unutanlar için ilk bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/05/baslangic.html?spref=bl
Her geçen gün biraz daha yakınlaşıyorduk. Salt yatılı okulun yalnızlığından değil; aynı zamanda ikimizin de ayrı ayrı tuhaf olmasından. Ben; yabani, kaba, nerdeyse nobran, vurdumduymaz bir çocuktum. Biga ise fazla naif, fazla merhametli ve bazen aptallık derecesinde saf bir çocuktu. Bu zıttın da zıttı iki kutuptan insan, ancak birbirinin yanında eksiklerini kapatabiliyordu. Sanırım… Sanırım o yüzden zaman içinde bu kadar yakın olmuştuk. Benim kırıp döktüğüm insanları O toparlarken; onu kırıp döken insanları da ben dağıtıyordum.
Bizim Kız Lisesi öğrencilerinin en büyük zevklerinden ve eğlencelerinden biri de Atatürk Erkek Lisesi’nin öğrencileriydi. Sene içinde ki bayramlarda düzenlenen dans organizasyonları için eşli seçmeler yapılacağı zaman okulda yer yerinden oynardı. O lanet, şirret ve çirkef kızlar; bodur boylarına, koca kalçalarına bakmadan…tamam, tamam sinirlenmiyorum. Neyse işte… Demem o ki, baya bir olay olurdu bu seçmeler. Benim oldum olası böyle şeylere ilgim yoktu. Kalabalık içinde kalmaktan nefret ettiğim kadar kalabalık önünde olmaktan da nefret ederdim. Şimdi düşünüyorum da ben o yaşlarda ne kadar çok şeyden nefret ederdim. Sesi soluğu çıkmadığı için Biga’nın da bundan hoşlanmadığını düşünüyordum. Ha, evet özgüven problemini ve utangaçlığını hesaba katmam gerekirdi ama nedense o zaman için, sadece onun da benim gibi hoşlanmadığını düşünmek bana daha kolay gelmişti.
Bizim mezun olacağımız sene iki okulun mezuniyet gecelerinin birlikte yapılmasına karar verildi. İnfiali hayal edebilirsiniz sanırım. Ne ediyorsanız onu ikiyle çarpın! Bu kadar hatuna bir anda birden çok erkek göreceklerini söylemek; okuldan içeri napalm bombası atmakla aynı etkiyi yapmıştı çünkü! Bu duyurudan sonra sınıflarda işlenen hiçbir ders öğrencilerin umurunda olmadı. Daha ziyade sıra altlarında, elden ele geçirilen dergilerde ki saç modellerini, elbiseleri, ayakkabıları incelemekle meşguldüler. Öğretmenlerin bir kısmı bu açıklama yüzünden müdüriyete ateş püskürürken, bir kısmı da ciddi ciddi öğrencilere yardım ediyorlardı. Kuaför tavsiye edenler, terzi önerenler, ojesinin rengi için fikir verenler hatta daha da ileri gidip kendi mezuniyet resimlerini getirip örnek gösterenler. Ah Muazzez hanım ah…
Bir öğlen arasında yemekte, yan masada oturan kızın heyecanlı heyecanlı saçlarını nasıl bukleleştireceğine dair anlatımını dinlemek zorunda kalmamızı elimde ki çatalı tepsime vurarak protesto ediyordum. Ediyordum ama kafamı kaldırdığımda gördüm ki Biga benimle değildi. Yani vücuden benimleydi ama aklen kızın yanındaydı. Kafasını kıza çevirmiş, bir elini çenesine dayamış, diğer elinde ki boş çatal ağzının kenarında takılı kalmış bir halde melül melül ona bakıyordu. Elimde ki çatalla kolunu dürttüm, bana mısın demedi. Bir daha dürttüm, yine ses yok. “Biga?” dedim. Nafile. Artık ne yapayım, çatalı kolunun beyaz etine batırıp “kızım huuu, kime diyoruz?” dememle yerinde sıçraması bir oldu. Neredeyse korku dolu gözlerle bana döndü. Sanki onu cebimden bir şey çalarken yakalamıştım.
- Neyin var senin? Dedim.
- Hiç, dedi. Ama derken tek eliyle turuncuya çalan saçlarını kulağının arkasına itiyordu ki bu Biga’nın yalan söylediği anlamına gelirdi.
- Uydurma bana, ne oldu söyle yoksa valla çatallarım!
- Ya, yok bir şey. Hem ben doydum, yatakhaneye gidiyorum, deyip tepsisini masadan aldı. Sonra da gerçekten masadan kalkıp gitti.
Elimde çatalla öylece kalakalmıştım. E ama şimdi bu neydi? Bende tepsimi alıp yerimden kalktım, yemekte verilen elmayı cebime sıkıştırıp, peşinden yatakhaneye gittim. İçeri girdiğimde Biga, ranzasına yüzüstü uzanmış, yüzünü de birleştirdiği kollarına dayamış, bizim pencereden görünen çınar ağacına bakıyordu. Yavaşça yanına yaklaştım ki normalde yatağına zıplar, onu konuşana ya da gülene kadar hırpalardım ama bu sefer tuhaf bir durum olduğunu sezmiştim. Karşısında ki ranzaya oturdum. Hala bana bakmamıştı.
- Ne olduğunu söyleyecek misin? dedim.
- Hayır
- Allah allah, nedenmiş?
- Söylersem dalga geçersin de ondan
- Geçmem ya, saçmalama da söyle hadi.
Kafasını sonunda bana çevirdi, yüzünde ki o mahsun ifade beni deli ederdi, canı yanacakmış gibi dururdu çünkü. Ve ben bundan da nefret ederdim, yani onun canının yanma ihtimalinden…
- Ben baloya gitmek istiyorum, dedi.
- E bu mu? Kızım istemesek te hepimiz gidiyoruz zaten.
- Ama bu farklı…
- Ne farklı?
- Ben birisiyle gitmek istiyorum.
- Haydaaa!
Şaşırmıştım aslında ama bu daha başlangıçtı.
- E ne yapalım, sana birini mi bulalım?
Ben gülüyordum ama O gayet ciddiydi. Gözlerini bana dikti. Birkaç saniye geçmişti ki, jeton düştü:
- Bir dakika, zaten biri var değil mi?
- Yok!
- Var!
- Yok!
- E ne o zaman?
- Yok ama var olsun istiyorum, deyip yüzünü yastığa gömdü. Yastıkta boğulan sesinden zar zor “ama o benim farkımda bile değil” dediğini duyabildim. İşte şimdi gerçekten şaşırmıştım. Biga, birisinden hoşlanıyordu ve benim bundan haberim bile yoktu!
Her geçen gün biraz daha yakınlaşıyorduk. Salt yatılı okulun yalnızlığından değil; aynı zamanda ikimizin de ayrı ayrı tuhaf olmasından. Ben; yabani, kaba, nerdeyse nobran, vurdumduymaz bir çocuktum. Biga ise fazla naif, fazla merhametli ve bazen aptallık derecesinde saf bir çocuktu. Bu zıttın da zıttı iki kutuptan insan, ancak birbirinin yanında eksiklerini kapatabiliyordu. Sanırım… Sanırım o yüzden zaman içinde bu kadar yakın olmuştuk. Benim kırıp döktüğüm insanları O toparlarken; onu kırıp döken insanları da ben dağıtıyordum.
Bizim Kız Lisesi öğrencilerinin en büyük zevklerinden ve eğlencelerinden biri de Atatürk Erkek Lisesi’nin öğrencileriydi. Sene içinde ki bayramlarda düzenlenen dans organizasyonları için eşli seçmeler yapılacağı zaman okulda yer yerinden oynardı. O lanet, şirret ve çirkef kızlar; bodur boylarına, koca kalçalarına bakmadan…tamam, tamam sinirlenmiyorum. Neyse işte… Demem o ki, baya bir olay olurdu bu seçmeler. Benim oldum olası böyle şeylere ilgim yoktu. Kalabalık içinde kalmaktan nefret ettiğim kadar kalabalık önünde olmaktan da nefret ederdim. Şimdi düşünüyorum da ben o yaşlarda ne kadar çok şeyden nefret ederdim. Sesi soluğu çıkmadığı için Biga’nın da bundan hoşlanmadığını düşünüyordum. Ha, evet özgüven problemini ve utangaçlığını hesaba katmam gerekirdi ama nedense o zaman için, sadece onun da benim gibi hoşlanmadığını düşünmek bana daha kolay gelmişti.
Bizim mezun olacağımız sene iki okulun mezuniyet gecelerinin birlikte yapılmasına karar verildi. İnfiali hayal edebilirsiniz sanırım. Ne ediyorsanız onu ikiyle çarpın! Bu kadar hatuna bir anda birden çok erkek göreceklerini söylemek; okuldan içeri napalm bombası atmakla aynı etkiyi yapmıştı çünkü! Bu duyurudan sonra sınıflarda işlenen hiçbir ders öğrencilerin umurunda olmadı. Daha ziyade sıra altlarında, elden ele geçirilen dergilerde ki saç modellerini, elbiseleri, ayakkabıları incelemekle meşguldüler. Öğretmenlerin bir kısmı bu açıklama yüzünden müdüriyete ateş püskürürken, bir kısmı da ciddi ciddi öğrencilere yardım ediyorlardı. Kuaför tavsiye edenler, terzi önerenler, ojesinin rengi için fikir verenler hatta daha da ileri gidip kendi mezuniyet resimlerini getirip örnek gösterenler. Ah Muazzez hanım ah…
Bir öğlen arasında yemekte, yan masada oturan kızın heyecanlı heyecanlı saçlarını nasıl bukleleştireceğine dair anlatımını dinlemek zorunda kalmamızı elimde ki çatalı tepsime vurarak protesto ediyordum. Ediyordum ama kafamı kaldırdığımda gördüm ki Biga benimle değildi. Yani vücuden benimleydi ama aklen kızın yanındaydı. Kafasını kıza çevirmiş, bir elini çenesine dayamış, diğer elinde ki boş çatal ağzının kenarında takılı kalmış bir halde melül melül ona bakıyordu. Elimde ki çatalla kolunu dürttüm, bana mısın demedi. Bir daha dürttüm, yine ses yok. “Biga?” dedim. Nafile. Artık ne yapayım, çatalı kolunun beyaz etine batırıp “kızım huuu, kime diyoruz?” dememle yerinde sıçraması bir oldu. Neredeyse korku dolu gözlerle bana döndü. Sanki onu cebimden bir şey çalarken yakalamıştım.
- Neyin var senin? Dedim.
- Hiç, dedi. Ama derken tek eliyle turuncuya çalan saçlarını kulağının arkasına itiyordu ki bu Biga’nın yalan söylediği anlamına gelirdi.
- Uydurma bana, ne oldu söyle yoksa valla çatallarım!
- Ya, yok bir şey. Hem ben doydum, yatakhaneye gidiyorum, deyip tepsisini masadan aldı. Sonra da gerçekten masadan kalkıp gitti.
Elimde çatalla öylece kalakalmıştım. E ama şimdi bu neydi? Bende tepsimi alıp yerimden kalktım, yemekte verilen elmayı cebime sıkıştırıp, peşinden yatakhaneye gittim. İçeri girdiğimde Biga, ranzasına yüzüstü uzanmış, yüzünü de birleştirdiği kollarına dayamış, bizim pencereden görünen çınar ağacına bakıyordu. Yavaşça yanına yaklaştım ki normalde yatağına zıplar, onu konuşana ya da gülene kadar hırpalardım ama bu sefer tuhaf bir durum olduğunu sezmiştim. Karşısında ki ranzaya oturdum. Hala bana bakmamıştı.
- Ne olduğunu söyleyecek misin? dedim.
- Hayır
- Allah allah, nedenmiş?
- Söylersem dalga geçersin de ondan
- Geçmem ya, saçmalama da söyle hadi.
Kafasını sonunda bana çevirdi, yüzünde ki o mahsun ifade beni deli ederdi, canı yanacakmış gibi dururdu çünkü. Ve ben bundan da nefret ederdim, yani onun canının yanma ihtimalinden…
- Ben baloya gitmek istiyorum, dedi.
- E bu mu? Kızım istemesek te hepimiz gidiyoruz zaten.
- Ama bu farklı…
- Ne farklı?
- Ben birisiyle gitmek istiyorum.
- Haydaaa!
Şaşırmıştım aslında ama bu daha başlangıçtı.
- E ne yapalım, sana birini mi bulalım?
Ben gülüyordum ama O gayet ciddiydi. Gözlerini bana dikti. Birkaç saniye geçmişti ki, jeton düştü:
- Bir dakika, zaten biri var değil mi?
- Yok!
- Var!
- Yok!
- E ne o zaman?
- Yok ama var olsun istiyorum, deyip yüzünü yastığa gömdü. Yastıkta boğulan sesinden zar zor “ama o benim farkımda bile değil” dediğini duyabildim. İşte şimdi gerçekten şaşırmıştım. Biga, birisinden hoşlanıyordu ve benim bundan haberim bile yoktu!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder