28 Aralık 2010 Salı

İLK BİRA KUTUSU

En eskisi, omzunda uyduğum ilk bira kutusu...

Ben içki içmezdim. İçmedim yirmi iki yaşıma kadar. Sonra okulun arkasında kavak ağaçları vardı, altlarında da beyaz plastik sandalyeler. Birinde ben oturuyordum, birinde sen, birinde de başka biri. Birer kutu bira kapıp geldin ya o akşam, içtim ben de her akşam içermişim gibi. Sonra da eve dönerken, otobüste, omzunda uyuyuverdim işte.
O uykunun ortasında birden beni uyandırıp "hepsi bu işte" dediğinde, "ben seni incitmekten korktuğum için bu haldeyiz çünkü seni incitemem" dediğinde nasıl sevindiğimi biliyor musun ve sana nasıl inandığımı? Uyku sersemliğine verelim ya da ilk kez içki içmeme...

İlk gördüğüm zamanı hatırlıyorum. Her şeyiyle... Okulun önünde ki otobüs durağında, üzerinde haki renkli bir tişört, saçlar kazılı, boynunda şu yazlık yörelerde takılması gelenekten sayılan ahşap kolyelerden var. Elimi sıktığın anda biliyordum! Lanet olsun, vallahi biliyordum. Ondan sonra da hep bildim. Hatta senden sonra da ben hep "ilk görüş" te bildim.

Sonrası uzun bir zaman yok, sonrası uzun bir zaman sonra var. Bir yaz gecesi, sıcaktan bunalmış ayaklarımı, bir nebze daha soğukmuş hissi veren duvarlara yaslamışken gelen edepsiz bir telefon mesajı var. Yazlıkta bana tatili dar eden bir sürü sözcük, yeniden şehre ve gerçek yaşama dönüşte telefonda edilmiş bir kavga, "ne ilişkisi, hangi ilişki, bizim aramızda ilişki mi var ki?" soru cümlesi ile kapanan bir hikaye var. Gel gelelim ay sonra okul açılırken, kavşakta otobüsten inip adımımı bastığım ilk yerde karşılaşmak var. İşte tam o gün ve tam o anda, bir şey olmamış, o yaz hiç yaşanmamış gibi davranarak hayatımın hatasını yapışım var. Çünkü ben bunu senden sonra da yaptım. Bir şey yokmuş, olmamış gibiler yüzünden sonradan da canımı yaktırdım, yaktım.

Bir açık hava masasında benimle Nietzsche tartışan adam, otobüste camlara hohlayıp beraber resim çizdiğim adam, Kıbrıs politikamız hakkında ki sinirini bana kusan da beni salıncakta sallayan da aynı adam; ey adam, adam olamadığın tek yer vardı o da benim, senin neyin olduğumu bir türlü çizememendi. Uzun, upuzun bir ipim vardı benim. Bazen o kadar yakınına çekiyordun ki beni; dokunabilecekmişim gibi, ama tam değecekken o kadar uzağa atıyordun ki beni, ip liflerine kadar geriliyordu! Ne kadar oynanabilirdi bu oyun? Bilmem. Ben iki buçuk sene dayanabildim.

O zamandan sonra “ben bunu hiç yapmam” ya da “ben buna izin vermem” demeden önce iki kere düşünmeyi öğrendim. Ne yapmam canımları çiğnemiştim çünkü… Beni ağlatmaktan zevk alan tanıdığım tek insan! Nelere izin vermiştim. Ne kadar çok kaçarsam o kadar saplandığımı, ne kadar saklamaya çalışırsam o kadar açık ettiğimi öğrettin bana. Olduğum yerde gizlenmemin ya da sessizce beklememin, keşfedilmemi sağlamadığını; her şey için desibeli ısrarla artan sesimin, böyle durumlarda kısılmasının yeri ve zamanı olmadığını öğrettin. Peki bu ne kadar zaman alabilirdi? Bilmem, ben bir buçuk sene de öğrenebildim. Hatta tam olarak öğrenememiş olmalıyım ki, onca zamandan sonra oturup bunları yazmama ya da hatırlamama neden olacak şeyler oluyor yine.

İlk iki buçuk yılını bilfiil sana aşık olarak, son bir buçuk yılını bünyeden bunu temizlemeye çalışarak geçirdiğim dört yıldan sonra, şimdi geri dönüp bakınca elimde ne kaldı? Hatırlar mısın bilmem ama bir keresinde tam göğsünün ortasına istemeden üç tırnağımın izini bırakmıştım. Sen de isteyerek, aynı yere görünmeyen bir iz bırakmıştın. Hayatıma büyük ve altın harflerle kazınmış son bir cümle kurmuştun bana o pizzacıda öğlen vakti. Masada duran kitaplar ve benim elime adeta yapışmış beyaz porselen çay fincanının arasından bakarak kurduğun o cümle sayesinde sonunda nefes alabilmiştim. Ve yine o cümle sayesinde öğrenmiştim ne kadar çok şeyi etrafa saçtığımı. Kendime ait her şeyi, anında önüne dökmeye bu kadar hazır olmamı mesela… Ve bunun sende nasıl algılandığını. Bugün yeniden söyleyebilirim ki, hala öyle algılanıyor. Bazı şeylerin hiç değişmemesi çok hoş değil mi?
Şimdi neredesin ya da ne yapıyorsun bilmiyorum. Ben pek çok şeyi zamansız söylerim; ya çok erken ya çok geç. Şimdi de olup bitenlerden neredeyse altı yıl sonra neden yazdın dersen; bilmem, içimden geldi. Aklıma geldi. Esti geldi. Belki şu biten yıl yüzündendir belki de biten başka şeyler yüzünden. Senden öğrendiklerim ve bir türlü öğrenemediklerimle, selamlar, sevgiler. Esen kal…

1 yorum: