16 Eylül 2012 Pazar

OTUZ BEŞ TANE MİNİK, PEMBE RENKLİ HAP



Günlerdir bana soruyordun ya “neyin var?” diye. Ve ben de inatla söylemiyordum ya. Sanırım ya korkumdan ya da şaşkınlığımdan. Alışkın değilim bana bu kadar sorulmasına, üzerime bu kadar düşülmesine, birinin gözümde ki, kaşımda ki yahut dudağımın kenarında ki izleri böyle an be an takip etmesine.

Ben, çok uzun zaman, umurunda olmayan adamların yüzlerinde ki çizgileri takip ettim. O çizgiler ki ne zaman aşağı doğru kıvrıldılar; elim ayağım birbirine dolaştı. Ah hiç dayanamazdım, dayanamadım. İçim yanardı, su serpmek için çırpınırdım. İzin verseler nasıl sarılıp öperdim! Ama onlar bin metrelik çitlerin gerisinden sadece seyretmeme izin vermişlerdi, ben de geride durdum.

Sen bana neden soruyorsun? Nasıl oluyor da benim gözümün rengini benden iyi biliyorsun? Avucumda pembe renkli otuz beş tane hap olduğu akşam, o telefonu açmasaydın eğer, neredeydik şimdi biliyor musun?

“Çit dediğin öyle bin metre olmaz, Çin seddi gibi olur. Bırak üzerinden bakmayı, içinden geçmeyi; yaklaşmayı dahi düşünemezsin” demiştin bana. Benimle oynayanlara sen benden daha çok kızmıştın. Ben de sanmıştım ki onlara kızıyorsun. Şimdi anladım ki sen, bana kızmışsın. Kızma. Ne olur kızma, dayanamam. Sen kızınca esip gürlemezsin, sessiz sedasız çekip gidersin. Küfür gibidir senin gidişin, ne olur kızma. Bıraktım hepsini. Her birini! Hiçbiri umurumda değil artık.

O akşam, senden önce iki kişiyi daha aradım ben.

Biri deniz kenarında ki çocuk. Hatırladın mı? Eski bir balıkçı vardı hani kıyıda, onun hani ahşap, beyaz renkli bir masası vardı. Hah işte, o masada ki çocuk. Aylar geçmiş üzerinden, beni hatırlamadı bile. Neden onu aradım biliyor musun? O akşam, kumsalda, herkes gittikten sonra, bana sarılmıştı. Tam denizin kıyısında, saat üç mü neydi, ayaklarımız sudaydı. Ben ona senden öğrendiğim yıldız kümelerini anlatıyordum. Aslında bir türlü kümeleyemiyordum yıldızları ama en azından deniyordum. Yoksa hemen oracıkta sıyıracaktım üzerimde ne varsa. Sırf sıyırmayayım diye konuşuyordum. Ama anlıyordu işte… Her, sadece “işine geleni” anlayan erkek gibi. Baktı ben bütün horoskopu çizeceğim gökyüzüne; sarılıverdi bana. Bildiğin sarıldı işte. O kadar.
Ama o akşam anlamadı beni. Sesimin tonunu, rengini tanımadı. Beni zar zor hatırladı ama anlamadı. Ondan vazgeçip telefonu kapattığımda avucumda hala otuz beş tane pembe renkli minik hap vardı.

Sonra ondan daha eski ve daha tanıdık birini aradım. Bir gece yarısı olduğundan mıdır nedir, telefonu çok geç açtı. O kadar çok müzik ve içki döküldü ki bir anda telefondan; odamın içi cümbüş oldu. Bırak derdimi anlamasını beklemeyi, bağırarak anlatsam da anlayacak halde değildi. Zaten ben de onu böyle bir cümbüşün içinde tanımıştım, hatırlarsın. Kocaman bir pistin ortasından, bana, yani en köşede tek başına duran kıza doğru öyle bir yürümüştü ki; beni alıp, oradan çıkaracak ve yakınlarda ki malikanesine götürecek sanmıştım. Öyle olmadı. En yakında ki otelde bitti yürüyüş.

Sonra ben balkona çıktım, hapları pijamamın cebine koyup. O kadar istekli ama o bir o kadar da cesaretsizdim. İlk defa biriyle sevişmek istediğimde hissettiğim gibi. Elimi kolumu nereye koyacağımı, nerede ne yapacağımı bilmez ve sonrasını asla düşünmez halde. İçinden çıkmayı hiç istemeyeceğimi bildiğim için; içine hiç girmek istememek gibi.
Sen yetiştin mi, gördün mü bilmem ama birden bir yağmur bastırdı o gece. Aylardan Eylül ama hava berbat sıcak olduğu halde, baya baya sağanak yağmur yağdı. Sadece beş dakika için. Bir anda her yer toprak koktu. Bizim sokağı bilirsin, her yağmur sonrası toprak kokar. Koskoca İstanbul’da kaç tane sokak kaldı ki böyle. İşte o yağmur cesaret verdi bana.

Avucumda pijamamın cebinden geri çıkardığım otuz beş tane pembe minik hap, içlerine cebimden küçük beyaz pamuklar bulaşmış. Önce pamukları ayıkladım, sonra bardakta ki suyun üstünü tamamladım. Sonra…. Sonra sen aradın. Gece saat iki olmuş.

Ben sana tek kelime söylemedim. Tek bir şikayet, tek bir sızlanma, tek bir yakınma yok. Bir nota bile titremedi sesim. Hiç! Biliyorum. Ama sen nereden bildin? Sana sadece “alo” dedim ve sen bildin. “Bekle, geliyorum” dedin. Nasıl oldu da o kadar çabuk geldin? Kapıyı çaldığın sırada ben suyu bir dikişte içtim. İçimin yangınını söndürmez ama belki senin karşına çıkabilecek kadar bastırır diye. Sonra sen geldin…

Sabah saat altıda, gözlerimi senin kucağında açtığımda uyandım. Salonda ki kanepede uyumuşsun. Uyumuşuz. Sırtın arkaya yaslı, başın yanına düşmüş. Beni dizlerine yatırmışsın. Bir elin hala ben uyuyana kadar olduğu yerde, saçlarımda. Diğer elinle yere doğru düşmüş elimi tutuyormuşsun ama uykuda ayrılmışlar. Seni uyandırmamak için sinsi sinsi, sessizce elimle pijamamın cebine baktım. Otuz beş tane minik, pembe renkli hap orada. Saymadım ama sayı tamdı, eminim.

http://www.youtube.com/watch?v=zjaZiWBvnL4

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder