13 Haziran 2011 Pazartesi

YÜRÜYÜŞ





Beşiktaş tan Taksim e çıkan yokuşun başında derin bir nefes aldım. İşyerinin servisinden indiğimden beri yürüyordum ve en sona bu yokuş kalmıştı. Aldığım nefesi verirken yukarı doğru ilk adımımı da attım. Daha yokuşu çıkmaya başlayalı iki dakika olmuştu ki sesini duydum.

“Nefesin yetecek mi?”

Başımı çevirdiğimde gördüğüm adamı tanımıyordum. Ama her nasılsa o da benimle yürüyordu. Gri renkli kotunun üzerinde dümdüz siyah bir tişört vardı. Ayağında da renginin ne olduğu pek seçilemeyen bez ayakkabılar. İki elini de cebine sokmuş, benimle aynı anda aynı adımları atarak yanımdan yürüyordu. Cevap vermeden başımı geri çevirdim. Belki konuşmazsam giderdi. Ama gitmedi.

Aradan bir üç dakika daha geçmişti, “bence tempoyu biraz yavaşlatmalıyız” dedi. Ondan kurtulmak için hızlandırdığım adımlarımı kastediyordu fakat bu cümleye bakılırsa bunu üzerine alınmaya niyeti yoktu. Şimdiye kadar sinirlenmiş ve bağırıp çağırmış olmalıydım ama neden bilmem sinirlenmiyordum. Hatta bir şekilde adımlarımı bile yavaşlatmıştım. Ona bakmasam da buna karşılık gülümsediğini görebiliyordum.

“Neden yürüyorsun?” diye sordu. Yüzüne bakmadan “sıkıntıdan” dedim. Cebinden çıkardığı sigara paketini bana uzattı, elimi kaldırıp “içmiyorum” dedim. Kendine bir sigara çıkarıp paketi geri cebine koydu. Yan yana yürümeye devam ediyorduk. Yaktığı sigarasının yarısına gelene kadar sesini çıkarmadı. Neden sonra “bu çok saçma bir şey aslında” dedi. Ben neyden bahsettiğini sormasam da o açıklamaya başlamıştı bile: “Yani yürürken sigara içmek. Hatta yokuş çıkarken içmek. Ciğerlerim hangisine hava yetiştireceğini sapıtıyor.”

“E o zaman niye içiyorsun ki?” dedim ve dilimi ısırdım. Bu da benim kırılma noktamdı. Madem yanlış olduğunu biliyorsa bir insan bunu neden bile bile yapar hiç anlamam! Bu çok sinir bozucu bir cümle yapısı. Ama sormuştum bir kere ve yüzünde yine o gülümseme vardı. Bu sefer dönüp yüzüne baktığım için daha net görebilmiştim. Ağzının kenarına doğru kayan, ucu kıvrık bir gülümsemeydi bu. Elimde olmadan ben de gülümsedim. Bu, artık geri dönüşü olmayan bir hareketti. Bir tür vize vermiştim ona. Yeniden önüme döndüğümde o da bana cevap veriyordu: “çünkü saçma da olsa şu anda canım sigara içmek istiyor.”

Bu yeterli bir cevaptı.

Beraber Talimhane nin orada ki ışıklara kadar gelmiştik. Kırmızının yeşile dönmesini beklerken göz ucuyla baktım, az önce attığı sigarasının arkasından yine elleri ceplerindeydi. Ona baktığımı fark etmiş olacak ki aniden bana dönüp: “hadi gel birer kahve içelim” dedi. Trafik lambasına bakarak “ben kahve içmem” diye cevap verdim. “Aslına bakarsan ben de içmem. Saat akşamın yedisi olmuş, ben artık en iyi ihtimalle bir bira içerim.”

“ E o zaman neden kahve içelim diyorsun?”

“ Bira içelim desem gelecek miydin?” Bu soruda geçmiş zaman eki vardı. Gelecek misin değil, gelecek miydin demişti. Acayip bir şekilde içim sıkışıverdi. Gelmemi istemiyor muydu artık? Neden bu şekilde sormuştu ki? İyi de ben ne saçmalıyordum? Yeşil ışık yandı ve yürümeye başladı. Ondan birkaç saniye sonra adım atabildim. Tam yolun ortasında durdu. Arkasına döndü ve “tempoyu bozuyorsun ama” dedi. Güldüm. Adımlarımı hızlandırıp hizasına kadar gelince durdum. Şimdi ikimizde yolun ortasında duruyorduk ve yanımızdan geçen insanlar bize bakıyordu. “hazır mısın?” dedi. “üç dediğimde aynı şekilde yürümeye başlıyoruz”. Evet anlamında kafamı salladım. Üçe kadar saydı ve aynı anda karşıya doğru adım attık.

Talimhane de ki Arapça yazıları ve otelleri geçip Taksime çıkan ışıklara geldiğimizde durdum. Ben durunca o da durdu. Hiçbir şey söylemeden sokağın başında ki bankamatiğe doğru yürümeye başladım. Benimle birlikte geldi. Ben para çekmek için ekrana yaklaştığımda geride durup, yan tarafa çekildi ve bir sigara daha yaktı.

Yüzüne bakmak için deli oluyordum. Yan yan süzmek değil, direk, dosdoğru gözlerine bakmak istiyordum. Başka da bir şey yapmak değil, sadece bakmak istiyordum ama kendimi tutuyordum. E çünkü normal değildi ki bu? Kesinlikle o da normal değildi. Sağ elimi bankamatiğin ekranına tıklatarak paramı vermesini bekliyordum. Sonunda açılan bölmeden çıkan parayı neredeyse çekerek aldım. Kartımı da aldıktan sonra yan tarafa döndüm ama yoktu. Yerinde yoktu! Sağa sola bakındım, göremedim. Gitmişti. Kartı ve parayı çantama tıkıp hışımla ışıklara doğru yürüdüm. Yine kırmızı yanıyordu. Bu sefer sağ ayağımı yere vuruyordum. “Takıntılı mısın sen?” dedi kulağımın tam dibinde bir ses. Korkumdan dönüp bakamadım. Bakamadım çünkü eğer bu, ensemde hissettiğim şey onun nefesiyse döndüğümde karşılaşacağım şeyden ödüm kopmuştu. “hayır, deminde elinle bankamatiğe vuruyordun da ondan sordum”. Uzaklaşmıştı. Güvenli bir mesafeye çekildiğini hissetmiştim. Yavaşça başımı ondan tarafa çevirdim. “Sabırsızım sadece” dedim. “Sanmam, bana baya iyi sabrediyorsun” dedi. Yine gülümsedim. Elimde miydi değil miydi bu sefer, bilmiyorum.

Karşıya geçip meydana çıktık. İstiklal den aşağı yürümeye başladık. O kalabalığa rağmen yan yana ve kesinlikle aynı hizada yürümekte diretiyorduk. İş, iyice oyuna binmişti. Önümüze çıkan herkesi ekarte edip, sağlı sollu geçip ortada yine yan yana buluşuyorduk. En zoru gruplardan sıyrılmaktı. Birkaç dakika sona kendimi kahkaha atarken buldum çünkü hizayı bozmayayım derken önünde ki kadının neredeyse üzerinden atlamıştı. Ondan özür dilerken bir yandan da beni kaybetmemeye çalışıyordu ve ben durmuyordum. Yeniden yanımda bittiğinde “uyuz” diye söyleniyordu. Sadece gülüyordum.

Nevizade nin girişinde durdu. Ben de durdum. Sonra dönüp üzerinde “ Balık Pazarı” yazan o demir kapının altından geçti. Bense hala olduğum yerde duruyordum. Kapının diğer tarafından bana seslendi: “geliyor musun?”. Bu cümle bir soru cümlesiydi ama “gelmiyor musun” gibi geleceğimden emin bir soru cümlesi değildi. Ve evet ben her zaman cümlelere takılırım. Bu sefer takıldığım cümleden fazlasıydı. Eğer sadece bir saniye öncesinde düşünmeyi bırakabilmiş olsaydım… Ama bırakmamıştım ve şimdi kafamın içinde ki kontrolcü manyak “sen ne yaptığını sanıyorsun? Tanımadığın bir adamın arkasından üstelikte içmeye mi gideceksin?” diye bağırmaya başlamıştı bile. Oysa dedim ya sadece bir saniye önce o kapının altından geçebilmiş olsaydım…

Durduğum yerden “Sana afiyet olsun” dedim. Gülümsedi. Ve Nevizade ye doğru yürüyüp gitti.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder