29 Haziran 2012 Cuma

ADALARDAN BİR YAR GELİR BİZLERE



Bayanlar Baylar,

Barika yurda döndü! Ama ne dönüş… Yatak döşek. Şöyle ki; Bangladeş’ten döndüğüm gecenin sabahı önce Tekirdağ’a sonra Çanakkale’ye oradan da Bozcaada’ya geçerek; “vücudumuzu hırpalayalım” ünitesine giriş yaptım. (Eskiden üniteler hatta bir de ünite dergileri vardı ilkokulda, bilir misiniz? O zamanlar ilkokul beş seneydi, arkasından gelen üç seneye de ortaokul denirdi.)

Gezmek bizim ailede kalıtsal bir hastalık gibi. Kurtluyuz biz ailecek. İki gün yerimizde dursak sıkıntılanıyoruz.

Kafamın, aklımın ve bünyemin fevkalade karışık olduğu zamanlarda daha çok gidesim oluyor. Gitmek tabi ki kaçmak olmuyor, kaçmaya uzaktan yakından benzemiyor ama bir tür aralanma oluyor. Gittiğim yerlerin, kimlerle gittiğimin, neyle gittiğimin bir önemi yok. Eğer bir kere bile bir hava alanında ya da bir otobüste ağlamışsanız; artık tüm hava alanları ve otobüsler kirlenmiş oluyor. O, bünyeyi darmadağın edenler sizinle seyahat ettiği sürece her şey aynı kalıyor. Sekiz saatlik cam kenarı koltuk seansı bir anda gerçekle hayalin birbirine karıştığı başka bir seans oluveriyor. Yapabiliyorsanız yalnız çıkın yola. Yol arkadaşlarınız olsun ama siz yalnız olun.

Neyse, dağıtmayalım. O kadar yoldan sonra tabi ki hasta olup yatak döşek yatmam normaldi. Neden, çünkü insanlar klimaları -1432 derecede çalıştırıyor! Morg mu işletiyorsunuz arkadaşım? Boyun, omuz ne varsa tutuldu. Arka tarafımda taş gibi bir T bölgesi oluştu. Masaj konusunda yardımcı olacağını ima eden ama kılını dahi kıpırdatmayan bir takım arkadaşlar da artık, bilemiyorum…

Bangladeş, bildiğimizin dışında biraz daha karışmış, biraz daha isyankar, biraz daha anarşik (bu lafın da hastasıyım) bir halde. Onun dışında yağmur sezonu. Ne mutlu bize çünkü indiğimizde hava 38 dereceydi. Tam biz fenalık geçirmek üzereyken ertesi gün yağmur başladı ve hava biraz daha yaşanır bir hale geldi. Ha bir de mango sezonu ki ne mutlu bana. Seviyorum, ne yapayım. Zaten sağ olsun onlar da bana tabak tabak veriyorlar. Şu bir hafta hayatım mango yiyip kahve içerek geçti.
Sonra, Bozcaada…

Ama önce Tekirdağ - Çanakkale yolu. Anasını sattığımın adasına 8 saatte gidip, 8 saatte döndük. Ulan o sürede ben Bangladeş’e uçtum ya! Valla arabayı İco kullandı ama vitesleri ben değiştirdim yani benim de payım var aslında bunda. Arka koltukta oturan Mayram’ın ineklerini hayal etmek dışında bir payı yok bu sürede. Arka arabadaki zırtapozlara da bir şey demeyeyim hadi. Hayal edin, altı kız (Dur! Vazgeçtim, etmeyin) toplanıp bir adaya tatile giderler. (Çeşitli korku filmleri böyle başlar zaten. Bir grup ebleh genç toplanıp, yolu izi birbirine karışmış, ıssız bir adaya tatile giderler. Hayır, neden? Geri zekalı mısınız? Yer mi bitti de kuş uçmaz adanın ortasında bir ahşap kulübeye tatil yapmaya gidiyorsunuz. İki insan içine karışın, on lira fazla verin de otelde kalın. Hey Allahım!) Ne diyordum ben, ha, altı kız toplandık, Bozcaada’ya gittik. Şarap tadım festivaliymiş. Sonuç; odada açtığımız kırmızı şarap şişesinden aldığım bir yudum buruk şarap dışında bir gram şarap içmeden geri geldim. Neden? Mezeler, rakı mezesiydi dostum. Mezeler… O restoranın aşçısıyla evlenebilirim. Ama o kadar küçük ki ancak evlatlık alabilirim. Zaten ilk akşam, “afiyet olsun” demek için masamıza geldiğinde kalkıp çocuğu yanaklarından şap şup öptüğüm için; ikinci gece masaya beş metreden fazla yaklaşamadı. Artık nasıl öptüysem, hayattan soğudu çocuk herhalde. Çok yemekten ölünür mü bilmem ama zevkten yani yemek yemenin zevkinden ölünseydi ben o gece ölürdüm. (İlgilenen arkadaşlar için yerin adı Sandal Restoran)

Kaldığımız pansiyonda ki beyaz peynir kılıklı kızı gecenin birinde “biz kahve içebilir miyiz” diye uyandırdığımız için bizi bir daha o pansiyona almayabilirler ama onun dışında hiçbir sorunumuz olmadı. Altı kız, iki gün bir arada kalmayı başardık. Survivor Bozcaada! Emeği geçen herkese teşekkürler.

Şu an itibariyle de annemle babam adadalar. Ailecek çıkarma yaptık. #ezikböcek eksik kaldı bir tek, yazık. O da Ankara’da rakıları güpletiyor, ne yapayım. (Aha bu aşamada hükümet buraya el atabilir. Rtük tarafından bloğum karartılabilir)

Bu hafta sonu da “kır kıçını da evde otur kızım” ısrarlarına rağmen, #obsesifmakinist’in de bloğunda belirttiği üzere Kaş’tayız. Aferin bize. Bünye kendini daldığı sularda bırakacak sonunda. Dün bir “arkadaş” ın “nasıl dayanıyor o bünye şaşıyordum zaten” cümlesinin de ispatladığı nazar değmesini atlattığımızı umuyorum. Yeniden deniz, kum (çakıl da olabilir), güneş üçgeninde; yüzücü sırtı atletimle sağda solda yanıp saçma sapan yanıklar sahibi olmamak umudundayım.

Döndüğümde yine görüşelim olur mu, bunu saymam. Karpuz keserim size. Ya o değil de yaz bitecek ben hala karpuz yemedim iyi mi!

Meraklısına not: Evet, o fotoğrafta ki benim.

27 Haziran 2012 Çarşamba

barika'nın kuyusu: SOĞUK SU

barika'nın kuyusu: SOĞUK SU: Yaz demek aşk demek, sevişmek demek, bilmem ne demek falan diyeceğim ama hükümetimiz bu konuda biraz hassas fark ettiyseniz. Yani seviş...

SOĞUK SU



Yaz demek aşk demek, sevişmek demek, bilmem ne demek falan diyeceğim ama hükümetimiz bu konuda biraz hassas fark ettiyseniz. Yani sevişmeden önce bir durun düşünün derim ben. Ben mi? Ben hep düşünürüm zaten. Hayır, sürekli sevişmeyi düşünürüm demedim -ki buna neden olan bir adam tanımıştım- , sevişmeden önce düşünürüm dedim. "Düşünülecek ne var ki" dersini yeni öğrendim, üzerime gelmeyin. Tam öğrendim; uygulama yapılacak alana giriş izni kaldırıldı. Ne yapalım, o da arazinin sorunu. Geri çekildik.
Zaten mesele bu geri çekilme kısmında. Geri çekilmek demek, pılımızı pırtımızı toplayıp, ortamdan uzaklaşmak demek. Uzaktan seyretmek demek. Aklımıza geleni yapmamak, yapacak gibi olduğumuzda yutkunmak demek. Çünkü geri çekilmek; geri püskürtülmek demek. Çok sert! (bkz: son dönemde moda olmuş tabirler)
Birinin sizi iteklediğini fark ettiğiniz anda durun. Hani o, ellerini, göğsünüze dayamış sizi itiyor ya, hah işte, siz durun ve bir anda önünden çekilin. O da burnunun üstüne düşsün, mendebur n'olcak! Acımayın. O size acıdımı elleri böğrünüzü deşerek sizi iteklerken? Acımadı. Siz de acımayın.
Madem geri püskürtülüyoruz, tamam, çekiliriz. Orduları toplarız. Askerleri geri çağırırırız. İşgal ettiğimiz topraklardan gerisin geriye döner, çıkarız. Ama bizi çok ararsınız. Kimse işgalcisini aramaz mı? Hahayt! Stockholm Sendromu. Bir kere canınızı yakmasak, bizi zaten istemezdiniz, arzulamazdınız. Ben hep canımı yakanları istedim.(iki dakka uslu olun, sado-mazo bir şey anlatmıyoruz burada) Derimde ve derinde iz bırakacağını bildiğim adamları arzuladım hep. Dur ya, zaten şu hayatta kaç adamı kelime anlamı ile arzulamışım ki?
Hastayım, ateşim var. Dışarıda ki sıcağa, vücutta ki sıcak da eklenince; beynin sağlam kalan hücreleri de buharlaşarak yok olmaya başladı zaar. Baksanıza saçmalıyorum. Ayrıca bünye, bu saatte evde olmaya alışık değil. Gündüz düşlerine bağışıklığı yok. "Kalkıp gelsen de bir yanıma uzansan" deme cesaretini yitirdiğim adamın, yanımda uzandığına dair hayal görmem hayra alamet değil. Alametlerle işim yoktur genelde ama ateşten ötürü havale neyin mi geçirdim acaba?
Oldum olası soğuk su içemem, mutlaka ılık suyla aşılar da içerim. Ama yüzüme çarparım. Çarpayım.

18 Haziran 2012 Pazartesi

TROPİK YAĞMURUN ETTİKLERİ



Size bir tropik iklim saçmalığı söyleyeyim mi: 38 dereceden, sağanak yağmura yatay geçiş yapmak. Vücut da şaşırdı. Hava sıcak, nemli ama elim kadar yağmur yağıyor dışarıda. Zaten uyku düzenimiz tropik iklimden bağımsız olarak ayrıca bozuldu. Yok öyle jetlag gibi sebeplerden değil, ayarsızlıktan. Saat farkının çok olduğu iki ülke arasında iş yapıyorsanız şöyle bir olay vardır: geride kalan ülkede ofis kapanana kadar, ileri olan ülkede devam edersiniz. Tamam, en azından bizde öyle oluyor diyelim. Üzerine "iş bitti, kafayı dağıtalım” da eklenince bir bakmışsınız saat bilmem kaç olmuş. Üç saatlik fark aslında çok değil, altı saatlik Çin farkı düşünülünce bu, onun yarısı ama yine de üç saat fazladan çalışmanız lazım. Neyse, çalışmak bize koyan bir şey değil. Elimde ki en önemli şey işim sanırım bu aralar. Yok ya, bayadır öyle sanırım.

Belli bir yaşı geçince (yaşlanan kadın konuşması, dikkat!) ve kariyerle başka şeyler arasında ki seçimi çok önce yapmışsanız, artık geri dönüş biraz zor oluyor. Harika bir kariyerim olduğu için söylemiyorum bunu. Söylüyorum çünkü o seçimi yapmak zorunda bırakıldığım zamanlarda ve şimdi yine bırakılmış olsam hep işi seçerdim, biliyorum. Bu kafa, o kafa işte. Hayatımda bir kere, bir erkek için, sadece bir erkek için içimden şunu geçirdim: bana şimdi “kalk gidelim buradan” dese; nereye diye bile sormam; hatta sanırım ceketimi bile almam. Ama o adam da bunu bilmiyor, bilmeyecek. Şu anda burada, bu kadar yakınımda olduğu halde hem de… Zaten artık ne o bana gel der ne de ben giderim. Onun dışında da kimse için bunu hissetmedim.

Pişmanlıktan yazmıyorum çünkü pişman değilim. Yaptığım işi seviyorum (abartmayalım, çoğu zaman seviyorum) ve daha iyisi, daha fazlası olsun istiyorum. Hayatımın merkezinde demeyelim ama çok yer kaplıyor diyelim. Çünkü yapısı gereği sürekli düşünmeme neden oluyor. Yine de yememe, içmeme, gezmeme, eğlenmeme asla mani olmadı. Arada ki dengeyi -ne olursa olsun- tutturmak zorundasınız. Yoksa araç olması gereken şeyler amaç oluyor. O iş para kazanasınız, o para da yiyesiniz diye var. Kargo pantolonuyla gömmeyecekler sizi! Bir ev almak, bir arsa sahibi olmak, otel dikmek, site kurmak, rezidansta yaşamak gibi hayalleriniz varsa; kolay gelsin. Valla diyorum. Ama ne olur hayalini kurduğunuz şeyin esiri olmayın. Sırf ev alacağım diye kendinizi hayattan soyutlayıp kapanmayın. Alırsınız anasını satayım! Belki Mısır’da bilmediğiniz bir dedeniz vardır. Tamam ben de gökten size Mortgage düşer demiyorum ama işte, sadece bokunu da çıkarmayın diyorum. Alıp başınızı gitme, bir iki günlüğüne bir yerlere kaçma, felekten bir gece çalma hakkınızı lütfen saklı tutun. Atla deve değil! Arada bir kaçamak yapmaktan kimse ölmez. Evden tuğla eksiltmezsiniz korkmayın.

Tabi hayatında hiçbir uzun vadeli plan yapamayan, aklına eseni yapmakta sakınca görmeyen, “kalk gidelim”leri çokça olan birinin bunları söylemesi kolay di mi? Sanmayın ki benim işim de çok kolay. Değil. Bu plansızlıkların başa açtığı karmaşalar da az olmuyor valla. Ayrıca hiçbir zaman kenarda birikmiş parası olmamış biri olduğum için çok zorlandığım dönemler de olmadı değil. Ah #ezikböcek çok iyi bilir o zamanları. Bir pastane bahçesinde cebimizde ki son iki lirayla çay içip; almayı planladığımız kaparoyu alamayınca dımdızlak ortada kaldığımız o zamanı da hatırlar. Ben oturmuş sinirden ağlarken çocukcağız parayı bulmuştu bile bir yerlerden. Aman neyse, insaniyetsiz bir ev sahibi-kiracı hikayesidir. Metropol insanının mide bulandıran paranoyasına örnektir. Gereksizdir.

Demem o ki ahali, yaşamaya ara vermeyin. Her şey bir arada gidebilir. Peynirin üzerine vişne reçeli döküp yediniz mi hiç? Iyy demeyin boşuna, ne dedim; her şey bir arada gidebilir.

Not: Hollanda-Portekiz maçını Hollandalıların arasında izlesek de Portekiz’i tutarız. E ne dedik, Portekizliler güzel insanlar, sevelim. Severiz. Seviyoruz. Sevdik. Falan…

15 Haziran 2012 Cuma

TAŞ YERİNDE AĞIRDIR






Barikanız Bangladeş’te.


Yine…

Bazı şeyler hiç değişmese de bazı şeylerin değişmesi iyi bir şey. Zaten değişmesi lazım. İnsanlar da değişiyor. Bakınız ben. Yok lan, o kadar da değil ama işte, biraz değiştim. Eskisi kadar çok takmıyorum artık bazı şeyleri, olayları, insanları… Zaten insanları takmayı bırakınca baya bir ilerleme kaydediyorsunuz. Ha bunu nasıl yapacağız derseniz nefis bir deyimimiz var hani bizim, “adam yerine koymak” diye; işte onu yapmayacaksınız. O zaman olur. Çünkü siz adam yerine koydukça onlar da kendilerini adam sanıyorlar. Sonra bir bakmışsınız Sıla’nın dediği olmuş: “iki kuruşluk adamları musallat ettik ömrümüze, ondandır böyle dibe vuruşumuz”.

Değişmek demişken, nereden baksanız iki yıl olmuş buralarda “patates kızartması” olayı kopalı. Anam ne kopuştu hakikaten! Hatırlayan var mı diyeceğim ama size çok da ayrıntılı anlatmadım. Zaten anlatılmaz, ayıp. Ama bir özet yapmış idim: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2012/02/patates-kizartmasi.html

İşte o zamandan bu zamana taşlar, iki insanın arasında o taşlar oynadığında ne kadar yerine oturabilirse o kadar yerine oturdu. Çok fena dağıtmıştım, doğal olarak zaman aldı. Ama oldu. Hatta baya iyi oldu. Hayat, karşıma sıfırdan başlayabilen birkaç adam çıkardı neyse ki.(Bir ara hatırlatın da en birincisini de anlatayım) Yoksa hepsinin bir yerlerde takılı kalıp sonunda da yok olmayı seçtiklerine inanacaktım. Hayat devam ediyor ama onlar edemiyorlar. Daha doğrusu biz edemiyoruz. Ama ettik. Hatta baya ettik. Yeniden karşılıklı oturamayız, konuşamayız, gülemeyiz, hala birbirimizden kaçar aynı odada yabancı gibi durmaya devam ederiz sandığım yerden; başladığımız yere, bunlar olmadan öncesine gelmiş olmamız bir başarı bizim için. Herkes herkese bir şey öğretiyor.
Benim bu taşları yerinden oynatma huyum ondan sonra başladı zaten. Eskiden cesaret edemezdim. Şu bir türlü cesaret edemediğim şeylere cesaret edebilmemi sağlayanlardan birisidir “patates kızartması”. (ulan böyle takma isim mi olur, tövbe tövbe) hatta belki de ilkidir. Ve o bilmez ama kendimle ilgili önceden haberim olmayan şeyler keşfetmemi sağlamışlığı da vardır. “Ya ben yapamam ki öyle bir şey, olmaz ki öyle şey, daha neler artık” dediğim o şeyleri; bir gecede değiştirmişliği vardır. Bana bir şeyler öğretmişliği vardır. O yüzden hala kıymeti vardır. Var. Kıymet bilirim ben hatta üstüne kıymetimi de bilmeye başladım; iyi oldu. Siz de bilin. Çünkü siz bilmeyince başkaları da bilmiyor.

Not: Portekizliler güzel insanlar, sevelim.


12 Haziran 2012 Salı

barika'nın kuyusu: GELDİ DÜĞÜN ALAYI FALAN

barika'nın kuyusu: GELDİ DÜĞÜN ALAYI FALAN: Düğünler gelinler içindir. Öyle olmasa kadınlar; onca saç, makyaj, tarlatan ve tel toka eziyetine katlanmazdı. O gelin topuzu dediğiniz...

GELDİ DÜĞÜN ALAYI FALAN



Düğünler gelinler içindir. Öyle olmasa kadınlar; onca saç, makyaj, tarlatan ve tel toka eziyetine katlanmazdı. O gelin topuzu dediğiniz şeyin, saçların firketeler yardımı ile kafa derisine yeniden eklenmesi olduğunu bilmeniz lazım. Bilin! Düğün gecesi gelinle damadın kasap havasından, damat halayından vesaireden hali kalmışsa bile, gelinin saçını açmaya çalışırken uykuları geleceği için gerdeğe girememeleri çok mümkün. Ha bir de gelinlik denilen nesne var. Dışarıdan bakıldığında sanki ayaklarınız yokmuşçasına ve havada süzülürmüşçesine sizi yerden kesen, kabarık bembeyaz o elbise; aslında bir kamuflaj. Hemen altında tarlatan denilen, tellerden yapılma bir etek, üzerinde bütün gece dik durmanız ve hatta hoplayıp zıplamanız gereken 10 santimlik bir topuklu ve heyecandan titreyen bacaklar bulunduran bir kamuflaj. Duvak ise, tel tokalar (yine çıktılar bak) ile saça iliştirilen o yüzden de zırt pırt düşecekmiş gibi bir his bırakan, elinizle ikide bir yoklamanız ya da düzeltmeniz gereken bir tül parçası nihayetinde. Ki uzun olanına etrafınızda kaç kişi varsa basar ve o tel tokalarla birlikte saçınızı ve kafa derinizin bir kısmını da alarak “ay pardon canığğmmm” derler. Böyle durumlarda adam vurmak nefsi müdafaaya girer, devam ediniz. Gelin makyajı… Hımmm, porselen makyaj. En riskli kısım. Bizim kına saçını yaptırdığımız yerde gelinin birinin üzerine bir kilo sim döktüler, kızın derisi görünmüyordu. Hatta bence bütün gözenekleri kapanmıştı ve o gece pistin ortasında yığıldığında kimse bunun “sim zehirlenmesi” olduğunu anlamayacaktı ki; ablası kollarını ve göğsünü lavaboda yıkayarak bir faciayı önledi.


Buzdağının içeriden görünen kısmı bu kadar değil ama dışarıdan görünen kısmı nasıl güzel, nasıl zarif, nasıl çekici; insan bakmaya doyamıyor. Her yere nazar boncuğu saçasın geliyor. Hele bir de içinde ki çocukluk arkadaşınsa…

Ama o arkadaşın bana ettiğini insana düşmanı etmez! Ya aynı yaştayız, neredeyse aynı boydayız, onun ayağı 34 numara benim 36 (onda da ayak yok anasını satayım!) ama o, benden önce evlendi. İyi halt yedi! Sayesinde birlikte ve içinde büyüdüğümüz bütün ahali kafaları bana çevirdi bir anda. Ne var? Evet, ben de otuz yaşımı geçtim. Evet, ben hala bekarım ve sanırım çok ama çok uzun zaman daha öyle kalacağım. Ah elimde kalasıca erkekler adam olmayı öğrenene kadar evimde kalacağım. Böyle çok mutluyum, huzurluyum. Yıllardır söylüyorum inanmıyorsunuz: “Ben böyle iyiyim”. Bu halimle bile, yani kimseden bir şey beklemezken, istemezken sadece elimdekilerle yetinmeyi bilirken bile, önlerine acayip şartlı bir anlaşma koymuşum gibi davranıyor adamlar. Ne evlenmesi? Daha ilişki denen şeyden bile ödleri kopuyor. Hatta ne ilişkisi, aynı yatağa bile….. tövbe tövbe! Bak yine tepem attı. Her neyse… Demem o ki sevgili büyüklerim ve küçüklerim, beni kendi halime bırakın gitsin. Bir de el atacağız demediler mi! Yahu nereye el atıyorsunuz? El atabilecek bir popülasyon var sanki etrafta. Ben söyleyeyim, yok. Ne yurt içinde ne de dışında. Yoksa bunca yıldır bunca yolculuk arasında elbet denk gelirdi di mi? Yani yapacak bir şey yok, el mel atmayın siz. Hallederim ben. (Neyi halledeceksem…)

İşte bütün bunların arasında elimde kına tepsisi, tepsinin üzerinde ki mumların alevinden yüzüm al al olmuş halde kızcağızın tepesinde dikiliyorum. (O halimi komik bulup kare kare resmimi çeken arkadaşlarla bilahare hesaplaşırız elbet.)Kız ağlatmak bir tarafa ben bir de pis pis sırıtıyorum, deli olduğumuzu düşünecekler. Zaten kınadan yaklaşık üç saat önce, yeni evlerinin yatak odasında makyaj yaparken konuştuklarımızı duysalar da öyle zannederlerdi. Ya da yine kınadan bir iki saat önce oturup kocaman Adana dürümleri lüplettiğimizi görseler. Anamın kınası sanki, hey Allahım. Bütün o heyecansızlık, ertesi gün yani düğün sabahı yerini doğal olarak strese bıraktı. Benim kına yakarken ağlatamadığımız arkadaşım, kuaförde kardeşini görünce dökülüverdi.

Sağdıç olacak kızlara tavsiyeler: pipet taşıyın. O makyajlı saçlı haliyle geline su içirmek zor oluyor. Pipet olursa kolay içer. Ha bir de pudra alın yanınıza. Ayakları terleyip o apartman gibi ayakkabıdan kayı kayıvermesin. Onun rujunu, telefonunu, terliklerini, peçetelerini, fotoğraf makinesini, çantasını vesairesini siz taşıyacaksınız ona göre. Ama zaten bıraksalar kızı da taşıyacaksınız, o kadar yani.

Bu arada açık hava düğün yeri işletmecilerine söylüyorum: o çimenlere topuklarımız batıyor, yürüyemiyoruz. Beton yol yapın ama yaparken de lütfen tüm yapın. Öyle şekilli olsun diye boşluklu yapıyorsunuz ya bu seferde aralara giriyor topuklar, yine yürüyemiyoruz. Azıcık mantık yahu!

Mantık demişken Antalya'dan İzmir'e neden İstanbul aktarmalı uçtum ben? Bir günde üç kere uçağa binilir mi kardeşim, ne gerek var?

Masa altına mutlaka içki lazım. Ayık kalmamak lazım. Yoksa ayık kafayla insan 250 kişiyi öpemez.

Damat halayı güzel bir şey ama o en son hızlandığı yerde topuklu ayakkabınızla yandakinin uzun eteğine zart diye basmayın tamam mı? Ayrıca lütfen halaylarda halay başını takip edelim. O üç ileri giderken siz kuzey doğu yönünde iki geri gitmeyin, hoş olmuyor.

Bütün bunlar bir yana da, kız vermek zor oluyor. Ama mutlu olduğunu bilmek hatta ayan beyan görmek güzel bir şey be! Darısı (isteyenlerin) başınıza, hadi bakayım.

11 Haziran 2012 Pazartesi

barika'nın kuyusu: PİLOT BÖLÜM

barika'nın kuyusu: PİLOT BÖLÜM: Artık ayaklarımın tabanı yok. E zaten çok kullanmıyorduk. Altı üstü üstüne basıyoruz. Anlatacak o kadar çok şey var ki... Düğünle ilgili a...

PİLOT BÖLÜM

Artık ayaklarımın tabanı yok. E zaten çok kullanmıyorduk. Altı üstü üstüne basıyoruz.
Anlatacak o kadar çok şey var ki... Düğünle ilgili ayrıntılar paylaşılacaktır ama ne oldu derseniz: Gamzem evlendi! Hani bu blogta arada satırlarda, cümlelerde adı geçen Gamzem var ya işte o, baya baya, ciddi ciddi evlendi. Böyle gelinlikli, nikah memurlu falan. Hatta canım, şaşkınlıktan beni nikah şahidi yaptı.
En iyi arkadaşınızın evlenmesinin bir iyi bir de kötü tarafı var. İyi tarafı; en iyi arkadaşınızın "evleniyor" olması. Kötü tarafı; "en iyi arkadaşınızın" evleniyor olması. Eskisi kadar sık görüşemiyor olmanızın bir önemi yok, bazı arkadaşlıklar bakidir. Yer ve zaman mevhumlarından bağımsızdır. Ayrı bir şeydir işte... Hatta Erol Evgin tarzı "İşte öyle bir şey" dir. Yıllar içinde birlikte büyümenin, birbirimizi büyütmenin getirdiği bir şeyler....
Bu son kalenin -aslında kalemin- düşüşünün sinyallerini ve ilk evrelerini vakti zamanında size anlatmıştım zaten. (Her şeyi bir çırpıda unutmayverin canım siz de!) Ama dün akşam o nikah masasında kendisini duvağın arkasında parıldayan gözlerle "evet" derken görene kadar son tuğla yerindeydi. Gerçi o son tuğlanın düşme sesini ben bile duymadım. O kadar eğleniyorduk yani!
Ah bugün bir bitsin, yarın olsun, size ballandıra ballandıra anlatacağım. Ama şimdi omzum, boynum ve ayaklarım "kes sesini" diye bağırıyor. O yüzden bunu bir pilot bölüm kabul edin, olur mu? O kadar hatrımız olsun be yav!

Not: Anaam! Kenan Doğulu bana şarkı yapmış. Dur hatta beni şarkı yapmış. İlk dinlediğimde yerlerde yatıyordum gülmekten. Kanepe diyor yahu!
http://www.youtube.com/watch?v=NMwXujV-130

7 Haziran 2012 Perşembe

BARİKA'NIN NEFRETİ




Bu hayatta en çok nefret ettiğin 3 şey nedir Barika?

- Ben bir kova su döküp balkonu yıkarken balkonda ki su giderinin tıkanması.

Arkadaşım o giderden karınca mı geçecek? Yapmışsın şey kadar, su geçene değin tıkanıyor. Ben de böyle bir kova suyun içinde şıp şıp kalakalıyorum. Biraz geniş yap di mi? Yaprak düşer tıkanır, böcek iner tıkanır. Bu ne canım!

- Evden çıkıp yarı yola gelince yanıma almam gereken herhangi bir şeyi unuttuğumu fark etmek.

O kadar sık oluyor ki; nefret artık bunu tanımlayacak bir his değil. Öte bir kelime lazım. Bıkkınlık, yorgunluk falan da denebilir. Unuttuğum şeyler de on numara ama: nüfus cüzdanı, telefon, e-bilet çıktısı, akbil (son dönemde istanbulkart), orkid, kapıya çıkarılacak çöp poşeti vesaire vesaire… Sonra; yürüdüğün yolu geri yürü, taksiyi geri çevir, minibüsten in ters yöne gidene bin. Akılsız başın cezasını komple bütün vücut çekiyor.

- Servisi kaçırmak.

Allahım bu nefret değil, bildiğiniz kabus! Korku filmi! Benim çalıştığım yerle oturduğum yerin arası aşağı yukarı 55 km. Yanlış okumadınız, elli beş dedim. Kıtalararası yolculuk bu, kolay mı? Uzun zamandır bu yolu çektiğim için artık bana çile olmaktan çıktı. Zaten servisle gidip gelirken nerdeyse evin önünden inip biniyorum. Böylece uykumu alıyorum, haftada iki kitap okuyorum, maillerimi okuyorum, tivitır, feysbuk falan takılıyorum, blogları takip ediyorum, piiii! Vakit çok. Amaaaa, olur da o servis kaçarsa… Bakınız Çarşamba sabahı olanlar: Sabah uyanılır, saate bakılır: yedi. Servisin beni alma saati geçeli 20 dakika olmuş. İçeriden ve dışarıdan baya sunturlu bir küfür savurulur. Bunun bir akşam önce Taksim’in ortasında üç tane adama el hareketi çekmiş olmamın bedeli olduğuna inanarak yataktan kalkılır. Sonrası; üç vasıta ve tam iki buçuk saat.

İki buçuk saatte iyi bir şoför İzmir’den Bodrum’a gidebilir. İyi ve hızlı bir şoför. Çok kılçıklı taze fasulye iki buçuk saatte pişebilir. Düdüklü tencereniz yoksa kuru fasulye, iki buçuk saatte haşlanabilir. Bir gelinin saçı iyi bir kuaförde iki buçuk saatte yapılabilir. Ama iki buçuk saatte evden işe gidilmez! Bir daha servisi kaçırırsam mazeret izni alıp işe gitmeyeceğim. Yani gitmesem daha iyi ve bence mazeretim de baya geçerli.

Nefret ettiğim bir şey daha var ama onu yazmayacağım. Yaz yaz nereye kadar, anlayan bu saate kadar anlardı. Kafası kalınsa ben ne yapayım! Yontsaymış bu yaşa kadar. hıh!

4 Haziran 2012 Pazartesi

GÜNÜ KURTARAN AUDREY



Bir kadını nasıl mutsuz edeceğini çok iyi bilen erkekler var: sabah saat 8.30 hem de Pazartesi sabahı.

Hayatımda çok az olmuştur, gecenin bir yarısı uyanıp sonra da bir daha uyuyamamak. (Bu hafta sonu sabahın altısında can havliyle uyandığım o gece sayılmaz, orada başka nedenler vardı.) Ama dün gece resmen uyku kaçtı benden. Beni tanıyan, benimle aynı odada ve hatta aynı yatakta uyumak şerefine nail olmuş herkes -ki baya azlar- bilir ki; ben söylemesi ayıp “öküz” gibi uyurum. Beni bıraktığınız yerde üç dakika sonra, kımıldamadan yatan ve derin derin nefes alan bir Barika bulursunuz. Sonra siz çalın, siz oynayın. Neyse işte, dün gece saat dört buçukta bir uyandım, uyanış o uyanış. Dön Allah dön yatakta… Uyuyamamak bir tarafa (neden uyuyamadığımı anlasam çözüm bulacağım ama onu da anlamadım ki) uyuyamadığım için kafama üşüşenler bir tarafa. Hatta onlar mümkünse başka tarafa, yatağın diğer tarafına. Hayal gücümün de ben kedi canını! Valla onun beni onca yormasına rağmen uyuyamıyorsam, daha da uyuyamazmışım zaten.
İşte böyle bir gecenin sabahında aldığım başka bir haber yüzünden bir kere daha tüm erkeklerin köküne kibrit suyu dedim. Arkadaşım, bir neslin hatta yok yok iki neslin tamamının genleri ile mi oynadınız? Bu kararsızlık nedir? Ben demiyorum ki biz çok kolay varlıklarız, aman bizimle anlaşmak çok kolaydır bilmem ne ama siz de bir tuhafsınız. Bir haftalık da olsa, hikayede ki gibi yıllardır da sürüyor olsa hemen bir kaçmalar göçmeler. Neymiş, heyecanı bitmişmiş. Canım o ne demek? Heyecan derken? National Geographic kanalında yaşamıyoruz ki orada bile bazen çok sıkıcı oluyor hayat. Huzur ve sükûnet denen şeyden haberin var mı? Mesela ne kadar zor bulunduğundan? Bulunca kaybetmek yerine tutmaya çalışmak gerektiğinden. Nerde…

Bir kadını nasıl mutlu edeceğini çok iyi bilen erkekler var: sabah saat 10.30, hem de aynı Pazartesi sabahı.

Ben basit zevkleri olan bir kızım. (Kimse üzerine alınmasın) Bir paket leblebiye, bir fincan kahveye, bir tabak çileğe tav olurum. Beni tanımak da, neleri sevdiğimi öğrenmek de asırlar falan almaz. En fazla birkaç yıl. Şaka lan şaka, daha az alır. Adamına göre…
Şu anda masamın üzerinde bir Audrey var. Şu hayatta ki tek idolüm, hayran olduğum tek kadın, tek insan, tek yaratık. Aynı anda hem güzel, hem zarif, hem komik, hem güçlü, hem narin durabilen tek kadın. Ben onun resmini gördüğüm anda bile mutlu oluyorum. Çok acayip! İşte “adamın biri”, nasıl zevkli ki, bana ne güzel almış kapağında Audrey’in gülümsediği o defteri. (İcocum, sen ilgili yerlere iletirsin artık. Korse konusunu da bilahare konuşuruz.) Sabah ki sinirimi alıverdi üzerimden bir anda. Şimdi kafamı kaldırıp onu her görüşümde gülümsüyorum. Kıyıp da yazarım inşallah bir gün. Yoksa öyle, çerçeve gibi kalacak masanın üzerinde.

Bu yazıdan çıkarılacak ders: İki saatin içinde kırk tane şey düşünüp hissedebilen canlıya “kadın” denir. Baş edememeniz normal, hani ondan. Bozulmayın.

1 Haziran 2012 Cuma

KIZILCIK SOPASI




Bu akşam birşeylerde yanlışlık var kesin. Bunun işten geç çıkmam, eve geç gelmem, iki kaşımın ortasına saplanan ağrıyla falan ilgisi yok. Bir huzursuzluk var ki; sorma gitsin. Belki yarının stresi ile ilgisi var. Dananın kuyruğu sonuçta, kolay mı?

Yeterince mutsuz, yeterince yorgun ve yeterince kırgın bir kadına, normal şartlar altında yapmayacağı şeyleri yaptırbilirsiniz. (Damdan düşercesine yapılan konu değişiklikleri ve paragraflar, kısım 1)Yaptıramasanız da o zaten yapar. O telefonu bir hışımla yerinden alıp...huuuuu. Bir kere işe yarayacak olsa adı "geçmiş" yahut sıfatı "eski" olmazdı, değil mi? O zaman Sıla'nın da dediği gibi: "N'apıyoomuşuz, bi daha yapmıyoomuşuz"

Bu sabah (hayatımda ilk defa sanırım), işe giderken yolda gözlerimi kapadığımda öldüğümü varsaydım. Ya tamam bir durun, içinizi karartmayacağım. Bir şey anlatacağım! İşte o anda ölsem yani tam o anda orada ölsem, ne olurdu diye düşündüm ve resmen korktum. Hah aslında hayatımda ilk defa olan kısmı bu. Benim öyle ölüm korkum falan yoktur normalde. Yani ölümü aklıma getirip getirip panik olmam ama bu sefer oldum. Neden biliyor musunuz? Yok, öterki taraf endişesi falan değil. Daha tuhaf bir şeyden; bir daha geri dönememekten. Şöyle ki; bu bildiğimiz dünya, hayat, su, toprak, ev, iş, aşk, seks (akjslajlaklsklşs), çocuk, torun, yemek, içmek ya ne bileyim ben; takılıp düşmek ya da kafanı bir yere vurmak falan. Bildiğim şeyler, aslında tek tek düşününce hepsi kendi içinde kıymetli şeyler. Ben şimdi ölsem, hepsi bitecek. Arkasından ne başlayacak, bir şey başlayacak mı (bence başlayacak), o nasıl bir şey olacak bilemem ama işte aynı şey olmayacak. Saçmaladım di mi? Sanırım anlatamadım. Neyse artık, anlayan varsa anlamayanlara anlatsın. Bir de işte, kıymet, hahay gülüp geçmek, anı yaşamak falan. Birleştirin hepsini bir cümle yapın, odur.

Yine anlatamayıp saçmalama ihtimalim olan bir konu daha var; size hiç şey oldu mu: Arkadaşsınızdır, aranızda katiyen bir şey yoktur, geçmemiştir, geçmez de. Alakanız yoktur. Ama böyle bir an için hem de çok alakasız bir an için, çok abuk bir şey olur. Bir bakışını yakalarsınız. Farklı, işte ne bileyim, normal değil. O her zaman ki masadan tuzluğu ya da bardağı uzatırken ki hali değil de, başka bir şey. Böyle bir anlık... Elektrik desem değil, ne desem bilemedim. Zaten öyle bir anda gelir geçer. Üzerinde durmazsınız tabi ama aklınıza da yazılır istemeden. Sonra bu bazen yine olur. Ama çok bazen. Sanki gizli bir şey gibi. Tuhaf... Rahatsız edici değil ama yine de tuhaf.

Resmen demek istediklerini demek yerine başka bir şeyler demek için kendisini zorlayan insan portresi çizdim bu akşam. Asıl derdim şu: dudaklarım kaşınıyordu ben gelirken. İnsanın dudağı kaşınmaz. Kaşınsa da öyle durumlarda kafası böyle çalışmaz. Aklına esenin esmesini durdurur. Bunun için her sağlıklı kadın gibi gider, bir paket çekirek alır onu çitler. Halbuki ben "çekirdekçi" değil, "beyaz leblebici" yim. Önüme bir kilo koyun, yerim. Elim, ağzım, dudaklarım vampirden hallice, zombiden bozmaca bembeyaz olur. Ama ben bir Bella ya da bir Alice (evet, Alacakaranlık serisini okudum, ne var? Yaşım otuz diye okuyamaz mıyım, Allah Allah!) olmadığımdan ben de daha çok bir üretim hatası varmış gibi durur. Yani, insanoğlu kendisini soyut arzularından arındırmak için somut şeylere yönelmelidir. (Normalde tam tersi gibi gelebilir, bozmayın).Şu anda burada olsa boynuna atlayıp deli gibi öpmekle, evire çevire dövmek arasında kaldığınız adamlar varsa hayatınızda; size en temizinden bir kızılcık sopası öneririm. Şahsen ben kullanmadığıma çok pişmanım!

Not: Sopası yoksa da kızılcığın resmi yukarıdadır.