SİYAH TAKIM ELBİSE
On beş katlı merkez binanın beşinci katında durmuş, yeni cilalandığı için parlayan merdivenlere bakıyordum. Tam o anda, o merdivenlerden yuvarlansam, kafamı sertçe zemine vursam ve komaya girip birkaç günlük derin bir uykuya dalsam diye düşündüm. Hiçbir şey düşünmeden, hiç kimse için endişelenmeden, sadece uyusam. Rüya bile görmeden.
Kendi odam bu kattaydı ama yukarı, büyük patronun yanına çıkmam ve bir rapor teslim etmem gerekiyordu. Bu çok “çekici” düşüncelerimden sıyrılıp asansöre doğru yürüdüm. Asansör tabi ki her zaman ki gibi çoktan üst katlara doğru yola çıkmıştı bile. Gayet sakin bir halde, işaret parmağımı yukarı tuşunun üzerinde sabitleyerek beklemeye başladım. Yaklaşık beş dakika sonra asansör benim katıma ulaşıp açıldığında içi boştu. Bindim ve yüzümü kapıya döndüm. Tam kapılar kapanmak üzereyken biri seslendi ve bende düğmeye basıp kapıyı yeniden açtım.
Baştan aşağı siyah olan takım elbisesinin rengini, boynuna doladığı gri atkı bozuyordu. Ensesini kapatacak kadar uzun saçlarını geriye yatırmıştı. Neden bilmem ben öylece onun yüzüne bakarken O gülümsedi ve “merhaba” dedi. Gelip tam yanımda durdu ve kapı kapandı. Sonra kat düğmelerinin olduğu panoya baktı, “sanırım aynı kata çıkıyoruz” dedi. Yüzüne baktım, gülümsedi, tam dudaklarının kenarında ince çizgiler vardı. Bende gülümsemek istedim ama yapamadım. Sanki çarpılmış gibiydim. Daha önce hiç hissetmediğim kadar şiddetli bir şey hissediyordum. Ben bu adamla değil on kat, bir kat dahi çıkamazdım. Bu daracık, küçücük asansörde, böyle yan yana olmazdı. Bir şey vardı ama bir türlü adlandıramamıştım. Onun yanında kalamayacağıma emindim sadece. Biri sanki ipek beyaz gömleğimin içine kor atmış gibiydi. Tüm vücudumdan alev yükseliyordu. Menopoza girecek yaşta da değildim ki! Hem bu menopoz denen şeye birkaç saniye içinde girilmiyordu herhalde. Elimle önüme düşen saçlarımı itekledim. Daha sekizinci kattaydık. Allahım daha yedi kat vardı! Da bana ne oluyordu? Zorlamanın anlamı yoktu, eğilip onuncu katın düğmesine bastım ve kapıya doğru bir adım attım. Asansör, onuncu kata gelip kapıları açıldığında neredeyse koşarak dışarı çıktım. Arkamdan “iyi günler” gibi bir şeyler dediğini duymuştum ama cevap verecek halde değildim. Hakkımda istediğini düşünebilirdi. Koridora çıkınca, gördüğüm ilk pencereyi açıp kafamı dışarı uzattım. Hava, en iyi ihtimalle eksi iki derece filandı ama bu soğuk bana gerçekten iyi gelmişti. Derin derin nefes aldım ve bir süre bekledim. Tam o anda, on beşinci kata falan çıkamazdım. Önce O’nun gitmesi lazımdı.
On-on beş dakika katlarda oyalandıktan sonra yeniden asansöre binip yukarı çıktım. Büyük patronun sekreteri beni görünce dikkatlice yüzüme baktı ve ben, masasının önünde ki koltuğa otururken:
- İyi misin sen? Dedi.
- Neden sordun?
- Yüzün bir tuhaf görünüyor.
- Bilmem, galiba bende bir tür klostrofobi falan var, dedim sinirle gülerek.
- Neden o?
- Asansörde bir anda üzerime resmen ateş düşmüş gibi oldum.
Biz orada oturmuş benim klostrofobik mi yoksa panik atak mı olduğumu tartışırken büyük patronun kapısı açıldı ve O çıktı. Afallamıştım. Oturduğumuz masanın önünden geçerken bir an durdu ve bizim sekretere bakıp:
- Yardımlarınız için çok teşekkür ederim Suna hanım. Bu arada bu üzerinizde ki mavi bluzu daha önce görmemiştim sanırım. Bu renk gözlerinizi ortaya çıkarmış, bence daha sık giymelisiniz, dedi gülümseyerek.
Suna büyülenmiş gibi adama bakıyordu. Adam:
- Umarım yeniden görüşürüz, hoşçakalın, dedikten sonra bir anda bana dönüp:
- İyi günler, dedi. Cevap vermedim, aslında veremedim. Ses… Sesinde bir şey vardı. Sözcükleri söyleyişinde...
Bizim kızın eriyip bir pelte halinde maun masaya yayılacağını sandım çünkü adama öyle bakıyordu. Ve adam arkasını dönüp odadan çıktı. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra sekreter:
- Aman yarabbi, gördün mü adamı? Nasıl ama? Dedi.
- Gördüm de sana ne oldu onu anlamadım, dedim gülerek.
- Ne olmuş ki bana?
- Neredeyse adamın içine düşecektin, daha ne olsun!
- Valla bence mahzuru yok, düşebilirim.
- Kim bu? diye sordum.
- Patronun bir arkadaşı. Arada bir uğrar buraya. Neredeyse ayda bir filan.
- Ne iş yapar?
- Emin değilim ama bir tür işadamı işte ne bileyim.
Yeniden çıktığı kapıdan baktım:
- Anladım ama tuhaf biri, dedim kendimin ancak duyabileceği bir sesle.
Bu olayın üzerinden bir iki hafta geçmişti. Kız arkadaşlarımdan biri, doğum gününü kutlamak için bir yemek düzenliyordu ve mutlaka tanışmamı istediği yeni erkek arkadaşını teşhir edebilmek için beni de ısrarla çağırıyordu. Aslında bu yemeğin amacı da onun doğum gününü kutlamaktan çok bu, bir nevi gruba kabul töreni sayılan görüşmeyi yapmaktı. Bu adamın bizlerin onayına sunulması, arkadaşımıza davranışlarının incelenmesi ve hakkında hüküm verilmesi gerekiyordu. Gecenin sonunda parmaklar ya yukarı kalkardı ya da aşağı inerdi. Yani gitmeye mecburdum, bu bir tür görevdi.
Gece yemeğin düzenlendiği restauranta gittiğimde; beklenen çift hariç, herkes çoktan gelmiş ve yerleşmişti bile. Ben de arkada, köşedeki sandalyelerden birine geçip yanımdakilerle muhabbet etmeye başladım. Çok olmamıştı ki –daha birinci kadehin yarısındaydım- masadan alkış sesleri yükseldi. Arkadaşım, yanında erkek arkadaşıyla masaya gelmişti. Onları görünce yerimden kalkmadım adeta fırladım. Bacağım masaya çarptı ve kadehim devrildi. Bembeyaz masa örtüsü kırmızı şarabı hızla emiyordu. Aceleyle elimde ki peçeteyi masaya yaydım.
O’ydu. Üzerinde yine siyah bir takım elbise vardı. Bu sefer gri atkısı yoktu ama siyah gömleğinin kollarında pırlanta düğmeler parlıyordu. Saçları yine geriye taranmıştı ama öyle kafatasına yapışacak şekilde değil. Yüzünün iki yanına birer tutam düşüyordu. Masada ki herkesle gülümseyerek el sıkıştı. Sıra bana gelmeden masadan kaçmalıydım. Bu his o kadar güçlüydü ki; korktum. Ben sağıma soluma bakınıp kaçacak yer ararken onlar yanıma gelmişlerdi bile.
- İşte Ela da burada, dedi arkadaşım beni göstererek.
Adam, elini uzattı gülümseyerek. Yine o ince çizgiler…
- Merhaba.
Söylenebilecek kibar, normal, sıradan şeyler aradım ama dudaklarım kurumuştu hatta ağzımın içi bile çorak bir haldeydi. Nereden geldiğinden emin olamadığım bir sıcak hava dalgası son hızla tüm bedenime yayılıyordu. Yutkundum ama o kadar kurumuştu ki boğazım, canım yandı. Güç bela elimi uzattım ve “merhaba” diye mırıldandım. Elimi tuttu ve o anda biri vücut sıcaklığımı ölçse elli derece bulabilirdi. Ayaklarım titriyordu, O ise gözlerini bana dikmiş gülümsüyor ve elimi sıkıyordu. Bitmesi için dua etmekten başka çarem yoktu. Ben tam içimden “Tanrım…” dediğimde sanki bende ki ateş onu yakmış gibi hızla elini çekiverdi. Yüzüme baktı ama gülümsemesi kaybolmuştu.
Bütün akşam o kadar kibar, nazik, hoş sohbetti ki artık kendimden şüphelenmeye başlamıştım. Çünkü bu adamda bir tuhaflık olduğunu düşünen sadece bendim büyük ihtimalle. Bakışlarında, sesinde, bir yerlerde yanlış bir şeyler vardı. Yanlış da değil; nasıl anlatılır, garip bir şeyler vardı. Bir ara yerinden kalkıp benim yanıma gelen sevgili arkadaşım merakla:
- Evet, dedi, ne düşünüyorsun?
- Bilmem, hoş bir adam. Nerde tanıştın?
- Bir hafta önce barda, hani sen de gelecektin gelememiştin ya bizimle, işte o akşam tanıştık.
“İyi ki gelmemişim” dedim içimden. Kız o kadar hevesli ve mutlu görünüyordu ki ona gerçekte ne hissettiğimi nasıl söyleyebilirdim? Onun yerine:
- Ne iş yapıyor? Dedim.
- Aile şirketi varmış. Çok zengin.
- Ne üzerineymiş bu şirket?
- Çok emin değilim ama ticaret üzerine olduğunu biliyorum, dedi.
Aferin, dedim –yine- içimden. İnsan nasıl araştırmazdı ki birlikte olduğu adamın ne iş yaptığını? Hele de adam, böyle bir adamsa yani tuhaf, güven vermeyen, insanı irkilten bir adamsa. Ne ticareti yapabilirdi ki bu adam? İnsan, kadın, uyuşturucu, silah? Tekrar baktım ve O’na en uygununun insan ticareti olduğuna karar verdim. Nedenini bilemiyorum. Belki tıpkı fareli köyün kavalcısı gibi kolayca herkesi peşine takabilecek kadar kibar ve güler yüzlü görünse de aynı zamanda o “herkes” i bir uçurumdan aşağı yuvarlayabilecek kadar da duygusuz olduğunu hissetmemdendi. Ama dediğim gibi o akşam, o masada, bu şekilde düşünen sadece bendim ve eminim bir tekine bile ağzımı açıp düşüncelerimi söylesem beni taşlarlardı. Hepsi gözlerine tül inmiş gibi bir şey görmeden O’ na bakıyorlardı. Erkeklerin hepsiyle çoktan ahbap olmuştu bile ama özellikle kadınların hali hepten garipti. Sanki hayatlarında ilk defa erkek görüyor gibiydiler. Ya da sanki Adonis, o gece sadece bizim için Olimpos’tan inip; masamıza gelmiş gibi davranıyorlardı. Elleri kah saçlarında, kah boyunlarında, dudaklarını ısırarak ona bakıyor, onu dinliyorlardı. Ama işin asıl ilginç tarafı arkadaşımın bunların hiçbirinin farkında olmayışıydı. Çünkü onunda onlardan bir farkı yoktu. Kıskanacak kadar bile kendinde değildi. Sanki hipnotize edilmiş ve sadece şehvete programlanmış, hayvansal tarafları neredeyse dışarı fırlamış bir kadınlar ordusu vardı o gece masada. Bir an önce bir bahane bulup oradan kaçmaktan başka bir derdim yoktu. Ben böyle kendi kendime firar planları yaparken, O, bir anda yanımda bitiverdi. Ben hareket edemeden yanımdaki sandalyeye oturmuştu bile. Şimdi yan yanaydık. “Sağım solum ebe”ydi yani…
- Sizinle bir iki hafta önce karşılaşmamış mıydık? Diye sordu.
Bunu nasıl hatırlamıştı ki?
- Pek iyi görünmüyordunuz o gün asansörde. Ama sonra sizi Suna’nın yanında gördüğümde daha iyi görünüyordunuz.
- Evet, dedim. Tansiyonum düşmüştü de biraz.
Yüzünden bir şey geçti, görmüştüm, emindim ama neydi? Gülümsedi:
- Anlıyorum, dedi.
Neyi anlıyordu? Adam bende inanılmaz bir paranoya yaratıyordu. Yavaşça eğildi ve:
- Yakın arkadaşsınız değil mi Serra ile? Dedi.
- Sayılırız, dedim. Neden?
Yine gülümsedi:
- Sizin için önemini merak ettiğim için sordum.
Ağzımı açıp bir şey söylemek üzereydim ki birden etrafımızı insanların sardığını fark ettim. Serra, yanında masanın diğer kadınları ile etrafımızda nerdeyse bir çember oluşturmak üzereydi. Abartmadan söylersek; yerde yatan geyik ölüsüne yürüyen sırtlan sürüsüne benziyorlardı. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi unutmuştum o yüzden, manasızca onlara baktım sadece. O ise ayağa kalktı ve elini Serra’nın beline sardı. Diğer kadınlarda arkasında sıralandığı halde hala bana bakıyordu. Oturduğum yerde kımıldamadan bende O’na bakıyordum. Sonra birden gözlerini benden ayırmadan Serra’yı dudaklarından öptü. Bu kadarı fazlaydı benim için. Alev, yeniden bütün vücudumu sarmıştı. Bir gayret yerimden kalktım, artık beni kimse orada tutamazdı. Hala birbirimize bakıyorduk. Elimi Serra’ya uzattım:
- Ben kaçıyorum hayatım, geç oldu, dedim.
- Daha erken değil mi Ela? Nereye? Buradan da bir yerlere gidecektik.
- Ben ancak evime gidebilirim hayatım. Yarın halletmem gereken işler var, erken kalkacağım.
Külliyen yalandı. Kötü de bir yalancıydım aslında ama o anda Serra’ya “yarın sabah erkenden Mars’a uçacağım” desem bile tepki vermeyebilirdi. Ama O, yalan söylediğimi anlamıştı. Başını alayla, yavaşça iki yana sallarken yüzünde ince kenarlı gülümsemesi vardı. Çantamı alıp, masadan ayrıldım. Ben kapıya giderken sırtlan sürüsü çoktan geyiğin etrafını sarmıştı bile.
O gecenin etkisinden birkaç gün kurtulamadım. Bir tür “Zombilerin Dönüşü” tarzı bir film sahnesi izlemiş ya da cesur bir kitaptan bir bölüm okumuş olmalıydım, gerçek olamayacak kadar saçma ve tuhaftı çünkü. Hatta bir an için Süskind’in Koku kitabının en sonunda ki sahne gelmişti aklıma. Hani karakterin, kendi icat ettiği o olağanüstü etkileri olan parfümün şişesini üzerine boca ettikten sonra olanlar. Ama O’nu parçalara ayırmadıklarını biliyordum çünkü yeniden gördüğümde hala tek parçaydı.
Geceden bir hafta sonra işyerinde ki kızlarla beraber bir kulübe gitmeye karar vermiştik. Kız kıza içip dans edeceğimiz bir akşam planlamıştık ve kesinlikle hepimizin buna ihtiyacı vardı. Biz, büyük şehirlerin bekar, çalışan, yalnız yaşayan kadınları… Birbirimize muhtaçtık. Birbirimizden nefret eder, birbirimizin arkasından konuşur ama birbirimizi görmeden de yapamazdık çünkü muhtaçtık. Ailelerimiz bizi anlamıyordu, erkekler her şey için yeterli değildi. Bize, biz lazımdık.
Kulübün büyük kapısında duran iki tane çam yarması korumanın arasından geçip içeri girdiğimizde bir kere daha neden kulüplerden hoşlanmadığımı hatırlamıştım: Kulak zarımı tehdit eden yükseklikte, müzik olduğunu sandığım bir ritm bombardımanı. Bunun yanında dans etmek dışında her şey için uygun bir ortam. Dans etme eylemi ile kamufle edilen bir pazarlama ve pazarlık mekanı. Hatta hafif çapta fuhuş… Ama madem buradaydım, eğlenmekten başka çarem yoktu. Pistin çok uzağında olmayan bir masamız vardı. Kızlar hallerinden memnun bir halde çantalarını yerleştirdiler ve içkilerimizi söyledik. Etrafıma bakındım, bizim gibi gelen bir sürü kadın vardı. Bir de bizim gibi gelen bir sürü adam. Eşleşme kümeleri ilkesine göre hepimize bir tane düşmesi gerekiyordu. Garsonun uzun bir bardakla getirdiği votka-elmadan bir yudum almıştım ki kızlardan biri kolumdan tutup beni sarsalamaya başladı:
- Ay şuraya bak!
- Nereye bakayım?
- Piste bak, bak, siyahlı olana bir bakar mısın ya?
- Ne var anlamıyorum ki?
- Off Ela ya, adam inanılmaz bir şey!
Gözlerimi kısıp loş pistteki siyahlı adamı görmeye çalıştım. Bütün masa bir anda kendini piste atmıştı bile. Bende ister istemez peşlerinden gittim. Bahsedilen siyahlı adamın etrafında dans ediyorlardı. Çaktırmadan adamı bende görmek istiyordum ama o kadar çok insan vardı ki etrafta. Neyse ki uğraşmama gerek kalmadı; adam, figür icabı benim olduğum tarafa doğru dönünce yeniden başladı kabus: O’ydu.
İnanmaz ya da inanmak istemez gözlerle bakıyordum. Olduğum yere çivilenmiştim. O ise; biri önünde kalçasını ona sürterek kıvrılan, biri de arkasında, kollarını onun göğsünde dolaştıran iki kadınla dans ediyordu. O, beni görmeden pistten inmeliydim ama yine hareket kabiliyetim kısıtlanmış bir haldeydim. Sanki ayaklarıma beton dökülmüştü. Ve beni fark etti. Fark ettiği anda, önünde, beli neredeyse O’nun dizlerine değecek kadar eğilmiş olan kadını kolundan tutup, kenara doğru çekti, kendine yol açtı ve bana doğru yürümeye başladı. Kaçamayacaktım –ki- kaçamadım da.
Elini uzatıp elimi tuttu ve “Ela hanım” dedi. Yüzüne baktım. Gülümsüyordu. Hep gülümsüyordu zaten… Yine bütün vücudum alev topu olmuştu bile. Sadece O’nun tuttuğu elim buz kesilmişti. Hafifçe öptüğü elimi bırakmadan devam etti:
- Burada olacağınızı biliyordum.
- Anlamadım?
- Bu akşam, burada toplanacağınızdan Suna bahetmişti. Geçen gün şirketteydim de…
- Peki, size ne bundan?
Allahım ne kabalıktı! Ben böyle şeyler sormazdım ki insanlara. Bu adam, beni buna zorluyordu. Kendimi savunmak zorundaydım ve o anda en iyi savunma yolu, saldırmak gibi görünmüştü bana ama karşı atak beklediğimden daha şiddetli oldu:
- Sizi görmek için buradayım ben.
- Anlamadım?
Evet, bunu tekrar edip duruyordum çünkü gerçekten anlamıyordum. Gözlerini bana dikmiş, elimi hala bırakmadan bekliyordu. Ne diyecektim? Ne demekti ki bu? Benim için… Neden ben?
Biraz daha yaklaştı. Müzik de iyice hızlanmaya başlamıştı. O saçma sapan ritim, sanki bir noktaya ulaşması gerekiyormuş gibi hızlanarak devam ediyordu. Kulağıma doğru eğildi:
- Korkma, dedi. Sana zarar vermeye niyetim yok.
Vücudumda ne kadar kan varsa çekiliverdi bir anda. Bayılmamalıydım. Kendimi geri çekerek yüzüne baktım:
- Saçmalamayın lütfen ne zarar vermesi? İsteseniz bile bana zarar veremezsiniz ki zaten.
Hiç bir şey söylemeden sadece tek kaşını kaldırarak baktı bana. Ne saçma bir durumdu bu! Kendini kim zannediyordu bu adam? Ya da ne?
O sırada az önce dans ettiği kızlardan biri koluna yapıştı, ama gerçekten yapıştı. Kızın uzun parmakları adamın kolunu öyle bir sarmıştı ki… Karşılık olarak, elimi bırakmadan kafasını kadına çevirdi. Bakışlarını ben görememiştim ama her nasıl baktıysa kadın bir anda geri çekildi ve başını önüne eğdi. Hiçbir şey söylemiyordu ama kadın geri geri adım atmaya başlamıştı. Ne olduğunu anlamak için O’nun yüzüne doğru eğilmek istedim ama tam o anda kafasını yeniden bana doğru çevirince burun buruna geldik. O kadar yakınımda duruyordu ki nefesimi tuttum. O ise sadece bakıyordu. Bir milim bile kıpırdamadı. Zaten bir milim bile kıpırdasa yüzü yüzüme yapışırdı. Kaç saniye beni öyle tuttu emin değilim, tuttu diyorum çünkü kıpırdayamıyordum. Felç olmuş gibiydim, sadece O’na bakıyordum. Sonra neden bilmem geri doğru bir adım attı. Ben de içimden “Allahım sana şükürler olsun” dedim ve o anda elimi bıraktı. Hiçbir şey söylemeden neredeyse koşarak pistten indim ve alt kattaki tuvalete gittim. Zangır zangır titriyordum. Ellerimi lavabonun kenarlarına dayadım ve yüzümü kaldırıp önümde duran büyük aynaya baktım. Bütün yüzüm bembeyazdı.
Ben hayatımda, kimsenin yanında bu kadar karmakarışık hissetmemiştim. Korkuyordum, nefret ediyordum ama mıknatıs gibi çekiliyordum adama. Bana söylediği her kelime beni tedirgin ediyordu, sanki tehdit ediliyormuşum gibi hissediyordum ama nefesi ya da sesi, ne olduğundan emin olmadığım bir şey de beni neredeyse tahrik ediyordu.
Yüzüme birkaç kez soğuk su çarptım, kirpiklerimde ki rimeller gözaltlarıma inmişti. Berbat görünüyordum ama umurumda değildi. O anda tek istediğim şey oradan çıkıp evime gitmek ve başımı yorganın altına sokmaktı. Ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyordum çünkü bunu yapabilmek için öncelikle o tuvaletten çıkmalı, oraya yani O’nun olduğu mekana geri dönmeliydim. Saçmalıyordum! Bu neyin korkusuydu ki? Canımı mı alacaktı? Kendi kendimi teskin ede ede tuvaletten çıkıp üst kata, bizimkilerin olduğu masaya gittim. Kızların hepsi masadaydı ve bir sessizlik vardı. Halimi kimse fark etmediği için şanslıydım aslında. Ama merak etmiştim:
- Hayırdır kızlar, bir şey mi oldu?
- Gitti… dedi bir tanesi.
- Kim?
- Siyahlı adam.
Etrafa bakındım. Gerçekten de yoktu. Beraber dans ettiği kadınlarda yoktu; gitmişlerdi. Müritlerini toplamış ve ortamı terk etmişti.
Bu olayın etkisi, ilkinden fazla sürdü. Her nasıl olduysa beynime kazınmıştı sanki bu adam. Durup dururken aklıma geliyor, geldiği zamanda çakılıp kalıyordu. İlk birkaç gün boyunca kendimle savaştıktan sonra durum biraz daha normale dönmeye başlamıştı. Bu süreçte sürekli her şey, tüm akıl sağlığım normalmiş gibi davranmak için o kadar çaba harcamıştım ki hafta sonu geldiğinde tek düşünebildiğim evde yatmak hatta bütün hafta sonu o yataktan çıkmamaktı. Çok yorulmuştum. Zavallı bünyem bu kadar yalanı kaldıramıyordu.
Onu son görüşümün üzerinden bir ay geçmişti ve artık her şey daha normaldi; aklıma gelmiyor, gelse de artık takılıp kalmıyordu. Şirkette inanılmaz bir yoğunluk vardı ve bunun da yardımıyla zaten fazla düşünmeye vaktim kalmıyordu. İş, böyle zamanlarda yani bir şey düşünmemeniz gereken zamanlarda tam bir kurtarıcıydı. Tabi burada sır: özel hayatınızı işe taşımak yerine, işinizi özel hayatınıza taşımaktaydı. Tamam, ikisi de doğru değil belki ama ben her zaman ikincisini seçmişimdir. Bu, her şeyi kolaylaştırır bence. Ya da belki de ben biraz iş kolik olduğum için bana öyle geliyordur.
Saat gece ona gelmek üzereydi ve ben hala ofisteydim. Daha da kaç saat kalacağımı bilmiyordum çünkü ertesi güne yetişmesi gereken kitap kalınlığında bir raporum vardı. Önümde ki bilgisayardan kafamı her kaldırışımda etraf gözüme daha bulanık görünüyordu. Bir fincan kahve almak için mutfağa gitmeye karar vermiştim. O sırada hala şirkette olduğu, attığı maillerden belli olan Suna’yı aradım; biraz dedikodu kafamı dağıtabilirdi. Ama telefonu cevap vermiyordu. Bende yukarı çıkıp bakmaya karar verdim. Asansöre bindim ve on beşinci katın düğmesine bastım. Kapılar açıldığında bütün ışıkların sönük olduğunu fark ettim. Sadece koridorun en sonunda Suna’nın masasının olduğu yerde ışık vardı. Hızlı adımlarla o tarafa doğru yürüdüm. Bilgisayarı açıktı ama kendisi ortalarda yoktu. Masasının önünde ki koltuğa oturdum ve beklemeye başladım, nasıl olsa üç beş dakika içinde yerine gelirdi. Oturduğum masanın arka tarafında kalan karanlık toplantı odasından bir takırtı gelince merakla kafamı çevirdim ama yerimden kalkmadım. Dosyalardan biri düşmüş ya da panolardan biri devrilmiş olabilirdi. Yeniden önüme dönmüştüm ki o odanın kapısı açıldı ve O çıktı! Oturduğum sandalyeye çivilenmiştim. Bir an için hayal gördüğümü sandım ama bana doğru geldi, tam önümde durdu, eğilerek iki elini sandalyemin iki tarafına koydu. Tam anlamıyla kafeslemişti beni. Gözlerini yüzüme dikmiş; gözlerime, dudaklarıma, yüzümün her yerine dikkatlice bakıyordu. Allahım hayal değil kabus olmalıydı! Bir cesaret:
- Neye bakıyorsun? Dedim.
- Bu cesaretin nereden geldiğine bakıyorum. Hala sende, diğerlerinden farklı olanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Bir şey anlamamıştım. Ne cesaretinden bahsediyordu ki? Korkudan titriyordum! Ama ona pabuç bırakmayacaktım. Gözlerimi hiç kaçırmadan:
- Anlayamadığım bir şey var, dedim.
- Nedir?
- Arkadaşımla birliktesin, beni neden bu kadar merak ediyorsun? Bende merak etmeni gerektirecek ne var anlamıyorum! Neden beni rahat bırakmıyorsun?
- Seni rahatsız mı ediyorum?
- Evet
- İyi, dedi.
- Ne demek iyi?
- İyi, istediğim de bu zaten.
- Beni rahatsız etmek mi?
- Hayır, daha ziyade huzurunu kaçırmak.
Bunu söylerken gülümsüyordu ama bu sevecen ya da şefkatli ya da arkadaş canlısı bir gülümseme değildi. Buz gibiydi ve aynı zamanda alev saçıyordu. Nasıl bilmiyorum…Gerçekten bir psikopat olmalıydı, başka da bir açıklaması yoktu.
Sonra geri çekildi, benden uzaklaştı ve bir iki saniye daha ayakta dikilmiş bir halde bakmayı sürdürdü. Gözlerimi bir saniye bile çekmedim. O çekene kadar da çekmeyecektim. Korkuyordum, evet ama onun bunu bilmesine gerek yoktu. Sonra aniden arkasını döndü ve koridor boyunca yürüyüp asansöre gitti.
Tam ense kökümden, topuzumun bittiği yerden, bir ter damlası sırtıma doğru süzüldü. Siyah renkli, şifon bluzun altından yolunu bulup kuyruk sokumuma kadar indi.
Ve Suna, boynunda kocaman bir morluk ve üzerinde düğmeleri yanlış iliklenmiş bir gömlekle; onun az önce çıktığı odadan dışarı çıktı.
Ateş, buz, gerçek, hayal, doğru, yanlış hepsini karmakarışık eden, birbirine karıştıran bir adam. İnsan, onunla konuşurken ya da onun yanındayken sanki cehennemin kapısındaymış gibi tedirgin ama içeri girmek için bir kedi kadar sabırsız. Yatağımda dönüp dururken kabusla rüya arası bir şeydi gördüğüm. Bir türlü gözlerimi açamıyordum. Bana doğru geliyordu. Bense kaçmak istedikçe daha çok sabitleniyordum yerime. Ellerini her yerimde gezdiriyordu ve ben “hayır” bile diyemiyordum. Sonunda neredeyse kıvranarak uykudan fırladığımda saat sabahın üçüydü. Nefes nefese kalmıştım. Masanın yanında ki lambaya uzanıp açmamla çığlığı basmam bir oldu: oradaydı, karşımdaydı! Camın önünde duran koltukta, bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Gayri ihtiyari üzerimde ki beyaz çarşafı çeneme kadar çektim. Bu hareketime sadece güldü. Telefonum hemen sehpanın üzerindeydi. Uzanıp telaşla aldım.
- Bırak onu, dedi.
- Polisi arayacağım!
- Hayır, aramayacaksın.
Durdum, gayet ikna edici bir ses tonu ve gayet emin bir bakış vardı ortada.
- Aramayacaksın çünkü merak ediyorsun. Nasıl burada olduğumu ama daha önce “neden” burada olduğumu. Ve polisi ararsan bunların hiçbirini öğrenemezsin. Üstelik sana zarar vermek isteseydim bunu çoktan yapardım. Elime geçen fırsatları bırakalım, ben fırsat yaratırdım zaten.
Telefonu yavaşça yerine bıraktım, doğrulup arkama yaslandım ve gözlerimi yüzüne diktim.
- Ne istiyorsun?
- Seni!
Yutkundum. Bu duymaktan korktuğum cevaptı ama duyunca fark ettim ki bu, duymak istediğim cevaptı.
- Anlamıyorum, neden ben?
- Çünkü sen uygun olansın.
- Pardon? Neye uygun? Bu nasıl bir saçmalık?
- Sabırlı olursan anlatabilirim, dedi.
Kollarımı kavuşturdum:
- Evet, dedim, başla bakalım.
- Lanete inanır mısın?
- Hayır.
- O zaman sandığımdan biraz daha zor olacak anlaman. Her neyse…
“Bu doğuştan gelen bir lanet. Sizin Tanrı ya da Allah dediğiniz, o yaratan ve yaşatan olduğuna inandığınız güce karşı verilen bir savaşın ortasında doğdum ben. Tüm “bu iyilik yap iyilik bul, iyi ol kazan, diğer yanağını da sen dön” saçmalıklarına karşı gerçeği, acı ama sadece olanca yalınlığıyla gerçeği savunan bir inanışla yetiştirildim. Yaratılışımızdan gelen yapıtaşlarını inkar etmeyerek büyütüldüm. Bizler için kötü olan ya da günah olan yoktur çünkü zaten bize ait, içimizde duran bir şeyi; sanki bizim değilmiş gibi cezalandırmak o kadar saçma ki. Bencillik, kibir, şehvet, ihtiras... Bunlar olmadan insan, insan değildir. Sadece bir kukladır. İplerini kendinden büyük olduğunu sandığı bir güce teslim etmiş ve onun korkusuyla hareket eden bir kukla. Ama ortada asla bir kukla oynatıcısı yoktur. Ne Tanrı ne de Şeytan! Mutlak olan sadece insandır. Bu düzeni yaratan da insanın kendisidir. Kukla oynatıcısını yaratan da… Hayat dediğimiz süreçte yaptığımız her şeyden sadece biz sorumluyuz ve o yüzden de karşılığını sadece biz alırız. İyi veya kötü, karşılığında ne varsa biz alırız. Çünkü neden olan insandır, sonuca sahip olan da insan olacaktır.
Bu anlattıklarımı diğerlerinin anlamalarını bekliyor değilim, kabul etmelerini ise zaten bir seçenek olarak bile değerlendirmem. İşte “lanet” den kastım da tam olarak bu. Siz inançlı olan, ama aslında sadece inkara sığınmış tembellerin bizlerden farklı olduklarını çok önceleri öğrendim. Daha büyürken olaylara verdiğim tepkiler, insanlara sunduğum öneriler yüzünden hep anlaşılmaz ve kabul edilemez olandım. Etrafımdakiler beni anlamıyor ve nedense benden çekiniyorlardı. Ama bir şey daha fark ettim; bu katıksız dürüstlük ve acımasızlık –ki bu onların yakıştırmasıydı- aslında hoşlarına gidiyordu. Onların asla yapmadığı dahası yapamayacağını yaptığım için bana bir tür saygı duyuyorlardı.
Nasıl “yaratan” olduğu sanılan, üzerine bir sürü anlam atfedilenle ilgim yoksa şeytan denilenle de yok. Bu konuda çok suçlandım. Özellikle de kadınlar tarafından. Ama dediğim gibi benim inandığım tek şey; insan. Elinde etrafında ki her şeyi değiştirme, yönetme, idare etme gücü zaten olan insan. Neden başka bir güce daha ihtiyacı olsun ki?”
Küçük dilimi yutmak üzereydim. Beklediğim konuşma bu değildi. Beni kadın olarak istiyor olabileceğini düşünmüştüm. Gecenin ortasında, yatak odamda, karşımda ki sandalyede oturmuş, gözlerini bana dikmiş, inandığım her şeyi yıkmaya hazırlanan bu adamı neden dinlediğimi ise bilmiyordum. Oturduğum yerde sırtım ürpermiş, saçlarımın diplerine kadar üşümüştüm bir anda. Üzerimde ki uzunca, beyaz tişört beni ısıtacak kadar yer kaplamıyordu vücudumda; bende battaniyeme biraz daha sarındım. O ise devam etti:
“Peki neden böyledir insan? Çünkü bu rahatlıktır. Sorumluluğu, aslında kendisine ait olan sorumluluğu, yine kendi yarattığı kavramlara atar. Kadere, günaha, sevaba, kitaba, dine. Ve bahaneler üretir. Her an. Ve böylece kaçabilir, rahatına bakabilir. Olurda içlerinden birileri yani bizim gibiler gerçekleri kabullenip bunları ortaya çıkarmaya kalkarsa dışlamak ister. Oyunu bozmalarını engellemek ister. Ama bilir ki haklı olan onlardır. O yüzden aslında korkar ve çekinir de. Bütün bu ikilem içinde tek avantajları çoğunlukta olmaları. Bu nasıl oldu, ne zaman oldu bilemeyiz, başlangıcı hangi döneme rastlar bilemeyiz. Ama bu, insanların işlerine geldi ve zaman içinde hepsi bunu seçtiler. Bizler, mutlak gerçekçiler, azınlıkta kaldık.
Bana inanmadığını, tüm bunların sana mantıklı gelmediğini biliyorum ama sen çıkarı için bu düzene uyanlardan değilsin. Sen sadece gördüğünü uyguluyorsun. Aslında hayata dair gerçeklerin farkındasın ve eminim bir yerlerde bir uyumsuzluk olduğunun da, ama dediğim gibi bildiğin tek yol bu, o yüzden bu yoldan gidiyorsun.
İşte bu yüzden senin peşindeyim. Sen, beni anlayabilecek olanlardansın. Daha seni gördüğüm ilk an hissettim bunu hatta neredeyse gördüm. Ve sen de daha beni ilk gördüğün an bir şeylerin farklı olduğunu anladın. Çünkü sen, diğerleri gibi değilsin. Bir kitap kadar açıksın. Gizlediğin, sakladığın bir şey yok. Ve ben bunu nerede görsem tanırım: yani kesin dürüstlüğü. Az bulunan nadir ve değerli bir taş gibidir. Çamurun içinde bile parlar ve ışıltısına gidersin. Bende senin ışıltına geldim.
Asansöre bindiğimde benden neden kaçtın? Çünkü bir şeylerin tuhaf olduğunu sende hissettin. Algıların bu kadar açık olmasaydı, sende tıpkı diğerleri gibi sadece zevk için peşime takılırdın. Ama sen tam tersini yapıp benden kaçtın. O akşam asansörden sonra seni üst katta gördüğümde gözlerinin içine baktım ve yanılmadığımı anladım. Çünkü sende doğrudan benim gözlerime baktın. Karşılaştığımız her seferde baktın. Asla gözlerini çekmedin, kaçırmadın. Çünkü saklayacak bir şeyi olmayanların güveni var sende. Sen çok güçlüsün ve çok hazır. Sadece elinden tutulmalı. Bende üzerime düşeni yaptım, böyle bir kaynağı bulmuşken asla kaçıramazdım. Sen, bize gerekendin. Saflarımıza güç katacak olandın. Gerçeklerle sorunun yok ya da acıyla. Seni bulmak belki tesadüftü ama kaybetmek aptallık olurdu. O yüzden seni takip ettim. Çevrene girdim. Arkadaşınla yattım ve senin hakkında bir şeyler öğrendim. Yanılmadığımı anlamama yetecek kadarını yani. Ve sonunda artık konuşmamız gerektiğine karar verdiğimde; bu akşam, ben Suna’ya istediğini verdim o da bana istediğimi verdi: senin ev adresini.”
Tamam, artık fazla olmaya başlamıştı. Elimden tutup beni “gerçek âlem” e taşıyacağını anlatan, Matrix bozması bu adam huzurumu kaçırıyordu.
“Korktuğunu ve huzursuz olduğunu biliyorum. Ama merak etme sana asla fiziksel bir zarar vermem. Duygusal olaraksa, zaten sen her şeye dayanabilecek yeterliliktesin. Seni bununla da tehdit etmem. Sana sadece o hep kullandığın ve hep güvendiğin mantığını dinlemeni söylüyorum. Anlattığım hiç bir şeyin sana aslında ters gelmediğini, beni çürütmek istesen de bunu yapamayacağını, çünkü haklı olduğumu bildiğini biliyorum. O yüzden, bence zorlamayalım birbirimizi.”
Sonunda dayanamayıp sordum:
- Neyine güveniyorsun bu kadar anlamıyorum? Polisi aramayacağımı, çığlıklar atıp bütün mahalleyi ayağa kaldırmayacağımı ya da mutfaktan bir bıçak kapıp boğazına saplamayacağımı nereden biliyorsun?
- Biliyorum.
- Nasıl? Sence ben her akşam evine yabancı adamların girip, hayat felsefesini yerle bir etmeye çalıştığı biri miyim? Çok mu normal bu olanlar sence?
- Biliyorum, çünkü bir süredir buradayım ve sen bunların hiçbirini yapmadın. Onun yerine uslu uslu oturup beni dinledin. Tıpkı benim de senden beklediğim gibi.
- Gerçekten inanılmazsın ve gerçekten yanılıyorsun!
- Hangi konuda?
- Her konuda! En çok da benim hakkımda. Beni tanımıyorsun. Beni sadece üç dört kere, birkaç dakika gördün. Tamam, kabul ediyorum bende başından beri her karşılaşmamızda çok tuhaflar şeyler hissettim, hatta belki senin garipliğinden etkilendim ama bu, bütün bu anlattıkların çok fazla. Çok ütopik, garip, saçma! Benden tarikatına katılmamı bekliyor olamazsın gerçekten!
- Tarikat mı? Bu çok aşağılayıcı bir terim oldu. Ben gerçeklerin tarafına geçme ya da kendini kurtarma hareketi demeyi tercih ederim. Bunu benim için ya da bizim için değil önce kendin için yapmalısın. Sen bu değilsin! Bu yaşadığın sana öğretilen hayat, senin yazdığın değil. Kendi hayatını kendin yazmalısın. Ben, sadece sana yol göstermeyi öneriyorum.
- Öneriyorsun?
- Aslında ısrar ediyorum. Ve evet, seni tanıyorum. Seninle günler ya da aylar geçirmeme gerek yok. Birinin gözlerine, doğrudan içine baktığında eğer açık bir resim görüyorsan -ki bu pek sık olmaz- daha fazla kanıta ihtiyacın yoktur. Çünkü yanında saatlerce de kalsan yıllarca da, gördüğün resim değişmez. O yüzden seni tanıyorum, ne olduğunu biliyorum. Bu yüzden benimle gelmeni istiyorum. Bunu yapabilecek yetenektesin. O yüzdende ısrar ediyorum.
Battaniyeyi üzerimden attım ve yataktan fırladım. Şimdi tam önünde ayakta dikiliyordum.
- Şimdi beni iyi dinle! Bir filmin ya da bir kitabın içinde filan değiliz. Bütün bunlar oyun mu, şaka mı ne bilmiyorum! Ve senin varlığını inkar etmen, inandığım, içinde yaşadığım bu düzenin var olmadığı anlamına gelmez! Buraya, evime gelip; ta yatak odama kadar girip beni tehdit edemezsin!
O da ayağa kalktı. İki adım attı ve benimle aynı hizada neredeyse dibimde durdu.
- Ama sorgulamana yeter, dedi sakin bir sesle.
- Neyi sorgulamamama, düzeni mi? Sence sorguluyoramı benziyorum?
- Savunuyorsun. Savunabilmen için önce kafanda tartman ve sorgulaman gerekir.
- Ve sonuçta da sana saçmaladığını söylüyorum!
- Senin gibi bir kadına yakışmayacak, basit bir yorum oldu bu.
Sakinliğini hiç elden bırakmıyordu. Ben, üzerimde sadece kocaman beyaz bir tişört; o üzerinde siyah takım elbisesi, aramızda üç santimden biraz fazla mesafeyle karşı karşıya durmuş; onun şeytan, tanrı, kader, düzen ne varsa alaşağı etmesini engellemeye çalışıyordum. Ama çabamın boşa olduğu içi dipsiz gözlerinden belliydi. Taşıdığı inanca, değerlere saplanmış haldeydi. Karşısına geçip savaştığı insanlara benzediği yer de burasıydı işte: bu körü körüne bağlılık. O bize bir şans vermiyordu. Oysa bir konuda haklıydı, ben ona şans veriyordum. Değerlendirmiştim söylediklerini, istemeden de olsa yapmıştım bunu. Haklı olabilir miydi? Bunun değerlere inancımın sağlamlığıyla ilgisi yoktu sadece benim her şeyin sorgulanabileceğine olan inancımla ilgisi vardı. Ama asıl sorun şimdi ne yapacağımızdı.
- Sanırım anlatamadım, dedim. Ben sandığın kadın değilim, üzgünüm.
- Bunu bir kadın-erkek meselesinden fazlası olduğunun farkındasındır umarım.
- Elbette farkındayım, dedim gerisin geri yürüyerek.
Şimdi yeniden yatağımın yanındaydım.
- Başta bunu sandığımı itiraf etmeliyim. Yani benim bir kadın olarak peşime düştüğünü. Ama görünen o ki durum çok daha vahim.
- Vahim?
- Evet, sadece cinsel isteklere, şehvete, hayvani içgüdülere kapılıp gelmiş olsaydın, her şey daha kolaydı. Ki kadınlarla ilişkin göz önüne alınırsa…
- Pek bir ilişkim olduğu söylenemez. İlişki dediğimiz şeyi ancak kendisinin farkında olan bir kadınla yaşayabilirim. O etrafımda gördüklerin sadece birer tatmin aracı.
- Sana ışığa giden pervaneler gibi geliyorlar.
- Basit beklentileri ve basit zevkleri olan kadınlar için ben çok daha fazlasıyım. Ve bunu seziyorlar. Siz kadınların doğal bir yeteneği işte bu, dedi yine ince çizgileriyle gülümseyerek.
Sinirlerim bozulmuştu artık. Burada durmuş bu zırdeli adamla tartıştığıma inanamıyordum. Delirmiş olmalıydım! Şimdiye kadar çoktan polisi aramış, bu herifi tutuklatmış, ifademi vermiş ve yeniden evime dönmüş olmalıydım.
- Sana amacımı söylemiştim, dedi.
- Ne zaman?
- Huzurunu kaçırmak istediğimi söylediğimi hatırlamıyor musun?
Düşündüm ve hatırladım. Haklıydı.
- Yani beni reddediyorsun, dedi.
- Evet.
- Aslında sana neleri yaşatabileceğimin farkındasın değil mi? Hiçbir tampon, sınır, eşik, duvar olmadan tüm duyguları. Acı, kin, nefret, tutku, hırs, kibir… Bir düşün; yaşadıklarının gidebileceği yeri, hissedeceklerini, tadacağın keskinliği, yoğunluğu bir düşün.
Bunları söylerken neredeyse gözlerinden alev fışkırıyordu. Bu kadar sağlam bir inançtan ve inandırıcılıktan kaçmak için bir o kadar sağlam bir inanca sahip olmaktan başka şansınız olamazdı.
- Neden bu listede aşk, şefkat, merhamet yok? Neden illa günahlar ya da kötü huylar bana teklif ettiklerin? Diye sordum.
- Çünkü yaşamadıkların, özgür bırakmadıkların onlar! Ve gerçekte insanı, insan yapanda onlar. Doğumumuzdan itibaren biz benciliz. Bir bebeğin annesiyle ilişkisini düşün. Hangi bebek annesine merhamet eder? Senin saydıkların bizleri yumuşatmaktan, sınırlamaktan başka bir işe yaramayan hisler. Onlar parçamız değil demiyorum, ben doğayı inkar edemem hele de ona taparken. Sadece asıl parçaların, büyük parçaların, işe yarayan parçaların onlar olmadığını söylüyorum.
- İnsan acımasız ve kötüdür nokta. Bu mu söylediğin? Ne fark etti? Şimdi de sen sınırladın kendini!
Durdu, gözleri parlamıştı. Gülümseyerek:
- İşte bu yüzden peşinden geldim, dedi. Sorgulayabildiğin için, bana cevap verebildiğin için.
- Ama sen bana cevap vermedin?
- Hayır, kendimi sınırlamadım. Hepsini tarttım ve içlerinde bu hayatta işe yarayanları gördüm. Aslında bizi insan yapanları. Hayvanlardan ya da diğer canlılardan bizi ayıran şeyler, o parçalar çünkü!
Bu seferde ben durdum. Tükeniyordum. Kendi haklılığımdan ya da kendi doğrularımdan şüphem yoktu ama bu o kadar soyut ve o kadar değişken bir konuydu ki; ortak ve mutlak tek bir doğruya ulaşamazdık. Boşa konuşuyorduk; neden konuşuyorduk? Gitmeliydi ve bu saçmalığa bir son vermeliydik. İyice karabasana dönüşmek üzereydi çünkü!
- Bu kadar yeter! Dedim sinirle.
- Yani?
- Yani artık ben bir şey yapmadan git buradan! Bu gece burada olanları da arkadaşıma anlatmayacağım. Bilmesini istemiyorum!
- Fark etmez, onunla işim bitti. İstediğini anlatabilirsin. Ama seninle; hayır. Senden bu kadar çabuk vazgeçmeyeceğim. Ben sabırlı bir adamım ama sadece buna değecek şeyler için. Bir gün fikrin değişecek, biliyorum. Zaman geçtikçe ve inançlarının boş, benimse haklı olduğumu gördükçe değişecek. İşte ben o zaman yeniden geleceğim. Ama o zamana kadar da gözüm hep üzerinde, unutma, dedi.
- Her ne istiyorsan onu düşün! Ama yeter ki git artık…
Eliyle önüne düşen saçlarını geriye attı. Üzerinde ki siyah ceketi düzeltti, bana doğru birkaç adım attı. Eğilip kulağıma fısıldadı:
- Görüşmek üzere.
Sesimi bile çıkaramadım, sadece gözlerimi kapattım. Birkaç saniye bekledim. Soluğu benden uzaklaşana kadar bekledim. Yavaşça gözlerimi araladığımda artık yoktu, gitmişti. Nereden ya da nasıl bilemiyorum ama çok çabuk…
KASIM 2008
On beş katlı merkez binanın beşinci katında durmuş, yeni cilalandığı için parlayan merdivenlere bakıyordum. Tam o anda, o merdivenlerden yuvarlansam, kafamı sertçe zemine vursam ve komaya girip birkaç günlük derin bir uykuya dalsam diye düşündüm. Hiçbir şey düşünmeden, hiç kimse için endişelenmeden, sadece uyusam. Rüya bile görmeden.
Kendi odam bu kattaydı ama yukarı, büyük patronun yanına çıkmam ve bir rapor teslim etmem gerekiyordu. Bu çok “çekici” düşüncelerimden sıyrılıp asansöre doğru yürüdüm. Asansör tabi ki her zaman ki gibi çoktan üst katlara doğru yola çıkmıştı bile. Gayet sakin bir halde, işaret parmağımı yukarı tuşunun üzerinde sabitleyerek beklemeye başladım. Yaklaşık beş dakika sonra asansör benim katıma ulaşıp açıldığında içi boştu. Bindim ve yüzümü kapıya döndüm. Tam kapılar kapanmak üzereyken biri seslendi ve bende düğmeye basıp kapıyı yeniden açtım.
Baştan aşağı siyah olan takım elbisesinin rengini, boynuna doladığı gri atkı bozuyordu. Ensesini kapatacak kadar uzun saçlarını geriye yatırmıştı. Neden bilmem ben öylece onun yüzüne bakarken O gülümsedi ve “merhaba” dedi. Gelip tam yanımda durdu ve kapı kapandı. Sonra kat düğmelerinin olduğu panoya baktı, “sanırım aynı kata çıkıyoruz” dedi. Yüzüne baktım, gülümsedi, tam dudaklarının kenarında ince çizgiler vardı. Bende gülümsemek istedim ama yapamadım. Sanki çarpılmış gibiydim. Daha önce hiç hissetmediğim kadar şiddetli bir şey hissediyordum. Ben bu adamla değil on kat, bir kat dahi çıkamazdım. Bu daracık, küçücük asansörde, böyle yan yana olmazdı. Bir şey vardı ama bir türlü adlandıramamıştım. Onun yanında kalamayacağıma emindim sadece. Biri sanki ipek beyaz gömleğimin içine kor atmış gibiydi. Tüm vücudumdan alev yükseliyordu. Menopoza girecek yaşta da değildim ki! Hem bu menopoz denen şeye birkaç saniye içinde girilmiyordu herhalde. Elimle önüme düşen saçlarımı itekledim. Daha sekizinci kattaydık. Allahım daha yedi kat vardı! Da bana ne oluyordu? Zorlamanın anlamı yoktu, eğilip onuncu katın düğmesine bastım ve kapıya doğru bir adım attım. Asansör, onuncu kata gelip kapıları açıldığında neredeyse koşarak dışarı çıktım. Arkamdan “iyi günler” gibi bir şeyler dediğini duymuştum ama cevap verecek halde değildim. Hakkımda istediğini düşünebilirdi. Koridora çıkınca, gördüğüm ilk pencereyi açıp kafamı dışarı uzattım. Hava, en iyi ihtimalle eksi iki derece filandı ama bu soğuk bana gerçekten iyi gelmişti. Derin derin nefes aldım ve bir süre bekledim. Tam o anda, on beşinci kata falan çıkamazdım. Önce O’nun gitmesi lazımdı.
On-on beş dakika katlarda oyalandıktan sonra yeniden asansöre binip yukarı çıktım. Büyük patronun sekreteri beni görünce dikkatlice yüzüme baktı ve ben, masasının önünde ki koltuğa otururken:
- İyi misin sen? Dedi.
- Neden sordun?
- Yüzün bir tuhaf görünüyor.
- Bilmem, galiba bende bir tür klostrofobi falan var, dedim sinirle gülerek.
- Neden o?
- Asansörde bir anda üzerime resmen ateş düşmüş gibi oldum.
Biz orada oturmuş benim klostrofobik mi yoksa panik atak mı olduğumu tartışırken büyük patronun kapısı açıldı ve O çıktı. Afallamıştım. Oturduğumuz masanın önünden geçerken bir an durdu ve bizim sekretere bakıp:
- Yardımlarınız için çok teşekkür ederim Suna hanım. Bu arada bu üzerinizde ki mavi bluzu daha önce görmemiştim sanırım. Bu renk gözlerinizi ortaya çıkarmış, bence daha sık giymelisiniz, dedi gülümseyerek.
Suna büyülenmiş gibi adama bakıyordu. Adam:
- Umarım yeniden görüşürüz, hoşçakalın, dedikten sonra bir anda bana dönüp:
- İyi günler, dedi. Cevap vermedim, aslında veremedim. Ses… Sesinde bir şey vardı. Sözcükleri söyleyişinde...
Bizim kızın eriyip bir pelte halinde maun masaya yayılacağını sandım çünkü adama öyle bakıyordu. Ve adam arkasını dönüp odadan çıktı. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra sekreter:
- Aman yarabbi, gördün mü adamı? Nasıl ama? Dedi.
- Gördüm de sana ne oldu onu anlamadım, dedim gülerek.
- Ne olmuş ki bana?
- Neredeyse adamın içine düşecektin, daha ne olsun!
- Valla bence mahzuru yok, düşebilirim.
- Kim bu? diye sordum.
- Patronun bir arkadaşı. Arada bir uğrar buraya. Neredeyse ayda bir filan.
- Ne iş yapar?
- Emin değilim ama bir tür işadamı işte ne bileyim.
Yeniden çıktığı kapıdan baktım:
- Anladım ama tuhaf biri, dedim kendimin ancak duyabileceği bir sesle.
Bu olayın üzerinden bir iki hafta geçmişti. Kız arkadaşlarımdan biri, doğum gününü kutlamak için bir yemek düzenliyordu ve mutlaka tanışmamı istediği yeni erkek arkadaşını teşhir edebilmek için beni de ısrarla çağırıyordu. Aslında bu yemeğin amacı da onun doğum gününü kutlamaktan çok bu, bir nevi gruba kabul töreni sayılan görüşmeyi yapmaktı. Bu adamın bizlerin onayına sunulması, arkadaşımıza davranışlarının incelenmesi ve hakkında hüküm verilmesi gerekiyordu. Gecenin sonunda parmaklar ya yukarı kalkardı ya da aşağı inerdi. Yani gitmeye mecburdum, bu bir tür görevdi.
Gece yemeğin düzenlendiği restauranta gittiğimde; beklenen çift hariç, herkes çoktan gelmiş ve yerleşmişti bile. Ben de arkada, köşedeki sandalyelerden birine geçip yanımdakilerle muhabbet etmeye başladım. Çok olmamıştı ki –daha birinci kadehin yarısındaydım- masadan alkış sesleri yükseldi. Arkadaşım, yanında erkek arkadaşıyla masaya gelmişti. Onları görünce yerimden kalkmadım adeta fırladım. Bacağım masaya çarptı ve kadehim devrildi. Bembeyaz masa örtüsü kırmızı şarabı hızla emiyordu. Aceleyle elimde ki peçeteyi masaya yaydım.
O’ydu. Üzerinde yine siyah bir takım elbise vardı. Bu sefer gri atkısı yoktu ama siyah gömleğinin kollarında pırlanta düğmeler parlıyordu. Saçları yine geriye taranmıştı ama öyle kafatasına yapışacak şekilde değil. Yüzünün iki yanına birer tutam düşüyordu. Masada ki herkesle gülümseyerek el sıkıştı. Sıra bana gelmeden masadan kaçmalıydım. Bu his o kadar güçlüydü ki; korktum. Ben sağıma soluma bakınıp kaçacak yer ararken onlar yanıma gelmişlerdi bile.
- İşte Ela da burada, dedi arkadaşım beni göstererek.
Adam, elini uzattı gülümseyerek. Yine o ince çizgiler…
- Merhaba.
Söylenebilecek kibar, normal, sıradan şeyler aradım ama dudaklarım kurumuştu hatta ağzımın içi bile çorak bir haldeydi. Nereden geldiğinden emin olamadığım bir sıcak hava dalgası son hızla tüm bedenime yayılıyordu. Yutkundum ama o kadar kurumuştu ki boğazım, canım yandı. Güç bela elimi uzattım ve “merhaba” diye mırıldandım. Elimi tuttu ve o anda biri vücut sıcaklığımı ölçse elli derece bulabilirdi. Ayaklarım titriyordu, O ise gözlerini bana dikmiş gülümsüyor ve elimi sıkıyordu. Bitmesi için dua etmekten başka çarem yoktu. Ben tam içimden “Tanrım…” dediğimde sanki bende ki ateş onu yakmış gibi hızla elini çekiverdi. Yüzüme baktı ama gülümsemesi kaybolmuştu.
Bütün akşam o kadar kibar, nazik, hoş sohbetti ki artık kendimden şüphelenmeye başlamıştım. Çünkü bu adamda bir tuhaflık olduğunu düşünen sadece bendim büyük ihtimalle. Bakışlarında, sesinde, bir yerlerde yanlış bir şeyler vardı. Yanlış da değil; nasıl anlatılır, garip bir şeyler vardı. Bir ara yerinden kalkıp benim yanıma gelen sevgili arkadaşım merakla:
- Evet, dedi, ne düşünüyorsun?
- Bilmem, hoş bir adam. Nerde tanıştın?
- Bir hafta önce barda, hani sen de gelecektin gelememiştin ya bizimle, işte o akşam tanıştık.
“İyi ki gelmemişim” dedim içimden. Kız o kadar hevesli ve mutlu görünüyordu ki ona gerçekte ne hissettiğimi nasıl söyleyebilirdim? Onun yerine:
- Ne iş yapıyor? Dedim.
- Aile şirketi varmış. Çok zengin.
- Ne üzerineymiş bu şirket?
- Çok emin değilim ama ticaret üzerine olduğunu biliyorum, dedi.
Aferin, dedim –yine- içimden. İnsan nasıl araştırmazdı ki birlikte olduğu adamın ne iş yaptığını? Hele de adam, böyle bir adamsa yani tuhaf, güven vermeyen, insanı irkilten bir adamsa. Ne ticareti yapabilirdi ki bu adam? İnsan, kadın, uyuşturucu, silah? Tekrar baktım ve O’na en uygununun insan ticareti olduğuna karar verdim. Nedenini bilemiyorum. Belki tıpkı fareli köyün kavalcısı gibi kolayca herkesi peşine takabilecek kadar kibar ve güler yüzlü görünse de aynı zamanda o “herkes” i bir uçurumdan aşağı yuvarlayabilecek kadar da duygusuz olduğunu hissetmemdendi. Ama dediğim gibi o akşam, o masada, bu şekilde düşünen sadece bendim ve eminim bir tekine bile ağzımı açıp düşüncelerimi söylesem beni taşlarlardı. Hepsi gözlerine tül inmiş gibi bir şey görmeden O’ na bakıyorlardı. Erkeklerin hepsiyle çoktan ahbap olmuştu bile ama özellikle kadınların hali hepten garipti. Sanki hayatlarında ilk defa erkek görüyor gibiydiler. Ya da sanki Adonis, o gece sadece bizim için Olimpos’tan inip; masamıza gelmiş gibi davranıyorlardı. Elleri kah saçlarında, kah boyunlarında, dudaklarını ısırarak ona bakıyor, onu dinliyorlardı. Ama işin asıl ilginç tarafı arkadaşımın bunların hiçbirinin farkında olmayışıydı. Çünkü onunda onlardan bir farkı yoktu. Kıskanacak kadar bile kendinde değildi. Sanki hipnotize edilmiş ve sadece şehvete programlanmış, hayvansal tarafları neredeyse dışarı fırlamış bir kadınlar ordusu vardı o gece masada. Bir an önce bir bahane bulup oradan kaçmaktan başka bir derdim yoktu. Ben böyle kendi kendime firar planları yaparken, O, bir anda yanımda bitiverdi. Ben hareket edemeden yanımdaki sandalyeye oturmuştu bile. Şimdi yan yanaydık. “Sağım solum ebe”ydi yani…
- Sizinle bir iki hafta önce karşılaşmamış mıydık? Diye sordu.
Bunu nasıl hatırlamıştı ki?
- Pek iyi görünmüyordunuz o gün asansörde. Ama sonra sizi Suna’nın yanında gördüğümde daha iyi görünüyordunuz.
- Evet, dedim. Tansiyonum düşmüştü de biraz.
Yüzünden bir şey geçti, görmüştüm, emindim ama neydi? Gülümsedi:
- Anlıyorum, dedi.
Neyi anlıyordu? Adam bende inanılmaz bir paranoya yaratıyordu. Yavaşça eğildi ve:
- Yakın arkadaşsınız değil mi Serra ile? Dedi.
- Sayılırız, dedim. Neden?
Yine gülümsedi:
- Sizin için önemini merak ettiğim için sordum.
Ağzımı açıp bir şey söylemek üzereydim ki birden etrafımızı insanların sardığını fark ettim. Serra, yanında masanın diğer kadınları ile etrafımızda nerdeyse bir çember oluşturmak üzereydi. Abartmadan söylersek; yerde yatan geyik ölüsüne yürüyen sırtlan sürüsüne benziyorlardı. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi unutmuştum o yüzden, manasızca onlara baktım sadece. O ise ayağa kalktı ve elini Serra’nın beline sardı. Diğer kadınlarda arkasında sıralandığı halde hala bana bakıyordu. Oturduğum yerde kımıldamadan bende O’na bakıyordum. Sonra birden gözlerini benden ayırmadan Serra’yı dudaklarından öptü. Bu kadarı fazlaydı benim için. Alev, yeniden bütün vücudumu sarmıştı. Bir gayret yerimden kalktım, artık beni kimse orada tutamazdı. Hala birbirimize bakıyorduk. Elimi Serra’ya uzattım:
- Ben kaçıyorum hayatım, geç oldu, dedim.
- Daha erken değil mi Ela? Nereye? Buradan da bir yerlere gidecektik.
- Ben ancak evime gidebilirim hayatım. Yarın halletmem gereken işler var, erken kalkacağım.
Külliyen yalandı. Kötü de bir yalancıydım aslında ama o anda Serra’ya “yarın sabah erkenden Mars’a uçacağım” desem bile tepki vermeyebilirdi. Ama O, yalan söylediğimi anlamıştı. Başını alayla, yavaşça iki yana sallarken yüzünde ince kenarlı gülümsemesi vardı. Çantamı alıp, masadan ayrıldım. Ben kapıya giderken sırtlan sürüsü çoktan geyiğin etrafını sarmıştı bile.
O gecenin etkisinden birkaç gün kurtulamadım. Bir tür “Zombilerin Dönüşü” tarzı bir film sahnesi izlemiş ya da cesur bir kitaptan bir bölüm okumuş olmalıydım, gerçek olamayacak kadar saçma ve tuhaftı çünkü. Hatta bir an için Süskind’in Koku kitabının en sonunda ki sahne gelmişti aklıma. Hani karakterin, kendi icat ettiği o olağanüstü etkileri olan parfümün şişesini üzerine boca ettikten sonra olanlar. Ama O’nu parçalara ayırmadıklarını biliyordum çünkü yeniden gördüğümde hala tek parçaydı.
Geceden bir hafta sonra işyerinde ki kızlarla beraber bir kulübe gitmeye karar vermiştik. Kız kıza içip dans edeceğimiz bir akşam planlamıştık ve kesinlikle hepimizin buna ihtiyacı vardı. Biz, büyük şehirlerin bekar, çalışan, yalnız yaşayan kadınları… Birbirimize muhtaçtık. Birbirimizden nefret eder, birbirimizin arkasından konuşur ama birbirimizi görmeden de yapamazdık çünkü muhtaçtık. Ailelerimiz bizi anlamıyordu, erkekler her şey için yeterli değildi. Bize, biz lazımdık.
Kulübün büyük kapısında duran iki tane çam yarması korumanın arasından geçip içeri girdiğimizde bir kere daha neden kulüplerden hoşlanmadığımı hatırlamıştım: Kulak zarımı tehdit eden yükseklikte, müzik olduğunu sandığım bir ritm bombardımanı. Bunun yanında dans etmek dışında her şey için uygun bir ortam. Dans etme eylemi ile kamufle edilen bir pazarlama ve pazarlık mekanı. Hatta hafif çapta fuhuş… Ama madem buradaydım, eğlenmekten başka çarem yoktu. Pistin çok uzağında olmayan bir masamız vardı. Kızlar hallerinden memnun bir halde çantalarını yerleştirdiler ve içkilerimizi söyledik. Etrafıma bakındım, bizim gibi gelen bir sürü kadın vardı. Bir de bizim gibi gelen bir sürü adam. Eşleşme kümeleri ilkesine göre hepimize bir tane düşmesi gerekiyordu. Garsonun uzun bir bardakla getirdiği votka-elmadan bir yudum almıştım ki kızlardan biri kolumdan tutup beni sarsalamaya başladı:
- Ay şuraya bak!
- Nereye bakayım?
- Piste bak, bak, siyahlı olana bir bakar mısın ya?
- Ne var anlamıyorum ki?
- Off Ela ya, adam inanılmaz bir şey!
Gözlerimi kısıp loş pistteki siyahlı adamı görmeye çalıştım. Bütün masa bir anda kendini piste atmıştı bile. Bende ister istemez peşlerinden gittim. Bahsedilen siyahlı adamın etrafında dans ediyorlardı. Çaktırmadan adamı bende görmek istiyordum ama o kadar çok insan vardı ki etrafta. Neyse ki uğraşmama gerek kalmadı; adam, figür icabı benim olduğum tarafa doğru dönünce yeniden başladı kabus: O’ydu.
İnanmaz ya da inanmak istemez gözlerle bakıyordum. Olduğum yere çivilenmiştim. O ise; biri önünde kalçasını ona sürterek kıvrılan, biri de arkasında, kollarını onun göğsünde dolaştıran iki kadınla dans ediyordu. O, beni görmeden pistten inmeliydim ama yine hareket kabiliyetim kısıtlanmış bir haldeydim. Sanki ayaklarıma beton dökülmüştü. Ve beni fark etti. Fark ettiği anda, önünde, beli neredeyse O’nun dizlerine değecek kadar eğilmiş olan kadını kolundan tutup, kenara doğru çekti, kendine yol açtı ve bana doğru yürümeye başladı. Kaçamayacaktım –ki- kaçamadım da.
Elini uzatıp elimi tuttu ve “Ela hanım” dedi. Yüzüne baktım. Gülümsüyordu. Hep gülümsüyordu zaten… Yine bütün vücudum alev topu olmuştu bile. Sadece O’nun tuttuğu elim buz kesilmişti. Hafifçe öptüğü elimi bırakmadan devam etti:
- Burada olacağınızı biliyordum.
- Anlamadım?
- Bu akşam, burada toplanacağınızdan Suna bahetmişti. Geçen gün şirketteydim de…
- Peki, size ne bundan?
Allahım ne kabalıktı! Ben böyle şeyler sormazdım ki insanlara. Bu adam, beni buna zorluyordu. Kendimi savunmak zorundaydım ve o anda en iyi savunma yolu, saldırmak gibi görünmüştü bana ama karşı atak beklediğimden daha şiddetli oldu:
- Sizi görmek için buradayım ben.
- Anlamadım?
Evet, bunu tekrar edip duruyordum çünkü gerçekten anlamıyordum. Gözlerini bana dikmiş, elimi hala bırakmadan bekliyordu. Ne diyecektim? Ne demekti ki bu? Benim için… Neden ben?
Biraz daha yaklaştı. Müzik de iyice hızlanmaya başlamıştı. O saçma sapan ritim, sanki bir noktaya ulaşması gerekiyormuş gibi hızlanarak devam ediyordu. Kulağıma doğru eğildi:
- Korkma, dedi. Sana zarar vermeye niyetim yok.
Vücudumda ne kadar kan varsa çekiliverdi bir anda. Bayılmamalıydım. Kendimi geri çekerek yüzüne baktım:
- Saçmalamayın lütfen ne zarar vermesi? İsteseniz bile bana zarar veremezsiniz ki zaten.
Hiç bir şey söylemeden sadece tek kaşını kaldırarak baktı bana. Ne saçma bir durumdu bu! Kendini kim zannediyordu bu adam? Ya da ne?
O sırada az önce dans ettiği kızlardan biri koluna yapıştı, ama gerçekten yapıştı. Kızın uzun parmakları adamın kolunu öyle bir sarmıştı ki… Karşılık olarak, elimi bırakmadan kafasını kadına çevirdi. Bakışlarını ben görememiştim ama her nasıl baktıysa kadın bir anda geri çekildi ve başını önüne eğdi. Hiçbir şey söylemiyordu ama kadın geri geri adım atmaya başlamıştı. Ne olduğunu anlamak için O’nun yüzüne doğru eğilmek istedim ama tam o anda kafasını yeniden bana doğru çevirince burun buruna geldik. O kadar yakınımda duruyordu ki nefesimi tuttum. O ise sadece bakıyordu. Bir milim bile kıpırdamadı. Zaten bir milim bile kıpırdasa yüzü yüzüme yapışırdı. Kaç saniye beni öyle tuttu emin değilim, tuttu diyorum çünkü kıpırdayamıyordum. Felç olmuş gibiydim, sadece O’na bakıyordum. Sonra neden bilmem geri doğru bir adım attı. Ben de içimden “Allahım sana şükürler olsun” dedim ve o anda elimi bıraktı. Hiçbir şey söylemeden neredeyse koşarak pistten indim ve alt kattaki tuvalete gittim. Zangır zangır titriyordum. Ellerimi lavabonun kenarlarına dayadım ve yüzümü kaldırıp önümde duran büyük aynaya baktım. Bütün yüzüm bembeyazdı.
Ben hayatımda, kimsenin yanında bu kadar karmakarışık hissetmemiştim. Korkuyordum, nefret ediyordum ama mıknatıs gibi çekiliyordum adama. Bana söylediği her kelime beni tedirgin ediyordu, sanki tehdit ediliyormuşum gibi hissediyordum ama nefesi ya da sesi, ne olduğundan emin olmadığım bir şey de beni neredeyse tahrik ediyordu.
Yüzüme birkaç kez soğuk su çarptım, kirpiklerimde ki rimeller gözaltlarıma inmişti. Berbat görünüyordum ama umurumda değildi. O anda tek istediğim şey oradan çıkıp evime gitmek ve başımı yorganın altına sokmaktı. Ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyordum çünkü bunu yapabilmek için öncelikle o tuvaletten çıkmalı, oraya yani O’nun olduğu mekana geri dönmeliydim. Saçmalıyordum! Bu neyin korkusuydu ki? Canımı mı alacaktı? Kendi kendimi teskin ede ede tuvaletten çıkıp üst kata, bizimkilerin olduğu masaya gittim. Kızların hepsi masadaydı ve bir sessizlik vardı. Halimi kimse fark etmediği için şanslıydım aslında. Ama merak etmiştim:
- Hayırdır kızlar, bir şey mi oldu?
- Gitti… dedi bir tanesi.
- Kim?
- Siyahlı adam.
Etrafa bakındım. Gerçekten de yoktu. Beraber dans ettiği kadınlarda yoktu; gitmişlerdi. Müritlerini toplamış ve ortamı terk etmişti.
Bu olayın etkisi, ilkinden fazla sürdü. Her nasıl olduysa beynime kazınmıştı sanki bu adam. Durup dururken aklıma geliyor, geldiği zamanda çakılıp kalıyordu. İlk birkaç gün boyunca kendimle savaştıktan sonra durum biraz daha normale dönmeye başlamıştı. Bu süreçte sürekli her şey, tüm akıl sağlığım normalmiş gibi davranmak için o kadar çaba harcamıştım ki hafta sonu geldiğinde tek düşünebildiğim evde yatmak hatta bütün hafta sonu o yataktan çıkmamaktı. Çok yorulmuştum. Zavallı bünyem bu kadar yalanı kaldıramıyordu.
Onu son görüşümün üzerinden bir ay geçmişti ve artık her şey daha normaldi; aklıma gelmiyor, gelse de artık takılıp kalmıyordu. Şirkette inanılmaz bir yoğunluk vardı ve bunun da yardımıyla zaten fazla düşünmeye vaktim kalmıyordu. İş, böyle zamanlarda yani bir şey düşünmemeniz gereken zamanlarda tam bir kurtarıcıydı. Tabi burada sır: özel hayatınızı işe taşımak yerine, işinizi özel hayatınıza taşımaktaydı. Tamam, ikisi de doğru değil belki ama ben her zaman ikincisini seçmişimdir. Bu, her şeyi kolaylaştırır bence. Ya da belki de ben biraz iş kolik olduğum için bana öyle geliyordur.
Saat gece ona gelmek üzereydi ve ben hala ofisteydim. Daha da kaç saat kalacağımı bilmiyordum çünkü ertesi güne yetişmesi gereken kitap kalınlığında bir raporum vardı. Önümde ki bilgisayardan kafamı her kaldırışımda etraf gözüme daha bulanık görünüyordu. Bir fincan kahve almak için mutfağa gitmeye karar vermiştim. O sırada hala şirkette olduğu, attığı maillerden belli olan Suna’yı aradım; biraz dedikodu kafamı dağıtabilirdi. Ama telefonu cevap vermiyordu. Bende yukarı çıkıp bakmaya karar verdim. Asansöre bindim ve on beşinci katın düğmesine bastım. Kapılar açıldığında bütün ışıkların sönük olduğunu fark ettim. Sadece koridorun en sonunda Suna’nın masasının olduğu yerde ışık vardı. Hızlı adımlarla o tarafa doğru yürüdüm. Bilgisayarı açıktı ama kendisi ortalarda yoktu. Masasının önünde ki koltuğa oturdum ve beklemeye başladım, nasıl olsa üç beş dakika içinde yerine gelirdi. Oturduğum masanın arka tarafında kalan karanlık toplantı odasından bir takırtı gelince merakla kafamı çevirdim ama yerimden kalkmadım. Dosyalardan biri düşmüş ya da panolardan biri devrilmiş olabilirdi. Yeniden önüme dönmüştüm ki o odanın kapısı açıldı ve O çıktı! Oturduğum sandalyeye çivilenmiştim. Bir an için hayal gördüğümü sandım ama bana doğru geldi, tam önümde durdu, eğilerek iki elini sandalyemin iki tarafına koydu. Tam anlamıyla kafeslemişti beni. Gözlerini yüzüme dikmiş; gözlerime, dudaklarıma, yüzümün her yerine dikkatlice bakıyordu. Allahım hayal değil kabus olmalıydı! Bir cesaret:
- Neye bakıyorsun? Dedim.
- Bu cesaretin nereden geldiğine bakıyorum. Hala sende, diğerlerinden farklı olanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Bir şey anlamamıştım. Ne cesaretinden bahsediyordu ki? Korkudan titriyordum! Ama ona pabuç bırakmayacaktım. Gözlerimi hiç kaçırmadan:
- Anlayamadığım bir şey var, dedim.
- Nedir?
- Arkadaşımla birliktesin, beni neden bu kadar merak ediyorsun? Bende merak etmeni gerektirecek ne var anlamıyorum! Neden beni rahat bırakmıyorsun?
- Seni rahatsız mı ediyorum?
- Evet
- İyi, dedi.
- Ne demek iyi?
- İyi, istediğim de bu zaten.
- Beni rahatsız etmek mi?
- Hayır, daha ziyade huzurunu kaçırmak.
Bunu söylerken gülümsüyordu ama bu sevecen ya da şefkatli ya da arkadaş canlısı bir gülümseme değildi. Buz gibiydi ve aynı zamanda alev saçıyordu. Nasıl bilmiyorum…Gerçekten bir psikopat olmalıydı, başka da bir açıklaması yoktu.
Sonra geri çekildi, benden uzaklaştı ve bir iki saniye daha ayakta dikilmiş bir halde bakmayı sürdürdü. Gözlerimi bir saniye bile çekmedim. O çekene kadar da çekmeyecektim. Korkuyordum, evet ama onun bunu bilmesine gerek yoktu. Sonra aniden arkasını döndü ve koridor boyunca yürüyüp asansöre gitti.
Tam ense kökümden, topuzumun bittiği yerden, bir ter damlası sırtıma doğru süzüldü. Siyah renkli, şifon bluzun altından yolunu bulup kuyruk sokumuma kadar indi.
Ve Suna, boynunda kocaman bir morluk ve üzerinde düğmeleri yanlış iliklenmiş bir gömlekle; onun az önce çıktığı odadan dışarı çıktı.
Ateş, buz, gerçek, hayal, doğru, yanlış hepsini karmakarışık eden, birbirine karıştıran bir adam. İnsan, onunla konuşurken ya da onun yanındayken sanki cehennemin kapısındaymış gibi tedirgin ama içeri girmek için bir kedi kadar sabırsız. Yatağımda dönüp dururken kabusla rüya arası bir şeydi gördüğüm. Bir türlü gözlerimi açamıyordum. Bana doğru geliyordu. Bense kaçmak istedikçe daha çok sabitleniyordum yerime. Ellerini her yerimde gezdiriyordu ve ben “hayır” bile diyemiyordum. Sonunda neredeyse kıvranarak uykudan fırladığımda saat sabahın üçüydü. Nefes nefese kalmıştım. Masanın yanında ki lambaya uzanıp açmamla çığlığı basmam bir oldu: oradaydı, karşımdaydı! Camın önünde duran koltukta, bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Gayri ihtiyari üzerimde ki beyaz çarşafı çeneme kadar çektim. Bu hareketime sadece güldü. Telefonum hemen sehpanın üzerindeydi. Uzanıp telaşla aldım.
- Bırak onu, dedi.
- Polisi arayacağım!
- Hayır, aramayacaksın.
Durdum, gayet ikna edici bir ses tonu ve gayet emin bir bakış vardı ortada.
- Aramayacaksın çünkü merak ediyorsun. Nasıl burada olduğumu ama daha önce “neden” burada olduğumu. Ve polisi ararsan bunların hiçbirini öğrenemezsin. Üstelik sana zarar vermek isteseydim bunu çoktan yapardım. Elime geçen fırsatları bırakalım, ben fırsat yaratırdım zaten.
Telefonu yavaşça yerine bıraktım, doğrulup arkama yaslandım ve gözlerimi yüzüne diktim.
- Ne istiyorsun?
- Seni!
Yutkundum. Bu duymaktan korktuğum cevaptı ama duyunca fark ettim ki bu, duymak istediğim cevaptı.
- Anlamıyorum, neden ben?
- Çünkü sen uygun olansın.
- Pardon? Neye uygun? Bu nasıl bir saçmalık?
- Sabırlı olursan anlatabilirim, dedi.
Kollarımı kavuşturdum:
- Evet, dedim, başla bakalım.
- Lanete inanır mısın?
- Hayır.
- O zaman sandığımdan biraz daha zor olacak anlaman. Her neyse…
“Bu doğuştan gelen bir lanet. Sizin Tanrı ya da Allah dediğiniz, o yaratan ve yaşatan olduğuna inandığınız güce karşı verilen bir savaşın ortasında doğdum ben. Tüm “bu iyilik yap iyilik bul, iyi ol kazan, diğer yanağını da sen dön” saçmalıklarına karşı gerçeği, acı ama sadece olanca yalınlığıyla gerçeği savunan bir inanışla yetiştirildim. Yaratılışımızdan gelen yapıtaşlarını inkar etmeyerek büyütüldüm. Bizler için kötü olan ya da günah olan yoktur çünkü zaten bize ait, içimizde duran bir şeyi; sanki bizim değilmiş gibi cezalandırmak o kadar saçma ki. Bencillik, kibir, şehvet, ihtiras... Bunlar olmadan insan, insan değildir. Sadece bir kukladır. İplerini kendinden büyük olduğunu sandığı bir güce teslim etmiş ve onun korkusuyla hareket eden bir kukla. Ama ortada asla bir kukla oynatıcısı yoktur. Ne Tanrı ne de Şeytan! Mutlak olan sadece insandır. Bu düzeni yaratan da insanın kendisidir. Kukla oynatıcısını yaratan da… Hayat dediğimiz süreçte yaptığımız her şeyden sadece biz sorumluyuz ve o yüzden de karşılığını sadece biz alırız. İyi veya kötü, karşılığında ne varsa biz alırız. Çünkü neden olan insandır, sonuca sahip olan da insan olacaktır.
Bu anlattıklarımı diğerlerinin anlamalarını bekliyor değilim, kabul etmelerini ise zaten bir seçenek olarak bile değerlendirmem. İşte “lanet” den kastım da tam olarak bu. Siz inançlı olan, ama aslında sadece inkara sığınmış tembellerin bizlerden farklı olduklarını çok önceleri öğrendim. Daha büyürken olaylara verdiğim tepkiler, insanlara sunduğum öneriler yüzünden hep anlaşılmaz ve kabul edilemez olandım. Etrafımdakiler beni anlamıyor ve nedense benden çekiniyorlardı. Ama bir şey daha fark ettim; bu katıksız dürüstlük ve acımasızlık –ki bu onların yakıştırmasıydı- aslında hoşlarına gidiyordu. Onların asla yapmadığı dahası yapamayacağını yaptığım için bana bir tür saygı duyuyorlardı.
Nasıl “yaratan” olduğu sanılan, üzerine bir sürü anlam atfedilenle ilgim yoksa şeytan denilenle de yok. Bu konuda çok suçlandım. Özellikle de kadınlar tarafından. Ama dediğim gibi benim inandığım tek şey; insan. Elinde etrafında ki her şeyi değiştirme, yönetme, idare etme gücü zaten olan insan. Neden başka bir güce daha ihtiyacı olsun ki?”
Küçük dilimi yutmak üzereydim. Beklediğim konuşma bu değildi. Beni kadın olarak istiyor olabileceğini düşünmüştüm. Gecenin ortasında, yatak odamda, karşımda ki sandalyede oturmuş, gözlerini bana dikmiş, inandığım her şeyi yıkmaya hazırlanan bu adamı neden dinlediğimi ise bilmiyordum. Oturduğum yerde sırtım ürpermiş, saçlarımın diplerine kadar üşümüştüm bir anda. Üzerimde ki uzunca, beyaz tişört beni ısıtacak kadar yer kaplamıyordu vücudumda; bende battaniyeme biraz daha sarındım. O ise devam etti:
“Peki neden böyledir insan? Çünkü bu rahatlıktır. Sorumluluğu, aslında kendisine ait olan sorumluluğu, yine kendi yarattığı kavramlara atar. Kadere, günaha, sevaba, kitaba, dine. Ve bahaneler üretir. Her an. Ve böylece kaçabilir, rahatına bakabilir. Olurda içlerinden birileri yani bizim gibiler gerçekleri kabullenip bunları ortaya çıkarmaya kalkarsa dışlamak ister. Oyunu bozmalarını engellemek ister. Ama bilir ki haklı olan onlardır. O yüzden aslında korkar ve çekinir de. Bütün bu ikilem içinde tek avantajları çoğunlukta olmaları. Bu nasıl oldu, ne zaman oldu bilemeyiz, başlangıcı hangi döneme rastlar bilemeyiz. Ama bu, insanların işlerine geldi ve zaman içinde hepsi bunu seçtiler. Bizler, mutlak gerçekçiler, azınlıkta kaldık.
Bana inanmadığını, tüm bunların sana mantıklı gelmediğini biliyorum ama sen çıkarı için bu düzene uyanlardan değilsin. Sen sadece gördüğünü uyguluyorsun. Aslında hayata dair gerçeklerin farkındasın ve eminim bir yerlerde bir uyumsuzluk olduğunun da, ama dediğim gibi bildiğin tek yol bu, o yüzden bu yoldan gidiyorsun.
İşte bu yüzden senin peşindeyim. Sen, beni anlayabilecek olanlardansın. Daha seni gördüğüm ilk an hissettim bunu hatta neredeyse gördüm. Ve sen de daha beni ilk gördüğün an bir şeylerin farklı olduğunu anladın. Çünkü sen, diğerleri gibi değilsin. Bir kitap kadar açıksın. Gizlediğin, sakladığın bir şey yok. Ve ben bunu nerede görsem tanırım: yani kesin dürüstlüğü. Az bulunan nadir ve değerli bir taş gibidir. Çamurun içinde bile parlar ve ışıltısına gidersin. Bende senin ışıltına geldim.
Asansöre bindiğimde benden neden kaçtın? Çünkü bir şeylerin tuhaf olduğunu sende hissettin. Algıların bu kadar açık olmasaydı, sende tıpkı diğerleri gibi sadece zevk için peşime takılırdın. Ama sen tam tersini yapıp benden kaçtın. O akşam asansörden sonra seni üst katta gördüğümde gözlerinin içine baktım ve yanılmadığımı anladım. Çünkü sende doğrudan benim gözlerime baktın. Karşılaştığımız her seferde baktın. Asla gözlerini çekmedin, kaçırmadın. Çünkü saklayacak bir şeyi olmayanların güveni var sende. Sen çok güçlüsün ve çok hazır. Sadece elinden tutulmalı. Bende üzerime düşeni yaptım, böyle bir kaynağı bulmuşken asla kaçıramazdım. Sen, bize gerekendin. Saflarımıza güç katacak olandın. Gerçeklerle sorunun yok ya da acıyla. Seni bulmak belki tesadüftü ama kaybetmek aptallık olurdu. O yüzden seni takip ettim. Çevrene girdim. Arkadaşınla yattım ve senin hakkında bir şeyler öğrendim. Yanılmadığımı anlamama yetecek kadarını yani. Ve sonunda artık konuşmamız gerektiğine karar verdiğimde; bu akşam, ben Suna’ya istediğini verdim o da bana istediğimi verdi: senin ev adresini.”
Tamam, artık fazla olmaya başlamıştı. Elimden tutup beni “gerçek âlem” e taşıyacağını anlatan, Matrix bozması bu adam huzurumu kaçırıyordu.
“Korktuğunu ve huzursuz olduğunu biliyorum. Ama merak etme sana asla fiziksel bir zarar vermem. Duygusal olaraksa, zaten sen her şeye dayanabilecek yeterliliktesin. Seni bununla da tehdit etmem. Sana sadece o hep kullandığın ve hep güvendiğin mantığını dinlemeni söylüyorum. Anlattığım hiç bir şeyin sana aslında ters gelmediğini, beni çürütmek istesen de bunu yapamayacağını, çünkü haklı olduğumu bildiğini biliyorum. O yüzden, bence zorlamayalım birbirimizi.”
Sonunda dayanamayıp sordum:
- Neyine güveniyorsun bu kadar anlamıyorum? Polisi aramayacağımı, çığlıklar atıp bütün mahalleyi ayağa kaldırmayacağımı ya da mutfaktan bir bıçak kapıp boğazına saplamayacağımı nereden biliyorsun?
- Biliyorum.
- Nasıl? Sence ben her akşam evine yabancı adamların girip, hayat felsefesini yerle bir etmeye çalıştığı biri miyim? Çok mu normal bu olanlar sence?
- Biliyorum, çünkü bir süredir buradayım ve sen bunların hiçbirini yapmadın. Onun yerine uslu uslu oturup beni dinledin. Tıpkı benim de senden beklediğim gibi.
- Gerçekten inanılmazsın ve gerçekten yanılıyorsun!
- Hangi konuda?
- Her konuda! En çok da benim hakkımda. Beni tanımıyorsun. Beni sadece üç dört kere, birkaç dakika gördün. Tamam, kabul ediyorum bende başından beri her karşılaşmamızda çok tuhaflar şeyler hissettim, hatta belki senin garipliğinden etkilendim ama bu, bütün bu anlattıkların çok fazla. Çok ütopik, garip, saçma! Benden tarikatına katılmamı bekliyor olamazsın gerçekten!
- Tarikat mı? Bu çok aşağılayıcı bir terim oldu. Ben gerçeklerin tarafına geçme ya da kendini kurtarma hareketi demeyi tercih ederim. Bunu benim için ya da bizim için değil önce kendin için yapmalısın. Sen bu değilsin! Bu yaşadığın sana öğretilen hayat, senin yazdığın değil. Kendi hayatını kendin yazmalısın. Ben, sadece sana yol göstermeyi öneriyorum.
- Öneriyorsun?
- Aslında ısrar ediyorum. Ve evet, seni tanıyorum. Seninle günler ya da aylar geçirmeme gerek yok. Birinin gözlerine, doğrudan içine baktığında eğer açık bir resim görüyorsan -ki bu pek sık olmaz- daha fazla kanıta ihtiyacın yoktur. Çünkü yanında saatlerce de kalsan yıllarca da, gördüğün resim değişmez. O yüzden seni tanıyorum, ne olduğunu biliyorum. Bu yüzden benimle gelmeni istiyorum. Bunu yapabilecek yetenektesin. O yüzdende ısrar ediyorum.
Battaniyeyi üzerimden attım ve yataktan fırladım. Şimdi tam önünde ayakta dikiliyordum.
- Şimdi beni iyi dinle! Bir filmin ya da bir kitabın içinde filan değiliz. Bütün bunlar oyun mu, şaka mı ne bilmiyorum! Ve senin varlığını inkar etmen, inandığım, içinde yaşadığım bu düzenin var olmadığı anlamına gelmez! Buraya, evime gelip; ta yatak odama kadar girip beni tehdit edemezsin!
O da ayağa kalktı. İki adım attı ve benimle aynı hizada neredeyse dibimde durdu.
- Ama sorgulamana yeter, dedi sakin bir sesle.
- Neyi sorgulamamama, düzeni mi? Sence sorguluyoramı benziyorum?
- Savunuyorsun. Savunabilmen için önce kafanda tartman ve sorgulaman gerekir.
- Ve sonuçta da sana saçmaladığını söylüyorum!
- Senin gibi bir kadına yakışmayacak, basit bir yorum oldu bu.
Sakinliğini hiç elden bırakmıyordu. Ben, üzerimde sadece kocaman beyaz bir tişört; o üzerinde siyah takım elbisesi, aramızda üç santimden biraz fazla mesafeyle karşı karşıya durmuş; onun şeytan, tanrı, kader, düzen ne varsa alaşağı etmesini engellemeye çalışıyordum. Ama çabamın boşa olduğu içi dipsiz gözlerinden belliydi. Taşıdığı inanca, değerlere saplanmış haldeydi. Karşısına geçip savaştığı insanlara benzediği yer de burasıydı işte: bu körü körüne bağlılık. O bize bir şans vermiyordu. Oysa bir konuda haklıydı, ben ona şans veriyordum. Değerlendirmiştim söylediklerini, istemeden de olsa yapmıştım bunu. Haklı olabilir miydi? Bunun değerlere inancımın sağlamlığıyla ilgisi yoktu sadece benim her şeyin sorgulanabileceğine olan inancımla ilgisi vardı. Ama asıl sorun şimdi ne yapacağımızdı.
- Sanırım anlatamadım, dedim. Ben sandığın kadın değilim, üzgünüm.
- Bunu bir kadın-erkek meselesinden fazlası olduğunun farkındasındır umarım.
- Elbette farkındayım, dedim gerisin geri yürüyerek.
Şimdi yeniden yatağımın yanındaydım.
- Başta bunu sandığımı itiraf etmeliyim. Yani benim bir kadın olarak peşime düştüğünü. Ama görünen o ki durum çok daha vahim.
- Vahim?
- Evet, sadece cinsel isteklere, şehvete, hayvani içgüdülere kapılıp gelmiş olsaydın, her şey daha kolaydı. Ki kadınlarla ilişkin göz önüne alınırsa…
- Pek bir ilişkim olduğu söylenemez. İlişki dediğimiz şeyi ancak kendisinin farkında olan bir kadınla yaşayabilirim. O etrafımda gördüklerin sadece birer tatmin aracı.
- Sana ışığa giden pervaneler gibi geliyorlar.
- Basit beklentileri ve basit zevkleri olan kadınlar için ben çok daha fazlasıyım. Ve bunu seziyorlar. Siz kadınların doğal bir yeteneği işte bu, dedi yine ince çizgileriyle gülümseyerek.
Sinirlerim bozulmuştu artık. Burada durmuş bu zırdeli adamla tartıştığıma inanamıyordum. Delirmiş olmalıydım! Şimdiye kadar çoktan polisi aramış, bu herifi tutuklatmış, ifademi vermiş ve yeniden evime dönmüş olmalıydım.
- Sana amacımı söylemiştim, dedi.
- Ne zaman?
- Huzurunu kaçırmak istediğimi söylediğimi hatırlamıyor musun?
Düşündüm ve hatırladım. Haklıydı.
- Yani beni reddediyorsun, dedi.
- Evet.
- Aslında sana neleri yaşatabileceğimin farkındasın değil mi? Hiçbir tampon, sınır, eşik, duvar olmadan tüm duyguları. Acı, kin, nefret, tutku, hırs, kibir… Bir düşün; yaşadıklarının gidebileceği yeri, hissedeceklerini, tadacağın keskinliği, yoğunluğu bir düşün.
Bunları söylerken neredeyse gözlerinden alev fışkırıyordu. Bu kadar sağlam bir inançtan ve inandırıcılıktan kaçmak için bir o kadar sağlam bir inanca sahip olmaktan başka şansınız olamazdı.
- Neden bu listede aşk, şefkat, merhamet yok? Neden illa günahlar ya da kötü huylar bana teklif ettiklerin? Diye sordum.
- Çünkü yaşamadıkların, özgür bırakmadıkların onlar! Ve gerçekte insanı, insan yapanda onlar. Doğumumuzdan itibaren biz benciliz. Bir bebeğin annesiyle ilişkisini düşün. Hangi bebek annesine merhamet eder? Senin saydıkların bizleri yumuşatmaktan, sınırlamaktan başka bir işe yaramayan hisler. Onlar parçamız değil demiyorum, ben doğayı inkar edemem hele de ona taparken. Sadece asıl parçaların, büyük parçaların, işe yarayan parçaların onlar olmadığını söylüyorum.
- İnsan acımasız ve kötüdür nokta. Bu mu söylediğin? Ne fark etti? Şimdi de sen sınırladın kendini!
Durdu, gözleri parlamıştı. Gülümseyerek:
- İşte bu yüzden peşinden geldim, dedi. Sorgulayabildiğin için, bana cevap verebildiğin için.
- Ama sen bana cevap vermedin?
- Hayır, kendimi sınırlamadım. Hepsini tarttım ve içlerinde bu hayatta işe yarayanları gördüm. Aslında bizi insan yapanları. Hayvanlardan ya da diğer canlılardan bizi ayıran şeyler, o parçalar çünkü!
Bu seferde ben durdum. Tükeniyordum. Kendi haklılığımdan ya da kendi doğrularımdan şüphem yoktu ama bu o kadar soyut ve o kadar değişken bir konuydu ki; ortak ve mutlak tek bir doğruya ulaşamazdık. Boşa konuşuyorduk; neden konuşuyorduk? Gitmeliydi ve bu saçmalığa bir son vermeliydik. İyice karabasana dönüşmek üzereydi çünkü!
- Bu kadar yeter! Dedim sinirle.
- Yani?
- Yani artık ben bir şey yapmadan git buradan! Bu gece burada olanları da arkadaşıma anlatmayacağım. Bilmesini istemiyorum!
- Fark etmez, onunla işim bitti. İstediğini anlatabilirsin. Ama seninle; hayır. Senden bu kadar çabuk vazgeçmeyeceğim. Ben sabırlı bir adamım ama sadece buna değecek şeyler için. Bir gün fikrin değişecek, biliyorum. Zaman geçtikçe ve inançlarının boş, benimse haklı olduğumu gördükçe değişecek. İşte ben o zaman yeniden geleceğim. Ama o zamana kadar da gözüm hep üzerinde, unutma, dedi.
- Her ne istiyorsan onu düşün! Ama yeter ki git artık…
Eliyle önüne düşen saçlarını geriye attı. Üzerinde ki siyah ceketi düzeltti, bana doğru birkaç adım attı. Eğilip kulağıma fısıldadı:
- Görüşmek üzere.
Sesimi bile çıkaramadım, sadece gözlerimi kapattım. Birkaç saniye bekledim. Soluğu benden uzaklaşana kadar bekledim. Yavaşça gözlerimi araladığımda artık yoktu, gitmişti. Nereden ya da nasıl bilemiyorum ama çok çabuk…
KASIM 2008
Arşiv sıralamasına göre en baştan başlayıp,tek tek okumayı düşünüyorum.Ne kadar sürede tamamlarım kestiremedim ama olsun. Siyah takım elbise için bikaç şey yazayım dedim.Sanki yazmasam daha iyi olcak gibi geldi.Benden başka okuyanların hayal dünyasına müdahale etmiş olurum diye çekindim.
YanıtlaSilBen kimim?Ahşap döşeme House md. dersem hatırlarsın herhalde
okumaya devam etmene ve edecek olmana çok sevindim :)) hadi bakalım :)
SilSiyah takim elbise.... Berika soyle bi goz atayim dedim bi yazina ama suanda diger yazilarina gecis yapmak uzereyim . calisirken ufak bi ara vereyim dedim. Senin yuzunden simdi calismaya uzun bi ara verdim:)) bide diger yakzilarina bakalim;)
YanıtlaSil:)) umarım onların da hepsini okursunuz.
Silyine müthişti! ahşap döşeme'nin etkisinden kurtulamışken şimdi de bu siyah takım elbise. çok değişik ahşap döşeme farklı bu farklı. Ve sanırım hepsini okuyacağım. ama çalışmaya dönmeme gerek başlarsam sonunu getirmeden bırakmayacağımı biliyorum.
YanıtlaSilahşap döşeme'yi yeniden okumaya gelmiştim ama üstüne bunu da okudum :) harika yazıyorsun aradığımı buldum.
baya motivasyon oldu söyledikleriniz. teşekkürler :))
SilVe Suna, boynunda kocaman bir morluk ve üzerinde düğmeleri yanlış iliklenmiş bir gömlekle; onun az önce çıktığı odadan dışarı çıktı.(Siyah Takım Elbise)
YanıtlaSil'Alix'in boynunda bir morluk vardı ve kız düğmelerini yanlış düğümlemişti.'( Küçük Mucizeler Dükkanı)
okurken aklıma geliverdi.
Bu arada sakın yanlış anlaşılmasın tabii ki oradan esinlenmiş olduğunuzu söylemek istemedim bu zaten tarih açısındanda mümkün değil art niyetsiz paylaştım. ben ilk Syah takım elbise'yi okudum. sonra Küçük mucizeler Dükkanını okurken bu cümle birden çağrışım yaptı hatta okuduğum sayfayı tekrar mı okudum dedim ve hemen bu hikayeyi hatırladım aklıma kazınmış siyah Takım elbise asıl anlatmak istediğim bu;)
Sil