29 Nisan 2013 Pazartesi
Barika'nın kuyusu: SOĞUK DUŞ
Barika'nın kuyusu: SOĞUK DUŞ: Bir sanat müziği eserinde de söylendiği gibi: baharı görmeden yaz geldi geçti. Yirmi dört saatin içinde hava 10 derece birden ısındı...
SOĞUK DUŞ
Bir sanat müziği eserinde de söylendiği gibi: baharı görmeden yaz geldi geçti.
Yirmi dört saatin içinde hava 10 derece birden ısındı. E doğal olarak kemikler de ısındı. Ve kaslar. Ve sinirler.
Baharın insan vücudu, aklı, dimağı üzerine etkileri hakkında bin yıldır nice şair nice şiir yazdı; yani artık anlatmamıza gerek yok. Ama biz küresel ısınma çağı çocukları için bahar artık sadece bir şarkı sözü veya şiir dizesi oldu olalı işler de biraz değişti. Şöyle ki; geldi bahar ayları gevşer gönlüm yayları cümlesindeki gevşeme eylemi, baharın aradan kalkmasıyla direkt kopmaya dönüştü.
Soğuk havaların ardından patadanak geliveren ve bizi her nasılsa hep gafil avlamayı başaran yaz mevsimi; zaman içinde aylardır içeride soğuktan büzüşmüş ne varsa buzunu çözüyor. Evet, aynen, ne varsa.
Bu ani hava değişimi nedeniyle ambale olan akıl ve fikirler etrafa dağılmak suretiyle önce havaya sonra suya karışıyor. Cemre halt etmiş!
Büzüşmekten genleşmeye geçen bilumum his ve organlar nedeniyle de bir ayarsızlıktır, bir ipinden salınmışlıktır ki; sorma gitsin. Sorma valla bir gitsin.
Şimdi canlarım, bu ahval ve şerait altında yapılması gerekenler: öğle saatlerinde sokağa çıkmamak. Hep gölgede kalmak. Var ise şapka takmak, yok ise tülbent neyin sarmak. (90 lı yıllardan kopamayan ve hala Çelik dinleyenler bandana da takabilir) Bol bol su içmek, meşrubat tüketmek; ayran özellikle önerimizdir. Ayakları arada suya sokmak, olmadı çimene basmak. Dondurma yalamak. Islak terlik giymek (yok, cırcır olmazsınız abartmayın). Göl kenarı, deniz kenarı, su kenarı gezmek. Her daim saçı başı ıslatmak, kafayı çeşme altlarına tutmak, olmadı pet şişe ilen yıkanmak.
Neden? Kafayı serin tutun, gövdeyi serin tutun ki; o şeytani fikirler, fikircikler, fikfikiler üşüşmesin tepenize. İzin vermeyin. Bütün bakteriler ve mikroplar sıcak ortamlarda semirir. Semirtmeyin mendeburu! Aşkmış, sevdaymış, tutkuymuş geçici göçebe bunlar. Sıcağı görünce yerleşirler, hava azcık bozdumuydu kaçışırlar. Aman, aman diyeyim aman! Hadi bakayım marş marş, doğru soğuk suya!
22 Nisan 2013 Pazartesi
Barika'nın kuyusu: ÇIPLAK AYAKLI KIZ
Barika'nın kuyusu: ÇIPLAK AYAKLI KIZ: “Biz ne zaman çıplak ayakla çimlere basacağız… “ http://www.youtube.com/watch?v=u9JELJRHJcI “Omuzlara güneş vurana kadar yaz...
ÇIPLAK AYAKLI KIZ
“Biz ne zaman çıplak ayakla çimlere basacağız… “
http://www.youtube.com/watch?v=u9JELJRHJcI
“Omuzlara güneş vurana kadar yaz gelmiş sayılmaz” derdi
bana. O zamanlar benim belime kadar turuncu saçlarım vardı ve yüzümde çiller. Başımı
omzuna koyup uyuyabildiğim nadir insanlardandı. O kadar nadir ki hepi topu iki
kişiydiler.
Kış insanı değildik biz; oysa sarılmayı bu kadar çok
severken yaz insanı olunur mu? Ne sırnaşıktım ben onun yanındayken. Ne yaramaz…
Eli kolu rahat durmaz. Siz hiç birini tam boynunun çukurundan öptünüz mü? Hani
o gövdeye bağlandığı yerin orada, içine çökmüş küçük çukurdan bahsediyorum. Öpmüşseniz
biliyorsunuzdur, bilirsiniz.
Verandasının merdiveninin son basamağı gıcırdayan bir evde
kalmıştık bir yaz. Sadece bir hafta. Ama yedi günlük bir hafta. Yedi gece, yedi
gündüz. Yedi gece boyunca beni elimden tutup götürdü yatağa, yedi gündüz
boyunca çayı ilk önce benim bardağıma doldurdu. Yedi gündüz ve yedi gece
boyunca öptüm ben de onu. Her türlü çukurdan…
Öğle sıcağında kurumuş tahta basamaklara, denizde ıslanmış
çıplak ayaklarla basıp iz bırakan da bizdik; arkasında kum tanelerinden yollar
bırakarak oda oda gezinen de… O, bele kadar uzun turuncu saçları üşenmeden her
sabah ördü. Ben de her öğlen uykusunda hiç üşenmeden boylu boyunca onun sırtına
yattım.
Benim elimde bir kitap başım onun dizinde, onun elinde bir
kitap kolu benim göğsümde; o ahşap verandadaki beyaz minderli sedirde saatlerce
okuyan da bizdik; gecenin üçünde üzerinde ne varsa atıp koşa koşa denize giren
de.
O yedi gece ve yedi gündüzün sonunda ben artık dünyanın gerçekten
de yedi günde yaratılabileceğine inanmıştım. Biz bile yarattıysak; O nasıl
yaratmasındı. Ama ben hep erken inanırdım. Ve hep çok…
Puslu, gri, çirkin bir İstanbul kışının öğleden sonrasında,
çenemi avcuma yaslayıp sordum: “Biz ne zaman çıplak ayakla çimlere basacağız?”
Havadan daha puslu ve gri bir cevap verdi bana: “Konuşmamız lazım…”
19 Nisan 2013 Cuma
Barika'nın kuyusu: ABBAS; VERSİYON BİLMEM KAÇ...
Barika'nın kuyusu: ABBAS; VERSİYON BİLMEM KAÇ...: Hakkında yazmayı erteleye erteleye helak olan seyahat yazımızı artık yazalım da kurtulalım. Aslında bakarsanız bir iş seyahati oldu...
ABBAS; VERSİYON BİLMEM KAÇ...
Hakkında yazmayı erteleye erteleye helak olan seyahat
yazımızı artık yazalım da kurtulalım. Aslında bakarsanız bir iş seyahati olduğu
içi toplamı on gün olan seyahatten size hepi topu iki üç günlük hikaye
anlatacağım ama olsun. (bu gezinin notlarını gezi boyunca benimle beraber
okuyan birisine de ayrıca buradan teşekkürler, adamın sabrını zorladım üstelik
de bir dayanağım dahi olmadan. Ama işte, beni bilen bilir, kendisi biraz
dikkatimi çekti, ben de hop diye onu da ortak ettim)
Bangladeş’le ya da Şangay’la ilgili anlatacaklarımı bunca
yıldır zaten anlattım.
Bangladeş’te ortalık karışık, hayat düzensiz, hava hala
sıcak, nereden baksan 35 derece, dünyada yaşanması en zor on şehir arasından bu
sene birinci olmuş (link: http://www.telegraph.co.uk/property/propertypicturegalleries/9478023/The-worlds-10-worst-cities-to-live-in.html?frame=2311098
, kaynak: Ermansan) ama abartmayalım canım…
Şangay bu sefer o kadar soğuktu ki; ben bütün kışı tişört ve
hırka ile geçiren insan, dayanamayıp mağazanın birinden hırka satın aldım. Ellerim
ve dudaklarım çatladı. Ama nedir, göreceklerimizi gördük. Şangay’da yeni bir
mekan keşfettim, kendilerinin adı: Malone’s. Patates kızartması için adam
öldürebilecek benim gibi insanlar için bir porsiyonu neredeyse bir kilo olan
bir mekan. Bildiğiniz Amerikan spor barı aslında. Beş tane ekranda da maç var.
Bir de canlı müzik yapan Filipinli bir grup vardı ki, benim diyen Türk müzik
topluluğu öyle şarkı çalamaz. Adamlar Radiohead’den Karma Police çaldığında az daha ağzımdaki patatesi düşürüyordum! Mekandan çıkarken de Metallica’dan
Enter Sandman çalıyordu, ne diyeyim.
Sonra Pekin. Benim Pekin’e ilk gidişim, ilk görüşüm ve
sanırım son görüşüm. Ben Pekin’i hiç sevmedim. Giderken bana Şangay İstanbul’sa
Pekin Ankara’dır demişlerdi, Ankara’ya haksızlık etmişler. Memleket kalabalık,
gürültülü, pis ve bakımsız. Sanki darma dağınıkmış ama toplamaya üşenmişler
gibi. Tozunu bile almamışlar. Olimpiyatlardan sonra şehir kendi haline
bırakılmış da hala kendisine gelememiş gibi.
Soğuk ve kapalı hatta pis hava da üstüne gelince hepten
sevimsiz oldu desem yeridir. Pekin’de insanların metroya birbirini itekleyerek
bindirdiklerini gösteren bir video vardı ya (link: http://www.youtube.com/watch?v=H0hBn1oj_JM
) aha o doğru, inanın. Bir benzerini biz yaşadık zaten. E diyeceksiniz nüfus
kaç; sanırım 35 milyon civarında. Galiba onun etkisi.
Bir de bu dünyada insanların daha çok tükürdükleri bir
memleket daha yok! İddiasına varım. Kadın, erkek, genç, yaşlı demeden her yere
ve her an tükürmeleri inanılmaz. Sokakta resmen sekerek yürüyorsunuz. Bütün o
devasa, kocaman binaların arasında sokakta saç kesen berberler, bisikletli
yaşlı amcalar, üst geçitlerdeki dilenciler tam bir zıtlık oluşturuyor. Yediğim içtiğim
hakikaten bırakın bana kalsın ama gezip gördüklerim şöyle:
Yasak Şehir: Baya yasak olmalı çünkü baya bakımsızdı. İnsan koskoca
Ming İmparatoru’nun şehrine biraz hürmet gösterir di mi? Gerçi kış mevsimi diye
de olabilir ama olsun. En beğendiğim yeri uzun koridor oldu. Tamamı ahşap olan
ve bahçenin bir kısmını dolanan koridorun kemerlerinin ve yan duvarlarının
tamamında el çizimi harika resimler vardı. Her bir resimde başka bir mizansen
anlatılıyordu. Onlara bakmaktan yürüyemiyorsunuz.
Tiananmen Meydanı: 1989 yılında yüzlerce kişinin hayatını
kaybettiği olaylarla ünlenen meydanda şimdi dev ekranlarda reklamlar
yayınlanıyor. Mao’nun dev bir fotoğrafının asılı olduğu binanın içindeki müzede
bulunan 1984 ve öncesine ait fotoğraflarla bugünün fotoğrafları çok farklı bir
görüntü çiziyor. Meydanın hemen önünde ise, tanesi on yuana (bir dolardan biraz
fazla) satılan, üzerinde kızıl yıldızı olan yeşil asker şapkalarıyla fotoğraf çektiren
Çin gençleri var. Az bir ironi var sanki evet…
Ve nihayet Çin Seddi: E kendisi 5500 km olunca (bazı
kaynaklara göre 7000 km) doğal olarak aynı ülkede nereden baksanız sekiz
şehirden giriş kapıları var. Ben Pekin’e en yakın olan bir saat uzaklıktaki Badaling’den
girebildim. Ve gördüm ki bu adamlar delirmiş! La oraya duvar örülür mü! Yuh! Nasıl
ördünüz, üşenmediniz mi, yorulmadınız mı, insan en azından bir bininci
kilometrede felan durup bir arkasına bakar; ne yapmışız biz der bir kontrol
eder. Siz ördükçe örmüşsünüz duvarı anasını satayım. Bir de yüksek… Duvarda
yürürken yoruluyorsunuz çünkü yokuş olan yerleri en iyi ihtimalle 45 derece. O dikliği
çıkmak zor sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü asıl inmek zor. İnsanların sürekli
üzerinden geçişinden olsa gerek artık kayganlaşmış o taşlardan dik yokuşları
inerken bilmem kaç metrelik duvardan düşmemek için sıkıca tutunmanız gerekiyor.
Benim ilk defa bir yürüyüşten sonra bacaklarım titredi yorgunluktan. Ha bir de
indiğimiz yerde ayı vardı. Baya bildiğiniz boz ayı. Etrafında üzerinde meyve
tabakları olan alçak bir duvarla çevrilmiş, kepçe kulaklı bir boz ayı. İnsanlar
o meyveleri atıp onu besliyorlardı. Bu arada Çin’in nüfusunun yarısı aynı anda
o duvarda yürüyor sanırım. Ben de gayet turistik bir hareketle kendime bir
anahtarlık aldım. Üzerinde, tarih ve ismimle beraber “Ben Çin Seddi’ne
tırmandım” yazıyor. (Bu arada anahtarlık borcum olan arkadaşım; sana da aldım hatta
senin de adını yazdırdım)
Hayır, böcek yemedim ama bu sefer böceklerin satıldığı
sokaklardan birine ( (size resmini ekledim yukarıda) denk geldim. Şişe geçirilmiş akreplerin hoş bir görüntü
olmadığını söylemeliyim. Pek yiyesiniz gelmiyor. Ama bak onlarda da kestane var;
gerçi soğuk ve şekerli gibi ama idare edin.
Hayır, Pekin ördeği de yemedim. Ördek gibi datlı bir
hayvanın yenmesine karşıyım. Bir de tavşan. Bu ikisi dışında her şeyi
yiyebilecek kadar etçilim ama bunlar çok datlı, tüylü, yumuşacık, sevimli
falanlar. Hayır, inekler değil, ısrar etmeyin.
Evet, her seferinde olduğu gibi Uzakdoğu'dan dönünce Türk erkekleri daha bir çekici, daha bir güzel, daha bir endamlı geldi ama iki günde etkisi geçti. Başka sefere inşallah...
Etiketler:
böcek,
Çin Seddi,
Enter Sandman,
Metallica,
Pekin,
Pekin ördeği,
Radiohead,
şangay,
Tiananmen,
Yasak Şehir
17 Nisan 2013 Çarşamba
Barika'nın kuyusu: AT GÖZLÜĞÜ
Barika'nın kuyusu: AT GÖZLÜĞÜ: Aşk, at gözlüğü takmaktır. “Aslında birbirimize hiç uygun değildik. En başından beri biliyordum bunu. O kadar ki, biz daha birl...
AT GÖZLÜĞÜ
Aşk, at gözlüğü takmaktır.
“Aslında birbirimize
hiç uygun değildik. En başından beri biliyordum bunu. O kadar ki, biz daha
birlikte değilken bile bunun konusu ne zaman açılsa ‘en fazla üç gün dayanırız
birbirimize biz’ derdim. Dünya görüşümüz, yemek zevkimiz, dinlediğimiz müzikler…
En basiti ben korku filmlerinden nefret ederim, mümkün değil izleyemem. O ise 1931
yapımı Dracula’dan itibaren var olan bütün korku filmlerini izlemiş olsa gerek!
En sevdiği film Pretty Woman olan bir kadınla; en sevdiği film Hayvan Mezarlığı
olan bir adam zaten ne kadar uzun süre birlikte olabilirdi ki…”
“Acı yemezmiş, et yemezmiş, tavuk dersen belki o da pişirilişine
bağlı, her balığı sevmezmiş, zaten tanıdım tanıyalı diyette anasını satayım! Ne
bitmez diyetmiş. Ben ne yapayım, etçilim arkadaşım. Utanmasam çorbaya bil et
doğrayacağım. Başka türlü doyduğumu hissetmiyorum ki… Ne zaman yemeğe çıksak
dert olurdu bize. Nereye gidelim, ne yiyelim. Daha yediğimiz yemekte bile
anlaşamazken fazlasını beklemek zaten gereksizdi.”
Ah be annem be, o adam da o kadın da hep aynı değil miydi? Saçları
rüzgarda savrulan ve kara kaşlarının altındaki anlam yüklü ela gözleri ile
tavuklu cesar salatası yiyen o değil miydi? Geniş omuzları ile sinemada seni
sararak beraber Leatherface’in gençleri testere ile doğramasını seyretmemiş
miydiniz? E ne değişti? Cevap veriyorum, hiçbir şey. Maymun gözünü açtı, perde
indi, takke düştü kel göründü. Aşk bitti aşk! Batmazlar batar, bitmezler biter
oldu. Badem gözlü adam şehla görünür; dalgalı saçlar acaba yanlardan açılır mı
oldu.
Daha bir fevri daha bir agresif oldu. Her şeyden şikayet
eden, hiçbir şeyi beğenmeyen, müşkülpesent, memnuniyetsiz biri oldu. Sabırsız
ve dikkatsiz oldu. Haber vermeyi hesap vermek gibi gösterip, didişmeye bahane
arar oldu. Giderek daha nazlı, daha kaprisli oldu. İlgi üzerinden biraz çekilince
hemen dikenlenir oldu. Üç gün aramasan, bıraksan o da hiç aramaz oldu. Neydi ne
oldu? Şahtı şahbaz oldu.
Yok, aslında her ne ise o, o şekilde kaldı ama bakış açısı
bozuldu. Ayarlar değişti. Aslında fabrika ayarlarınıza geri döndünüz. Korkmaya lüzum
yok çünkü bir sonraki bundan iyi ya da kötü olmayacak. Ne de olsa onu da olduğu
gibi değil, gördüğünüz gibi yargılayacaksınız. En başta bulutların üzerinde en
sonda ise yerin dibinde. Ve o arada ise, at gözlüğünün gösterdiği alan kadar
herkesin oyun alanı…
Etiketler:
at gözlüğü,
bakış açısı,
dracula,
pretty woman,
teksas katliamı
15 Nisan 2013 Pazartesi
Barika'nın kuyusu: KIROYUM AMA PARA BENDE!
Barika'nın kuyusu: KIROYUM AMA PARA BENDE!: “Kıroyum ama para bende”; diğer sürücülerin dikkatini dağıtıyor diye kamyon arkası yazılar yasaklanmadan önce en çok geyiği yapılan yazıl...
KIROYUM AMA PARA BENDE!
“Kıroyum ama para bende”; diğer sürücülerin dikkatini
dağıtıyor diye kamyon arkası yazılar yasaklanmadan önce en çok geyiği yapılan
yazılardan biri olmasının yanı sıra; ülkemizin arabesk çağları olarak da adlandırılan,
Özal zamanı ve sonrası zenginleri ve sonradan görmelerini kapsayan basit
görünümlü ama çok içerikli bir cümledir. Peki, bu cümle şimdi neden sabah sabah
bu yazının paragraf girişi olmuştur?
Hem annesi, hem de babası kanser hastası olan bir şahıs
olarak, Bayraktar’ın cami avlusunda kanser hastası bir kızın derdinin ne olduğunu dinlemeden cebine
para sıkıştırması beni belki sizden bir dirhem daha fazla rahatsız etti ama genel
rahatsızlık üzerinden gitmek daha sağlıklı olabilir. Genel rahatsızlığım ise zaten olayların geneli ile alakalı...
En başından, şu politikacı milletinin 850 kişilik
koruma ordusu ile camiye gidip namaz kılmasının terazide nereye denk geldiğini
düşünmek lazım. Bir kot pantolon, bir tişört, iki de sivil koruma ile sessiz
sedasız gidip namaz kılsalar olmaz di mi? Sanıyor musunuz ki benim bu
balık hafızalı, cumhurbaşkanının adını bile zor hatırlayan halkım cami
kapısında Bayraktar’ı görünce tanıyıp da koşarak üzerine atlayacak? 50 kişinin
45 i tanırsa dişimi kırarım. Ama görüntü böyle olunca mecbur kalıyorsunuz tanımaya.
O kalabalığı görünce, “a bu kimmiş” cümlesi ister istemez kuruluyor. Sadece cami mi sanki yok, her yere illa peşte o ordu ile gidilecek. Şahsı muhteremlerin geçeceği yerin on kilometre etrafındaki yollar kapatılacak, olmadı şeritler azaltılacak, metro ve metrobüs seferleri yeniden ayarlanacak, vapur seferleri iptal edilecek. Herkes yoldan çekilecek, olmadı şahsı muhteremlerin geçeceği yollardan uzak duracak hatta o gün sokağa çıkmayacak. Namaz kılacaklarsa camiler, yemek yiyeceklerse tüm Boğaz, yoldan geçeceklerse tüm kara yolu ipotek altına alınacak. Bunların dışında ve aslında içinde; başka bir ülkeden birine anlatsak abartılı siyasi mizah yapıyoruz sanılacak tüm bu şeyler bize normal gelecek.
Şimdiden şuna da bir cevabımız olsun “Ben hanım kızın ne
dediğini tam anlayamadım, o gürültüde hengamede emin olamadım”: birincisi o
hengamenin sebebi sensin. İkincisi; dinleyecek vaktin yoksa yanındakilere
havale edersin, o 38 yardımcı, 24 asistan ve 12 müsteşar bir işe yarıyor olsa
gerek. Gerçekten çok yardımsever bir adamsan adını sanını telefonunu alırsın. E
zaten ne dediklerini dahi dinleyecek vaktin yoksa, en baştan halka karışmazsın.
Senin bilmem ne bakanı olduğunu duyan canlarım ciğerlerim elbette ki bir takım
isteklerle yanaşacaklardır. Bu bin yıllık bir gelenek bizim ülkemizde. El etek
öpmek yani, saltanattan geliyor zaar.
Şimdi o kızın geri dönüp sana o parayı gerisin geri
vermesinden, bunca insanın “ayıp yahu” demesinden, o çok inandığın kitabın
peygamberin bunca öğüdünden bağımsız olarak; sen bizzat kendin olarak, Bayraktar olarak bunun öylesine bir hareket olduğunu düşünüp, unutulacağını
savunup –ki haklısın- geçiştirebilirsin. Nitekim insanlık denen meret, kişiden
kişiye yer ve seviye değiştiriyor. Ama bir siyasetçi ya da politikacı olarak da
o iş yaş söyleyeyim. Böyle durumları lehine çeviremeyecek, özür dilemesini dahi
beceremeyecek, bunu münferit bir olay bir yanlış anlama halinden alıp; ters
yönde çok daha göze çarpan bir şey yapmadan RTE hatta Demirel üslubu ile sadece
“eh yaptımsa yaptım, ben yaptım, ne yapsaydım” diye kapatacaksan; politikayı
bırak derim. Bunu ben bile diyebilirim.
Artık böyle olayları vicdanla, insanlıkla değil ancak o
insanların çıkarlarına ters düşen durumlardan görecekleri zararın korkusuyla düzeltme-düzelttirme
umudu taşımamız da bizim ayıbımız olsun.
Hayırlı haftalar…
Not: bu sefer blogun içeriğinin biraz dışına çıktık ama bu da can yahu!
Not: bu sefer blogun içeriğinin biraz dışına çıktık ama bu da can yahu!
11 Nisan 2013 Perşembe
Barika'nın kuyusu: DEVRE MÜLK
Barika'nın kuyusu: DEVRE MÜLK: http://www.youtube.com/watch?v=6sXRQttLj-s Kıskançlık değil adı ama tam bir karşılığı yok. Sızlayan bir şey var ama tam bir yer...
DEVRE MÜLK
Kıskançlık değil adı ama tam bir karşılığı yok. Sızlayan bir
şey var ama tam bir yeri yok. Birilerini senden daha çok sevdiğini görmek, seni
artık eskisi kadar sevmediğini hissetmek, bir gün herkesin herkesten vazgeçebileceğini
bilmek, bu bilgiyi tekrar etmek, etmek…
“Sevmediysen peki, sen tamamla sonunu…”
“Giden gider boş ver,
kalan sağlar bizimdir”; söylemesi en
kolay ama hissetmesi en zor cümleler sırlamasında ilk ondadır. Çünkü o “giderse
gitsinler”, böyle ellerindeki anahtarla mahallenin bütün arabalarını çizerek
giderler. Ne o kadar pasta ne de o kadar cila vardır.
Ne kadar umursamaz görünürsek o kadar umursarlar bizi gibi
geliyor. Ama ne kadar umursamaz görünsek o kadar umursadığımız için bize ufak
ufak geliyorlar. E zamanında çiziktirdiğimiz o şekiller, serde bilmem nereden
esmiş yiğitlikler, erkeklikler, gereksizi gereklisinden fazla gururlar
nedeniyle de geldikleri gibi gidiyorlar. Gönderiyoruz kendilerini.
Sonuç? Yol geçen hanına çevirmemek lazım mekanı. Geleni gideni
çok olmasın. Devre mülk usulü çalışalım. En fazla bir kişiden bir kişiye ama
ömürlük geçsin. Olmaz mı? İnip çıkıyorsunuz olduğunuz yerde ya, çok inmeseniz
olmaz mı? Çünkü ben o zaman iniyor değil de düşüyor gibi hissediyorum.
Not: Yukarıda resmi bu yazıya cuk diye oturan ve kendisi son bir kaç gündür kafamın içinde çalan Mabel Matiz, yazının içinde ve fonunda size de kendime de armağanımdır.
Etiketler:
kıskançlık,
mabel matiz,
vurdumduymazlık,
yiğitlik
10 Nisan 2013 Çarşamba
Barika'nın kuyusu: Bİ TAKIM DEFORMASYONLAR
Barika'nın kuyusu: Bİ TAKIM DEFORMASYONLAR: İş güç sahibi olmanın bir takım yan etkileri var. Bel, boyun vesaire fıtıkları, gözde miyopluk, astigmat, eklem ağrıları falan dışı...
Bİ TAKIM DEFORMASYONLAR
İş güç sahibi olmanın bir takım yan etkileri var. Bel, boyun
vesaire fıtıkları, gözde miyopluk, astigmat, eklem ağrıları falan dışında yani.
Mesela “mesleki deformasyon” diye bir şey var. İçinde olduğunuz sektörün günlük
yaşantınıza doğrudan etki etmesi de diyebiliriz buna. Misal verelim: ben.
Maliyetinin en fazla 3-5 lira olduğunu bildiğiniz tişörtü
mağazada 85 lira etiketle görünce “yok devenin nalı!” tepkisi verip; bayılsanız
da alamamak. Hatta bu sebepten bayıldığınız pek çok kıyafeti olmaz olmaz deyip
alamamak. Mağazada ki tezgahtara “bunun antrasiti var mı” diye sormak (Y.N.:
antrasit=koyu gri). Herkes elindeki kıyafetin sağına soluna, koluna bacağına
bakarken; yıkama talimatındaki ürün içeriğine (pamuk mu naylon mu nedir) ve
üretildiği ülkeye bakmak. Bu ve bunun benzeri davranışlar.
Bir de mesleki değil de tamamen iş güç sahibi olmaktan
kaynaklı deformasyon halleri var. O da şu şekillerde zuhur ediyor:
Kahve alışkanlığı: Yıllarca “ay ben kahve falan içemem”
şeklinde ki laflarımı üniversite zamanında bana yutturan Gamze hanım’dan sonra
iş dünyası bende bildiğiniz kahve bağımlılığı yarattı. Sanırsın annem beni
Starbucks’ın kapısında doğurmuş. O meşhur “sabahları bir kahve içmeden kendime
gelemiyorum” tripli güruha anında dahil oldum. Bir de her nasılsa, sonradan
edinilmiş bu kahve alışkanlığı kesinlikle sütsüz ve şekersiz olarak ilerledi.
Atıştırmak: Normalde öğünlerini bile zor takip eden ben
şimdi kurulmuş saat gibi öğlen 12 oldu mu açlıktan geberiyorum. Nasıl bir mide
kazınmasıdır anlatılmaz. Sanki yemesem öleceğim. Bir benzeri de akşam saat 4
civarında oluyor. Abur cuburla abuk subuk bir ilişkimiz var.
Mail kültürü: Herkese mail atabileceğini ya da her işin
maille yürüyebileceğini hatta yürümesi gerektiğini düşünme hali. Bıraksalar
anneme bile mail atacağım. Zaten kadıncağız bana telefonla ulaşamıyor; hâlbuki
bir mail atsa ulaşamama şansı hiç yok. Outlook önümüzde, gmail arkamızda
maşallah her şey yazılı. E söz uçar yazı kalır demişler. Çok kızarsanız şak
diye çıktısını alır suratına çarparsınız (bu cümleyi kim bilir kaç kişiye
kurdunuz değil mi?).
Bilgisayar bağımlılığı: Bu biraz da mail kısmında
anlattıklarıma benziyor. Şöyle ki her işi o bilgisayarın başından kalkmadan
online olarak halletmekten yana olmak. Hatta bunu zorlamak. Fatura ödemek, para
yatırmak, alışveriş yapmak, plan-program yapmak, konser-sinema bileti almak,
arkadaşlarla konuşmak, flört etmek, iletişim kurmak, haber vermek, haber almak…
Babamın bir lafı vardır “bu bilgisayarla bir tek çocuk yapılmıyor” diye, aynen
öyle.
Bugün öğrendim ki güzel Türkiye’mde kadınların sadece %26 sı
çalışıyor. Ve bu kadınların da sadece %8 i beyaz yakalı. Kalanların %40 ı tarım
sektöründe çalışıyor. He bu tarımcı teyzelerimin ağırlığı nerede dersiniz?
Karadeniz’de. E o zaman Karadenizli erkekler ne iş yapıyor? Bunun cevabını
onlar versin. Ama ben kahvehanelerde çorap mı örüyorlarmış neymiş diye
dedikodular duydum, bilesiniz. (Bu arada bugün edindiğim bir çok istatistiki
bilgiyi sizinle ayrıca paylaşacağım, çok eğlenceli çok)
İşte o %8 lik dilimin deforme olmuş sevgili hatunları, ve kalan
yüzdelik dilimlerin sevgili deforme erkekleri; durumumuz budur ve çok da
sıkıcıdır. Metropol denen canavar bizi yalayıp yutmakla kalmamış, kendisinin
diş arasına sıkışmamızdan kaynaklı içinde bulunduğumuz cendere duygusu da
etrafımızı sarmalamış olabilir ama yılmak yok! Deniz kenarı bir kasabada
pansiyon açıp; emeklilik günlerimizi bahçede domates yetiştirerek geçireceğimiz
günler yakın. Hepi topu 30 yıl sonra…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)