Başlığa bakıp kafanızda kristaller yaratmanıza gerek yok, madde bağımlılığının o anladığınız halindeki maddelerinden en fazla bir fırt sigara çekmişliğim var (bir de "karnım aç benim" diyerek otlu kek yemişliğim var ama cahilliğime verin) o kadar. Bu bahsettiğim; hepimizde olan cinsten bir bağımlılık.
Asya'ya geldim aydınlandım iddiasında bulunmayacağım (henüz) ama bakış açımı bir şekilde değiştirdiği hatta belki de geliştirdiği kesin. Farklı yerler görmenin ve farklı insanlar tanımanın en büyük artısı size farkı hayatlar olduğunu göstermesi. Bu hayatta tek bir alternatifiniz olmadığını...
Ama önce başka yerden başlayalım: Dün gece bizim İstanbul'daki evde temizlik vardı. Babam ve erkek kardeşim olacak @ezikböcek ; benim 35 yılda biriktirdiğim her şeyi "bu eskiciye, bu çöpe" şeklinde ayırdı. Şu dünyadan bir Barika geçtiğine dair bir iz kalmadı anasını satayım! Bu ne acımasızlık!
İşte o temizlik boyunca biz telefonda konuştuk. Benim te sekiz yaşında yazmaya başladığım (ve kendisinin okurken inanılmaz eğlendiği) günlükten (sekiz yaşında başladığım bu günlük tutma macerası normalde yirmi üç-yirmi dört yaşlarında bitti ama şimdi bu blogu bu konuda sömürdüğüm için bitmemiş de diyebiliriz), imzalı Mavi Sakal kartpostallarına, ilk çalışmaya başladığım zaman çıkartılan sağlık karnemden ilkokul karnelerime, bugüne kadar oturduğum tüm evlerin kira kontratlarından üniversite laboratuvarında yaptığımız deneylerin kalıntılarına kadar; hayatımdan geçip giden ne varsa saklamışım. Uçak biletleri, faturalar, fişler, üzerine not alınmış peçeteler, kiminle içtiğim bana mesele olmuş bira şişesinin kapağı, kuş tüyleri, kurutulmuş çiçekler, yapraklar, sağa sola çiziktirilmiş yazılar, sayfalarca öyküler, denemeler, fotoğraflar, konser biletleri, maç biletleri hatta sinema biletleri... O kadar çok şeye o kadar çok anlam yüklemişim ki sonunda hiçbir şeyi atamamışım. Bugün, ben o "kirli çıkı" dan 6000 km (evet, yine!) ötedeyken ve gözüm görmezken @ezikböcek eline geçeni attı. Ve ben ona telefonda bana her sorduğu şey için "at!" dedim. At! Şimdi, o evde ne varsa elimden çıkarmaya karar verdim. Koltuklar, masalar, sandalyeler vs...
Bugün yıllar sonra ilk defa bir yerde "evim" yok. Bana ait, tamamen benim bir ev... İçi ben dolu bir yer yok. Bu öyle acıklı falan değil, sadece tuhaf bir his. Olabiliyormuş. Yani illa bir şeylere tutunmasanız da hayatta kalabiliyormuşsunuz. Bunu benden önce ve benden milyonlarca kat daha iyi anlatan canım Palahniuk, Dövüş Kulübü'nde ne demişti:
"Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki; bu, hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur"
Sahip olduklarınız, sonunda sizin sahibiniz olur...
Benim sahiplik duygum baya bir sekteye uğradı. Elimde tutmak için ısrar ettiğim tek şey fotoğraflarım, ilk günlüğüm ve annemin çeyiz sandığı. E bunun Asya bağlantısı nerede derseniz; örnekleri derim. Başka türlü hayatların da mümkün olabileceğinin örnekleri. Cesareti...
Konfor alanını terk etmek, bu yaşa kadar sizi getiren kültürün size öğrettiği "sahip olmalıyım" güdüsünden sıyrılmak tabi ki kolay değil. Sorun şu ki siz çarkın içinden çıksanız da o çark dönecek. Vazgeçilmez değilsiniz. Karar vermeniz gereken o çarkın içinde kalıp kalmamak. Ve evet o karar da kolay değil. Nietzsche'yi ilk defa okuyacak kişilere "inandıklarının yıkılmasına hazır ol" babında bir laf söylerlermiş ya; o hesap, kolay değil sizi bu yaşa ve buraya kadar getiren içinize işlemiş olan kültürü yok saymak. Tüpsüz suya dalacakmışsınız gibi hissetmeniz normal. Hele de bizim gibi 80 lerde doğmuş, Özal ve serbest ticaret hayalleri ile büyümüş, bu hayatta "yırtmak" en büyük amacı olan bir kuşak için hepten zor. Ama dedim ya, örnekleri var. Kendi kendinize tekrarlayın arada sırada: "Başka bir hayat mümkün!" Ve bilin ki bu doğru...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder