Mart 2011 de yazıldı, öylece kaldı, sonunda tesadüfen bulundu, okundu, yayınlandı, hayırlı olsun...
Söylenmesi gerekenleri söyleyebildim ama söylemek istediklerim için beklemek lazımdı. Beklemek lazımdı çünkü yeri ve zamanı değildi. Beklemek lazımdı çünkü “o an” bana ait değildi, bana ait bir şey yoktu. Ha bir de yeni bir duvardan sekmeyi, umursamaz bir sessizliği daha kaldıracak gücüm yoktu. O yüzden söylenmesi gerekenleri söyledim, söylemek istediklerimi tuttum. Hem zaten o zaman tutmasaydım yine ayarsız bir konuşma yapacaktım. Çünkü ben balığım ya; işte o yüzden o kadar kolayca kayıveriyorum ki suların içine… Derinliğine sığlığına bakmadan, tadını tuzunu ölçmeden dalıveriyorum. Demiyorum ki hiç acaba bu su beni kabul eder mi? Alır mı içine? Ya da tutar mı içinde? Az mı sudan çıkmış balık oldum ben! Ama yok, akıllanmadı mı akıllanmıyor insan. Otuz değil yüz olsa aynı. En güzelini yaptım, bekledim. Şimdi bunları söylediğimde kimse için bir anlamı olmayacak. Bu sefer güvendeyiz.
Kafamın içinde ki savaşı yine ben başlattım, ben bitirdim. Evet, yine zaman aldı, yine üç günde sıyrılamadım. Yine uykuya dalmadan önce, uyandığımda, saçma sapan bir şarkının saçma sapan bir yerinde, Boğaz köprüsünün üzerinden geçerken aklımdaydı. Bak sayarım; o akşam Funda Arar çalıyordu “aşk seni de beni de sınamadı mı? Hiç gecen gündüzün bir olmadı mı?” Aşk değil belki ama bir şeyler yine sınadı beni ya da ben bir şeyleri sınadım. Dedim ki kendi kendime “bu kaçıncı?”. Saymaya çalıştım. Bilmem kaç yıl önce doğum günümün gecesi beni önce ağlatıp sonra gözümde ki yaşlara rağmen öpüveren adam, ertesi sabah sanki o biz değilmişiz gibi yapmamış mıydı? Ben bunu ne kadar taşımıştım yanımda? Sene hesabıyla. Ay değil, hafta değil, sene hesabıyla taşımıştım. Ne ilk oldu ne de son. Birileri bir adım atsa ben koşuyorum! Yerime yönüme bakmadan, bodoslama koşuyorum. Halbuki kafamı kaldırıp bir baksam bana adım atanı geçmişim gitmişim, aşmışım. O kalmış olduğu yerde, o kadar ki ben yeniden yanına varana kadar gitmiş bile.
Ortadan kaybolmalara, sorumluluktan kaçmalara, kararsızlıklara, ne istediğini bilmemelere, sığ sularda yüzüp derinlere inmekten sakınmalara alıştım. İşte o yüzden bu kalkanlar hiç inmiyor. Çünkü tüm bu sakınmalara, çekinmelere, isteksizliklere inat; ben o kalkan olmasa her adıma on adımla, her uzanan ele kolunu vere vere per perişan olurum. Ki şu kadarcık boşlukla bile kendime eziyetim mevcut…
Ha benim kafam bu kadar karışmazdı yine, karışmazdı da işte… O gecenin bir buçuğunda sarı dolmuşta alt dudağımın kenarı sızladı. Elimi götürdüm. Unutmuşum ben, fark etmemişim ya da, e kokun kalmış elimde. Ne yapayım? Nereye kaçayım tam o anda? Zaten kısa devre yapmış az önce her yer, sigortalar atmış, karanlık. Ben aptal aptal ışık arıyorum, önüme çıkana bak! Elim çenemde, burnumda kokun, öylece geçtim ben o Boğaz köprüsünden. E ben ne hissettiğimi bilmiyordum ki ertesi sabah uyandığımda. Sadece baş ağrısı… Ne diyeceğini bilememe, karşındakinin ne diyeceğini bilememe, bilememekler üzerine bir baş ağrısı. Dedim ki kendime: “Tamam kızım düşünmek yok artık, nasıl olsa bir işe yaramayacak kafanı yormaktan başka. Bu sefer sus otur bakalım. Bir kere de çeneni tut, sorma sorgulama. Varsa bir şey çıkar zaten, yoksa da e zaten yoktu. Yirmi dört saat içinde değişmez bir şey. Bak bu sefer baya başından yakaladın kendini zaten. Unut, yok, olmadı, bitti, geçti, hadi bakalım!”
İşe de yaramadı değil. Daha da önemlisi haklı çıktı. Gerçekten yok bir şey, yok. Var olma ihtimalini saklı tutan o patavatsızı bile susturdum bu sefer. Konuşamadı haspam! Aferin bana. Bir aferin de ona… Neyin içinde durduğunu, benim onun için nerede olduğumu, anlık geçici konumumdan sonrasına kadar durumumu anlattı; bana gül bahçesi vadetmedi.
Tatlar geçer, kokular gider, elinin izi çıkar elinden, bir gecelik bir anlık olduğunda daha kolay azat eder seni. Karşında ki ipi tutmaz da git derse daha kolay çıkarsın çemberden. Kenarından dolanırsan batmazsın suya. Galata kulesine çıkarsın, şöyle bir aşağı bakar aldığın o derin nefesi verirsin, olur biter.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder