31 Ocak 2012 Salı

CANLI MONOPOLY


Lanetimden şüphe eden varsa beri gelsin!

Bundan bir hafta önce adamın biri (güneş gözlüğü, kişi tanımı için bkz: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/09/pirigvisli-on-barika.html ) bana demişti ki “Seninle Haydarpaşa’ya gidelim.”
Demişti çünkü ben hiç gitmedim. Haydarpaşa’ya yani. 6 yıldır İstanbul’dayım, gitmediğim onlarca yer var. Zaten bana sorsalar Sarıyer, Anadolu yakasında derim. Değil değil mi? Yani işte, düşünün durumu. Öyle bir konuşma arasında "çok merak ediyorum, her vapurla geçişimde de içimde kalıyor" deyince adam da "gidelim" demiş bulundu ve hop çarklar dönmeye başladı. Özne benim canlarım, ondan oluyor bunlar. Ne oluyor? Haydarpaşa garı kapanıyor. Yuh değil mi? Bence yuh! Ya tamam gitmemem için başka şeyler de yapabilirdiniz de koskoca garı kapatmak da neyin nesi oluyor? Zaten adam gitti hayatımdan, çıktı, istemedi, reddetti beni falan bir de garı mı kapatıyorsunuz? Ya biraz abartmadınız mı? İyi ki diğer dileğimi gerçekleştirmek istememiş: Boğaz köprüsünden üstü açık arabayla geçmek. O zaman görürdünüz gününüzü köprüsüz kalınca. Bir dakika, onu da zaten bakıma mı alacaksınız? Ama ayıp oluyor ya!! Monopoly oyunu gibiyim ha, elimi attığım yer gidiyor.

30 Ocak 2012 Pazartesi

ÇEKYAT


Şu anda evden atılacak eşyalar:

- Salonda ki çekyat
- Yerde ki halı
- Duvarda ki saat
- Şarap kadehleri
- Kül tablası
- Puding kasesi
- Gri hırka
- Cep telefonu şarjı
Mavi battaniye de listede ama ona kıyamam, atamam, hayatta olmaz. O benim kıymetlim. Kalanları atabilir veya yakabilir veya bilmiyorum, isteyen varsa verebilirim. Ama uyarayım, lanetlidirler. Ben de keyfimden atmıyorum herhalde kendilerini. Yani sonra bana gelip “biz bunu aldık ama huzurumuz kaçtı, aramız bozuldu, bir gidesimiz kaçasımız geldi herkeslerden, her yerlerden” gibi sorunlardan bahsetmeyin. Ben baştan uyarıyorum. Bir konuda daha uyarıyorum: hani ben demiştim ya şu şarapları da çevir-aç yapsalar diye; adamlar kapaklısını yapmış. Gayet düzgün, tadı da güzel, adı da Avanos Vadisi ama öyle paldır küldür içmeyin. Çok fena ve çok acayip yan etkileri var. Karşınızdakini olduğundan başka biri olarak görmeye başlıyorsunuz, kendinizi olduğunuzdan başka biri sanıyorsunuz, olayları yanlış yorumlayıp, durumları yanlış anlıyorsunuz, yanlış kararlar verip üstüne bir de uygulamaya kalkıyorsunuz ki Allahtan karşınızdaki de yanlış kararlar veriyor, öyle yırtıyorsunuz. Kararsızlık, ne istediğini bilmeme, ne söylediğini bilmeme, korkaklık veya deli cesareti gibi yan etkileri de var. Haberiniz olsun.

En çok üzüldüğüm de ne biliyor musunuz? Sanki tüm kelimelerimi bir kişi için tükettim ve artık kimseye söyleyecek bir şeyim kalmadı. Bunun konumuzla ilgisi yok evet. Bahar gelince balkona çiçek ekeceğim ben, mesela bunun da konumuzla ilgisi yok. Dağıldığıma göre dağılabiliriz. Zaten bugün çok kar yağıyor, ders düşer.

29 Ocak 2012 Pazar

PAZAR SABAHI GERGEDANI



Bu sabah uyandığımda odanın içi güneş doluydu. Elimi neden yatağın sol tarafına attım bilmiyorum ama orada olsaydın göğsüne denk gelirdi. Zaten dönerdim sana doğru, başımı yaslardım omzuna doğru, kolumu da dolardım beline öyle yatardım. Yatardık. Biraz daha uyurduk; Pazar sabahı kalkılmaz zaten di mi hemencecik.
Sonra sen kalkıp yüzünü yıkarken ben yatağı toplardım. "Ne yiyelim?" derdim. Hafta sonları yumurta yerim ben. Hafta içi yemediğim için en azından bir gün yemem lazım diye yerim. Kahvaltı, yumurtasız olmaz Pazar günleri. Ben çayı koymaya mutfağa, sen yumurta, ekmek almaya bakkala. Gazeteyi de alırdın gelirken, eminim.
Bir gece önce içmişiz, bir susuzluğum var o yüzden. Dudaklarım da çatlamış biraz. Zaten sabahları güzel göründüğümü de iddia etmedim hiç! Sen gelene kadar ben çayı ocağa koyarım, peyniri zeytini çıkarırım. Zeytinler, halis zeytinyağı içinde, krımızı biberli kekikli, tam ekmek banmalık. Serde azcık da İzmirlilik var ya... Ben beyaz ekmek yemeyi bıraktım baya önce ama sen şimdi sıcak ekmek bulsan bir yerlerden, off nasıl yenir.
Kahvaltı sofrasını salona kurarız, televizyonun önüne. Eğer kaçırmadıysak ben Penguenleri izlerim Cnbce'de haberin olsun. Bak valla çok komik keratalar. Yoksa magazin programı açarım, görürsün. O kahvaltı sofrasından da bir saat kalkamam ben zaten. Sen de kalkma. Daha zamanımız var, merak etme. O demlikte ki çay bitene kadar vaktimiz var. Hem kahvaltı dediğin, pazar kahvaltısı dediğin böyle uzun uzun, geniş geniş zamanlarda yapılır. Keyif bahanesidir çünkü. Kahvaltıdan sonra o sofra bir dursun ellemeyelim, kaldırırız sonra. Ben bir çekyata sen bir çekyata paylaşırız gazeteleri. Çayları da tazelerim, yeni temiz bardaklarda. O arada bari bir müzik kanalı açalım da, iki şarkı çalsın. A bak televizyonda ki kız Vietnam'ı geziyor. Bunu izlerdik bak, ta savaştan kalma yerleri müze yapmışlar ya. Bu da bana benziyor akıllım, önüne koydukları her şeyin tadına baktı.
Sen gideceksin biliyorum ya, saate bakmaya başlardım az sonra. Göndermesi ne zor gelir seni bu evden. Daha öncekileri saymıyorum, onlar zordu çok zordu ama ben göndermemiştim, sen gitmiştin. Ben zaten dayanamam, kalkarım birazdan oturduğum yerden, yanaşırım senin yanına. Beraber okuyalım gazeteni sen gitmeden. Olmaz mı?
Sonra senin saatin gelirdi, kalkardın. Gidesin de gelmezdi, biliyorum. Ama olsun, ben sana sıkıca sarılırdım böyle. Öperdim yüzünü. Nasıl olsa bunun gecesi de var, olsun derdim. Giderdin. İçim titrerdi. Bulaşıkları yıkardım.
Aptallık neresinde bu işin biliyor musun? Her yerinde! Ne bir gram eksik, ne bir gram fazla, bundan ibaretti istediğim. Ne söz istedim, ne gül bahçesi, ne garanti, ne sözleşme, ne yemin et ne inkar, bu kadardı istediğim. Böyle yanyana, karşı karşıya o kadar.
Ben her gece sana çorba yapardım soğuktan çıkıp gelirsin diye, ben sensiz hiç bir bölümünü izlemezdim dizinin beraber izleriz sonra diye, ben o kadehleri hiç kaldırmazdım ta tepedeki dolaba, tezgahta dururlardı birer kadeh içeriz diye. Ben bir sana bir de mavi battaniyeme sarılırdım, kıskançlık olmasın diye.
İki sabahtır o gergedan yine geldi. İki sabahtır oturuyor üzerimde, senin olman gereken yerde. Gidecek biliyorum, ben bunu da kabulleneceğim biliyorum ama istemiyorum. Anlamak istiyorum da anlayacak bir şey yok biliyorum. Sabah bu çalıyordu, belki ondandır: http://www.youtube.com/watch?v=lW1-N3GHB0w

27 Ocak 2012 Cuma

TRİP

Ay nefret ettim ben iyi insan olmaktan! Ya ben iyi bir insan değilim ki! Ben normal bir insanım. Böyle baya, iki kolu, iki bacağı olan, bir burun (ha o bir buçuk da olabilir), bir ağız, iki göz sahibi bir insanım işte. Bu zamana kadar hata da yaptım, günaha da girdim, yalan da söyledim, bildiklerimi de sakladım; "iyi insan" yapar mı bunları, yapmaz. Ben yaptım. Bu nasıl bir yaftadır arkadaşım, kim yapıştırdıysa çıkarsın şunu üzerimden. Hani nefret edeceğim neredeyse insan olmaktan. Önüme bahane diye her sürüldüğünde daha çok nefret ediyoum zaten. Şener Şen’in filmi vardır ya Namuslu, aha o benim işte. Ya bi gidin Allasen!

Sevdiklerimi çok sevdiğim, sevdiğim için de elimi kolumu nereye koyacağımı bilemediğim, en ufak şeyde içim yandığı, titrediği ya da cız ettiği için mi yapıyorsunuz bunu bana? Onlarsız boğazımdan bir şey geçmediği, içime sinmediği için mi ha? Ben öyle herkesi paldır küldür seviveriyorum, aman sarılayım, hop öpeyim istiyorum sanki! Sanki benim elimde sizi sevmek ya da sevmemek. Buraya gelene kadar yaşadıklarımıza bir dönüp baksak; piiiii, kimler geldi kimler geçti değil mi Ajda abla. Tamam ulan! Bundan sonra yapmayayım, belki daha kıymetli olurum ha? Bende kaldırayım burnumu hatta burnumu yetmez totomu da kaldırayım öyle gezeyim. Her aradığınızda bana ulaşamayın, her sorduğunuza cevap vermeyim, yüzümü kırk yılda bir görün falan…
Ben nasıl mı dayanacağım; dayanırım. Dayanırım tabi ne var? Şimdi dayanmıyor muyum? Şimdi böyle, burnumun direğinin sızladığı zamanlar, insanlar, olaylar, yerler yok mu? Sanki şimdi salak bir şarkı çalınca ya da ne bileyim koridorda biri geçip benim burnuma o parfüm çalınınca (o çocuğu bir yakalayım valla yakasına yapışıp “sürme lan bunu bi daha!” diye bağıracağım ama yakalayamıyorum ki bir türlü) cızzzz sesi gelmiyor mu sanıyorsunuz? Geliyor. E ne yapayım, bununla da yaşanıyor. Herkes yaşadı, ben de yaşarım. Yaşıyorum. Başım yukarda meydan okuyorum hayata ve sana... Ohooo, Ajda abla bi çıkar mısın yazıdan! İki laf ettirmedin. Dur, yavaş, yırtılacak!
Ben de yırtıyorum, hadi! Bak valla bak. Bi keresinde üniveristedeydi galiba. Evet, evet, tepemi attırdılar, bütün gün ağzımı açmadım. Rekorumdur. Efsanedir. Yıllardır anlatılır. Yine yapacağım, olan o olacak. Benim suskunluğum, konuşkanlığımdan beterdir. O yüzden kolay kolay susmam... Off ben Taksim'e gidiyorum, hadi görüşürüz.



26 Ocak 2012 Perşembe

BUGÜN PERŞEMBE



Sinema filmlerinde olur ya: “iki yıl sonra” O kadar değil ama şu anda bir “bir ay sonra” iyi olabilir. Bunu dediğime bakmayın bugün Perşembe olmuş (Fransızca da kurabildiğim tek cümle: aujourd'hui, c'est jeudi yani "bugün günlerden Perşembe". Bi o kalmış aklımda, aferin bana, neye yarayacaksa. Bu gidişimde bir perşembe günü hafızasını kaybetmiş ya da takvimden bihaber bir Fransız görürsem yardım ederim belki) ve ben bunu az önce fark ettim. Anasını sattığımın -ki gerçekten öyle hissediyorum hakkında- haftası, uçup gitmiş. Aman gitsin zaten. Gitsin de bir daha gelmesin mümkünse. O kadar yoğundu ki iş; mesailer sağ olsun, kafamda bir şey çevirecek halim bile kalmadı. Üzerine bir de her akşam çektiğim “sadık baş ağrısı” eklenince saat 12 de uykuya attım kendimi. Zaten saatin gece yarısını vurması ile ilgili bir sorunum var bu aralar.
E yazdığın bunca şey neydi diyen olursa, söyleyeyim: bazen bir anda bir şey geliyor vuruyor böyle ensemden doğru. Ağzıma midemden yükselen kelimeler doluyor. Ne yapayım, ben de yazıyorum. Yani kusuyorum, rahatlıyorum. Devam ediyorum. Yoksa çok fena olurdu, çok. Hafızamı da silemem ama değil mi? Bir de uyuyabiliyor olduğum için Tanrıya bir kere daha şükrettim bu hafta. Yani başını yastığa koyar koymaz uyuyabilen o tiplerden olmasaydım kesin şu anda yerlerde falan sürünüyordum. Canımın en sıkkın olduğu zamanlarda bile uyurum ben, sağ olayım, hiç öyle aman “uyku tutmadı” larım yoktur. Yine uyudum. Rüya bile görmeden, depderin uyudum. İyi ki rüya da görmüyorum. Ha sadece bir kere Çin’de yeni yıl tatilinin uzadığına dair bir mail aldığım bir rüya gördüm, o kadar. Bir keresinde de İspanya da tatildeyken (ay havam batsın!) sabah; “yüklemesi yapılacak bir gömlek vardı!” diye uyanmıştım da kalkıp tasarımcıma mail atmıştım. Ay canım, o pansiyonda ki yakışıklı ama ebleh çocuğu hatırladım. Çok tatlıydı yahu. Neyse, dilimde ki yara biraz indi en azından ama nedense bu öğlen de sağ dişlerimden biri ağrıyor. Yemin ederim huysuz şirin gibi oldum, bu ne ya!
Tamam, bir hafta daha geçsin, siz o zaman görün beni, heheyt!
Ajda’nın da dediği gibi “topladım dağılan kalbimin her köşesini”

Bu zaman aralığı bittiğinde bir teşekkür listesi yayınlayacağım. Takip ediniz.

25 Ocak 2012 Çarşamba

EVET GÖKSEL SAĞOL, SAYENDE ACIYOR!



Göksel, Allah seni bildiği gibi yapsın e mi?


http://www.youtube.com/watch?v=RQj5_aQ8-vo&ob=av2e

Ben biliyordum zaten, bu şarkı iyiye işaret değildi. Ta ilk dinlediğimde demiştim “eyvah” diye; bak haklı çıktım. Döndü dolaştı, bana geldi. Kızım niye yapıyorsun böyle şeyler?

“Ölürsem yalnızlıktan ve senin kötü kalbinden”
miş… Ölecek miyiz bu kalp kırıklıklarından dersin? Bence de ölmeyeceğiz tabi ki. O işin mübalağası ama sanki ölecekmişiz gibi oluyor di mi bazen? Bazen yer yarılsa da ben de içine girsem diyorum. Böylece kimse beni görmez ben de kimseyi görmem. Of nasıl diyorum hem de ama sonra geçiyor. Geçiyor di mi? Geçiyor, geçiyor. Bak geçenlere, geçtiler bile.
Örnek vereyim mi: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/08/dagilin-silacim-sen-de-canim-hadi.html

Ve Ağustos başı yazılan 4-5 yazı daha.
Anacım topu topu 6 ay olmuş hakikaten. Sanki çok daha uzun zaman önce yazmışım da üzerinden çok zaman, şey, insan, olay falan filan geçmiş. Yo, hayır. Ama o zaman bıraktığım yerden daha fenasına getirmişim kendimi. Çünkü bu sefer, o zaman yapamadıklarımı da yaptım, zorlamadığım sınırları da zorladım, söyleyemediklerimi de söyledim. Olmaması gereken ne varsa oldu, olması gereken ne varsa da oldu. Ben tonlarca cümle kurdum ve sandım ki…. Eeeh sana da sanmana da diyeceksiniz, deyin bence de. Allahım benim de sanmalarımın da cezasını versin, amin ki veriyor. E bitti, valla bitti bak, değil sınırı dibi gördük. Elimizde kalan; elimizde bir şey de kalmadı valla aslında.

Dilimin sol tarafı şişti sanırım. İlkokuldayken bilgi yarışmasına katılmıştık, tek soruyla kaybedip ikinci olduk. O kadar ağladım ki ağzımın içinde yaralar çıktı. Nasıl psikopat bir çocukmuşum siz düşünün! O zaman da Gökhan diye bir çocuğa aşığım ama çocuğu dövüp sınıfa kilitliyorum. Aşkla ilgili ne varsa elime yüzüme bulaştırmaya da o yaşta başlamışım pehhh! Anlatacağım size bu hikayeyi bir gün, merak etmeyin.

Sanırım onuncu falan tekrarı şarkının şu anda kulağımda. Takıntılı olduğumu düşünmeye başladım. Ama canımı yakmıyor dinlerken artık. Sanırım bir şekilde uyuştum. Bu da ilginç bak, değişik ve yeni bir tedavi yöntemi olabilir. Bi saniye en güzel yerlerinden biri geldi şarkının:

“Sakın gelme istemem
Çok korkuyorum senden
Bu muammalı halden
Çek çıkar elini kalbimden”

Ha evet ne diyordum, tedavi. Ne tedavisi; Su tedavisi. Ah canım Obsesifmakinist’im benim. Dediğin gibi işte aslında, daha doğrusu yazdığın gibi. Küvetin içinde, o suyun altında otururken iyi geliyor. En az iki saatlik bir baş ağrısı -ki sanki beynimde filler tepişiyordu- çektikten sonra zaten tek istediğim kafamı bir kova suyun içine sokmaktı. Keşke yağmur yağsaydı o gün en sağanağından. Eve giren senin gibi olsun! Sen derken… Neyse işte ya…

“Bütün ihtimalleri düşünüyorum
Aklına gelmiyor muyum bilemiyorum”

Şarkı bitti. Yine. Göksel var ya, kırdın ağzımı burnumu iki gündür, aferin. Bu arada klipte güzel olmuş ve bence sen de gittikçe daha güzel bir kadın oluyorsun. Hadi hayırlısı…

24 Ocak 2012 Salı

KIZIL (dikkat küfür içerir)





Meraklısına not: Bu hikaye bundan 2 hafta önce yazılmış, taslaklarda düzeltmeler için tutulmuş, gel gör ki bu kadar kör gözüne parmağım olacağı hesaba katılmamıştır. Bu yüzden de bir tür lanetin içindeymiş hissi verdiğinden anında yayınlamaya karar verilmiştir. İyi okumalar falan, amin.

Ben o değildim. O kapının önünde yere çöküp, sırtını kapıya başını da dizlerine yaslayıp hıçkırarak ağlayan ben değildim. Değildim çünkü o sırada ben, olanları dışarıdan izliyordum. Kelebek tokasından kurtulan kızıl saçları, her hıçkırdığında omuzlarına dökülen o kadını izliyordum. Bu sahneden iki dakika öncesine kadar bir adamın koynunda yatan ve yattığı yerde nefes dahi almaya korkan o kızıl saçlı kadını izliyordum ve bas bas bağırıyordum: Salak mısın sen! Salak mısın?

Bağırıyordum çünkü gerçekten salak olduğunu düşünüyordum hatta emindim. Eğer olmasaydı, bir yıl önce kendisini bir bar kapısının önünde terk eden bu adama dönmezdi. Bu adam ki onu İstiklal Caddesi’nin ortasında piç gibi bıraktığı o gece, açıklama dahi yapmadan sadece “yapamayacağım” deyip gitmişti. Bu adam ki ona o güya hüzünlü, kalbi kırık, yaralı adam havasıyla söylediği “yapamayacağım” dan iki ay sonra Cihangir’de bir kafede sarışın bir orospuyla öpüşüyordu. Tamam, tabi ki kadın orospu olmayabilirdi ama ne yazık ki o gün, o saatte ve o dakikada gayet orospuydu bizim salak kızılın gözünde.
O gece o sokakta kalışının piçliği; birkaç saat öncesinde adama aşık olduğunu söylemesinden kaynaklanıyordu. Yanında sırt üstü uzanmış adamın sakallarını severken, gözleri dolmasın diye alt dudağını kemirmeye ara verip hızlıca “ya ben sana aşık oldum” deyivermişti. Hah iyi bok yemişti! Bundan sadece birkaç saat sonra adam koşarak hatta utanmasa uçarak terk etmişti bizimkini.
Sonra mı? Sonrası şöyle: uzunca bir zaman, neredeyse bir yıl hep nefret etmişti. Derin derin nefes alan erkeklerden, sabahları aç karnına Türk kahvesinin yanında sigara içmekten, Anadolu Hisarı’ndan, Beşiktaş’ta ki balık çarşısından, Galata kulesine inerken hemen köşede ki küçük çaycıdan, kızmabiraderden, kırmızı şaraptan, hardallı patatesten, western filmlerinden, ilkbaharda her sokak köşesinde ki çiçekçiye saçılan nergislerden nefret etmişti. Saat takmayı bırakmış, evde ki tüm takvimleri çöpe atmıştı. Ev telefonunu, e-mail hesabını kapatmış hatta hızını alamayıp apartmanda ki posta kutusunu kilitleyip anahtarı da sahilden denize fırlatmıştı. Cep telefonunda ki sim kartını kırmış, hafızasını da olduğu gibi boşaltmıştı. Bütün bunları olur da ona ulaşır diye korktuğundan değil; tersine ona ulaşmaya çalışmadığını görmemek için yapmıştı.
Depresyonu, huzursuzluğu, uykusunun her gece aynı saatte tam ortasından bölündüğü geceleri, bir yaz bir de kış mevsimini atlattıktan sonra bir sabah kalkmış, evinin hemen altında ki kuaföre gitmiş, saçlarını kızıla boyamış ve normal hayatına dönmüştü. Ta ki bir hafta öncesine kadar…
Bir hafta önce bir akşamüstü kapısı çaldı. Bu salak olduğu kadar da şaşkın kızıl, o anda kapının gözetleme deliğine bakmayı akıl edemediği için pat diye kapıyı açınca; tam önünde dikilen adamla karşı karşıya kaldı. Ah halini bir görmeliydiniz. Kapının kolunu tutan elinden başlayarak bütün vücuduna yayılan beyazlığın üç saniye içinde nasıl kırmızılığa dönüştüğünü görmeliydiniz. Titrediği anlaşılmasın diye bacak kaslarını kasarak ve yıkılmadan en azından birkaç dakika dik durmaya çalışarak bütün vücut enerjisini seferber edişini görmeliydiniz. O puşt herifse gayet pişkin, kapıda durup “merhaba” deyiverdi. Bense kızılı dinliyordum. İnsanın içini yakan iç bağrışmasını: “Merhaba mı? Merhaba mı? Seni kendini bilmez, utanmaz ……………………………………………………………………….!!! Ben son bir yılımı her gün, acaba bu evde ki mobilyaları yaksam mı diye düşünürken sen bana hiçbir şey olmamış gibi merhaba mı diyorsun? Ben hala bir yudum dahi kırmızı şarap içemezken, televizyon izlerken üzerimize örttüğümüz battaniyeyi dolabın ta en dibinden çıkaran temizlikçiyi kovduğum için her hafta sonu canım çıkana kadar temizlik yaparken, bütün o ipekli iç çamaşırı takımlarımı çöpe attığım için bir yıldır pamuklu dondan başka bir şey giymezken sen bana sadece merhaba mı diyorsun? Senin de seni hayatına sokan benim de Allah bin türlü….....”
Ve sonra birden dış sesini duydum: “Merhaba”
Diyorum ya size, müstahak buna bu kapı önlerinde ağlamalar. Adamın arkasından mahvolmamış numarası dahi yapamıyordu. O parlayan gözler, kızaran burun, bıraksak oracıkta boynuna atlayacak ağlayarak. Özlemekten içi kurumuş ama güya renk vermiyor. Ah benim salağım, ah benim safım, ah benim aklı kıt kızılım, değişir mi insanlar? Değişir mi ha? İlla tecrübe mi etmen lazım her seferinde. Değişmez! Kendileri de değiştim sanır ama değişmezler. Değişmiş gibi yaparlar ama değişmezler.
O gece girdi koynuna. Tekrar, ve tekrar, ve tekrar. Sabah olana kadar. Su bulmuş bedevi gibi… De unuttu tabi asıl bedeviliğini. Ben dışarıdan izledim yine, her zaman ki gibi. Ellerini o adamın ellerine kenetleyişini de, dudaklarını nefes almak için dahi ondan ayırmayı istemeyişini de, onu karnının üzerine yatırıp yine sakallarını sevişini de, ellerini sanki ezberinin sağlamasını yapar gibi her yerinde gezdirişini de, hepsini izledim. Burnumun direği sızladı ama hemen toparlandım. Çünkü biliyordum sabahını, ondan daha iyi değil, onun gibi biliyordum. Bu salak da biliyordu ama işte, şalteri indirip sigortaları kapattığı için kendisine ulaşılamıyordu. Ertesi sabahtan itibaren altın bulmuş mağribi gibi, bütün bir hafta ayakları yere değmedi. Adam onu iki gün aramamış, bilmem kaç kere telefonunu açmamış, yemek planını reddetmiş ne gam! Döndü ya, tamam. E benim kafasız kızım, e benim kuş beyinli kızılım, ne sanmıştın?
Neyse ki adam bu sefer daha vicdanlı çıktı da bizim kızılın bütün bu sanmalarına, sanrılarına bu gece, çabucak bir son verdi. Yattığı yerden kalkıp üzerini giydi ve “ben gidiyorum” dedi. Kızlın yüzünde ki “kal” yalvarması ona hiçbir şey ifade etmediği için kapıya doğru yürüdü. Bizimki neredeyse mırıldanır gibi “kalsaydın…” dedi ve ben yakınımda ki en ağır şeyle kafasına vurmak istedim. Ama dedi işte, hem de nasıl korkarak. Daha kötüsü nasıl umut ederek… Adam kapının önünde ve tek eli kapının kolunda olduğu halde bizimkine döndü, boşta kalan eliyle kızılın çenesini kavrayıp; “Her şey çok güzeldi hayatım ama aramızda değişen bir şey yok. Ben sadece seni özledim ve görmek istedim, o kadar. Daha fazla derinleştirmeyelim ya da uzamasına izin vermeyelim olur mu?” dedi. Hatta bir de eğilip saçlarından öptü. Portmantoyu kaldırabilsem üzerine fırlatırdım ama adamın değil, kızılın. Çünkü adamın “Görüşürüz, iyi geceler” demesine karşılık “Göt herif! Allahın belası, cehenneme kadar yolun var! Ne görüşmesi, mümkünse aynı atmosferden nefes dahi almayalım artık!” demesi gerekirken o sadece “İyi geceler” deyip kapıyı kapattı. İşte şimdi de önünde oturmuş ağlıyor. Ağlarsın tabi! Salak! Bilmiyor muydun? Gerçekten bilmiyor muydun? Değişmeyeceğini ve sadece seni denediğini bilmiyor muydun? Sadece sıkıldığını ve kafa dağıtmak istediğini bilmiyor muydun? Aslında o sarışın orospuyla hala beraber olduğunu bilmiyor muydun? Yeni bir macera aramaktansa onu unutamadığına emin olduğu ve sırf bu yüzden yeniden yatağına girmesinin garanti olduğu bir kadın varken başka yerde kaçamak aramayacağını bilmiyor muydun? Biliyordun çünkü ben biliyordum. Ben biliyordum! Senin dışarıdan bakan için, ruhun, ben biliyordum! Yani biliyordun. Bile bile yaptın. Acısını hatırlamak için mi, acısı olmadan hayat daha boş geldiği için mi, bilmem ne için ama yaptın. İyi halt yedin.Temizle bakalım şimdi bunu kafandan, aklından, vücudundan.
Neyse, hadi ağla bakalım biraz. Sonar da biraz uyu. İyi gelir, en azından acısını alır biraz. Seninle sabah hesaplaşacağız. Vücut ritmin yaşam standartlarına yaklaştığında yani…

23 Ocak 2012 Pazartesi

SON DAKİKA GOLÜ

Tarih, tekerrürden ibarettir. Yazmayacağım dedim ama dayanamadım (yine) yazıyorum.

Ben dibi görmeden, sıtkı sıyrılmayanlardanım. Ben içimde ne varsa dökünce millet beni anlar sanacak kadar geri zekâlı olanlardanım. Hala insanların kadir kıymet bildiklerini sanacak kadar saf kalanlardanım. (burada ki saf, temiz anlamında değil aptal anlamında kullanılmıştır. Sağolasın Ezikböcek). Ben kanırtmadan bırakmayanlardanım, adamın asabını bozarım. Aslında ben sadece çatlağım, su sızdırıyorum. O da duvarda ki deliklerden ama şimdi yeniden kapatıyorum. Hep ben yazıp ben oynuyorum ama karşı taraf rolünü ezberlemiş mi hiç bakmıyorum. Sonra bir de bakmışım sahne monolog olmuş. Kulaklarımı tıkadığım için mi karşı tarafı duymuyorum, duymadığım için mi ne dediler kaçırıyorum, ben aynı dilde konuşuyoruz sanıyordum ama galiba ben anadilimi bilmiyorum.
Şu saniye itibariyle mide bulantım, kas ağrılarım, eklem ağrılarım şak diye bitti. Sabahtan beri bir şey yemiyordum, on dakika içinde bir börek, bir dilim kek ve bir tabak tavuk salatası yedim. Sadece sol kolumda ki ağrı şiddetle devam ediyor. Bu, o eski ağrılardan. Elimi uyuşturanlardan ama bir ağrı kesiciye bakar. İlk saniyede bir alev topu geçti üzerimden, sonra acayip bir ferahlama. Bunu hatırlıyorum bir yerden. Neyse o da önemli değil. Kızgın değilim, kırgın değilim, nefret etmiyorum, ulan içimi çektiler sanki hortumla, hiç bi bok hissedemiyorum. Aha ben bunu da hatırlıyorum bir yerlerden.
Aslında ne kadar kolaymış değil mi dedim sonra kendi kendime. Ellerini o çamura gömüp saatlerce kazıdın, kazıdın sonunda da baktın ki hala çamur var. Dipsiz, bucaksız, derin bir çamur deryası. O eller, o tırnaklar, o paçalar, ayaklar hep bulaşmış. Boş ver, bir kova sıcak suya bakar.
Demem o ki, “nezaket” dediğin tek dişi kalmış canavar. Ben herkese son bir iyilik yaptım, görünebileceğim her yerden kayboldum. Ama iyiliğin büyüğünü kendime yaptım çünkü saçmalıyordum. Anladığımı sandığım ve sadece sandığım her şeyi kaldırıp çöpe attım. Üstünü mimlemeden içmişim iyi ki şarabın dibini ki zaten son kâse pudingi de çöpe dökmüştüm.
Son dakika golüyle maçı bitirdik. Artık önümüzde ki maçlara bakalım diyeceğim ama galiba ben sezonu kapattım.

22 Ocak 2012 Pazar

BANA AİTTİR!

Sevgili Blog,

Daha önce söylediklerime ekleyecek fazla bir şeyim yok aslında. Her şey bıraktığımız yerde ve bıraktığımız gibi. Aslında bu iyi bir şey mi dersin? Bilmem.
İki kişinin işin içinde olduğu durumlarda, tek kişinin o iki kişinin yerine karar vermesi konusunda ki nefretim katlanarak büyüyor. Reşit ve daha önemlisi aklı yeten bir insan olduğum andan itibaren, verdiğim bütün kararlar bana aittir. O kararların getireceği bütün fiziksel ve ruhsal acılar bana aittir. Ben kendi sorumluluğumu alabilecek haldeyken başkasının almasına gerek yok, sorumluluğum bana aittir. Vücudumun kontrolü bana aittir. Akıl sağlığımın da ruh sağlığımın da geleceği bana aittir. Bütün pişmanlıklarım, keşkelerim, lanet olsunlarım, aman iyi ki yapmışlarım bana aittir. Gecelerin sabahlarında verilen kararlar bana aittir. Kelimelerim, cümlelerim, paragraflarım bana aittir. İstediğim için ama sırf o anda istediğim için peşinden gitme özgürlüğüm bana aittir. Hemen arkasından yok sayma korkaklığım bana aittir. Elimi, kolumu hatta yüzümü yakacağını bile bile ateşe atlama özgürlüğüm bana aittir. Kollarımı, bacaklarımı morartacağını, yüzümü kızartacağını, sırtımda yol yol izler açacağını bildiğim halde oraya kadar gitmenin özgrülüğü bana aittir. Ağlamayı da gülmeyi de seçebilirim, hangisini seçeceğimin nedenleri bana aittir. Bu hayat, bana ait. Bu hayatı nasıl yaşamak istediğime dair kararlar bana ait. Ne önümü göremeyecek kadar kör, ne anlamayacak kadar salak ne de ne istediğini bilmeyecek kadar tecrübesizim; hepsinden öte hayatımın ne kadar kısa olduğunu öğrenmiş olmanın getirdiği bir ferahlığa sahibim. Benim ömrüm sizin kadar uzun değil. O yüzden sizin kaçacak, saklanacak, vazgeçecek, cesaretini toplayamayacak, acabalarla kıvranacak, keşkelerle uğraşacak, yarım bırakacak, yarım kalacak diye hiç başlamayacak, bitmesinden korktuğunuz için yanına yaklaşmayacak, şans vermeyecek, denemeyecek, uğraşmayacak, uğraşmaya değecek şeyler için bile kılınızı kıpırdatmayacak kadar uzunsa ömrünüz; e süper, tebrik ederim. Sağlıkla, hayırla uzun ömürler dilerim. Ama benim değil, benim ömrüm sizin kadar uzun değil...

19 Ocak 2012 Perşembe

SABAH ÇAYI



Elimizin kolumuzun rahat durmadığı ya da duramadığı durumlar vardır. Zaten rahat dursun da istemediğimiz. İstemediğim. Anasını sattığımın durumları genelde bir yere bağlanmaz bende ya da daha doğrusu ben bağlayamam ama işte… Bağlayamam çünkü bir şeyi bir yere bağlamak için bir ucunun olması gerekir. Zaten ucu kaçmış bir şeyi nereye bağlayayım ki ben? Ya da nasıl bağlayayım?
Uyandığınızda bir önceki gecenin gerçek mi yoksa rüya mı olduğundan emin olamadığınız sabahlar vardır. Uykunun üzerinden geçip etkisini azaltamayacağı hiçbir şey yoktur. Zaten bazı şeylerin eskisi kadar etkisi yoktur. Eskisi derken… Ya bir şey eskisi gibi mi değil mi diye karşılaştıracak durumda olmak bile başlı başına aslında bir şey değişmedi demenin başka bir yolu olsa gerek. Ama yok, değişebiliyor. Önceki sefer ne hale geldiğinizin resmi hala kafanızda netse, bu yeni polaroid resmi sallayıp, netliği otursun diye beklerken daha biliyorsunuz. Kafanızı yastığa koyduğunuzda biliyorsunuz. Uyandığınızda biliyorsunuz. Sabah gözünüzü açtığınızda üzerinizde oturan o gergedan yoksa; işte, resim başka bak, gördün m.
Zapt edilmesi gereken şeyler vardır. Bacaklarınız titreyebilir ama önemli olan sesiniz titremesin. Hayır diyebilme gücü vardır ki içinden evet diye bağırıyor olabilirsin; o ayrı mevzudur. Doğru olan “hayır” dır. Lanet olsun dostum, “doğru olan” diye bir şey yoktur! Bir otel odası pişmanlığının saçma anısı gibidir hepsi. Aynıdır, benzerdir sadece öznesi farklıdır. O otel odasının pişmanlığının üzerinden 3 yıl geçmiştir ama gel gör ki bir şey değişmemiştir. Zaman makinesi olsa Belfast’a geri dönersin mesela.
Çok acayiptir birine “kal” demek ve buna rağmen yahut buna karşılık onun gitmesini izlemek. Çok acayiptir istenmediğini hissetmek, ne hissetmesi lan, bas baya bilmek. Çok acayiptir “şanslar kimseciklere verilmiyor zaten” diye kendini avuturken başkalarına verilebildiğini görmek. Çok acayiptir işte acayip bir şekilde sürekli kendini tekrarlamak. İyi insan, doğru insan, güzel insan yahut azıcık da olsa insan olduğun için neredeyse cezalandırılmak, çok acayiptir.
Çok yanlıştı yaptığım o zaman; iki sene önce “geri dön ve yarım bıraktığın işi bitir” demem çok yanlıştı. Neyse ki dönüp de… Ya yok işte, dönseydi o anda, o dakikada doğru olan o olacaktı. Zaten “doğru olan” odur galiba. Genelde ki yansıması değil, anda ki yansıması. O anda doğru hissettiriyorsa doğrudur. Gerisini ne yapayım? Kendi kendime sürekli “aferin, yapmadın, madalya alacaksın” hikayesi yazmaktansa; “yedin bi halt aferin ama ne yapalım yedin işte, afiyet bal şeker olsun, oh keyfine değsin” demek daha iyi olabilir. Kolay demedim, iyi dedim.
Ciddiyim ben, artık uğraşamayacağım derken. Bir kere bile benden önce birisi risk alıp elini uzatırsa ne ala. Ay böyle konuşuyorum ya duyanda çatlak değilim sanacak. Çatlarım lan! Çatlarım o anda içimden geçeni hop diye kucağına atmazsam karşımdakinin. Nur topu gibi bir saçmalığın ortasında kalırız sonra böyle, el elde baş başta.
Bir de… Bir de Allah bu hafızaların hepsinin belasını, tövbe tövbe… Koku hafızası. Kimseye sıkı sıkı sarılma, kokusu üzerine yapışır. Kendini buza yatırasın gelir, dışarıda hava 0 derece, kaldırımda kar, buz olmuş. S.tir et de içine çek bari. Onu da al, hop, kasaya koy. Her şey kıymetli senin için, ah ulan, seni bu “kıymetlimiz”ler yakacak sonunda. Çöp evde yaşayan kadınlar gibi olacaksın.

Saat sabahın 8’i ve bu sabah çay, acı. Valla. Fazla mı demlenmiş ne. Ayrıca hayır, uykum yok. Başta vardı biraz ama kaçtı. Kaçtı gitti. Kaçsın bakalım. Keyfi bilir. Kendi bilir. Aslında bilmiyor. Bilse kaçmazdı. Uyku diyorum, bilse kaçmazdı.

15 Ocak 2012 Pazar

ŞARAP KAFASI



 Benim gibi beceriksizleri dikkate alıp şarap şişelerini de "çevir-aç" yapmalılar. Çok ciddiyim. Ben tirbüşon kullanamam. Evde var mı derseniz bir tane var. Tabi ben bir yerlere tıkmadıysam ki o da inanılmaz antika benim için. Kıyıpta atamıyorum. Ta benim çocukluğumdan falan kalma, nereden baksanız en az 25 yıllıktır. İzmir'de ki evden arakayıp getimiştim ama mümkün değil  kullanamıyorum. Dedim ya ben zaten tirbüşon kullanamıyorum. Böyle o şarap şişesi sanki elimden fırt diye kayıverecek ve ben o sarmal demiri hart diye bacağıma falan saplayacakmışım gibi geliyor. Hani yapmayacağım şey de değil. Olmadı mantarı şişenin içine sokabilirim. Ya zamanında benim, şişenin ağzını kırmışlığım var ya, daha ne olsun. İçinden mantar ya da cam kırığı çıkmadan şarap içebilmemin tek yolu (başkası açmıyorsa o şişeyi) kapaklı bir şeyler olması işte.

Benim öyle ahkam kesecek bir şarap kültürüm yoktur. Ah o degüstatörlere hayranım. Hani şarap kadehini (ki tombalak olanlara ayrıca bayılırım) böyle dibinde azıcık şarapla sağa sola çalkalayıp, bir nefes koklarlar. Sonra bir yudum alıp neymiş işte damaklarında gezdirip aromasını anlatırlar. Aklım almıyor ki benim içinde çam mı varmış meşe mi? Merlot, Cabarnet, Sauvignon, Köpek öldüren falan arasında kalırsam damağıma yatanı seçerim işte. Ha bana sorarsanız beyazı kırmızıdan daha çok severim, o ayrı.

Fransız Öpücüğü filminde (hastasıyım! ah çok oldu izlemeyeli ya, bir indirmeli izlemeli bir akşam) Luc'un Kate' e gösterdiği bir şarap tadım çantası vardır. İçinde bin türlü ottan bitkiden parçalar olan bir çanta. Ona önce o bitkileri koklatır, sonra şarabı. Böylece Kate, şarabın içinde nelerin aroması var, bir çırpıda anlar. O Kate ki peynir yemekten trende kusalı daha bir kaç saat olmuştur. Keramet Luc te midir, Luc'un çantasında mı?
En iyi 5 öpüşme sahnesi sırlaması yaparsam bu filmin finalinde ki öpüşme sahnesi kesinlikle bu ilk 5 tedir. Kalan 4 tane için ayrıca konuşalım. Valla çok zevkli konu ama hatırlatın bana, unuturum. Zira unuttum ben öpüşme.... aman neyse, konumuz bu değildi. Konu şarap olunca kafa da dağıldı tabi.

Bir de şey kaldı, neresiydi, ha Bozcaada. Gidip bi içelim bakalım şaraplarını, neymiş. Yaz için planlar dahiline almakta fayda var sanırım. Eh hadi bakalım, hayırlısı.

13 Ocak 2012 Cuma

LİSTE

Yapmak isteyip bir türlü vakit ayıramamaktan yapamadığım ve hakkında üzüldüğüm şeyler listesi:


- Bir yerlerde rakı-balık, o kadar. Yer, zaman, mekan o bu önemli değil. (Ya şu bir yerlerde kısmının bir de yaz versiyonu var ki yıllardır içimde uhdedir. Hani filmlerde olur ya, böyle salaş, 3-4 masalı, deniz kenarında bir yer olsa. Ayağımı uzattığımda suya değse falan. Var ya herhalde sabaha kadar otururum ben orada. Sabaha karşı hafiften serinleyince hava bir şal atarım omzuma. Baya havalı oldu bak.)

- Tren yolculuğu. Takıldım kaldım buna aylardır. Ezikböcek hala Ankara’da yerleşikken gidebilirim aslında. Hatta bir de yemekli vagon olur. Böyle dışarı baka baka çay çorba içeriz. (rejimdeyim diye midir nedir sürekli bir yeme-içme hayalidir gidiyor) Çocukken o kadar çok binerdik ki. Zonguldak’ta büyüdük tabi; her yere tren var. Sallana sallana giderdik. Kondüktörlerin zımba gibi bir şeyle deldikleri yeşil biletler çıkardı ceplerimden. En son İspanya’da binmiştik ama o sayılmaz.

- Valla evet, biraz halden anlamazlık olacak ama kar göresim var. Kar yağmış bir yere gidesim var. Bembeyaz, dümdüz uçsuz bucaksız gibi görünen karın içine oyunbozan çocuklar gibi dalıp dizlerime kadar batasım var. Ellerim, burnum, yanaklarım kıpkırmızı olup yanana kadar içinde yuvarlanasım var. Tamam, baştan dedim zaten sakın “ay kar” falan demeyin.

- Galata Kulesi’nin dibinde oturup içeceğim. Ama mekanda falan değil; böyle baya kulenin dibinde ki banklarda olmadı yerde oturup sadece kuleye bakarak içeceğim. O yeter bana zaten. Havanın soğuk olduğunu biz de biliyoruz da abartmayın, hem ısınmayacak sanki sonsuza kadar. Sıkı giyiniriz, üşümeyiz ne olacak. Zamanında Bostancı sahilinde yağmurun altında oturmuşluğumuz var ki hala kulaklarım çınlıyor.
- Dans etmek diyeceğim tuhaf kaçacak. Açıklarım sonra.

- Tiyatroya gitmek. Ta geçen seneden beri “ya bari internetten bilet alsak” diyorum kendi kendime ama işte kendi kendime dediğim için öylece kalıyor. Bari birilerine falan söyleyeyim de ben unutursam beni dürtsünler.

- Alışverişe gitmek. Çok komik ya, iş için onca mağaza geziyorum ama kendime bir çul almışlığım yok. Mesleki deformasyon şerefsizim!

- Maça gitmek. En çok bunu özledim galiba. Dün akşam da o kadar geyiğini yapınca fark ettim ki 2 seneye yaklaşmış gitmeyeli. Ulan stadı yıkacaklar nerdeyse! Zaten tutturmuşlar bir “butik stad”. O ne demekse? Stadın butiği mi olur? Hele de Beşiktaş için. O taraftarı nasıl bir “butiğe” koymayı düşünüyorlar acaba? Bak yine sinirlendim.

- Listeler yapmak zorunda kalmamak. Kalmasam, her aklıma geleni yapsam, o anda yapsam, canım istediğinde yapsam. Ya tamam ben de yapamıyorum demedim de sarkıyor. Bir bakmışım ki haftalar ay hatta sene olmuş. Yuh diyorum sonra işte böyle.

GECE YARISI

Bir varmış, iki yokmuş. Sonra yine varmış, sonra yine yokmuş. Acayip. Mehter takımı gibi bir ileri iki geri. Kararsız adımlar; atsam mı atmasam mı der gibi. Yapsam mı yapmasam mı? Kafamdan geçenleri yapsam mı yapmasam mı? Elimi nereye koymalıyım, ayağımı nereye basmalıyım, başımı ne tarafa çevirmeliyim, yüzüm ne tarafa dönük olmalı? Ya da yüzüm bir tarafa dönük olmalı mı? Belki de sadece camdan dışarı bakmalıyım.
Az önce o kadın, boynunda turuncu çiçekler asılı adama bakıp "hayatım boyunca..." ile başlayan uzun bir cümle kurdu ve adam o kadına "sen hayatım boyunca duyduğum en güzel şeysin" dedi ve ben hangi camdan dışarı bakmalıyım hala bilmiyorum.
Asla saçıma sarı röfle yaptırmamalıyım.
Bir de ben yeşil taşlı bir yüzük istiyorum.

not: gece yarısı izlenen filmler midede şişkinlik yapabilir.

10 Ocak 2012 Salı

UÇAN BALONDAN UÇANLAR



Yazacak o kadar şey varken yazacak adam yoktu son birkaç gündür ve sonuç olarak yazacak bir şeyim kalmadı. Biz kadınlar ve siz erkekler gibi bir şeyler yazabilirim mesela. Çünkü şu son 3 günde bir kere daha fark ettim ki; ulan ne kadar alakasız yerlerden bakıyoruz olaylara! Önem verdiğimiz şeyler -ki erkeklerin pek fazla şeye önem verdiği söylenemez- , aradığımız ya da peşinden gittiğimiz şeyler çok farklı. Apayrı yaratıklarız sanki. Ama işin komiği bütün bu apayrılığımıza rağmen bir arada kalmaya çalışıyoruz. Nasıl olacak bu iş? Oldurmak için yaptıklarımız düşünülürse aslında olması lazım ama olmuyor işte bazen. Çünkü bazen çok zorluyoruz. Olmayacak insanlar için akıl almaz vakit kayıpları… Ha diyeceksiniz “nereden bilelim”; ben de diyeceğim ki “saçmalamayın la!” Birisiyle yapamayacağınızı anlamak için aylar ya da yıllar geçmesine gerek yok, bence bir gecede de anlayabilirsiniz. Tamam, abarttım, bir gecede olmasa da birkaç haftada anlarsınız herhalde. “Eşek değilsiniz ya” ya bağladım farkındaysanız. Ama anladığınız halde kalıyorsanız; o sizin probleminiz dostum.
Yani bak şimdi, hatundan/adamdan sana fayda gelmeyeceği belli. Mal bu, elimizde ki bu kadar, ne eksik ne fazla. Sen de inatla yok ben illa sürükleyeceğim bunu diye uğraşıyorsan iki seçenek var: ya mazoşistsindir ya da canın gerçekten çok sıkılıyordur. Git kendine bir hobi (bu kelimeyi de bi türlü sevemedim), bir uğraş (bu daha iyi sanki) falan bul derim ben. Mesela ahşap boyama yap, yogaya başla, ya ben ne bileyim, ikebana öğren. Maksat boş işlerle uğraşmak yerine vatana millete faydalı bir insan olmak.
Zaten istediğiniz kadar zorlayın, çok şişirilmiş balon gibi, süresi ya da yeri dolunca pat diye patlıyor suratınıza. Sonra sesinden ayrı ürküyorsunuz havasından ayrı. Hatta o kadar ki bir süre balonlardan uzak durayım diyorsunuz. Ama o kadar şirin, canlı ve renkli ki keratalar; dayanamıyorsunuz. Bari o iğneleri kaldırın, sigaraları söndürün, koltuklarınızı dik konuma yok, o değil, devam edelim. Ya uçan balon arkadaşım işte. Sıkıca bağlamazsan bileğine uçar gider. İçini boşaltırsan söner gider. Gereğinden fazla yan yana kalınca da pörsür böyle, buruşur, buna birlikte yaşlanmak da denebilir, itinayla metafor yaratılır. Ben bir keresinde vakti zamanında bana alınmış bir uçan balonu söndürüp çekmecemde 2 sene saklamıştım. Kafama tüküreyim! Hepsi Galata Kulesi yüzünden. Bak, neyse bu sefer de aklıma başka bir şey geldi. Zaten her şey bittiğinde çekmecede ki o “şey” bir anda pörsük, tuhaf renkli plastik bir şey oluvermişti. Ne tuhaf…
Tuhafız işte vesselam. Demem o ki, biraz ayılsak mı? Hani, arada bir “ne yapıyorum acaba ben” desek mi? Demiyorum ki sürekli sorgulayın herkesi, kendinizi, her şeyi. O daha da beter. Ben sadece bu kadar da boşlamayın canım diyorum. Çünkü o arada başka başka şeyler de gidiyor elden, sonradan fark ediyoruz.

4 Ocak 2012 Çarşamba

KIZSAL DURUMLAR

Normal birşeyler yazayım diyeceğim, kanal değiştiriken önünden geçtiğim TNT de Yaşamın Şifreleri diye bir progam var ve alt yazı olarak: "John Travolta ölümsüz mü? Travolta'nın 150 yıllık resimleri bulundu" diye bir şey okudum. Arkadaşım, bu adamlar ne kullanıyorsa bana da söylesinler, bu neyin kafası?
Neyse, konumuz o değil. Onu sonra konuşuruz.
Bu dünyada ki en tehlikeli şey nedir? Hayır hayır onların hiç biri değil. Cevap veriyorum; zamanında  regl olamamış kadın. Hamile olma riskinin yarattığı gerilimi geçelim; o benim konum değil. Bilenler anlatsın. Ben ancak psikolojik dış gebelik durumunda falan konuşabilirim belki. Ama öteki kısımlara gelince: strestir, sinirdir, sıkıntıdır, konuşalım tabi. Eskiden bunlar hakkında da çok konuşamazdım ama yaşlandıkça benim sinir katsayımda da oynamalar oldu sanırım. Ki ben pek bi sorunsuz pek bir sakinimdir. Ezikböcek, yıllar sonra kız arkadaşları olacak kadar büyüdüğünde bana demişti "ama sen hiç öyle değildin" diye. Yazık lan çocuğa... Zaten size bir şey diyeyim mi, şu erkek milletine acımaya en yakın hisleri duyduğum durumlar; sevgilisinin, karısının, annesinin, kız kardeşinin, müdürünün, asistanının, temizlikçisinin, lokantada ki garsonun, kısacası etrafında ki herhangi bir kadının regl olduğu dönemde onlarla muhatap olmak zorunda kaldıkları zamanlardır. Hayır, anlamıyorlar durumu; anlamadıkları içinde iyice boka batıyorlar. Bi konuşma, cevap verme değil mi? Dur, dur, ilgisiz davran da demedik, o daha büyük bir felaket. Ve evet kaçışın yok, bu her ay olacak. Yani uğraşma, kasma boşuna, kabul et geç. Bağırır, çağırır geçer. Altı üstü 3-5 gün. İki paket çikolata alırsın, bi sıcak su torbası kaparsın; haneye yüksek puan olarak geçer.
De işte bir de zamanında olamadıysa hatun o zaman yandın. N'apcaz, onla beraber bekleyeceksin sen de. O stresi, şişkinliği atıp kurtulana kadar dinleyeceksin dırdırını. "ya ben bu kıyafetlerin içine sığamıyorum kieee, dana gibi oldum!" cümlesinden hemen sonra şefkat ve anlayışlı bir cümle kuracaksın. Buna karşılık hatun "sen benimle dalga mı geçiyorsun, ben bilmiyor muyum kendimie?" derse, yutkunup "haklısın hayatım" la bitireceksin. Ay ne var, ayda 2-3 gün yapıver, ölmezsin! Zaten tersi bir durumda hayatın zindan olacağı için bu, en iyi yol, kabul edelim.
Hayır, kadınlar bunu kapris yapmak için fırsat olarak görmüyorlar. Önce şunda bir anlaşalım; bir kadın kapris yapacaksa her türlü şart ve konumda yapar (bkz: Lost, ilk sezonda ki Shannon). Buna mı kaldı? Ayrıca isteyerek yapmıyorlar. Valla bak, insanın içinden resmen canavar çıkıyor. Bir tür Doktor Jeykıl-Mistır Hayd durumu. Kendin bile şaşıyorsun böyle, mağazada o anda beğendiğin mavi kazağın M bedeni kalmamış ve S bedeni de dar gelmişse; deneme kabininde oturup ağlıyorsun falan mesela. Ya da izlediğin filmde ki adam, kadını aldatıp yatakta basılınca o anda yanında oturan adama bakıp tam suratının ortasına bir Osmanlı tokadı atmak isteyebiliyorsun.
Uzatmyalım, tamam. Bu yazıyı buraya kadar okuyan erkek varsa zaten hala umut var demektir. Aferin len size, baya baya seviyonuz bizi di mi?

3 Ocak 2012 Salı

BİR PİRELLİ TAKVİMİ DEĞİL AMA YİNE DE 2012



Sevgili Blog,

Kıçımı kırıp oturamadığımdan bir türlü yazamadığım “geçmiş yıl değerlendirmesi-yeni yıl karşılaması” yazımı bugün Ricky Martin’in erkek sevgilisi Bilmem ne Gonzales ile evleneceğini duyunca artık yazayım dedim. Neden? Çünkü beni umutsuzluklardan umutsuzluklara gark eden bu olay neticesinde, bir kere daha ne kadar talihsiz….tamam abartmayalım. Yeşilçam melodramına dönmeden paragraf değiştiriyorum.
Geçen yıldan ne öğrendik? Valla şahsen ben hala bir şey öğrenemediğimi öğrendim. Bu da bir şeydir diye kendimi avutuyorum. Öğrenmiş olsam bir yılımı daha ne istediğini bilmeyen adamlarla heba etmezdim. Vakti zamanında “ay ben kimseyi feysten falan silmem, o da bir tepkidir yapmam” ayakları çekmiş olsam da, bu sabah ilk defa adamın birini hem feysten hem tivitırdan silerek; sosyal alemde insan terk etme eyleminden nasibimi almış oldum. Gerçi benimki daha ziyade bir tavşan ve dağ hesabıydı ama olsun.
Modern zamanların modern sorunları… Ne kadar itiraz etsek ya da “işim olmaz” tripleri atsak da kabul edelim ki hepimiz bir başkasının medeni halini feysinde ki profilinden çıkarıyoruz. Ya da direkt sorabilirsiniz: hayatında biri var mı? Keşke feyste başka seçenekler de olsa. Misal; “hayatımda biri yok, zaten ben sadece takılmak istiyorum” gibi.
E ben bu adamı neden sildim? Söyleyeyim; hala bir şey hissettiğimden değil tabi ki. Sadece ve sadece onunla ilgili gelen her bildirimde adını ve hatta yüzünü görmek zorunda kalarak sinirlendiğimden. Ay deli miyim kendi kendimi sinirlendirmeye devam edeyim? Silerim, gider. Zaten çok da fifi! Ha adını bir gömleğe koyduğum ve o modelin her sorunu ile ilgili gelen mailde zaten küfrettiğim için; sinir kontenjanımız zaten doluydu.
Bak mesele ben aslında gayet sinirlenebilen bir insan olduğumu öğrendim. Ve insanlara olan sabrımın giderek azaldığını fark ettim. Eskiye göre, sevmediğim hoşlanmadığım insanlara daha rahat mesafe koyduğumu gördüm. Ve artık sonunda, nihayet 30 yaşında, Mayalara göre dünyamızın sonunun geldiği 2012 ye girerken, herkese kendimi sevdirmek gibi bir zorunluluğum olmadığını anladım.

Bak, saydıkça ne kadar çok şey anlamışım, görmüşüm.

Saçımı maviye boyatmam doğru bir karardı.

Burnumu deldirmem de doğru bir karardı.

Bu hayatta hem yurt içinde hem yurt dışında doğum günü kutlamak nasip oldu.

Amerika’ya gitmek yine nasip olmadı.

Kardeşim Ankaralı bir memur oldu.

Babam yeniden kitap okumaya başladı.

Gamzem evlenmeye karar verdi ve nişanlandı.

Naloşum boşandı.

Kuzenim sonunda aşık oldu!

Ben reddedildim.

Annem yeniden resme başladı.

İlk defa bir erkek bana yemek pişirdi.

Kilo aldım ve veremiyorum.

Kitap bitti.

Tivitıra alıştım.

Tivitır yüzünden gereksiz şeyler de yaptım.

Sınavdan geçemedim, gayet çaktım.

Spor salonunu bıraktım.

Kickboksa başladım.

Boğaz da rakı içerken sirtaki; Atina da uzo içerken Tarkan dinledim.

Şangay da bir 4 yol ortasında ki çiçek tarhına kustum (long island’dan nefret ediyorum!)

Amerikalı bir davulcu bana asıldı.

Başka bir Amerikalı beni Berlin’e çağırdı. (Amerika’ya gitmesem mi ben?)

Nihayet mutfağa perde taktım. (pardon tabi ki ben takmadım, benim boyum yeter mi? Boyu yeten biri taktı)

Rejime başladım.

Hala okuyamadığım kitaplar var, bu sene de kaldılar.

Ben hala Eşkıya’yı izlemedim(indirin elinizi!)

Sem, saçını kestirdi. (evet, topu topu 10 cm ama kestirdi)

Yani işte demem o ki, herkes bir şey yaptı, daha da yapacağız. Önümüzde yeniden bir 365 gün daha, bir dakika bu çok saçma, önümüzde kaç gün olduğunu nerden bileceğiz ki? Şöyle yapalım: önümüzde ölmez sağ kalırsak bir 365 günlük zaman dilimi daha var. İnsan olun biraz yani! Kalkın bakayım, Ocak ayı gelmiş hava hala dışarıda yürünebilecek kadar iyi. Kar yağmıyor, rüzgar esmiyor. İnin bakayım Galata Kulesi'ne doğru yokuş aşağı, oh, mis!
Not: Yazının başlığında ki resim sadece ilgi çekmek üzere oraya konmuştur. Yok ne sandınız, gerçekten Pirelli takvimi mi koyacaktım!