On beş yaşındaydım. Kasabanın dışındaki o metruk eve, kendimden on beş yaş büyük bir adamla gidecek kadar gözü kapalı bir on beştim. Seksen beş model, lacivert Renault arabanın ön koltuğunda beyaz üzerine mavi çiçekli bluzumdan ellerini sokup göğüslerimi sıktığında; benimle asıl derdinin ne olduğunu anlamış olması gereken bir on beştim. Anlamadım.
İki katlıymış gibi görünse de, çatısının yarısı uçtuğundan beri bana sonsuzluğa uzanıyormuş hissi veren o evin üst katında ki beton zemine serilmiş yeşil şiltede yatarken anlamalıydım. Bir eliyle saçlarımı ense kökümden kavrayıp diğer eliyle pantolonunun fermuarını indirirken yüzünün aldığı ifadeden anlamalıydım. Anlamadım. Tarihin gördüğü en anlayışız on beşlerden biriydim. On beş yaşındaydım…
Sağlık ocağındaki hemşire olacak kadın elime küçük bir kap tutuşturup yüzüme tükürür gibi “işeyeceksin buna!” dedi. Ellerim o kadar titriyordu ki değil o kabı işerken tutabilmek; tuvalete kadar elimden düşürmeden gitmem bile imkansızdı. Kadın “ne bekliyorsun salak salak” bakışıyla bakıp, omzundaki el örgüsü pembe hırkayı çekiştirdi. Hırka ne kadar samimi ve içtense; hemşire olacak o kadın o kadar uzak ve acımasızdı. Annemi özledim, burnumun direği sızladı. Ağlamayacaktım! O kaltak kadının önünde ağlamayacaktım! Titreyen ellerimi kapla beraber montumun cebine sokup tuvalete gittim.
Üzerimden kalktığında, iki kaşının ortasında bir çizgi vardı. Benimse iki bacağımın arasında dayanılmaz bir sızı. Bu kadar acıması normal miydi? Bunu ona soracaktım ki dilimi ısırdım. Çocuk sanmasındı beni. Değildim. On beş yaşındaydım!
Yeşil şiltenin üzerinde minik çiçeklerle bezeli bir çarşaf vardı. Ama o çarşaf bile şiltenin pisliğini saklayamamıştı. Tam karşımdaki duvarda kırmızı boyayla “Kahrolsun emperyalizm!” yazıyordu. Onun hemen yanında “Hayat dediğin üç kuruşluk boktan bir müsamereden ibaret.” Siyah harflerle. Küçük ama siyah harflerle…
Elimde idrar kabı, kolumda kırmızı, kapşonlu montum hemşireyi buldum. Yüzüme tükürür gibi bakmaktan, böcekmişim gibi bakmaya doğru bir geçiş yapmıştı gözleri. Kabı elimden aldı, “yarın belli olur sonucu, gelir alırsın” dedi. “Sabah mı?” dedim. İğneleyici dersem haksızlık olur, şişleyici bir tonla “Okuldan sonra gelirsin” dedi ve hatta sırıttı bir de. “Gelirim” dedim ama çıkan şey sesten çok nefesti sanırım. Montumu giyip, kapşonu neredeyse çeneme kadar indirdim.
“Hadi kalk toparlan da seni eve bırakayım” dedi bana bakmadan. Anlamadım. Bu muydu? Bu kadar mıydı? Üzerimdeyken boynundaki damarları saydığım, gözlerime baksın diye beklerken yeşil şiltenin kenarlarını sıktığım ama altında yatarken bana bir kere bile bakmayan adam; şimdi de bakmıyordu. Bakmıyordu! Bana bakmıyordu! Güç bela, şiltenin içine gömüldüğüm kısmında doğruldum. Mavi çiçekli bluzumun düğmelerini ilikleyip, ellerime saçlarımı sıvazladım. Avucumda birkaç tel kaldı, kökünden kopmuş. Kalkmama yardım etsin diye bekledim, elimin biri havada. “Ayhan?” dedim ama sesim değil nefesim çıktı ağzımdan sanki.
Eve gidemezdim. Gitseydim de kalamazdım. Duvar görmeye tahammülüm yoktu. O günden beri balkonda sabahlıyordum. Halam bir şey sorar da da cevap vermek zorunda kalırım diye de önüme açık bir ders kitabı koyuyordum. Halam çok soru sormazdı ama çok susardı. Susması, sormasından daha korkutucuydu. Bir delilik anı geldi, bir anda, rüzgar gibi bir şey. “Gideyim de söyleyeyim” geldi. Gideyim halama, anlatayım. Pişman değilim de işte ne bileyim, yanlış yaptım ben. Ama nerede yaptım bilemedim. Sorayım. Sorayım neden gitti Ayhan ertesi gün Gümüşhane’ye, hem de ilk otobüsle. Ertesi gün…
Seksen beş model arabanın ön koltuğuna oturup, emniyet kemerini taktım. Sessizce yanıma oturdu. Kapısını kapattı. Kontağı çalıştırmadan, eli anahtarın üzerinde bir an durdu. Bana döndü. Kalbim ağzıma geldi o bana dönünce. Kontaktaki elini anahtardan ayırıp; benim kucağımda birleştirdiğim ellerimin üzerine koydu. “İyi olacak” dedi. Ama sesi o kadar boğuk çıktı ki, neyin ne zaman iyi olacağını bilemedim. Yüzüme hala bakmazken nasıl bilecektim ki. Benimle aynı yaştaki arabayı çalıştırdı.
Kahvehanenin önünden geçerken o kapüşon bile kapatmıyordu sanki yüzümü. Sanki bir kahve dolusu okey, iskambil, at yarışı oynayan adam; dönmüş bana bakıyordu. Sanki iki bacağımın arasından sarkan bir şey sürüklüyordum arkamda. Sanki hepsi biliyordu. Biliyordu da sanki hepsi kendisine ne zaman sıra gelecek diye bekliyordu. Koşsam daha çok bileceklerdi sanki. Koşamadım, yürüdüm. Babamı özledim. Orada olsa hepsini bir bakışıyla utandırırdı biliyordum. Montuma sarıldım.
Köşeyi dönünce bizim mahalleydi. Ayhan arabayı, bizden bir önceki mahallenin, o dönmediğimiz köşenin sahibi mahallenin sonunda durdurdu. İnecek miydim? Bu kadar mıydı? Ama ben on beş yaşındaydım, o otuz yaşındaydı. Bana neden hiçbir şey söylemiyordu? Ben “iyi olmak” istemiyordum. Ben yanlış bir şey yapmamıştım! “Ayhan ben buradayım!” diye bağırmak istedim ama yapamadım. Bundan beş ay, yirmi yedi gün, on dört saat önce; sıra arkadaşım Yeliz’in doğum gününde, Yeliz’in ablası Sena’yı almaya geldiğinde; pastanenin kapısında çarpıştığın kız benim. Bundan dört ay, on beş gün, yedi saat önce çıkmaz sokaktaki evimizden çıkıp, koşarak alt mahallenin köşesine geldiğimde seksen beş model arabana alıp; kasabanın dışındaki benzinliğe çay içmeye götürdüğün kız benim. Ayhan! Demek istedim, diyemedim. Arabanın kapısını açtım. Kasığımdaki sızı, baldırımdaki çürük, ense kökümde kopmuş iki tel saçın yeri, içimde kocaman bir boşlukla indim. İnerken kapıyı kapatmadan bir saniye önce yüzüne baktım. Bana bakmıyordu. Kapıyı kapattım.
Çıkmaz sokağın başında durdum, asma katın balkonunda halam çamaşırları asıyordu. Bembeyaz bir çarşaf astı tam ben ona bakarken. Gözlerimi kapadım. Ben yanlış bir şey yapmadım, sen de yapmadın, madem iyi olacaktı neden gittin Ayhan? Neyden kaçtın? Gözlerimi açtım. Tam arkamdan vınlayan bir rüzgar geçti, bir gazete kağıdını savurup önümden uçurdu. Halam savrulan çarşafa bir mandal daha taktı. Eve doğru bir adım atmıştım ki gazete kağıdının yapışıp kaldığı duvarda bir siyahlık gözüme çarptı. Küçük ama siyah harflerle “Hayat, üç kuruşluk boktan bir müsamereden ibaret” yazıyordu.
İki katlıymış gibi görünse de, çatısının yarısı uçtuğundan beri bana sonsuzluğa uzanıyormuş hissi veren o evin üst katında ki beton zemine serilmiş yeşil şiltede yatarken anlamalıydım. Bir eliyle saçlarımı ense kökümden kavrayıp diğer eliyle pantolonunun fermuarını indirirken yüzünün aldığı ifadeden anlamalıydım. Anlamadım. Tarihin gördüğü en anlayışız on beşlerden biriydim. On beş yaşındaydım…
Sağlık ocağındaki hemşire olacak kadın elime küçük bir kap tutuşturup yüzüme tükürür gibi “işeyeceksin buna!” dedi. Ellerim o kadar titriyordu ki değil o kabı işerken tutabilmek; tuvalete kadar elimden düşürmeden gitmem bile imkansızdı. Kadın “ne bekliyorsun salak salak” bakışıyla bakıp, omzundaki el örgüsü pembe hırkayı çekiştirdi. Hırka ne kadar samimi ve içtense; hemşire olacak o kadın o kadar uzak ve acımasızdı. Annemi özledim, burnumun direği sızladı. Ağlamayacaktım! O kaltak kadının önünde ağlamayacaktım! Titreyen ellerimi kapla beraber montumun cebine sokup tuvalete gittim.
Üzerimden kalktığında, iki kaşının ortasında bir çizgi vardı. Benimse iki bacağımın arasında dayanılmaz bir sızı. Bu kadar acıması normal miydi? Bunu ona soracaktım ki dilimi ısırdım. Çocuk sanmasındı beni. Değildim. On beş yaşındaydım!
Yeşil şiltenin üzerinde minik çiçeklerle bezeli bir çarşaf vardı. Ama o çarşaf bile şiltenin pisliğini saklayamamıştı. Tam karşımdaki duvarda kırmızı boyayla “Kahrolsun emperyalizm!” yazıyordu. Onun hemen yanında “Hayat dediğin üç kuruşluk boktan bir müsamereden ibaret.” Siyah harflerle. Küçük ama siyah harflerle…
Elimde idrar kabı, kolumda kırmızı, kapşonlu montum hemşireyi buldum. Yüzüme tükürür gibi bakmaktan, böcekmişim gibi bakmaya doğru bir geçiş yapmıştı gözleri. Kabı elimden aldı, “yarın belli olur sonucu, gelir alırsın” dedi. “Sabah mı?” dedim. İğneleyici dersem haksızlık olur, şişleyici bir tonla “Okuldan sonra gelirsin” dedi ve hatta sırıttı bir de. “Gelirim” dedim ama çıkan şey sesten çok nefesti sanırım. Montumu giyip, kapşonu neredeyse çeneme kadar indirdim.
“Hadi kalk toparlan da seni eve bırakayım” dedi bana bakmadan. Anlamadım. Bu muydu? Bu kadar mıydı? Üzerimdeyken boynundaki damarları saydığım, gözlerime baksın diye beklerken yeşil şiltenin kenarlarını sıktığım ama altında yatarken bana bir kere bile bakmayan adam; şimdi de bakmıyordu. Bakmıyordu! Bana bakmıyordu! Güç bela, şiltenin içine gömüldüğüm kısmında doğruldum. Mavi çiçekli bluzumun düğmelerini ilikleyip, ellerime saçlarımı sıvazladım. Avucumda birkaç tel kaldı, kökünden kopmuş. Kalkmama yardım etsin diye bekledim, elimin biri havada. “Ayhan?” dedim ama sesim değil nefesim çıktı ağzımdan sanki.
Eve gidemezdim. Gitseydim de kalamazdım. Duvar görmeye tahammülüm yoktu. O günden beri balkonda sabahlıyordum. Halam bir şey sorar da da cevap vermek zorunda kalırım diye de önüme açık bir ders kitabı koyuyordum. Halam çok soru sormazdı ama çok susardı. Susması, sormasından daha korkutucuydu. Bir delilik anı geldi, bir anda, rüzgar gibi bir şey. “Gideyim de söyleyeyim” geldi. Gideyim halama, anlatayım. Pişman değilim de işte ne bileyim, yanlış yaptım ben. Ama nerede yaptım bilemedim. Sorayım. Sorayım neden gitti Ayhan ertesi gün Gümüşhane’ye, hem de ilk otobüsle. Ertesi gün…
Seksen beş model arabanın ön koltuğuna oturup, emniyet kemerini taktım. Sessizce yanıma oturdu. Kapısını kapattı. Kontağı çalıştırmadan, eli anahtarın üzerinde bir an durdu. Bana döndü. Kalbim ağzıma geldi o bana dönünce. Kontaktaki elini anahtardan ayırıp; benim kucağımda birleştirdiğim ellerimin üzerine koydu. “İyi olacak” dedi. Ama sesi o kadar boğuk çıktı ki, neyin ne zaman iyi olacağını bilemedim. Yüzüme hala bakmazken nasıl bilecektim ki. Benimle aynı yaştaki arabayı çalıştırdı.
Kahvehanenin önünden geçerken o kapüşon bile kapatmıyordu sanki yüzümü. Sanki bir kahve dolusu okey, iskambil, at yarışı oynayan adam; dönmüş bana bakıyordu. Sanki iki bacağımın arasından sarkan bir şey sürüklüyordum arkamda. Sanki hepsi biliyordu. Biliyordu da sanki hepsi kendisine ne zaman sıra gelecek diye bekliyordu. Koşsam daha çok bileceklerdi sanki. Koşamadım, yürüdüm. Babamı özledim. Orada olsa hepsini bir bakışıyla utandırırdı biliyordum. Montuma sarıldım.
Köşeyi dönünce bizim mahalleydi. Ayhan arabayı, bizden bir önceki mahallenin, o dönmediğimiz köşenin sahibi mahallenin sonunda durdurdu. İnecek miydim? Bu kadar mıydı? Ama ben on beş yaşındaydım, o otuz yaşındaydı. Bana neden hiçbir şey söylemiyordu? Ben “iyi olmak” istemiyordum. Ben yanlış bir şey yapmamıştım! “Ayhan ben buradayım!” diye bağırmak istedim ama yapamadım. Bundan beş ay, yirmi yedi gün, on dört saat önce; sıra arkadaşım Yeliz’in doğum gününde, Yeliz’in ablası Sena’yı almaya geldiğinde; pastanenin kapısında çarpıştığın kız benim. Bundan dört ay, on beş gün, yedi saat önce çıkmaz sokaktaki evimizden çıkıp, koşarak alt mahallenin köşesine geldiğimde seksen beş model arabana alıp; kasabanın dışındaki benzinliğe çay içmeye götürdüğün kız benim. Ayhan! Demek istedim, diyemedim. Arabanın kapısını açtım. Kasığımdaki sızı, baldırımdaki çürük, ense kökümde kopmuş iki tel saçın yeri, içimde kocaman bir boşlukla indim. İnerken kapıyı kapatmadan bir saniye önce yüzüne baktım. Bana bakmıyordu. Kapıyı kapattım.
Çıkmaz sokağın başında durdum, asma katın balkonunda halam çamaşırları asıyordu. Bembeyaz bir çarşaf astı tam ben ona bakarken. Gözlerimi kapadım. Ben yanlış bir şey yapmadım, sen de yapmadın, madem iyi olacaktı neden gittin Ayhan? Neyden kaçtın? Gözlerimi açtım. Tam arkamdan vınlayan bir rüzgar geçti, bir gazete kağıdını savurup önümden uçurdu. Halam savrulan çarşafa bir mandal daha taktı. Eve doğru bir adım atmıştım ki gazete kağıdının yapışıp kaldığı duvarda bir siyahlık gözüme çarptı. Küçük ama siyah harflerle “Hayat, üç kuruşluk boktan bir müsamereden ibaret” yazıyordu.
İçim bir hoş oldu. Pişman olmamalıyız yaşadıklarımızdan dolayı, ama yaşadığımız adama deyse bari
YanıtlaSil"Bin Muhteşem Güneş" i hatırlatti. Gerçi daha başındaym kitabın, belki kitabı hiç temsil etmeyen bir benzetme olacak bu söylediğim ama bunu diyebildim sadece. Aslında yorumum içeriğe olsa belki daha önemli olacak senin için ama diyemıyorum ona bişey. Tarzın. Güzel. Yani o sıralama. Parça parça ilerleme. Tasvirler.. Ben sevdim tüm bunları. Yaz sen bi kitap. Ben senin kadar akıcı ve güzel tarzda yazabilsem kitap düşünürdüm.
YanıtlaSilHayata 3 kuruş verirlerse öp başına koy.
Bir ara hatırlat sana bir sır vereyim.
Silanlayamazdın barika, çocuktun. kendini suçlayarak hafifletmişin acını, öfkeni.
YanıtlaSilanlamalıydım diyerek intikam arzunu soğutmuşun. ama sen aşkın böyle olmadığını, seksin bu şekilde yapılmadığını, bunun düpedüz tecavüz olduğunu anlayamazdın, çocuktun. bütün bu pisliğin günahını sen kendine yüklesen neyse, bir de diğer kadınlar, hemşireler de sana yükler. bu nedenle büyükmüş gibi davranmayı seçmişsin. aşağılamalarla başka türlü savaşılmaz ki.
keşke o şerefsizin adını defalarca yazacak kadar kendine yüklenmeseydin. bu aşağılık, elime geçse ve öldürsem ve 40 yıl yatsam asla pişmanım demeyeceğim adamlara bir insandan bahseder gibi anlamlar yükleme. hayvan demiyorum, insan değiller diyorum.
çok duygulandım ve öfkelendim. üslubunun şahaneliği ve böyle berbat bir kahırı yazarken bile kurduğun müthiş cümleler üzerine fazla konuşamayacak kadar hemde.
Kurgu bir öykü olmasını umut ediyorum şu anda. Hoş birilerinin yazdıkları kurguysa da yazılanları yaşayan insanların var olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
YanıtlaSil