10 Ekim 2012 Çarşamba

CUMA GECESİ OLANLAR

Bazı sabahlar vardır, uyandığınız andan itibaren gerçek dışı bir şeyler olacağını bilirsiniz. Çünkü gözünüzü sanki bir Amerikan filmine açmışsınız gibidir. Bu cumartesi sabahı, o sabahlardan biriydi.


Gözümü açtığım andan itibaren yaptığım ilk şey bir önce ki yani uykuya yattığım gecenin sonunu hatırlamaya çalışmak oldu. Yatağa nasıl geldiğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Pijamalarımı nasıl giydiğim – örtüyü açıp kontrol etmiştim-, kapıyı kilitleyip kilitlemediğim, aslında en başta o kapıyı nasıl açtığım… Hatta daha da başa sarıp kapıya kadar nasıl geldim, onu hatırlamaya zorladım kendimi, bulamadım. Sadece nedenini bilmediğim bir şekilde odada bir gölgenin varlığını hissediyordum. Odada, evde, etrafımda bir gölge var gibiydi.

Sırt üstü yatmış tavana bakar halde bunları düşünürken günlerden Cumartesi olduğunu ve işe gitmek zorunda olmadığımı fark edip tavana karşı sırıttım. Tavan, sırıtmamla pek ilgilenmedi ama nedense aynı anda bende korkunç bir mide kazıntısı başladı. Açtım! Üzerimde ki örtüyü ayaklarımla itekleyerek üzerimden attım, leopar desenli pembe kurdeleli pijamam ve beyaz tişörtümle çift kişilik –ama sadece sağ tarafını kullandığım- yatağımdan kalktım. Pembe terliklerimi gözlerim kapalı bile olsa bulup giyebilirdim, yine giydim. Odadan çıkıp mutfağa gidene kadar ve mutfaktan elimde bir bardak su ile hole gelene kadar her şey normaldi. Sonrası; hiç beklenmedik bir “günaydın” sesi...

Benim evimde salonun kapısı bir hole açılır. Aslında bütün kapılar (hepi topu üç kapıdır bahsettiğim) bu hole açılır. Salonun kapısı yazın asla kapanmaz. Kışın da mecburiyetten kapanır çünkü evin ortasından bir hava akımı geçer. İşte o kapısı hole doğru açık salonun, duvar dibinde ki kanepesinde yatan bir adam vardı. Baya baya, benim evimin salonunda yatan bir adam vardı! Neden bilmem gözüm duvarda ki saate kaydı, on bire yirmi vardı. Ha bir de fosur fosur uyumuştu öyle mi? De bu adam kimdi?

Tanıyanlar, aynı masaya oturanlar bilir ki ben kötü içmem, çok iyi içmesem de iyi içerim ama kötü içmem. İki birada masada uyuyan, iki kadeh rakıda feleği şaşan kızlardan değilimdir. Sarhoş olmuşsan ya çok içmişimdir ya da çok gerginimdir. E ben şimdi bir önceki gece ne yapmıştım? Ne yapmış olabilirdim? Daha önemlisi şimdi ne yapacaktım?

Adam sanki her şey çok normalmiş, kendisi üzerinde yattığı kanepenin hemen önünde duran kahverengi sehpa gibi bu evin parçasıymışçasına yan dönmüş; bir elini yanağına dayamış bana “günaydın” diyordu. Elimdeki su bardağını fırlatıp evden kaçabilirdim, elimdeki su bardağını fırlatıp onu bu evden kaçırabilirdim, elimdeki su bardağı ile öylece kalabilirdim. Elimdeki su bardağından bir yudum aldım ki konuşabileyim.

“Sen kimsin?” dedim. Cumartesi sabahı saat on bire yirmi kala, benim evimin salonunda ki kanepede yatan adam sen kimsin! O anda neden bilmem gözüm yan koltukta yatan kot pantolona kaydı. O pantolon burada yatıyorsa, o adam o yatakta neyle yatıyordu? “Tufan ben” dedi. “Gerçi bunu sana daha önce de söylemiştim ama…” ve müstehzi bir gülümseme. “Sen kimsin de bana müstehzi müstehzi gülümsüyorsun lan!” diyecektim demedim. Hayır, bir de adamın altında bir çarşaf, başının altında bir yastık, hatta üzerinde de bir pike olduğunu görünce zaten sustum. Kendisine yatak yaptığım bir adama “sen kim oluyorsun lan!” demek çok saçma geldi o an.

Ne zaman bir şeyleri hatırlamaya çalışsam gözlerimi kısarım. İstemsiz yaptığım bir şey. Gözlerimi bir Japon’la yarışacak hale gelene kadar kıstım. Nafile… Bırak gözümü, kendimi kıssam hatırlayacak gibi değildim. O da anlamış olacak ki gülümsemekten sırıtmaya dönen ve beni daha da sinirlendiren bir yüz ifadesiyle “Beni hatırlıyor musun?” dedi. Bu,” beni hatırlamıyor musun” cümlesinden iyiydi. Çünkü “hatırlamıyor musun” demesi; hatırlamam gerektiği halde hatırlamadığım için şaşırdığını, hatırlamam gerekecek ne yapmış olabileceğimizi düşünmem gerektiğini falan gösterecekti bana. Sudan bir yudum daha alıp “Yani…” dedim. Artık bunu nereye çekerse. Sonuçta ben sorusuna cevap vermiştim ve muallak bir cevap diye yok sayacak hali yoktu herhalde. Hart diye üzerinde ki pikeyi açıverince ben de geriye doğru iki adım sıçradım. Sıçradığımı görünce gülmeye başladı. Altında siyah bir boxer vardı. Siyah boxerdan mıdır nedendir bilmem; sonunda adama bakmayı başarabildim. Yani alıcı gözüyle mi denir, işte öyle. Bir seksen-seksen beş boylarında, zayıf, açık kumral saçlı, siyah tişört ve siyah boxerla uyuyan ve tanımadığı bir kadının evinde kalan bir adama göre baya yakışıklı denebilecek bir adamdı. Ama salonda yatmıştı, kanepede. Bir yudum su daha içtim.

Koltukta ki pantolonuna dokunmadan, öylece kalkıp, salonun perdelerini sıyırdı, camı açtı ve dışarıda ki havadan derin bir nefes aldı. Sonra lütfedip bana döndü ve “şu yüzünde ki ifadeyi görsen, gülmekten ölürsün” dedi. Meraktan öldüğümü de anlamış mıdır diyecektim ki devam etti: “Seni korkutmak gibi bir niyetim yok, bir de sabah sabah senle uğraşamayacak kadar başım ağrıyor. Zaten bütün gece seninle yeterince uğraştım.”

Yutkundum. Acaba pijamam nasıl duruyordu? Ah keşke siyah olanları giyip uyumuş olsaydım!

“Uğraştım derken, uğraştık” dedi ve benim tansiyonum yediden beşe düştü. Yuh artık, uğraştık ne demek? Banyoda ya da arka odada da mı birileri var yoksa? Kafamda ki dehşet yüzüme vurmuş olacak ki “Dur dur, panik olma” dedi gülerek. Gülünce bu adamın tek yanağında gamze mi oluyordu?

“Dün akşam aynı bardaydık” dedi. Barı hatırlıyordum; Balo Sokak’tan içeri girince sağda bir yerlerde. “Arkadaşların vardı yanında” vardı, üç kişiydik. İki kız, bir erkek. “Biz de kapı tarafında bir yerdeydik” De ben seni görmemiştim? “Siz tam çıkmak üzereyken, aynı anda kapıdan içeri kalabalık bir grup girdi. Sen iri yarı bir adamla çarpışıp dengeni kaybettin, düşerken de kafanı benim önümde duran masaya vurdun”.

Yok artık! Elimi kafa götürdüm. “Yok, alnına doğru” dedi. Elimi indirdim ve yumruyu hissettim. Hissetmemle “ay” şeklinde bir çığlık atmam bir oldu. Bana doğru atılıp “yavaş yavaş” dedi. Eliyle elimi tutup alnımdan çekti. Yumruma bakarak “Aslında biraz inmiş” dedi. “Peki sonra ne oldu?” dedim.

“Sonra sen olduğun yere yığıldın, tam ayaklarımın dibine. Seni tutup kaldırmayı denedim ama kendinden geçmiştin. Seni kucaklayıp dışarı çıkardım. Arkadaşların dışarıdaydı ve seni bekliyorlardı. Sanırım birine takılıp kaldığını falan zannetmişler ama benim kucağımda dışarı çıktığını görünce ikisinin de suratlarını görmeliydin” Yine gülmeye başlamıştı. İster istemez ben de güldüm çünkü gözümün önüne Büşra’nın suratı geldi.

Sonrası onun anlattığına göre şöyleydi: beni açık havada bir on dakika uğraştıktan sonra ayıltmışlar, bana ayran içirmişler (onu ben de anlamamıştım) ve kendime gelmemi beklemişlerdi. Ayılınca bu Tufan olacak adam, yarı sarhoş ve Beylikdüzü’nde oturan Büşra ve Ahmet’i eve gönderip, beni evime bırakmaya talip olmuştu. Onlar da hangi akla hizmet bilinmez, kabul etmişlerdi. (Gerçi ben Büşra’nın hangi akla hizmet ettiğini tahmin ediyordum ama neyse…) Artık nasıl yaptığımı bilmiyorum ama benim tarifimle taksiye binip eve kadar gelmişiz. Çantamdan anahtarı bulup ona vermişim, o da kapıyı açmış. Beni yatak odasına götürüp…

“Dur bir dakika!”dedim. Elimdeki sur bardağını, sehpaya bırakırken yutkunuyordum. Doğrulup, yüzüne baktım. Tek yanağında ki gamze ile bana bakıyordu. Yine yutkundum. “Bu pijamalar?” dedim mırıldayarak.

“Onları kendin giydin” dedi. “Kendi kendine giyindin, bana yatağının altında ki bazadan yastık çarşaf çıkarıp verdin, “git sen de salonda yat bu saatte eve falan dönülmez” dedin. Bende de sana yok ya diyecek hal yoktu çünkü beni baya yormuştun. Ben de şu kanepeye yatıverdim işte”

İçimden geçen bir serinlik, bir ferahlık, bir uçuntu, bir esinti ki anlatılmaz. Bir de nasıl bir pişmanlık. A-a sabah sabah, hayatında ilk defa gördüğün adam için, daha neler! “Teşekkürler” dedim. “Galiba baya yormuşum seni gerçekten”

“Benim anlamadığım aslında baya aklı başında görünüyordun sen dün gece. Nasıl oldu da hatırlayamadın”

“Aslında hatırladım ama biraz bulanıktı” dedim. Dedim de bana nedense hiç inanmamış gibi baktı. Ben de durdum. Uyandığımdan hatta onun uyandığından beri yapmam gereken şeyi yaptım. Bu sabahın en başından beri yapılması gereken, söylenmesi daha doğrusu sorulması gereken şey buydu. Daha fazla oyalanmamızın, beklememizin bir anlamı yoktu:

“Aç mısın?”

3 yorum: