Bu yazıda ki kişi, yer ve zamanların bazıları hayal ürünü; bazıları hayat ürünüdür.
Beş bilinmeyenli bir denklemden daha zor bir adamla beraberdim. Asabiyetini bir tür giysi gibi üzerinde taşıyan bir adam. Öyle ki, sokaktan geçen herhangi birine herhangi bir nedenle sinirlenip, sinirini atmasının tek yolu da yine o şanssızdan geçtiği için peşine düşüp, lafını söyleyip, kavgasını edip, gerekirse dayağını da yiyip gelebilirdi. Üzerinde ki tek giysi asabiyet değildi. Bunun ve kalan her şeyin üzerine giydiği bir de egosu vardı. Ona göre televizyonda ki herkes aptal, radyoda konuşan herkes cahil, bütün kadınlar ya zevksiz, ya orospu ya da salak, bütün erkekler kaba, görgüsüz, hain ve soysuz olabilirdi. Bütün çocukları gürültücü bulur ve onlarla aynı ortamda geçirdiği onuncu dakikadan sonra gözü seğirmeye başlardı. Kendisine çok soru sorulmasından, sorduğu sorulara istediği cevapları alamamaktan daha fazla nefret etmezdi. Tanımların yanlış kullanılmasına, kelimelerin yanlış telaffuz edilmesine, terimlerin fuzuli kullanılmasına tahammül edemezdi. Hakkında bilgi sahibi olmadıkları konular hakkında konuşan insanları aşağılamaktan, aptal olduğunu düşündüğü insanları ezmekten çekinmezdi.
Ona göre hayat, tecrübelerden ve bilgiden ibaretti. İkisine de ya da ikisinden birine sahip olmayanların bu konuda hiçbir bahanesini haklı bulmazdı. Çünkü ona göre bilgi bu kadar ulaşılabilir bir haldeyken ona sahip olmamanın açıklaması olamazdı. Tecrübe ise ancak korkmadıkça elde edilirdi ki o, korkak insanlardan da nefret ederdi. Başını belaya sokmaktan hiç kaçınmamış, başı belada olandan asla uzak durmamıştı. Kırılmadık kemiği, çürümedik organı kalmayıncaya kadar dayak da yemişti; kaldırmayıncaya kadar dayak da atmıştı. Sigaraları ucuca eklediği gibi kitapları da arka arkaya bağlamış; ama sonunda ikisinin dumanın içinde boğulmuştu.
Ne şiddet tutkusu, ne şiddetli egosu, ne izler, ne dikişler, ne yaralar hiç biri değil. Hayal kırıklığı… Bu kadar konu başlığı ve bu kadar paragraftan sonra, etrafında kelimelerden bir hale olan bir adamın 88 katlı bir binadan düşen bir taş kadar hayal kırıklığı yaratacağını kim bilebilirdi ki? Geri alıyorum. Hayal kırıklıklarını karşımızdakiler yaratmıyor. Biz yaratıyoruz. Onlara olmadıkları insanların resimlerini yapıştırıp, doldurmadıkları çerçevelerin içine koyuyoruz. Sonra bir rüzgarla o çerçeve düşüp kırılınca da oturup çocuk gibi ağlıyoruz.
Bir kilisede dua etmiştim adamın biri için. Elimde tek mum vardı. Biri onun adına biri benim adıma iki dileği aynı mumla yakma gafletine düştüm. Halbuki kimsenin dileğinin dumanı, kimseninkine karışmamalı. Zaten olmadı da. Aynı dileği dilemiştim ikimiz içinde ama ne o huzur bulabildi ne de ben. Huzursuzlukta bulaşıcıdır belki de. Ama umarım kalıcı değildir. Hani yoksa ben onda sadece bir tırnak izi bırakabilmişken; o bana bunu bulaştırdıysa haksızlık oluyor.
Şimdi bakıyorum da benden aldıkları sadece huzur değil, tahammülümü de almış. Bu artık kalabalıklarda kalamayışlarım, birçoğuna dayanamayışlarım, eve kaçışlarım… Ayıp olmuyor mu? Bu yaştan sonra insanın karakterine, hayatına bu kadar tesir edilir mi? Geri alıyorum. İnsan hayatına bu kadar tesir ettirir mi?
Beş bilinmeyenli bir denklemden daha karışık bir adamla beraberdim ve bu beraberlikte en az denklem kadar karışıktı. Alt alta yazınca eksiler, artılardan fazlaydı sanki ama neye göre. Hologramlı kartlar gibi, oynattıkça gördüğüm resim değişiyordu. Bazen artıya bazen eksiye doğru. Çocukken de severdim o kartları, elimden bırakamazdım. Onu da bırakamadım, o beni bıraktı. Bunu söylemek zordur değil mi? Beni o terk etti, beni o bıraktı, beni istemedi. Falan filan. Ben takıntılı bir manyak gibi başka isimlerle, başka yüzlerle yine de takip ettim onu. Önce sadece uzun vadeli bir intikam planı gibiydi ama bir yerde yitirdi anlamını. Lanet olsun ki sadece onun yaşayıp yaşamadığını bilmek yeterli oldu o aşamada. Hala nefes aldığını bilmek ya da alabildiğini ki önemlidir nefes alabilmek, o da bilir.
Geri dönecek bir yol, söylenecek bir söz, devredilecek bir mülk, ödenecek bir borç kalmadı. Benim bile kendimle ilgili hayal etmediklerimden bana biçtiği bir rol vardı ve o da kayboldu. Yani o da dönüp baksa bir kere daha, bıraktığı kadını bulamayacak. En başta başladığımız yerde duran, onun ilgisini çeken ve canlı tutan o kürklü kadını bulamayacak. Hem zaten bende eğreti durmuştu, kabul edelim. Ama ayak uydurmayı seçtim. Aslında senaryoyu yazanda oyunu yöneten de oydu ama benmişim gibi yaptırmasına izin verdim. Ben de aptala yattım ki yatabildiğim tek şeydir. O yüzden diyorum ya hayal kırıklığını aslında biz yaratıyoruz. Ben olmadığım bir şey olamıyorsam, olmasını istediğim şey o mu diye zorlamak neden? Değilse değildir ki değildi de…
E şimdi bende paragraflarca ve satırlarca yazabiliyorum. Bana en azından ilhamdır diye kendimi avutabilirim. Onlarca hikaye çıkarabiliriz buradan ki aslında malzeme baya zayıf. Besleyip semirtmek için pek vakit olmadı, böyle cılız kaldı işte yavrucak. Buna rağmen, kaburgaları sayılan bir eşeğe yük vururken ne kadar tereddüt ederse sahibi; bende o kadar ettim onu sonuna kadar zorlamaktan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder