11 Nisan 2011 Pazartesi

RAHAT BATMASI

 Son on gündür elim nedense bir türlü kaleme, kağıda yahut klavyeye gitmedi. Bu, son zamanların en uzun yazısızlığı… Aslında kafamda onlarca şey vardı yazabileceğim ama yazamadım. Kafamı karıştıran, bulandıran, içimi sıkan, daraltan, başımı ağrıtan, midemi kramplandıran şeylerden nedense bahsedemedim bu sefer. Elim kalem tuttuğundan beri -ki bu dört yaşıma tekabül eder- bir şeyler yazıyorum. Ve ilkokul birinci sınıftan üniversitede son seneme kadar günlük tuttum. Kutularca kağıt, mektup, defterlerce yazı, anı, resim… Hala saklıyorum. Bazen çıkarıp okuduğumda, özellikle ilk zamanlar yazdıklarıma çok gülüyorum. Sonlara doğruysa her zaman ki gibi kendime yaptığım işkencelerim nedeniyle hep aynı şeyleri tekrar edip durduğum sayfalarca yazı var. Kesinlikle sağlıklı olmayan bir ruh halinde yazıldıkları çok belli. Hatta neredeyse takıntılı ve saplantılı bir içeriği var.

Kendi yarattığım dünyanın içinde kendi kendime bir şeylere kızıp, sonra kendi kendime bir şeylere kırılıp, kendi kendime bir şeylerden vazgeçmeye çalışmışım. Ama tüm bu yaptıklarımdan asla karşı tarafın haberi olmamış. Ve daha da kötüsü ben ona hiçbir şey belli bile etmemişim. Elimde ki çay bardağını burnuna sokmak, tavlayı da kafasına geçirmek istediğim zamanlar da bile yanından yürüyüp geçmişim. Bir taraftan derin bir öfke duyarken diğer taraftan “kıyamama” benzeri bir duyguyla savaşmışım ki bunun iki anlamı olabilir: 1. Öfkem yeterince derin değilmiş. 2. Ben kesinlikle dengesizmişim!

Sinirlendikçe, güya acı çektikçe (doğrusu kendime çektirdikçe olacak) yazmaya devam ettim. Öyküler uzadı kocaman bir roman oldu. Ama bütün bu dengesizliklere neden olan son zat da ortadan kaybolunca ben bir türlü kitabın sonunu yazamadım. Sonunu iyi bitirmemeyi kafama koymuştum zaten. O yüzden son bölüme kadar kendi içinde sürüklenen karakterim, sondan bir önce ki bölümde asla yapmaması gerekeni yaptı. Böylece kesinlikle geri dönüşü olmayacak ve ben huzur içinde onu o bataktan çıkarabilecektim. Çünkü mutlu olmayan bir son, onun kurtuluşu demekti. Ama ne olduysa oldu o son patlamadan sonra dağılan parçaları bir türlü toplayamadım. Şimdi elimde sonuçlanmamış bir final var. Elime yapışmış bir kocaman hikaye. İyi bitmiyor, kötü de bitmiyor. Bir türlü bitmiyor!

Bir gece en son yazdığım kısmı okurken, o anda yanında duran karaktere gözüm takıldı. Fark ettim ki, o hep, gizli saklı bir yerlerindeydi bu hikayenin. En zor zamanlarında, başlangıçlarında ve sonlarında bir şekilde kenardan görünüp kaybolan Alfred Hitchcock gibi, bir görünüp bir kayboluyordu. Ama mutlaka bir zaman diliminde ortaya çıkıyordu. Haksızlık yapıyordum ona, aslında yapıyorduk! Fark ettim ki, ona hak ettiği önemi hiç verememiştik. Çünkü kafamız o kadar diğer adamla meşguldü ki; onu es geçmiştik. Hem de gözümüzün önünde olduğu halde. Hani karakterime kızmadım değil, kör müsün diye ama neden sonra fark ettim ki bunu hep yapıyoruz. Yaşadıklarımızı geç, izlediklerimizde bile; o şirin, sempatik, şefkate boğulmuş, iyi kalpli olana değil de; kötücül, sinsi, şeytani, oyunbaz, acımasız-merhametsiz olan karaktere abayı yakışımızı hatırlatırım. Şeytan tüyü mü? Yok artık! Bir tür mazoşizm; belki. Emin değilim. Ama bir can sıkıntısı korkusu, bir rahat batması ve bir tür huzur arsızlığı olabilir mesela. Aman rahat durmayalım, aman! Dürtsünler hep bizi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder