Mayıs 2010 – Şimal
Yemek masasında onunla karşılıklı oturmuş menüye bakarlarken aslında aklındakileri toparlamaya çalışıyordu. Dilinin ucuna gelen onlarca hoyrat, yaban ve keskin cümleyi evirip çeviriyor, kendini bu sefer daha sakin konuşabilmek için zorluyordu. “çorba içer miyiz?” dediğini duyunca homurdanarak “hayır” dedi, sonra da pişman oldu. Bilerek yapmıyordu ama! Canı yanıyordu. Yaralı hayvan halindendi hırçınlığı, elinde değildi. İstemiyordu çorba filan içmek! O gidince sonra nasıl içecekti bu çorbaları. O kadar kızgındı ki ona…
Bir hafta önce aramıştı Doğu onu teklifle ilgili. “Şimal inanamayacaksın olanlara. Adamlar bana yurt dışı ofisin yöneticiliğini teklif ettiler!” İnsan aynı anda hem sevinçten hem üzüntüden spazm geçirebilir mi? Elbette! Bu teklifi aylardır beklediğini, onun için ne kadar önemli olduğunu hepsini biliyordu. Ama aynı zamanda bunun onun kendisinden binlerce kilometre uzağa gitmesi demek olduğunu da biliyordu.
“Ne yiyeceksin?” Kafasını menüden kaldırdığında o iri, laciverte çalan gözleri gördü. Son on sekiz yıldır baktığı o gözleri… “bilmem” dedi omzunu silkerek.
Eylül 1995 – Doğu
İçinden akıp giden sıcacık bir şey yüzünden tüyleri diken diken olmuştu. Elini oradan çekmek mi yoksa çekmemek mi asıl faciaya yol açacak şeydi, onu bilemiyordu. O ise hiçbir şey olmamış gibi diğer eliyle kayanın üzerine serdiği çekirdekleri yiyordu. Ne kadar öyle oturdular farkında değildi; neden sonra elini çekiverdi o küçük beyaz elin altından. “benim eve gitmem lazım” deyip apar topar kalkıverdi yerinden. Pantolonun arkasını çırpaladıktan sonra yerde duran çantasını alıp omzuna attı. Şimal oturduğu yerden kafasını kaldırıp ona baktı “niye ki?” dedi. “ne demek niye ya? Bundan kaçacak değilim ya!” Kızın gülümsediğini gördü. Kaçamazdı tabi. O eve gidip; o insanlarla ve olanlarla yüzleşmesi gerekiyordu. Bir şey diyecek mi diye bekledi ama boşuna, başka bir şey demedi kız. Tam arkasını dönecekti ki aynı el yapışıverdi eline. Başını çevirdi, Şimal yeşil gözlerini yüzüne dikmişti, saçları güneşte turuncudan sarıya doğru yol alıyordu. “Ben ciddiydim. Ne zaman bir eve ihtiyacın olursa ben varım, unutma” dedi. Ne diyeceğini bilemedi; sadece kızı, tuttuğu elinden çekip o kayadan kaldırdı.
Mayıs 2010 – Şimal
“Ne diktin şimdi gözlerini bana?” dedi bir hışımla. Doğu’nun yüzünde o bilmiş gülümseme ile gözlerini dikip kendisine bakmasından hiç hoşlanmamıştı. Ne vardı yani? Bir şey yemek istemiyordu ya da ne yemek istediğini bilmiyordu, olamaz mıydı? Onun gibi “herşey” i bilmek zorunda mıydı? “ne var dedim ya” dedi, sesi yükselmişti. Eli uzanıp masanın üzerinde ki elini bulduğunda çekmek için çok geç kalmıştı. “o kadar mı kötü?” dedi Doğu. Binlerce şey üşüşüverdi aklına. Bu soruyu ne kadar çok sormuşlardı birbirlerine. Yan yana durdukları sürece cevap hep “yok, değil sanırım” olmuştu çünkü birinden biri bunu diğerine sorduğu anda bile her şey olduğundan iyi görünmeye başlıyordu. Ama bu sefer işe yaramadı. Alt dudağında istemsiz bir sarkma ile “evet” dedi. Doğunun iç geçirişini izledi. Eli, elini sıkıyordu. “biliyorum” dedi adam, “biliyorum ama ne yapacağımı bilmiyorum. Sen söyle o zaman?” Bu da ne demekti şimdi? Gitme kal mı demeliydi? Nasıl derdi? Ne yapacağını ona söyleyemezdi ki. Kalması için, gitmemesi için yalvarabilirdi bile ama nasıl yapardı? Nasıl gitme derdi? Elini çekti o elin içinden, yirminci doğum gününde ona aldığı yüzüğün yeşil taşıyla oynamaya başladı, sonra da normal bir şey söylermiş gibi “bilmiyor musun? Saçmalama Doğu, gayet iyi biliyorsun ki gideceksin. Bu kadar basit!” Laciverte çalan gözler bir anda neredeyse siyah büründü. Yüzünde ki gölge o kadar belirgindi ki rahatsız oldu. Ona daha fazla bakarsa dayanamayabilirdi, hızla menüyü eline alıp t, biraz tekrar açtı, bakındıktan sonra “ben de makarna yiyeyim bari” dedi. Ama onun hala kendisine baktığını biliyordu.
Eylül 1995 – Doğu
Şimdi ikisi aynı kayanın üzerinde, aralarında sadece bir karışlık mesafeyle karşı karşıya dikiliyorlardı. Nefes alışverişleri düzensiz, ne yapacakları belirsiz bir halde birbirlerine bakıyorlardı. O kadar ani çekmişti ki onu tam önüne, ne kız ne kendisi hesaplayamamıştı bu kadar yakınına geleceğini. Üç sene önce lisenin birinci sınıfında tanıştığı, bir hafta boyunca aynı sırada oturduğu halde inadından konuşmadığı, sonra sonra nasıl bilinmez hayatına usulca sızmasına izin verdiği kız; her fazladan adımda, her yanlış temasta, saçının örgülerini her çözüşünde, ona sinirlenip beyaz yüzünde çilleri kaybolana kadar her kızarışında ne olduğunu bilmediği saçma sapan bir şeyler hissettiği kız, bu kız… Şimdi burnunun ucunda burnu duran bu kız.
Derken, Doğu bir adım geri attı. Şimal durdu. O bir adım daha geri attı ve kız yine de olduğu yerde kaldı. Eli hala onun elinde ama şimdi mesafe bir metre olmuş halde duruyordu. Yeşil gözlerin nasıl koyulaştığını, o burnunun ucunun nasıl kızarmaya başladığını gördü ama inatsa o da inattı ve bir ileri adım atamadı.
Mayıs 2010 – Şimal
Tatlılar geldiğinde masada ki sessizlik artı o kadar büyümüştü ki neredeyse restorandan dışarı taşacaktı. Makarna ile salatanın yanında Doğu ona teklifi açıklamış, anlatmış, aklına takılması muhtemel her şeyi daha o sormadan söylemişti. Teklifin hiçbir falsosu, yanlışı yoktu. Maaş, ev, ofis, sorumluluk, yer, zaman her şey doğruydu. Bahane arıyordu ama her türlü bulma çabası boşa gidiyordu. Canı yanmaya başlamıştı. Sanki oradan çıktıkları anda gidiverecekti. Buraya kadardı, bir daha göremeyecekti sanki onu. Bir anda nefesi daraldı, yapamayacaktı, daha fazla orada oturamayacaktı. Tatlı kaşığını tiramisusuna sapladı, sandalyesini itip ayağa kalktı. “başım döndü ben biraz hava alacağım” deyip hızla kapıya doğru yürüdü. Döner kapıdan geçip açık havaya çıktığında derin bir nefes aldı. Akşam serinliği iyi gelmişti. Derin derin birkaç nefes daha aldı. Aklını toparlamaktan başka kaygısı yoktu. Onun karşısında daha fazla bu şekilde oturamazdı. Sadece kafa karıştırıyordu, farkındaydı ve buna hakkı yoktu. Bırakmalıydı ki kararını rahatça versin. Hayatının son 18 yılında hep O varmış, her boş zamanında, her derdinde, her sevincinde O varmışsa ne olmuş? İçtiği her fincan kahvede, her kadeh rakıda, her kase çorbada o varsa ne olmuş? Babaannesinin cenazesinde omzunda, kız kardeşinin düğününde kolunda ağlamışsa ne olmuş? İlk işe girdiğinde koştuğu O’ysa, ilk maaşıyla sabaha kadar içtiği O’ysa, ilk terfisinde kapının önüne üstü açık kiralık bir araba çekip onu Boğaz’a kaçıran O’ysa ne olmuş? Bu kadar yıl sonra bile hala ona…
Eylül 1995 – Doğu
Bunun bir anlamı yok ki dedi içinden. Şimdi geri adım atmasa bile sonunda atması gerekecek. Ne olmuş yani? Sanki olacak mı? Sanki şimdi az önce durduğu yerde durup o dudaklara yapışsa bir şey değişecek mi? Her şeyi berbat etmekten başka ne işe yarayacak bu? Bu kız onu istemiyor ki! O kimseyi istemiyor bu hayatta! Tuhaf şey işte, ne olacak! Ne yapabilir ki? Üç senedir kendisiyle savaşmasına neden olan şey orada tam karşısında ama ne yapabilir ki? Sürekli çekirdek yiyen, karmakarışık saçlarıyla kavgası bitmeyen, her yaz birkaç tane artan çillerinin sayısını ezbere bildiği bu kıza ne daha doğrusu bu kızla ne yapabilir ki? Ya dalga geçerse onunla ki O herkesle ve her şeyle dalga geçebilir. O zaman ne olacak? Hem onun gibi bir cadıyla ne yapacak ki? Baş edilebilir mi ki sanki onunla? Ne olacak şimdi ona…
Mayıs 2010 – Şimal
“Üşüyeceksin” diyen sesinden önce geldi omzunda ki eller. İrkilse de belli etmedi, arkasını dönmedi. Dönerse ne olacağından korktuğunda dönemedi. Ama o eller tuttuğu omuzlarından kendisine çevirdi, indirdiği elleri ellerini buldu ve o lacivert gözler dikildi yüzüne. “Ben nereye gidersem gideyim, nerede olursam olayım senin yanındayım. Bunu biliyorsun değil mi?” Cevap vermedi, hiçbir şey söylemedi, yüzünde bir çizgi dahi oynamadı. Put gibi dikiliyordu sadece. Doğu devam etti “ne zaman bir eve ihtiyacın olursa ben varım, unutma” Buraya kadardı işte, ne diyeceğini bilemedi; sadece adamı, tuttuğu ellerinden çekti kendine.
Eylül 1995 – Doğu
Tuttuğu eli bıraktı, hala omzunda duran çantasını düzeltti. “Sağol” dedi, “aklımda tutarım”. Çilli kızın kısılan gözlerine rağmen geri bir adım daha attı. Sonra da arkasını döndü, kayalardan sekti, kızı çekirdekleri ve güneşle beraber bırakıp otobüs durağına doğru hızlı hızlı yürümeye başladı.
Mayıs 2010 – Şimal
Sarıldığı adamı yavaşça bırakıp geri geri bir adım attı. Yüzünde neye benzediğinden emin olmadığı bir ifadeyle “sen bana bakma, biraz abarttım galiba. Her şey güzel olacak eminim ben” dedi. Sonra bir geri adım daha attı, başını restoranın kapısına çevirip güldü “hadi içeri girelim, tatlıları mundar ettik. Sen de bana bir şarap ısmarlarsın artık”. Ona bakan lacivert soru işaretlerine rağmen restorana doğru yürümeye başladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder