Hakkında yazmayı erteleye erteleye helak olan seyahat
yazımızı artık yazalım da kurtulalım. Aslında bakarsanız bir iş seyahati olduğu
içi toplamı on gün olan seyahatten size hepi topu iki üç günlük hikaye
anlatacağım ama olsun. (bu gezinin notlarını gezi boyunca benimle beraber
okuyan birisine de ayrıca buradan teşekkürler, adamın sabrını zorladım üstelik
de bir dayanağım dahi olmadan. Ama işte, beni bilen bilir, kendisi biraz
dikkatimi çekti, ben de hop diye onu da ortak ettim)
Bangladeş’le ya da Şangay’la ilgili anlatacaklarımı bunca
yıldır zaten anlattım.
Bangladeş’te ortalık karışık, hayat düzensiz, hava hala
sıcak, nereden baksan 35 derece, dünyada yaşanması en zor on şehir arasından bu
sene birinci olmuş (link: http://www.telegraph.co.uk/property/propertypicturegalleries/9478023/The-worlds-10-worst-cities-to-live-in.html?frame=2311098
, kaynak: Ermansan) ama abartmayalım canım…
Şangay bu sefer o kadar soğuktu ki; ben bütün kışı tişört ve
hırka ile geçiren insan, dayanamayıp mağazanın birinden hırka satın aldım. Ellerim
ve dudaklarım çatladı. Ama nedir, göreceklerimizi gördük. Şangay’da yeni bir
mekan keşfettim, kendilerinin adı: Malone’s. Patates kızartması için adam
öldürebilecek benim gibi insanlar için bir porsiyonu neredeyse bir kilo olan
bir mekan. Bildiğiniz Amerikan spor barı aslında. Beş tane ekranda da maç var.
Bir de canlı müzik yapan Filipinli bir grup vardı ki, benim diyen Türk müzik
topluluğu öyle şarkı çalamaz. Adamlar Radiohead’den Karma Police çaldığında az daha ağzımdaki patatesi düşürüyordum! Mekandan çıkarken de Metallica’dan
Enter Sandman çalıyordu, ne diyeyim.
Sonra Pekin. Benim Pekin’e ilk gidişim, ilk görüşüm ve
sanırım son görüşüm. Ben Pekin’i hiç sevmedim. Giderken bana Şangay İstanbul’sa
Pekin Ankara’dır demişlerdi, Ankara’ya haksızlık etmişler. Memleket kalabalık,
gürültülü, pis ve bakımsız. Sanki darma dağınıkmış ama toplamaya üşenmişler
gibi. Tozunu bile almamışlar. Olimpiyatlardan sonra şehir kendi haline
bırakılmış da hala kendisine gelememiş gibi.
Soğuk ve kapalı hatta pis hava da üstüne gelince hepten
sevimsiz oldu desem yeridir. Pekin’de insanların metroya birbirini itekleyerek
bindirdiklerini gösteren bir video vardı ya (link: http://www.youtube.com/watch?v=H0hBn1oj_JM
) aha o doğru, inanın. Bir benzerini biz yaşadık zaten. E diyeceksiniz nüfus
kaç; sanırım 35 milyon civarında. Galiba onun etkisi.
Bir de bu dünyada insanların daha çok tükürdükleri bir
memleket daha yok! İddiasına varım. Kadın, erkek, genç, yaşlı demeden her yere
ve her an tükürmeleri inanılmaz. Sokakta resmen sekerek yürüyorsunuz. Bütün o
devasa, kocaman binaların arasında sokakta saç kesen berberler, bisikletli
yaşlı amcalar, üst geçitlerdeki dilenciler tam bir zıtlık oluşturuyor. Yediğim içtiğim
hakikaten bırakın bana kalsın ama gezip gördüklerim şöyle:
Yasak Şehir: Baya yasak olmalı çünkü baya bakımsızdı. İnsan koskoca
Ming İmparatoru’nun şehrine biraz hürmet gösterir di mi? Gerçi kış mevsimi diye
de olabilir ama olsun. En beğendiğim yeri uzun koridor oldu. Tamamı ahşap olan
ve bahçenin bir kısmını dolanan koridorun kemerlerinin ve yan duvarlarının
tamamında el çizimi harika resimler vardı. Her bir resimde başka bir mizansen
anlatılıyordu. Onlara bakmaktan yürüyemiyorsunuz.
Tiananmen Meydanı: 1989 yılında yüzlerce kişinin hayatını
kaybettiği olaylarla ünlenen meydanda şimdi dev ekranlarda reklamlar
yayınlanıyor. Mao’nun dev bir fotoğrafının asılı olduğu binanın içindeki müzede
bulunan 1984 ve öncesine ait fotoğraflarla bugünün fotoğrafları çok farklı bir
görüntü çiziyor. Meydanın hemen önünde ise, tanesi on yuana (bir dolardan biraz
fazla) satılan, üzerinde kızıl yıldızı olan yeşil asker şapkalarıyla fotoğraf çektiren
Çin gençleri var. Az bir ironi var sanki evet…
Ve nihayet Çin Seddi: E kendisi 5500 km olunca (bazı
kaynaklara göre 7000 km) doğal olarak aynı ülkede nereden baksanız sekiz
şehirden giriş kapıları var. Ben Pekin’e en yakın olan bir saat uzaklıktaki Badaling’den
girebildim. Ve gördüm ki bu adamlar delirmiş! La oraya duvar örülür mü! Yuh! Nasıl
ördünüz, üşenmediniz mi, yorulmadınız mı, insan en azından bir bininci
kilometrede felan durup bir arkasına bakar; ne yapmışız biz der bir kontrol
eder. Siz ördükçe örmüşsünüz duvarı anasını satayım. Bir de yüksek… Duvarda
yürürken yoruluyorsunuz çünkü yokuş olan yerleri en iyi ihtimalle 45 derece. O dikliği
çıkmak zor sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü asıl inmek zor. İnsanların sürekli
üzerinden geçişinden olsa gerek artık kayganlaşmış o taşlardan dik yokuşları
inerken bilmem kaç metrelik duvardan düşmemek için sıkıca tutunmanız gerekiyor.
Benim ilk defa bir yürüyüşten sonra bacaklarım titredi yorgunluktan. Ha bir de
indiğimiz yerde ayı vardı. Baya bildiğiniz boz ayı. Etrafında üzerinde meyve
tabakları olan alçak bir duvarla çevrilmiş, kepçe kulaklı bir boz ayı. İnsanlar
o meyveleri atıp onu besliyorlardı. Bu arada Çin’in nüfusunun yarısı aynı anda
o duvarda yürüyor sanırım. Ben de gayet turistik bir hareketle kendime bir
anahtarlık aldım. Üzerinde, tarih ve ismimle beraber “Ben Çin Seddi’ne
tırmandım” yazıyor. (Bu arada anahtarlık borcum olan arkadaşım; sana da aldım hatta
senin de adını yazdırdım)
Hayır, böcek yemedim ama bu sefer böceklerin satıldığı
sokaklardan birine ( (size resmini ekledim yukarıda) denk geldim. Şişe geçirilmiş akreplerin hoş bir görüntü
olmadığını söylemeliyim. Pek yiyesiniz gelmiyor. Ama bak onlarda da kestane var;
gerçi soğuk ve şekerli gibi ama idare edin.
Hayır, Pekin ördeği de yemedim. Ördek gibi datlı bir
hayvanın yenmesine karşıyım. Bir de tavşan. Bu ikisi dışında her şeyi
yiyebilecek kadar etçilim ama bunlar çok datlı, tüylü, yumuşacık, sevimli
falanlar. Hayır, inekler değil, ısrar etmeyin.
Evet, her seferinde olduğu gibi Uzakdoğu'dan dönünce Türk erkekleri daha bir çekici, daha bir güzel, daha bir endamlı geldi ama iki günde etkisi geçti. Başka sefere inşallah...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder