında bir Barış Akarsu heykeli var, şöyle bir "ah canım" geçiyor içinizden. Deniz kenarında da içinde de güzel restoranlar var, bir sürü köpek var.
Dur bunları geçelim anlatacağım başka: Amasra'ya geçmeden önce Filyos'un içinden geçelim dedik. Orası neresi mi, hani benim ikide bir anlattığım "ben bir sahil kasabasında büyüdüm" hikayesindeki sahil kasabası. Oradan ayrıldıktan -ki 1994'e falan tekabül ediyor- sonra ilk defa içinden geçme fırsatımız oldu. İkimiz için de çok farklı bir deneyimdi. Benim için ilk ergenliğe, kardeşim için çocukluğuna kadarki süreyi kapsayan kasabanın ve bizim ölçü birimlerimizin nasıl değiştiğini gördük. Hemen girişte, tepedeki askeri lojman - son evimiz- hala yerinde ama boştu. Terk edilmiş, yıpranmış bu binanın bir zamanlar eviniz olduğuna inanmak zor... En komiği de mesafelerin hatırladığımızdan kısa olması. Parktan eve, okuldan parka, bisikletle, arabayla gidip gelen; yürümek koşmak için "uhuuuu" dediğimiz o mesafeler on adımlık geldi. Buradan buraya gitmeye mi erinmişiz yahu biz dedik! İnsanın algısının yaşla ve yaşadıkları ile nasıl değiştiğine dair bir tez yazılırsa örnek vermeye hazırız.
Sonra ben Cenevre'ye gittim. Dur, çok hızlı oldu, şöyle yapalım: bu Karadeniz turu hafta sonundan sonra İstanbul'a dönüp çalışmaya ve vizemi beklemeye başladım. Her zamanki gibi pasaportunu uçuşundan bir kaç gün önce teslim etmiş ben, bu sefer başka bir handikapa daha sahiptim: Paris katliamının yaşandığı meş'um Cuma günü ben de Fransa vizesine başvurmuştum ve sadece 3 günüm vardı. Arkadaş, insanın biraz da şansı olacak diye söyleniyordum ama şansım varmış vizem geldi. Fransızların da insanları ve niyetlerini anlamak konusunda gayet yetenekli olduklarını, asıl dertlerinin sanıldığı gibi "her tür yabancı" ile ilgili falan olmadığını da teyit ettikten sonra sevgili kuzenim @obsesifmakinist ile çantamızı (ben sırt çantamı o da sırt çantası, kol çantası ve spor çantasını) toplayıp Cenevre'ye uçtuk Neden? İste...
İsviçre, küçük, zengin, güzel, zengin, düzenli, zengin, pahalı, zengin bir ülke. Caddelerde kocaman saat mağazaları var hani şu Rolex falan gibi James Bond 'un vs taktığı saatlerden. Ve tabi çikolata dükkanları... Allah esirgesin... Şarap, sudan ucuz ve bu bir kelime oyunu değil. Su çok pahalı. Soda için, şarap için, bira için ama su içmeyin diyorlar resmen. Peynirler envai çeşit ama tavsiyem koklamayın. Koklayınca yüzde seksenini yemek istemeyebilirsiniz.
İçinden nehir geçen her şehir güzeldir savımın bir desteği de Cenevre'den geldi. Nehir kenarında soğuğun izin verdiği kadar gezinebilirsiniz. Birleşmiş Milletler Merkezi'ne gidip, "çok güzel bir şehre yerleşmişsiniz aferin bir de çalışsanız keşke" serzenişinde bulunabilirsiniz. Alışveriş yapacaksanız, yapmayın, gerek yok, hepsi İstanbul'da da olan markalar zaten, vermeyin o kazağa o kadar para.
İkinci gün (ki zaten iki buçuk günlüğüne gelmiştik yani çok da şansımız yoktu) bir trene atlayıp Montrö'ye geçtik. Tren, -mübarek Cumhuriyet tarihi turu gibi- Cenevre, Lozan ve Montrö'den geçiyor. Biz de Leman gölü'nün kıyısı ve Alpler'in (meşhur İsviçre Alpleri, hani sosyete kar tatiline falan gider) eteğindeki Montrö'de inip muhteşem bir manzarayla karşılaştık. Sıcak şaraplar, Noel dükkanları, şatolar, masallardan fırlamış gibi evler, o evlerin arasından bir anda çıkıveren minik şelaleler, Freddie Mercury heykeli (hayır oralı değil, orada yaşamış, o bile yetmiş şehre düşünün, e boru mu Freddie Mercury diyoruz) derken yedik bitirdik şehri.
Akşam Cenevre'ye dönüp, başka arkadaşlarla da buluşup canlı müzik dinlemek için gittiğimiz mekanda indie-rock dinleyeceğiz derken İsviçre'nin Björk'üne (sevene saygım sonsuz da işte, o ben değilim ) rastlamasaydık da olurdu ama olsun, ön yargılı olmamak lazım. Ön yargı demişken... Biz trenle dönerken minik bir şişe şarap ve peynir açtık önümüzdeki masaya. Yanımızdaki koltuk sırasında ellerinde biraları ile dövmeli, küpeli iki tane abi vardı. Kimse ne bize ne onlara "n'apıonuz lan" demeyi geç; bir bakış dahi atmadı. Öyle ön yargı falan deyince aklıma geldi.
Sonra da ben kendimi AHL'de buldum. Bu sefer arada geçen kısmı anlatmama gerek yok sanırım, eve dön, eşya topla vesaire, vesaire... Bir haftaya yine bilmem kaç tane işi, ikinci bir ülkeyi, bir kaç şehri, akşam yemeğini, rakısını balığını, Saro'yu, Karaköy'de sabah kahvaltısını (gerçi saat 1'di yiyebildiğimizde ama olsun), Shaft'ını, "sabah karşı olacak iş mi" sini, ıvırını zıvırını sıkıştırmayı başardık. Atladıklarım, göremediklerim, konuşamadıklarım için üzgünüm. Bir daha ki sefere randevu sistemine geçmeyi düşünüyorum. O zamana kadar esen kalın.
Not: Resim bizim minik şarabımız ve peynirimize aittir. Daha fazla fotoğraf için instagram'da:
elvan_tuncer
elvan_tuncer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder