17 Kasım 2010 Çarşamba

CEZANNE IN ELMA SEPETİ

Yerde ki cam kırıklarına basmamak için dikkat etmek zorundaydım. Bir seferde üç beş iri parçaya bölünüp kırılan eşyaları toplamak kolaydır da daha yere değer değmez binlerce parçaya ayrılıp etrafa tuz ve buz olarak dağılanları toplayamazsınız. Hem vakitsizlikten hem de bu gereksizlikten ötürü toplamadan çıkmıştım zemini kaplayan cam tabağı. Tabağın havada süzülüp yere düştüğü anı, ağır çekim bir film sahnesi gibi gözümün önüne getirdim. Ve o tabağın arkasında, onu az önce elinden çıkaran adamın yüzündeki bakışı da… O tabağın beni durduracağına kendisi de inanmamıştı fırlatırken ki yüzündeki o çaresizlikle karışık korku ifadesi de bundandı. Tabak tam ayağımın bir santim önünde yere düşüp anında parçalara ayrıldığında ben sadece bir kolumu kaldırıp yüzüme siper etmiştim.

Kırmızı tabanlı siyah topuklu ayakkabılarımın burnuyla önümde duran camları itekleyerek kendime yol araladım. Halının tüylerinin arasına karışanları da ayağımla eziyordum yürürken. O akşam iş bittikten sonra alınması gereken her şeyi almadan çıktığım için kendime kızmayı yeni bırakmıştım. Yarım bırakılacak iş miydi bu? Hem de böyle bir zamanda! Üzerinden günler geçince beyaz halıdaki kan izleri artık turuncuya çalan bir renk almıştı. Orta sehpayla büyük ikili koltuğun arasından ince siyah çorabımı bir yere takıp da kaçırmadan geçmek için uğraşırken koltuğun altından doğru görünen mavi bir dosya kenarı fark ettim. Bütün o itiş kakış sırasında elimden fırlayıp nereye gittiğini göremediğim dosya olsa gerekti. Orta sehpanın kenarına oturup, koltuğun altına doğru eğildim. Mavi dosyayı görünen ucundan çekip dışarı çıkardım.

“İyi ama neden?” demişti bana ağzının kenarından ve burnundan iğrenç salyaları ve sümükleri akarken. İlla nedenini bilmesi gerekirmiş gibi. Sanki nedenini bilmezmiş gibi! Bilmiyor olabilir miydi ki gerçekten? Kafamı iki yana salladım bir şeyleri yerine koymak ister gibi. Tabi ki olamazdı! İnsan onca berbat şey yaptıktan sonra bir gün bunların cezasını ödemeyeceğini ve her şeyin sanki normalmiş gibi gideceğini gerçekten düşünebilir miydi? Çalınan paraların hesabının sorulmayacağına inanarak o paralarla açılan şişelerden alkole bulanınca unutuyor muydu bu insanlar gerçekten o paralara sahip olmak için yaptıklarını? Marmara denizinin dibinde yatan yahut yatamayıp da karaya vuran, yüzeye çıkan vücut parçalarını bütün halinden bu haline getirenler; nasıl yiyebiliyordu bembeyaz porselen tabakların üzerine kanlarını yayarak o biftekleri? Yatağın kenarından bileği jiletli kolu sarkan o kadının kocası nasıl bu kadar rahat metresinin üzerinde, arkasında, önünde gidip gelebiliyordu? İnsan hafızası fil değil belki ama neden hep balık olmayı tercih ediyor? Yaptıklarını hafsalalarında tutamayacakları için hızla atıyorlar güya. Ama öyle kolay değil, onlar atsa bile safraları toplayanlar var dışarıda. Kaplarca, leğenlerce hatta varillerce safra… Bu dünyanın düzeninde hiçbir şey kaybolmaz ya, hani yediğin elmanın koçanı bile içindeki çekirdeği, düştüğü toprağa bağışlar çürümeden önce; işte o hesap ihanetler, merhametsizlikler, yalanlar, dolanlar, kalpazanlıklar, tüm günahlar da dillendirilmiyor diye yok olmaz. Havaya karışır o pis nefesler veyahut denize karışır lağımlarından akıp.

Oturduğum sehpadan kalkıp elimde ki mavi dosyayı kapının girişinde bıraktığım siyah deri çantama koydum. Sımsıkı toplanıp atkuyruğu yapılmış saçlarımı, topladığım yerinden ucuna doğru elimle sıvazladım. Siyah deri eldivenlerimin avuçlarında kalan sarı saç tellerine baktım. Yaşlanıyorum, artık bir seferde daha çok saç geliyor elime. Kendime kızdım. Bu saçları topuz yapmalıydım! Perdeleri çekilmiş camı açıp elimde ki saçları dışarı, durduğumuz dokuzuncu kattan aşağı doğru bıraktım ama rüzgar aşağı değil karşıya doğru taşıdı onları. Birkaç saniye ne yöne doğru gittiklerine baktıktan sonra pencereyi kapatıp, perdenin kıvrımlarını düzelttim. Salonun cam tarafında ki bölümünü kat edip kapısından koridora çıktım. Yatak odası, koridorun sonunda açık kapısıyla beni bekliyordu.

“Yaşlanıyorsun” demişti O da bana. Elini ilk omzuma attığında on beş yaşındaydım. Evden kaçalı bir ay olmuştu. Maçka’da bir parkta yatıyordum geceleri. Adamın biri bana musallat olunca şarap şişesini kırıp sağ kaşının ortasından çenesine kadar uzanan bir yarık açmıştım. Karakolda beni gecenin üçünde tokada boğan gece amirinin ardından polis memurunun biri nezarethaneye götürene kadar sağımı solumu mıncıkladığından her yerim mosmordu. Tam nezarethanenin kapısında beni kalçamdan avuçlayıp içeri itekleyince; ben de anası başta olmak üzere ailesinde ki tüm kadınları uzvum olmadığı halde bir eyleme kattım. Buna karşılık önce o, sağ yanağıma tokadı indirdi; sonra da ben tam iki kaşının ortasına kafayı indirdim. O gürültülü hareketin içinde bir elin omzumdan beni yakalayıp geri çektiğini fark ettim. İşte on beş yaşında omzuma attığı o el beni önce o karakoldan, sonra Maçka parkından çıkarıp; yatılı bir okula yerleştirdi. Ben mezun olana kadar gelmedi ziyaretime ama bana her ay düzenli olarak para gönderdi ve her yaz tatilinde beni bir spor kampına yazdırdı. Üniversiteye kadar ben uzak doğu sporlarından yüzmeye kadar her çeşit sporla haşır neşir oldum. Üniversite sınavına gireceğim günün bir öncesi gece yurtta ki yatağımdan beni kaldırıp yurt müdürünün odasına aldılar. Üzerimde geceliğimle sabahlığım, ayağımda terliklerle müdürün masasının önünde ki deri koltukta otururken içeri girdi. Bugün bile bir gram eksilmeyen göbeği ile karşımda ki koltuğa oturdu. O gece bana bir zarf verdi. İçinde önümdeki en az on yılı planlayan talimatların olduğu bir zarf. Bu onu iki sene sonrasına kadar son görüşüm oldu.

Yatak odasında, yatağın başında bir Cezanne tablosunun kopyası duruyordu. Hani şu elma sepeti olan. Kırmızı tabanlı siyah topuklu ayakkabılarımı çıkarıp, beyaz işlemeli pike yaka örtüsünün üzerine bastım. Cezanne kopyasını yavaşça yerinden çıkarıp yatağın üzerine koyunca, sümüklü ibnenin kasası da önümde duruyordu. Ağzımı bozmayı bırakalı yıllar olmuştu ama bu herife o kadar kinliydim ki… Kulağımı kasaya yapıştırıp rakamları çevirmeye başladım. Yeterince tık sesinden sonra son açılma refleksi de geldi kasadan ve kapağı açtım. İçinde bir mavi dosya daha vardı. Her zamanki gibi içinde ne olduğuna, o kağıtlarda ne yazdığına bakmadım dahi. Ben sadece toplardım. Zamanında dağılmış ya da dağıtılmış olan parçaları toplar; birileri birleştirip kullanabilsin diye o birilerine verirdim. Ben incelemezdim. Elimde ikinci mavi dosyayı tuttuğum halde yataktan inip ayakkabılarımı giydim. Pike örtünün bozulan yerlerini düzelttim, odadan çıktım. O dosyayı da siyah deri çantaya, kardeşinin yanına koydum. Çantayı yerden alıp, omzuma taktım. Girerken kullandığım aslından kopyalanmış anahtarı kilitten çıkarıp dışarı çıktım. Ağır çelik kapıyı yavaşça çekip kapattım. Birkaç saniye orada öylece dikildim. Apartmanın şıkları söndü. Birkaç saniye daha bekledim. Hiç ses yoktu. Sonra geri doğru bir adım attım ve sensörlü kat ışığı beni fark edip yandı. Sessizliği yarıp geçen topuk seslerime rağmen hala katta duran asansöre bindim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder