19 Şubat 2011 Cumartesi

KAPIDA Kİ İKİ VALİZ

Kapıda valizler var, iki tane valiz, biri siyah biri de kahverengi.

Bundan üç yıl önce tamamen tesadüf eseri karşılaştık. Bir arkadaşımın arkadaşının doğum gününde. Zaten insanın başına hangi bela sarılırsa ya arkadaşlarının doğum günlerinde ya da düğünlerinde sarılır. Her neyse, açık kumral saçları ve mavi gözleri vardı ama konumuz bu değildi. Konumuz; onun her şeye hakim olma isteğinden kaynaklı baskınlığı ve bu baskınlığı kurmasına yetecek kadar zeki oluşu idi. Bir şeyler başarmış olmanın ve sonunda bir şey olmuş olmanın getirdiği kendine güven, sürekli doyurularak semirtilen ego ama her nasılsa bunlara taban tabana zıt bir sempatiklik. İnanılmaz bir sıcaklık! İnsanın alıp içine sokası (hayır hayır, ruhen, lütfen) geliyor. O koca ellerini savura savura hararetle bir şeyler anlatırken hiç bıkmadan ama gerçekten hiç bıkmadan dinleyesi geliyor. Ya insanın içinden ne yapacağını bilemeyip her şeyi yapası geliyor! Sonuç, a-aa aşık olmuşum. Hem de nasıl, hem de nasıl… Yahu ilk kadeh rakı ile üçüncü kadeh rakı arasında, masada aramızda ki üç sandalye ve bir metrelik mesafeye rağmen, neredeyse ağzımın suyu akarak adama bakarken a-aa ben, olmuşum. O sırada o bana, İtalyanların çalışma sisteminin bizim çalışma sistemimizden ayrıldığı yerleri anlatıyor. Ama ben içimden “bir sussa da ben şu adamı doya doya bir öpsem” diyorum. Ayıp! Adam ciddi ciddi konuşuyor o kadar ki gözleri parlıyor. Mavi gözlerin parlayınca neye benzediğini bilen var mı? Ama ben, o gözlerin yok yani onun gözlerinin parlayışını biliyorum. İşinden bahsederken o parıltının yüzünde çakışını da…
Tamam işte, olmuştu. Ben bulmuştum. Aramadan taramadan, avucuma düşmüştü, önüme çıkmıştı, karşımda bitivermişti. Sanki gökten zembille inivermişti. Beşinci kadeh rakıda ben ona “ya ben seni bir kere öpsem ne olur” deyivermiştim. Dumur olmuştu. Ha söyleyeyim “olmaz” demişti. Ben onu ancak o geceden iki ay sonra onun İtalya dan döndüğü gün hava alanında öpmüştüm. Tam bir hafta göremeyince deliler gibi özlediğimi fark edip, “eh yeter” i çekip, onun tüm o frene basalım aman ağır gidelim havalarına rağmen hava alanının ortasında boynuna atlayıp öpüvermiştim. Değil boynuna atlamamı; o gün onu karşılamaya gelmemi bile beklemiyordu adam.
Çok sevdim. Gerçekten… Her şeyini sevdim. Kızgınlıklarını, hoşnutsuzluklarını, sinirlendiğinde gözlerini iri iri açıp iki eli havada “bir dakika” ile başlayan cümlelerini, denize ve otomobillere olan tutkusunu, yemek masasında davul çalmasını, işe bir kere daldı mı saatlerce aramamasını, ahkam kesmelerini, her şeyini. Çünkü aynı adamdı benim elimi masanın altından hiç bırakmayan, başka biriyle konuşurken arada bana bakıp gizlice göz kırpan, bir Pazar sabahı teknede kahvaltı ettiğim, o dalarken dipten bana midye çıkarsın diye beklediğim.
Öfkesi şiddetliydi ve bazen pişmanlık doluydu ama inandıkları için kırdıklarının önemi yoktu. Yanlış ya da doğru, bir şeylere inanmasına inanıyordum ben de en çok. O kadar zordu ki inandıkları olan birini bulmak. Güveniyordum. O kadar zordu ki birine güvenebileceğini bilmek. O masanın altında da üstünde de elimi bırakmayacaktı biliyordum.
E ne oldu? Olan oldu…
Siyah valizde kıyafetleri var, kahverengi olanda kitapları, cd leri, posterleri. Hala küçük erkek çocukları gibi kapıların arkalarına astığı bilgisayar oyunu posterleri, araba resimleri… O koca şirketin, o koca bilmem nelerden sorumlu müdürünün, kocaman posterleri. Salonda, cam kenarında ki kırmızısı solmuş kahverengi koltuğun üzerinde deri ceketi var; banyoda ki kirli sepetinde Slayer tişörtü. Yatak odasında ki aynanın önünde deri bilekliği var, çıkarken o kirli tişört hariç hepsini toplayıp çıkacak. Bilekliğini takacak yine sağ koluna, deri ceketini giyecek. O iki valizi alıp cebinde ki anahtarı portmantoda ki anahtarlığa asacak. Dün akşam eve geldiğinde üzerinde füme takım elbisesi vardı. İçim sızlıyor, omuzlarına, kollarına, bileklerine baktıkça vücudum sızlıyor, bacaklarım uyuşuyor hala ona bakarken ama içim sızlıyor. Kolunun iç kısmında, uzun kollu gömleklerin sakladığı dövmeyi gördükçe dudaklarım sızlıyor. Sızım sızım sızlıyor her bir yerim. Son bir kez çıkacak bu evden ondan sonra da bir daha gelmeyecek. Ben de gelmeyeceğim. Şimdi o gelmeyince ben ne yapayım bu evde? Neden geleyim? Neden artık duvarların içinde geçip onu takip edeyim? Bir senedir yanında ki yastıkta yatıyorum ondan habersiz. Elim elini koyduğu yerde, elinin tam yanında. Hayatından çıktım sanıyor ya, yanılıyor aslında. Ben o uçaktan çıkamadım, o enkazdan çıkamadım ama onun hayatından da çıkamadım.
Çok sevdim. Her şeyini çok sevdim. O kadar çok sevdim ki; gidemedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder