Bangladeş'te olmanın bana en büyük faydalarından biri okuma şansımı arttırması oldu. Şöyle ki, burada iş yeri ile evin arası aşırı trafikte bile yarım saat olduğu için eve gelme saatiniz; size yatana kadar bir şeyler yapma fırsatı verecek kadar iyi. Fabrika ziyaretlerinde de en kısa yol 2 saat sürdüğü için yine okumak için ekstra zamanınız oluyor. Tek sorun kitaba ulaşmak. Oradan buraya valizlerle taşıdıklarımın sayısı, aynı valizlerde domates salçası, Ezine peyniri, Marmarabirlik zeytin poşeti gibi şeylerde olduğu için sınırlı oluyor. Ve ben -evet hala- ille de basılı bir şey olsun, sayfalarını çevirebileyim, elime gelsin (ne demekse) falan diye e-kitap konusunda sınırlı bir insanım. Ama bunu da aşacağım, el mecbur. Her yere otuz kilo saman kağıdına baskı hikayeler taşıyarak gidemem. Gidemiyorum da...
Son zamanlarda internet üzeriden alıp Türkiye'den gelenlere getirtmeye çalışıyorum. Bu da bir tür taşıma su tabi. Şu meşhur ev kapatma seremonisinde iki koca kitaplık dolusu kitap gitti. Nereye gitti inanın bilmiyorum, sormaya da korkuyorum. Kendimi, "onlar hala basılan, bugün gitsen herhangi bir kitapçıda bulabileceğin kitaplar hayatım, zaten okudun daha ne yapacaksın" diye avutuyorum. Tabi Sefiller'i dört kere okuyan biri için bu "zaten okudun" kısmı çok etkili olmuyor.
Neyse...
Elimizden son zamanlarda geçenlere gelirsek, en son tatilde okuduğum Irvin Yalom (Nietzsche Ağladığında'nın yazarı diyeyim de o kimdi ya diye ıkınanlar rahatlasın) 'un Günübirlik Hikayeler kitabı var mesela. Ölüm korkusu kaynaklı depresyonlardan muzdarip hastalarının hikayelerini baz alan yazarımız -ki kendisi bu kitabı yazarken 82 yaşında olduğu için normal diyelim- pek de eğlenceli (neden acaba?) bir kitap yazmamış. Eğlenmek mesele değil de bir yerden sonra tüm hikayeler aynı yere bağlandığı için insan bir "tamam anladık" pozisyonuna gelebiliyor. Ama faydası olmadı mı, oldu bana Marcus Aurelius'u tanıttı (o konuya ayrıca değineceğiz, vakit var). Zaten benim tatil kitabı seçmek konusunda biraz beceriksiz olduğum kesin. Bir önceki tatile de Goethe'nin Genç Werther'in Acıları kitabı ile gitmiştim. Kop Phangan adasında millet after party sonrası kumlarda sızarken ben Werther'in acılarından kendimi kahveye vuruyordum. Bir sonraki tatile de olmadı Sylvia Plath falan alırım artık yanıma. Tövbe tövbe...
Nemesis, Jo Nesbo (aslında sondaki O harfinin ortasından bir çizgi geçmesi lazım ama Türkçe klavye ile zor o iş). Son zamanlarda kafayı taktığım İskandinav polisiyelerinden biri. Oslo'da geçen hikayede yazarın yarattığı Harry Hole karakteri tipik bir İskandinav polisine göre daha tepkisel. Soğukkanlı ama nemrut cinsinden değil, duyguları var, belli de ediyor kendince. Kitap birden fazla hikaye ve ana düzlemde paralel iki ana konu işliyor. Gayet akıcı ve -polisiyeler için en önemli şeylerden biri- akılcı bir anlatımı var. Bittiğinde ana konulardan biri çözülmüştü, diğeri ise karakterin devam ettiği bir sonraki kitaba taşınmış ki o bende yok. Bana hediye falan almak isteyen olursa bir sonraki kitabı Marekors'u alıp gönderebilir. Başka kitaplar da gönderebilirsiniz, sıkıntı değil.
Gelelim Trevanian'dan Katya'nın Yazı'na. Trevanian (ya da asıl adı ile Rodnay William Whitaker) ile ilişkimiz yıllar önce okuduğum Şibumi kadar. Bu ikisini de okuyan arkadaşlar bana bir dönüversin bi zahmet, ben mi yanlış anladım: bu iki kitabı yazan da gerçekten aynı adam olabilir mi yahu? Anlatım tarzı, anlattığı hikaye, karakterler sanki farklı kalemlerden çıkmış gibi. Tamam, bu sefer de kitabın sonuna kadar tasvirlere boğduğu bizleri lök diye bir finalle aptal ediyor, etmiyor değil ama işte... Bir de Katya'nın Yazı geçtiği belirtilen zaman diliminin içine oturmuyor sanki, oradan taşıyor, zamansız bir yere geçiyor. Yine de o zeka pırıltısı her yerinden sızıyor tabi ki...
"Dedikodu bizim kadınlarımıza günahın tadını çıkarma olanağı verir. Kendi işlemeyecekleri, işleyemeyecekleri günahlar. Çünkü onları cesaretsizlikleri, hayal güçlerinin eksikliği ve fırsatsızlık engelliyor. Biz de bu eksikliklere namus diyoruz."
Şu aralarsa elimde Nelson Demille'in (General'in Kızı'nın yazarı, hani filminde John Travolta oynamıştı)Yukarı Ülke'si var. Yani yine polisiye-casus romanlarına döndüm. Seviyorum ne yapayım... Bu kitabın bir özelliği daha var: kendisi bir tür Vietnam rehberi. Vietnam'da savaşmış eski bir askeri istihbarat subayı bir mektubun sırrını çözmek için yıllar sonra ülkeye geri dönüyor. Ho Chi Minh'de başlayan yolculuk deniz kıyısına indi, şimdi daha da içerilere gideceğiz. Gezdikleri her yeri kullandıkları taşıtlardan neye ne kadar para verdiklerine, ne yiyip ne içtiklerine, siklolarla nasıl pazarlık edildiğine kadar her şeyi anlatıyor. Ciddi ciddi Vietnam'a giderken kitabı yanıma almayı düşünüyorum. Tek sorun 780 sayfa civarında ve tuğla kadar kalın olduğu için valizi kaplayacak olması... Böyle kitapların baya faydalı olduğuna inanıyorum. Mesela Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ı da tam tekmil bir Konya rehberi olabilir.
Kitap bitince size sonunu söylerim. Şaka lan söylemem, siz de bana söylemeyin.
Ps: Yazının üstündeki resim "siklo neymiş yahu" diyenler için gelsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder