9 Aralık 2010 Perşembe

DAĞINIK YATAK

Vedalardan oldum olası nefret ederim. Zaten edemem de. Yani veda edemem. Nasıl edildiğini bilmem, bilemem. Lafa söze başlayamadığımdan olacak; bir mektup bırakır kaçarım oradan. Zaten konuşamadığım ya da Türkçesi konuşmaya ödümün patladığı her durumda bir mektup yazdım ben. Çocukken, annemle çok kavga ederdim. Hayata bakışlarımız o kadar farklıydı ki; ister istemez evde her gün odaların kapıları çarpılırdı. İşte o kavgalardan sonra ben sinirim geçip bir tür deve kinine sahip anneciğimin etrafında kedi gibi gezinsem de; o, beni cezalandırmak için ağzını açmazdı. Ben de baktım konuşamayacağız oturur anneme mektup yazar, aynasının önüne ya da çekmecesine falan bırakırdım.
Lisede, bizim okula başka bir süper liseden (böyle bir şey vardı bir zamanlar, hala var mı?) transfer olan Boran diye bir çocuk vardı. Amerikan filmlerinde ki gibi okula yeni gelen çocuğa hasta olan beceriksiz kız modeli olarak, çocukla konuşamaya ödüm patladığından; bir kartpostal yazıp sırasının altına atıvermiştim. Sonucunu ben bile hatırlamıyorum, düşünün ki o kadar işe yaramamış!
Sonra aradan yıllar geçti ama bazı şeyler hiç değişmedi. En yakın arkadaşımla dehşet bir kavga etmeden hemen önceydi elimde bir mektup ve bir dal bambuyla kapısına dayanışım. İşaretleri okuyup bir fırtınanın gelmekte olduğunu sezmiştim evet ama şiddetini bilememiştim. Fena patladı… O bambuyu yeniden görebilmem nerdeyse altı ayımı aldı.
Aşık olduğumu sandığım ama sadece çok fazla etkilendiğim Yunan bir çocuk vardı. Aylarca İstanbul’a gelmesini bekledikten sonra beni görmeden gerisin geri dönmesini hazmedemeyip acayip dokunaklı bir mektup yazmıştım. Hani o mektup bana yazılsa valla ilk uçakla Atina dan İstanbul a geri dönerdim. Kendim yazdım diye demiyorum ama benim diyen erkek öyle bir mektup alamaz bir daha…
Bir önceki işimden ayrılacağım zaman, kendisinden ayrılmanın nasıl olacağını tahayyül bile edemediğim, etmeye kalkışırsam da nefesimin kesildiği birine yazmıştım sonra. Ve çıkmadan çekmecesine atıvermiştim. Zamanında yazılıp atılmış kelimeler yığını işte. Hiçbir kelimemden pişmanlık duymasam da bana onları har vurup harman savurmamın da iyi bir fikir olmadığını öğretti. Hem O, hem de zaman…
Ve sonra ilk görüşte aşk! Hem de bu yaşta. Daha neler! Derken oluverdi. Ya da ben emindim öyle olduğuna. Aşk değildi belki de. Hiç hissetmediğim kadar güçlü ve yoğun bir şeydi ki baş edemedim. Hayatımın sadece iki gününü aldı ve berbat bir şekilde bitti. Havada patlayıveren koca bir balon gibi. Yattığım yerden tavana bakabildim sadece. Oradan ayrılmadan önce ki son günümü, yani sadece bir fincan kahve ve yarım elmayla kendimi besleyebildiğim, kokusunu burnumdan bir türlü atamadığım için nefesimi düzene sokamadığım o günü atlattıktan aylar sonra da O’na bir mektup yazdım. Beni yanlış anlaması bir yana aslında anlayıp anlamadığını bile bilmediğim bir adama işin doğrusunu daha doğrusu benim doğrumu anlatma çabasıydı sadece. İki yanlıştan bir doğru çıkmadı, cevabı sadece bir kaşık su oldu kuruttuğum denizde.
Bana atacağı kazığı önceden tahmin edemediğim için neyime güvendiysem ya da onun yaşını başını almış kurtluğuna güvendiğimden olacak, tüm kapılarımı açmaya hazırlandığım adama da bir Galata kulesi kartpostalının arkasına tam o anda aklımdan geçeni yazıp, ofisinin kapısının altından atmıştım. Bundan bir saat sonra beni aradığında, o otobüse binip gitmiş olsaydım bugün bazı sokaklarda hala etrafıma bakıyor olmazdım.
Hala da yazıyorum ama artık insanlara daha fazla direkt cümle kurabiliyorum. Artık daha fazla yüzlerine bakabiliyorum konuşurken. Evet, söz uçar yazı kalır, doğrudur ama bazen yazdıklarımız da silinip gidebiliyor. Kelimeler, harfler dağılıp, darma duman olup etrafa saçılabiliyor. Aman, bırakayım dağınık kalsın artık! Uğraşamayacağım. Hayır, 25 yaşıma kadar her sabah yatağımı toplamadım diye annem de babam da tatava yapardı. Ne zaman ki kendi evime taşındım; yatağımı toplamadan evden çıkamaz oldum. Var bir tuhaflık ama ben bulamadım. Dağınık kalsın, tamam. Da ben ne diyordum ya…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder